Sol için ayaklanma vakti
2014’e günler kala, başlığından solu tartışmaya çalıştığı anlaşılan bir yazıyı okumak ne kadar cazip? Hükümet ile cemaatin topla tüfekle meydan muharebesine giriştiği, yerel seçimler için vaadi bol hazırlıklara başlandığı, insanı politikadan soğutan pazarlıkların kulislerde dolaştığı, galiz küfürlerin ve maçist tavırların meclisi işgal ettiği bir ortamda bu sorunun cevabını vermek hiç kolay değil. Türkiye’de sol kadar hem kendi içinden hem de dışarıdan eleştirilen, analiz edilmeye teşebbüs edilen bir başka siyasi akım mevcut değil. Örneğin Türkiye sağına dair sağın içinde benzer bir süreç bu şiddette hiçbir zaman yaşanmadı. Solun dışarıdan topa tutulmasının en önemli nedeni müesses nizam ve kemikleşmiş iktidar ilişkileri için daimi bir biçimde tehlike arz ediyor oluşu. Türkiye’de sol geleneğin uzunca süre sahip olduğu entelektüel canlılık ve üretim de solun dışındakilerin ona imrenerek bakmasının bir nedeni oldu. Ama aynı entelektüel faaliyet solun kendi bünyesindeki krizleri ve bölünmeleri de zaman zaman tetikledi. Şu anda solu konuşmak için en uygun zeminlerden birini yakalamış durumdayız. Dünyanın dört bir köşesinde isyan ve işgal hareketleri bildiğimiz yönetme tarzının sonunun geldiğini müjdeliyor. Türkiye’deki “Haziran Direnişleri” ise muhalif siyasetin hem potansiyelini hem de açmazlarını gösterdi. Eğer buradan belirli çıkarsamalar yapabilirsek Türkiye halklarının daha özgür ve eşit yaşayabileceği bir siyasal ortamın inşasına zemin hazırlayabiliriz. Türkiye solu ile ilgili ahkâm kesmek haddime değil, aşağıda yazdıklarımı lütfen soldan düşünen birinin “üzerine düşünceler” bağlamında değerlendirin.
Enerjiyi boşa sarf etmemek
Türkiye solunun birçok farklı kulvarında Haziran Direnişi sonrasında yazınsal çabalar ve mecralar arttı; örgütlenme arayışları da ivme kazandı. Liberallerin diline pelesenk ettiği ‘ezber bozmak’ ve yeni’yi müjdelemek ifadelerine sol da bir heves sarıldı. Gezi’yi oya ya da siyasi itibara/üne tahvil etme yarışı hızlandı. Burada bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Hâlihazırda mevcut olan ve ilkeli bir siyaset için çabalayan örgüt ve mecraları görmezden gelerek sırf “yeni” olsun diye bir örgüt/mecra inşa etmenin toplumda bunu yapanların tahmin ettikleri kadar büyük yankı uyandırması zor. Platform arayışları bu çerçevede çok daha anlamlı fakat bu platformların birer örgütler toplamından ibaret hale gelmesi bir başka deyişle kendi kimliğini yaratamaması durumunda farklı bir iş başarması da mümkün olmuyor. Aynı amaca yönelik, üyeleri de birden çok örgütte faaliyet gösteren inisiyatifler kalabalığı çözüm vaat etmekten uzak. O yüzden enerjiyi boşa sarf etmemek adına “yeni” inşalar yerine mevcut olanları dönüştürmenin daha faydalı olup olmadığını tartışalım diyorum. Başlangıçlar ya da yeniler çöplüğündense sahip olduğumuz kapasiteyi ve kurumları hedefleri olan, yatay örgütlenmiş, ağ şeklinde işleyen örneklere çevirebiliriz. Bu şekilde dışarında “bu solcular sırf egolarını tatmin etmek için örgüt, dergi vb. kuruyorlar” klişesini de yıkabiliriz.
Klasik gerilimleri aşmak
Türkiye solu çok uzun süre Kemalizm ve ulusalcılık ile “mesafe”yi tartıştı. Ağırlıklı olarak 90’lardan bu yana da bahsi geçen tartışmanın yanına “liberalizm”i de kattı. Bugün karşımızda bir uçta ulusalcılık diğer uçta liberalizm olan bir düzlemde sıkışmış kalmış izlenimi veren bir sol var. İlk önce liberalizm bahsini konuşmak şart. Ekonomik liberalizme evet diyen bir sol akım dünyanın hiçbir yerinde “sol” değildir. Siyasi liberalizm için ekonomik liberalizmin önkoşul olduğunu iddia etmek de düpedüz sağcılıktır. Dolayısıyla asıl tartışma siyasal liberalizm ile ilgilidir. Bu bahiste ifade özgürlüğünden örgütlenme hakkına temel hak ve hürriyetler artık liberalizmin inhisarında değildir. Bugün sivil, siyasi ve ekonomik hakların yerine yenileri eklenmiştir ve bunların da hepsi toplumsal mücadeleler ile gerçekleşmiştir. Hal böyleyken demokrasinin inşası için liberalizme göz kırpmak, ya da tek demokrasi biçiminin liberal demokrasi olduğunu ileri sürmek solculuk değil liberalliktir. Ulusalcılık ve Kemalizm bahsi ise en az liberalizm mevzusu kadar karmaşık görünse de bir o kadar “kolay” olan bir mevzudur. Klasik anlamıyla Kemalizm bir devlet ideolojisidir ve sol düşünce ile yakından uzaktan ilgisi yoktur. Ancak Kemalizm tarihi boyunca birden çok hatta ayrılmıştır. En bariz ayrışma jakoben-kalkınmacı sağ Kemalizm ve anti-emperyalist-popülist sol Kemalizm arasındadır. Sağ Kemalizm kendini daha çok merkez sağ partiler içinde temsil ettirmiş, sol Kemalizm ise daha çok CHP geleneği içinde var olmuştur. Bugün sağ-sol Kemalizm birbirine karışmıştır. Sol siyaset sağ-sol Kemalizm ayrımını yeniden keşfetmelidir ve sağ Kemalist kanadın siyasetine prim vermemelidir. Sol Kemalistler ile kurulan ilişkide de kanımca dikkat edilmesi gereken zenofobik, hamasi, üçüncü dünyacı, sekter dile hapsolmadan onları özgürlükçü ve çoğulcu bir sola davet etmektir. Liberalizm ve ulusalcılık ikililiğini aşmak siyasal alanı genişletmek ve mücadele zeminini güçlendirmek demektir.
Neoliberalizm ile imtihan
Türkiye solunun bir kısmı tamamen kimlik meselelerine gömülmüş bir durumda. Diğer bir kısmı ise tüm musibetlerin biricik sorumlusu olarak neoliberalizmi işaret etme konusunda tavizsiz. Neoliberalizmin ne denli büyük tahribat yaratan bir ideoloji – bir zihniyet kalıbı olduğu üzerine ben de çokça yazı yazdım, yazmayı da sürdüreceğim. Emek rejimini tümden değiştiren, doğal kaynakların kullanımından eğitime kadar birçok alanı piyasanın egemenliğine sorgusuz sualsiz açan bir ideolojik tutumdan bahsediyoruz ve elbette sol, neoliberalizm ile mücadeleye ajandasında öne çıkaracak. Ancak burada yine dikkat edilmesi gereken bir husus var. Mevcut toplumdaki tüm sömürü ilişkileri doğrudan neoliberalizmin bir sonucu değil. Tespit ettiğimiz birçok sömürü alanı neoliberalizmden önce de egemenlerin sömürü sahasıydı, neoliberalizm ile bu sahalar güncellendi, yeni zamana uygun hale geldi. Dolayısıyla neoliberalizmi bir “heyula” haline getirip, her taşın altından çıkarmak ve bunu yaparak kimlik vb. gibi kaynaklı diğer tahakküm alanlarını ikincileştirmek solun ilkeleri ile bağdaşmaz. Tam da bu bahiste söyleyeyim; kendine sol diyen bir siyaset Kürt meselesinde “ama” diyorsa onun sol kimliği üzerine iki kere düşünülmesi gerekir.
Haneyle ilişkiyi kurmak
Türkiye solu tarihi boyunca sadece masabaşında değil sokaklarda çok önemli değişimleri başardı. Ancak zamanla toplumsal bellekten bu başarılar, direnme öyküleri, yeniden inşa ve dayanışma tecrübeleri silindi. Bu nedenle deneyim aktarımı mekanizmalarını devreye sokmak çok işlevsel olabilir ama bu bağlamda alışageldiğimiz didaktik üslubu terk etmek bir zorunluluk. Zira Gezi ile bir kez daha anladık ki kimsenin ders dinlemeye tahammülü yok. Yol gösteren, akıl veren değil beraber öğrenmeyi ve çözüm bulmayı içine sindiren bir perspektife ihtiyacımız var. Sokak protestoları, eylemleri her daim önemli ancak burada kalındığında sadece reaksiyoner bir hareket izlenimi verilmekten öteye gidilmiyor. İş yerlerindeki örgütlenme geleneğinin epey kadim bir geçmişi olsa da tek başına yeterli değil. Siyasal ve toplumsal dönüşüm için artık evlerin içine gitme vakti. Sadece büyük bir kriz, toplumsal olay olduğunda değil rutin bir şekilde mahallerle ve tek tek hanelerle ilişki kurmak, kapitalizmin doğallaştırdıklarını eyleyerek beraberce yıkmak müthiş bir sosyal enerjinin oluşmasının ilk adımı olabilir. Hanelere ve mahallelere “solcu” olarak gitmeye hiç gerek yok, yapılmasını önerdiğim şey bir nevi gölge belediyecilik. Her bir mahallenin ve o mahalledeki muhtaçların sıkıntılarını öğrenip imece usulü çözen gönüllü ekipler oluşturmak.
Artık ayağa kalkma zamanı! Kişisel ve grupsal ego savaşları ile epey birbirimizi yedik. Gezi bizi kendimize getirmiş olsun. Türkiye’nin dört bir yanında inşa edilen dayanışma evleri, buradaki emek ve istek bizlere ilham verecek bir potansiyele sahip. Hadi mahallelere, evlere, inşa etmeye!
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN