PKK’nin çıkışıyla; Kuzey Kürdistan’da sosyalpsikolojik ve toplumyapısal değişimler
Bu yazının sadece irdelemek istediğim konunun ve yazının çapı açısından eksik ve detay analiz süzgecinden yoksun, kaba hipotezlere dayandığının altını çizmek istiyorum.
Onlarca yıl önce Kürdistan’da başlayan PKK’nin biçimlenmesi ve günümüzde, dünya siyaset odaklarını meşgul eden PKK’nin varlığı, birçok analist tarafından kaleme alındı, kitaplara konu oldu.
Buradaki iddiam, konuyu Kürdistan’daki toplum sosyolojisi açısından derin bir analize tabi tutmak değil. Sadece bu sürecin “paradokslar tarihi”ne denk düştüğünü belirterek işe koyulmak istiyorum. Tarihin yakın takipçisi ve tanığı olarak nereye varacağımı bilmeden, ancak ne yapacağımı bilerek, tarihle birlikte adım adım yürüyeceğim. Nereye kadar? Onu da bilmeden, başlamak istiyorum.
Rizikolu çıkış!
“Rizikolu çıkış!” belirlemesini yakın Kürt tarihinde “PKK’nin kuruluşu” bağlamında kullanıyorum. Ancak “riziko”nun asıl belirtileri, 1976 yılından sonraki gelişmelere denk düşüyor. Çünkü kendilerine “Kürdistan Devrimcileri” adını veren ve “Apocular” olarak adlandırılan grup, o dönemin “riziko”suydu. Niklas Luhmann’ın “Riziko’nun Sosyolojisi” eserinin önsözünde üzerinde durduğu ve bir eser boyu devamını teorileştirdiği riziko: “şemalara karşı sapmalara duyulan aşırı duyarlıllık” (Luhmann, Berlin, 1991) olarak saptanıyor.
PKK’nin kuruluşu, şemadan kopuş olarak, “rizikolu çıkış” olarak 70’li yılların sonunda, kolonyal devletin 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte, aşırı önlemler almasını sağlayan başlıca nedenlerden biriydi. “Riziko” sadece kolonyal devleti harekete geçirmedi ve burada özellikle irdelenmek istenen, PKK’nin çıkışının aynı zamanda Kürdistan’daki (kuzey) toplumsal yapı içerisinde de köklü bir riziko olmasıydı. Bu riziko, PKK’nin geleceğiyle ilgili “riziko” olmasının yanı sıra, Kürdistan’daki mevcut toplumsal yapı, sosyal psikolojisi için de “riziko” olmaktaydı.
PKK için riziko olması, “irrasyonal bir çıkış” olmasıydı. PKK’nin kuruluşuna değin bilinen iki “irrasyonel deneme” biri Sünni, diğeri Alevi kökenli iki Zaza tarafından gerçekleştirilmişti. Biri 1919 yılında Urfa‘nın Siverek İlçesinde doğan Avukat Faik Bucak’tı. Bucak, 1965’te illegal kurulan TDKP’nin, ilk başkanı Şerafettin Elçi’nin istifasından sonra, Parti Başkanlığı görevini devralarak, hedef haline geldi. 1966’da, yüksek oranda Türk gizli istihbarat teşkilatlarının güdümünde gerçekleşen bir suikast sonucu “cezalandırılır”. İkincisi, 1935 yılında Dêrsim’in Nazmiye İlçesinin Civarik Köyünde doğan Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan)’dır. Faik Bucak’ın öldürülmesinden üç yıl sonra, 1969’da kurulan T-KDP’nin genel sekreteri olur. Dr. Şivan’ınki “sosyalist” bir çıkıştır. Dr. Şivan arkadaşlarıyla birlikte, 1971’de KDP tarafından kurşuna dizilir.
Sonuç: Daha önceki bir irrasyonal çıkış “Faik Bucak” kolonyal devlet; ikinci irrasyonel çıkış “Dr. Şivan”, Kürt aşiret örgütlenmesi tarafından bertaraf edilirler. Bundan dolayı da PKK’nin çıkışı, mevcut kolonyal düzenin tahammülünü provoke eden yanı ve Kürdistan’da sistemleştirilen “rasyonalizmin” kendisini savunmak için, Kabul edemeyeceği bir çıkış olarak “rizikoluydu.
Çünkü, adı hala konmayan bir “irrasyonel hareket”in ortaya çıkması, o zamana kadar mevcut olan, yetersiz anlaşılmış bile olsa “rasyonel”in sert önlemlerle savunulmasına vesile olur. Bu bir savunma mekanizmasıdır. Ve böylece 70’lerin sonunda PKK’nin kurulmasından önce başlayan “irresyonel çıkış“, hem o döneme kadar biçimlenen Kürt toplumsal yapısının ve hem de Kürt toplumunu (aşiretlerini) “kolonileştirilen”ler dünyasında hapis tutan kolonyal Türk devleti için, hala Kürdistan’daki iç toplumsal dünyada kök salmayan, bundan dolayı da, bir “dış tehdit” olarak görülüyordu.
Kitapsız/deneksiz insanlar
PKK’nin kuruluşundan önce, 1976 “Ankara Dikmen’deki Toplantı“dan sonra (YXK, 2008) kendilerine “Kürdistan Devrimcileri” adını veren grup Kürdistan’da yayıldı. Siverek, Çolemêrg, Doğubeyazit, Batman, Amed, Çewlig, Dêrsim, Dîlok, Varto, Maraş’a giden bu grubun üyeleri dernek kurmadılar. Kitapları, dergileri, dernekleri yoktu. Ancak kasetliydiler. Kimse bu kasetlerde neler konuşulduğunu bilmezdi. Kasetler efsaneleştirildi. Kasetleri dinleyenler için, başka bir dünyaya gidişin kapısı aralanmış oluyordu.
Burada iki temel “ters çıkış”a değinmek istiyorum Bunlardan biri, Kürt aydın, akademisyen ve gruplarının merkezi o döneme kadar Ankara’ydı. Kürdistan’da dernekleri bulunan grupların yönetimlerinin ikamet yeri Ankara’ydı. Kürdistan’da Ankara’ya odaklanan bir Kürdistan “birikimi” vardı. Kürtler adına yola çıkan birçok grup, kolonyal devletin sınırlarını zorlayarak, Kürtler’in varlığını Kabul ettirmek istiyorlardı. Ancak kolonyal cezai sistem, Kürt kadrolarını ciddi bir biçimde tehdit alanına mecbur ediyordu. İşte birinci ters çıkış, Ankara’dan Kürdistan’a çıkıştı. Bu bağlamda, “ışıklı Ankara”, “karanlık Kürdistan” tablosunun altını çizmek istiyorum. Kolonyal geleneğin başardığı, “Ankara’da adam olunur” tablosunun bozulduğu bu tarihi dönemin daha derin incelenmesi gerektiğine inanıyorum.
İkinci ve önemli gelişme, örgüt ve siyaset formasyonuyla ilgilidir. O döneme kadar kurulan Kürt örgüt, dernek ve kurumlarının adreslerinin, kitaplarının, dergi ve yayınlarının olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Birdenbire Kürdistan’da ortaya çıkan, derneksiz, kitapsız, dergisiz, adamlar; dergili, kitaplı, adreslilere karşı ciddi bir “tehdit” oluyorlardı. Tüm bunlar, Luhmann’ın “sosyolojik riziko” olarak ele aldığı ve “Düzensizlik, Felaket, Kaos” (Luhmann, ag.y.) gibi “bela” terimlerin doğmasına neden gösterdiği tabloya denk düşüyordu.
Evsiz barksız insanlar
Her Kürdün bir evinin, oturacağı bir mekanın, olduğu Kürdistan’da, evinde oturacak birini bulan geçlerin ortaya çıkması, Kürdistan’daki sosyal yapıya denk düşen rasyonelleri altüst eden bir başlangıç oluşturdu. Burada “örgüt sosyolojisi”nin “özel bir sosyoloji”ye dönüşerek, “sistem formu” ile “örgüt formu” arasında yeni bir köprü dokuduğunu tesbit edebiliriz.
O döneme kadar evlerine yatılı “yabancı erkek” kabul etmeyen kız çocuklu aileler, günler, aylar boyu ücretsiz, “yabancı erkek”lere ev sahipliği yaptılar.
Az konuş çok yap!
Teorinin, kıymeti harbiyesinin yüksekte olduğu 70’lı yılların ikinci yarısından sonra, Kürdistan’a yayılan ve sayılarının çoğalması önlenemeyen gençlerin, yaşam içinde bilenmeye ve öğrenmeye dair düşünceleri, bilen ve özellikle Lenin, Stalin ve Mao’nun kitaplarından alıntı yapanları çaresiz bırakan yeni bir “başlangıca” damga vurmuştu: tercümesini “Az konuş çok yap!” olarak tercüme edeceğim karşı koyuşlarla “entelektüel”lere başkaldıranlar, halkın anlayacağı ajitatif çıkışlarla, o dönemde “haksız” addedilen bir operasyonla, “akıllı” addedilenlerle, onların bir türlü harekete geçiremedikleri kitleler arasındaki uçurumu derinleştiriyorlardı.
Yeni açılan “cephe” ile birlikte, parallel bir toplumsal yapı oluşturuluyordu. Bir yerde amaçları Kürdistan’a gelen bu “evsiz barksız”larla aynı olanlar, pratiğe dair örülen o yüksek duvarın diğer tarafına hapsedilen, giderek atıllaşan bir dünyaya mahkum ediliyorlardı. Büyük bir ihtimalle, “Teori gri, yaşam yeşildir” (Lenin)’i kitaplar dolu teoriye tercih edenler, militarizmin işgalindeki topraklarda, “acımasız” kurallar koyarak, önü kesilmesi zor bir yürüyüşe geçmiş oluyorlardı.
Bu yeni çıkışın gölgesinde: “Teori ve pratiğin bütünleşmesinin, mekanik bir imkanlılık değil, terihleşecek bir oluşum” (Gramsci, GH 6) olduğunun altını çizmek için yola koyulanlar, bu kabiliyetten yoksun kalan entelektüelleri, acımasızca bertaraf ederek, ilerliyorlardı. Gelecekteki başarının sahipleri, milyonları kapsayan bir sınıf olarak, devrime dair dünyadan uzak duran Kürdistan’daki köylülüğe ulaşmak için “yaşamlarını tehlikeye atma etiği” geliştirenler oluyorlardı.
İstikamet değişikliği
Ankara’dan Kürdistan’a akın, deyim yerindeyse tüm rizikoya rağmen, “sosyal bir laboratuar” hareketi oluyordu. Sonuçlarıyla ilgili deneye ait verilerden yoksun olan genç kadrolar, “Jandarma” odaklı askeri güçlere ve aşiretlere dayalı derin bir tolumsal yapıya rağmen, başarmak için “çıkış yolu” arıyorlardı.
İstikamet değişikliğinin ilk ögeleri, Kürt hareketine katılan “ilk Türkler” oluyorlardı. O döneme dek, Türk örgüt ve partilerinin birçok “kahramanı” Kürdistan kökenliydi. Kürdistan’da gelişmekte olan hareketin ilk “kahraman Türkler”i, PKK’nin kurucuları; 1952 doğumlu, Gümüşhane’li Kemal Pir ve 1950 doğumlu Ordu’lu Haki Karer oluyorlardı. Haki Karer 28’inde Dîlok’ta vurularak, Kemal Pir ise 30’unda Diyarbekir’deki ölüm orucunda yaşamını kaybetmiş…
‘Evden kaçan kızlar’
Önemli gelişmelerden biri Üniversitelerden, ebeveynlerinin evlerinden kaçarak, tanımadıkları insanların everine girip çıkan ve başka kentlerde köylerde günler aylar boyu kalan ve kendilerine “namussuz” adı verilmeyen Kürt kadın ve kızları oldu.
Bu, hem örgütsel yapı ve hem de bu kadın ve kızların aileleri için, hala adı konmamış, tuzaktaki bir “riziko”ya işaret ediyordu. Örgüt sosyolojisinin, sosyal sosyolojiyle dirsek teması kurduğu bu dönem “emekleme süreci” olarak üzerinde yürünen ama hala sallantıda duran “taşlar”dan dolayı, hükmeden “aşiret ahlakı” açısından ciddi bir tehlike oluşturuyordu.
Yeni yaşam alanı: Dağlar
80’lı yıllara gelindiğinde, kırlara dair yeni kapılar aralanıyor ve 1984’deki Eruh ve Şemdinli çıkışından sonra, ataerkil hükme dayanan ailelerinin baskısından kurtulmak için evlerini, köy ve kentlerini terkeden genç kızlar ve erkeklerin sığınacakları yeni bir sosyal dünya oluştu: Dağlar.
Daha önce evden kaçan genç kızlar, “kadın ticareti” yapan dünyaya mecbur ediliyor, genç erkekler ise büyük kentlerde inşaat sektöründe ucuz işgücü olmaktan kurtulamıyorlardı. Bu yeni dönüşümle birlikte, genç kızlar babalarınına karşı “eğer…”le başlayan karşı koyuşla, babalarını, sığınacakları dünyanın adresini belirterek geri adım atmaya zorluyorlardı. Böylece, “aile”deki hiyerarşik yapıda yeni biçimlenmeler oluşuyor ve bir yerde “çocuklar” sadece baba ve annelerinin değil “halkın çocukları” oluyorlardı.
On adım öteden yürümekten...
70’li yılların sonuna doğru ortaya çıkan önemli değişimlerden biri de, Kürt annelerinin, “gerici, feodal, görgüsüz” dünyanın dışına taşınmalarıdır. Özellikle, kadınlara uygulanan baskı ve kadının dövülmesine karşı gelişen bilinç, o güne kadar oğullarını on adım gerisinde yürüyen anneleri bu tablo dışına çıkardı. Kolonyal bilinç sınırı dışına çıkan gençler, annelerini de kolonyal tabloların dışına taşıdılar. Önemli bir özellik de Kürdistan’daki ev kadınlarını kurtarıcı haline getirdi: Kürt dilini sözlü kullanan Kürt anneleri dil ilk kez sadece anne, ev hanımı değil, “öğretmen” oluyorlardı.
Daha sonraları ilk toplantıları yöneten Kürt kadınları, toplumsal bir altüst oluşa imza attılar. Kürdistan’ın başkenti Diyarbekir’de bir Kürt kadınının “Büyükşehir Belediye Başkanlığı”na aday olması, 70’lı yıllarda başlatılan o altüst oluşun 2000’lı yıllara tercümesi oluyor.
Tasavvur edilen toplum
“Tasavvur edilen politik bir topluluk” (Benedict Anderson, 1988, Campus) “Ulus” projesinin temelleri bu dönemde atıldı. Kolonyal Türk sistemine parallel ve onunla bağlantısı bulunmayan başka bir topluluk oluşturuldu. Bu topluluk kendisine “Biz” diyenlerden oluştu. “Em û Ew” projesi, toplumsal bir organizmaya dönüştürüldü.
“Evsiz barksız” insanlar “Siyah Deri Beyaz Maskeler” Franz Fanon, Frankfurt, 1980)’ine denk düşen “Kürt teni, Türk maskesi” paradoksunu terketmek zorunda kaldılar. Kendilerine karşı örülen kolonyal tedbirlerden oluşan sert duvar ve genellikle yüzlerine kapatılan “Kürt” kapıları, bu yeni deneyimin gelecekte başarılı olup olmayacağı kuşkusunu da arttırıyordu. Kolonyal Türk sistemi kontrol edemediği bir gençlik hareketini durdurmak ve çözmek istiyordu. Aşiretlere dayanan Kürt toplumsal yapısı da, kendi rasyonel yapısını altüst eden bu gençlere kapısını kapalı tutuyordu.
Ancak, “topraklarının bir zamanlar onlara ait olduğunu unutmayan”, “dışarıdan gelmediklerinin bilincinde olanlar” (S. Liberson), “evsiz barksız adamların gelişiyle, yeniden modern bir intikam, tarihi bir kin olarak kolonyalist egemenleri tehdit” edecek bir bilinçle donanmaya başladılar.
Böylece tasavvur edilen politik topluluk, biçimlenmeye başladı. Bu noktada önemli başka bir sosyopsikolojik değişime işaret etmek istiyorum. Kuzey Kürdistan’da, akrabalık ilişkisi Afganistan’daki gibi “Qawm” (P. Heine, 1989), birçok Arap ülkesindeki gibi “Halk, Ulus” (agy.) değil, “Eşîra, Qabîle, Mordem” gibi sınırları ve çerçevesi belli olan demografik bir topluluğa denk düşüyordu. Yukarıda belirttiğim “tasavvur edilen politik topluluğun” yeni adı “Ji me ye”, heval e” gibi tariflerle ifade ediliyor ve “politik bir topluluk” uluslaşmanın ilk adımları atılıyordu.
Yeni meslek: Devrimcilik
“Devrimciyim” demenin tarifinin, devrimci düşünceya sahip kişilerle sınırlı olduğu 70 yılların sonuna doğru, kendilerine “Kürdistan Devrimcileri” adını verenler, yeni bir mesleki alan açmış oluyorlardı. Günün tümünü “devrimci çalışmaya” adadıklarını söyleyenler, bunu bir yaşam biçimi olarak seçiyor ve öyle kabul ediliyorlardı. Mali sigortası olmayan bu “yeni meslek” idealler ve gelecekteki kazanımlara dair vaadler üzerine oturuyordu.
Kul katında siyaset
Günümüze kadar devam eden, Kürtler’in toplumsal yapısı, 70’li yıllara gelindiğinde, istisnalar hariç, toplumsal yaşamın tüm alanlarında, aşiret dokusu üzerinde inşa edilmişti. Sosyal günlük yaşam akışı; yaşamın sosyal psikolojisi ve toplumsal yapı bu aşiret dokusu üzerinde biçimleniyordu. Günlük yaşamdan, aşiretlerarası ilişkiler ve aşiretlerle devlet ilişkisi, Aşiretlerin partilerle ilişkileri, her aşiretin kendi kuralları veya aşiretler arası ilişkilerle müşterek kurallara bağlanan “ortak ahlak”, üst yapıdan bireye, bireyden tüme giden sosyal ilişkileri belirliyordu.
Aşiretler’in ileri gelenleri kolonyal partilerle görüşüyor, Aşiretler oy veriyor, oy topluyor, “aşiret, kabile, ve aileler” politik formasyonun temelini oluşturuyorlardı. Siyaset, iki kademede hükmeden “Tanrılar”ca belirleniyordu. Kolonyal parti ve organlar ve sadece onlara bağlı oldukları oranda varlıklarını idame ettiren “Aşiretler, kabileler ve aileler” topluluğu.
70’li yılların ikinci yarısında kurulan Kürdistan kökenli “grup, parti ve politik akımlar”, ciddi bir biçimde devletin yargı ve güvenlik organlarının tehditi altındaydılar; önemlisi halk tabanından yoksun ve çoğunlukla üniversite gençliği ve işsiz gençliğe hitap ediyorlardı. Kürdistani konularda duyarlı olan bu gruplar, Kürt hareketinin temel gücü olan yoksul köylülüğü etkileme ve örgütleme yeteneğinden yoksundular ve buna dair hususi bir örgütlenmeleri bulunmamaktaydı.
Kendilerine “UKO” (Ulusal Kurtuluş Ordusu), “Kürdistan Devrimcileri” adı verenler ise, Aşiretler ve Kabile reislerinin “oğulları” değildiler. Babaları o zamana kadar “kul” olan bu “isimsiz” oğullar, parti kuruyorlar ve sonradan o döneme kadar “bilinmeyen” oğullara bir de o döneme kadar Kürt erkekleri tarafından dört duvar arasına mahkum edilen Kürt kızları da katılıyordu.
Bu grup, aşiretlerötesi bir oluşum yaratarak, o döneme kadar mevcut olan “Tanrı katındaki” siyaseti, yoksullar “kul katı”na indirerek, amansız bir mücadeleye atılıyorlardı.
Kolonyal güç Ankara’ya göre, ne yazık ki Kürdistan hala: “ayakları altında çokça kum, kafalarının üzerinde güneş bulunan, hindistan cevizi palmiyeli ve siyahi insanlardan oluşan bir ülkeden başka birşey değildi” (Ho Chi Minh, Piper, 1967). Bu tarifteki kum yerine taş, palmiyeler yerine mazı ağacı, siyahi insanlar yerine, “mağarada yaşayanlar” koyarsanız, aynı anlamı taşır.
Ancak, “Kitle temelde ayaklanmaya hazır, ancak tamamen bilinçsizdi” (Ho Chi Minh). Bu olguyu yaşamsal olarak keşfetmeyenlerin düştükleri “tarihi boşluk” “Kürdistan Devrimcileri” tarafından “tarihi şans” olarak görülüyordu. Onlar: “kendisini kurtarmak isteyen, ancak nasıl başlayacağını bilmeyen” (Ho Chi Minh) kitlelere giderek, tarih yapmaya başladılar.
Ve böylece, başarılar, hatalar, övgüler, destanlar, yanlışlar, deneyler üzerinde bir tarih oluştu. Onyılları aşan bu yeni denemenin ana başlığını Amilcar Cabral’dan aktarıyorum: “Silah olarak teori!”
Sünni, Aleviler, Êzîdî, Hıristiyanlar
Sünni, Alevi, Êzîdî ve Hıristiyan arasındaki uçurumlara yerleştirilen ayrıcı köprüleri “uçurulması“ Kürdistan’da temel toplumsal zorluklardan biriydi. Dağlarda yazılan romanlara, gazete ve dergilere yansıyan röportaj ve gezi notlarından, Sünni bir Komutan’ın Alevi’lerin çoğunlukta yaşadıkları bölgelere tayini gibi denemelerle başlatılar ve Kürdistan “kurtuluş teolojisi” olarak biçimlenen yapı: “Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile Kültür arasındaki karşılıklı bağımlılık” (Amilcar Cabral, Con, 1983) nedeniyle, karmaşık ve handikaplı bir süreçten geçti.
BDP’nin Mardin’den Hıristiyan-Süryani Erol Dora’yı Milletvekili seçtirmesi, önemli bir değişimin göstergesidir. Êzîdîlêr’in son yıllarda, Kürt toplumunda, kabul edilen ve Kürtler’in tuplumsal dokusunun temel ögesi olarak görülmeleri, hala yaşamda temel bir değişime yol açmamışsa da, geleceğe dair güçlü bir değişimin işaretini içeriyor. Bu değişimin olmasının önündeki engellerden en önemlisi, Kuzey Kürdistan’daki Êzîdîlêr’in yüzde 90’ının köy ve kentlerinden Avrupa’ya sürgün edilmeleridir. Böylece, Kürdistan’daki diğer inanç topluluklarının, özellikle de Sünni inancına sahip olanların, Êzîdîlêr’le “barışmaları“na engel somut olarak varlığını devam ettirmektedir.
Seyid Rıza’nın harekat alanı Dêrsim’den Gültan Kışanak’ın, şeyh Said’in hareket alanı Diyarbekir’de Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olmasını ilan etmesi, 70’ler öncesi gündemde teorik olarak bile mümkün değildi. Hayal bile değildi. Gerçekleşti: gerçek oldu.
SONUÇ:
“Kolonyalizm bir sistemdir” (Jean Paul Sartre, 1956).
Türk kolonyalizmi bir sistemdir, ancak koloni Kürdistan o sisteme uyarlanan formasyonu terketti. Türkiye, 70’lerde ortaya çıkan “evsiz barksız”ların geliştirdikleri toplusal güç karşısında, Ankara-Amed arasında denge kurmaya çalışıyor.
Ve “Kolonyalleştirilenlerin de bir sırrı var ve biz kolonyalizmin iğrenç can çekişmesine şahit oluyoruz”. Türkiye’deki kolonyal sistem, yaşamak için, “yılan”a sarılıyor, yılan da “Kürt” olunca…Karşıtı Kürdistan’lı, sarıldığı” yılan” Kürdistan’lı.
Önemlisi, halk kitleleri ve Diyarbekir’de Belediyeleri “Halk Konseyleri”nin idare edeceğini duyuran yeni bir politik çizgi. Sosyalist yaşam biçiminin Kürdistan topraklarında, kendisine özgü, yeniden gündemleştiği yeni bir “başlangıç”. Ve yaşam devam ediyor. Değişime bakarsanız: 70’li yıllarla bugüne bir asır zaman geçmiş gibi…
SELİM FERAT