Cumartesi Ocak 11, 2025

Tutsak PKK, Rehine HDP :Garbis Altınoğlu

kaypakkaya-partizan
Bundan dört yıl sonra Öcalan, ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı 13 Ekim 1995 tarihli mektupta, kendilerinin komünist olmadığına yemin billah ediyor ve dünya halklarının bu baş düşmanlarından barış, demokrasi ve istikrar sağlaması yolundaki beklentisini şöyle dile getiriyordu:

 

HDP Kongresi

 

1. Kongresi 18 Ağustos 2013'te yapılan HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi 27 Ekim 2013'de yapıldı. Kürt ulusal hareketiyle Türkiye devrimci hareketinin bir bölümünün yanısıra, Türkiye'deki demokratik potansiyelin küçümsenmeyecek bir bölümünü bağrında barındırması ve Türkiye halkları için çok şey yapabileceğini ileri sürmesi, HDK/ HDP'nin ve Türkiye devrimci hareketinin bu kongre-parti içinde yer alan öğelerinin durumunu bir kez daha tartışmayı gerektiriyor. HDK/ HDP'nin önemine Abdullah Öcalan'ın kendisi de işaret ediyor ve HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi'ne gönderdiği mesajında şöyle diyordu:

 

“Halkların Demokratik Kongresi oluşumu mücadele tarihimizde Haki Karer’in şehadetinden sonra aldığımız partileşme kararı kadar tarihsel bir öneme sahiptir. HDP, ortak demokrasi mücadelemizde önemli tarihsel sapağı işaret etmektedir.” Kongreye katılan konuşmacıların genel havasını yansıtan ve kongrede HDP genel başkanlığına seçilecek olan Sabahat Tuncel ise kongrede yaptığı konuşmada,

 

“Her geçen gün büyüyoruz. Yeni yol arkadaşlarımız, hevallerimiz oluyor. Umudun gerçek adıyız.... HDP, sadece Türkiye partisi değil, aynı zamanda Ortadoğu partisidir. Coğrafyamızdaki değişim, gelişim, bizle sınırlı değil. Rojava devrimi deneyimini Türkiye’de niye yapmayalım?” diyordu. HDP'nin önceli olan HDK'nin toplantılarında da böylesi saptama ve konuşmalar yapıldığını ve benzer içerikte kararlar alındığını biliyoruz.

 

Bir siyasal harekette ve onun kongrelerinde bir coşku ve özgüven havasının olması ve ileri ve radikal hedeflerin saptanması güzel bir şey elbet. Aynı şeyi, Türkiye özgülünde HDK/ HDP'nin çok değişik ilerici ve demokratik muhalefet odaklarını biraraya getirmesi ve onların ortak kavgasını örgütleme anlayışı için de söyleyebiliriz. Bu ilerici ve demokratik muhalefet odakları arasında Türkiye devrimci hareketinin bir bölümünün yanısıra, LGBT bireyleri, engelliler, Ermeniler, Süryaniler gibi toplumun en fazla dışlanan katmanlarının yanısıra çok sayıda ilerici ve demokrat birey de bulunuyor. Demek oluyor ki HDK/ HDP, farklı ilerici ve demokratik grup, çevre ve bireyleri bir araya getirme ve birlikte iş yapma geleneğini oluşturmada da önemli bir mesafe katetmiş gözüküyor.

 

Kaygılar

 

Ancak, bir siyasal hareketin niteliğinin; onun ve oluşturucu öğelerinin niyet ve özlemlerinden, onun kendisi hakkında söyledikleri ve düşündüklerinden ve hatta -çoğu kez- aldığı kararlardan yola çıkarak belirlenemeyeceği de açık. Bunu belirleyecek olan sözkonusu hareketin siyasal pratiği, bu pratiğe ışık tutan söylemi ve farklı grup ve çevreleri biraraya getiren bir çatı örgütü olduğu gözönüne alındığında HDK/ HDP'nin iç siyasal dengeleri olacaktır. Kürt ulusal hareketinin damgasını vurduğu HDK/ HDP hakkında mantıklı ve bilimsel bir değerlendirme yapılabilmesinin önkoşulu, herşeyden önce onu doğru ve bilimsel bir tarzda, örgüt şovenizminden, önyargılardan ve duygusallıktan uzak durarak tartışabilmektir. Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin ve onun kalıntılarının -dünya ölçeğinde yaşanan ve  Marksizm-Leninizmin güç ve etkisinin azalmasına bağlı olarak- yaşadığı ideolojik-siyasal gerileme, bu konunun dürüst ve objektif bir biçimde tartışılmasına bile engel olmuştur ve hala da olmaktadır. Bu gerilemenin bir diğer sonucu ise, sözkonusu grup ve çevrelerin güce ve güçlüye, bu somut durumda eleştirmemeye özen gösterdikleri Kürt ulusal hareketine tabi olma, onu alkışlama, onun peşinden sürüklenme ve ona yaslanarak ayakta kalma pratiğini bir başarı olarak algılamaları ve sunmalarıdır.

 

Bu konuyu ele alırken zincirin kavranması gereken halkası, lideri düşman elinde tutsak olan, ama öyle olduğu unutulan ve unutturulan Kürt ulusal hareketinin, yani PKK/ KCK'nın ve onun yasal uzantısı sayılması gereken BDP'nin konumu ve stratejik yönelimidir. Önemli kararlarını bu konumdaki bir liderin verdiği bir Kürt ulusal hareketi var ve HDK/ HDP'nin ana gövdesini de bu örgüt oluşturuyor. PKK/ KCK'nın içinde yer almadığı bir HDK/ HDP'nin varlığı hayal edilebilir belki; ama böylesi bir oluşum, çok düşük bir olasılıkla ortaya çıkabilse bile şimdi olduğundan çok daha güçsüz ve etkisiz bir hareket olacaktır. Parlak nutukların üstünü örtemeyeceği bu gerçekler atlanarak yapılan tüm HDK/ HDP değerlendirmeleri kaçınılmaz olarak subjektivizmle sakatlanmış olacaktır.

 

Küçük-burjuva devrimciliğinin sınırları

 

Burada şimdilik, PKK/ KCK'nın somut durumu ve stratejik yönelimini bir yana bırakabilir ve özel olarak ulusal kurtuluş hareketleri ve genel olarak küçük burjuvazinin önderlik ettiği devrimci-demokratik hareketler için bir genelleme yapabiliriz: Böylesi hareketlerin en ileri ve en radikal temsilcileri bile sömürü ve zulmün asıl kaynağı olan sınıf ayrımına, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenliğine karşı değildirler. Sonal ya da maksimal hedefleri; emperyalizme, toprak ağalığına, ulusal zulme, faşizme ve siyasal gericiliğe karşı savaşımın ötesine geçmeyen/ geçemeyen böylesi örgütlerin ufku, bağımsız ve/ ya da demokratik bir toplumla, yani bir başka sınıflı toplumla sınırlıdır. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz” adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak sloganların ardına sığınarak emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu:   

 

“Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en demokratik bir burjuva cumhuriyetinde bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar. Marks bütün yazılarında ve özellikle de (sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’inde bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o, ‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı ve bu soyutlamaların maddi köklerini açığa çıkardı.   

 

“Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde ‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım, sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin ABC’sidir.” (“Foreword to the Published Speech ‘Deception of the People With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, 1974, s. 379-80)            

 

Bir örgütün Marksist ya da sözcüğün gerçek anlamında sosyalist olarak tanımlanabilmesinin iki vazgeçilmez koşulu vardır. Bunlar; a) üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı bu araçların kollektif mülkiyetinden ve b) kapitalizme ve burjuva demokrasisine karşı sosyalizmden ve işçi sınıfının diktatörlüğünden/ sosyalist demokrasiden yana olmaktır. Aksi takdirde; 1900’lerin Taşnagsutyunu’ndan 1920’lerin IRA’suna, 1940'ların Baas'ına, 1950'lerin MPLA'sına (=Angola Halk Kurtuluş Hareketi), 1960’ların Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne, ETA'sına ve RAF'ına (=Kızılordu Fraksiyonu), 1970’lerin THKO'na, Halkın Mücahitleri'ne, Tigre Halk Kurtuluş Cephesi'ne ve PKK’sine kadar Marksizmle ezilen ulus milliyetçiliğini ya da dini, demokratizmi vb. evlendirmeye çalışan pek çok küçük-burjuva partisi ve örgütü “sosyalist” olurdu. Aslında Marksizmin ABC'si sayılması gereken bu hususları burada bir kez daha yinelemek zorunda kalmam bile, Türkiye devrimci hareketinin ideolojik tutarlılık bakımından ne denli gerilere savrulmuş ve ne denli zavallılaşmış olduğunun çarpıcı bir göstergesidir.

 

HDP'nin oluşumunda gözardı edilen bir başka önemli nokta daha var. Halihazırda Kürt ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye devrimci hareketinin fersah fersah ilerisinde olması, Türkiye devriminin siyasal ve toplumsal içeriği ile Kürdistan devrimininki arasındaki farklılıkların görülmesini zorlaştırıyor. Özel olarak Kürt nüfusunun Batının büyük kentlerine yoğun bir biçimde göçmüş ve göç etmekte olması ve genel olarak Türkiye'de kapitalizmin gelişimi her iki devrimin belirli ölçülerde içiçe geçmesine yol açmıştır. Ancak bu, demokratik ve ulusal kurtuluşçu görevlerin yapısına damgasını vurduğu ve kırsal/ taşra niteliği daha belirgin olan Kürdistan devrimiyle, proletarya-burjuvazi çelişmesinin keskinliğine bağlı olarak demokratik devrimden sosyalist devrime çok hızlı bir geçişin (ve sosyalizmin inşasının) koşullarının olgunlaşmış olduğu ve proletaryanın damgasını basacağı kentsel nitelikli Türkiye devrimi arasındaki farkı gözardı etmemize izin vermez. Bundan çıkarılması gereken bir başka sonuç ta şudur: Başını PKK/ KCK'nın çektiği Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, siyasal ve örgütsel bakımdan Türkiye devrimci hareketinden çok daha ileri bir konumda olmasına rağmen Türkiye devrimine önderlik edemez. Zaten yıllardır üzerinde konuşulmasına rağmen Kürt ulusal hareketinin “Türkiyelileştirilmesi” denen şeyin neden bir türlü yaşama geçirilemediği sorusunun yanıtı da büyük ölçüde bu toplumsal gerçeklikte yatmaktadır. Demek oluyor ki, Kürdistan devriminin Türk proleterleri ve diğer emekçileri üzerinde çekici ve sürükleyici bir etkisinin ciddi bir düzeye varamamasının ve böyle bir düzeye varma potansiyelinin çok az olmasının nedenlerini sadece ya da esas olarak Türk milliyetçiliği ve şovenizminin bu kitleler üzerindeki etkisine bağlayanlar yanılmaktadırlar. Lenin'in, tam da konuya ışık tutan bir alıntısını aktarmanın zamanı olduğunu düşünüyorum. O, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü” adlı makalesinde şöyle diyordu:   

 

“Şimdiki tarihsel dönemin koşulları altında, kent kıra ve kır da kente eşit olamaz. Kent kaçınılmaz olarak kıra önderlik eder. Kır kaçınılmaz olarak kenti izler. Burada tek sorun. ‘kent sınıfları’ndan hangisinin kıra önderlik etmeyi başarabileceği, bu amacına ulaşabileceği ve kentin önderliğinin hangi biçimlere bürüneceğidir.” (“The Elections to the Constituent Assembly and the Dictatorship of the Proletariat”, Selected Works, Cilt 6, Londra, Martin Lawrence Ltd., s. 467)

 

HDK/ HDP'nin Türkiye kanadı

 

Şimdi gelelim en geniş anlamıyla Türkiye devrimci hareketinin HDK/ HDP içinde yer alan bileşenlerinin (EMEP, DÖH, DSİP, Partizan, ESP, SBH, SDP, SODAP, Kaldıraç vb) durumuna. Çoğu reformist bir çizgi izlemelerine rağmen bu örgüt ve çevreler kendilerini sosyalist olarak nitelemekte, kapitalizme karşı olduklarını ve sosyalist bir toplumdan yana olduklarını ileri sürmektedirler. Herhalde, bir ilkokul beşinci sınıf öğrencisi bile bunun ne anlama geldiğini, bu örgüt ve çevreleri neleri söylemek ve neleri yapmakla yükümlü kıldığını, yani onların propaganda-ajitasyon etkinliklerinin ve eylemlerinin içeriğinin nasıl olması gerektiğini bilecektir. Gene bu öğrencimiz, kapitalizme karşı ve sosyalizm uğruna kavga vermenin, varolan düzenin bekçisi olan burjuva devletine cepheden karşı olmayı, son çözümlemede onun yıkılması ve yerine işçilerin ve diğer sömürülen katmanların devletinin kurulmasını gerektirdiğini bilecektir. Bu örgüt ve çevrelerin, kağıt üzerinde sahip çıktıkları bu savlarına uyan bir pratik sergileyip sergilemedikleri son derece önemli, ama şu an için ayrı tutulması gereken bir soru.

 

Bu söylediklerime, HDK/ HDP'nin zaten sosyalist bir nitelik taşımadığı, onun reformist-demokratik bir bağlaşma ya da blok olduğu biçiminde bir yanıt verilebilir. Bu yanıt bir yere kadar meşru ve haklı sayılabilir; ama sadece bir yere kadar. (HDK/ HDP'nin reformist-demokratik bir blok gibi davranıp davranmayacağına aşağıda değineceğim.) Temel çelişmenin burjuvazi-proletarya çelişmesi olduğu, kapitalist-emperyalist sistemin 2008'den bu yana içine sürüklendiği ekonomik durgunluğu aşamadığı ve buna bağlı olarak metropol ülkelerde yaygın bir devrimci hoşnutsuzluğun oluştuğu, Türkiye'deki AKP iktidarının gerici, neo-liberal ve saldırgan politikalarının -Haziran isyanı örneğinin de göstermiş olduğu gibi- toplumun geniş katmanlarının saflarında büyük bir devrimci öfke biriktirdiği, ABD ve -aralarında Türk gericiliğinin de bulunduğu- ortaklarının Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika halklarına karşı giriştiği kanlı saldırıların bir yandan bu bölgeler halklarının devrimci direnişinin yükselmesine, bir yandan da emperyalist ve gerici klikler arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesine yol açtığı bir süreçte bulunuyoruz. Bu konjonktür, işçi sınıfı, ezilen uluslar ve diğer ezilen katmanların karşı karşıya bulunduğu sorunların reformist metotlarla çözümüne izin vermez. Devrim, uzunca bir süredir olmadığı kadar halkların gündemindedir. Kendilerini önümüzdeki yılların devrimci yükselişine göre konumlandırmayan ve gerici burjuva devlet aygıtını yıkarak yerine bir işçi-emekçi Sovyetik devleti kurma perspektifinden yoksun olan devrimci örgüt ve çevrelerin yarının Türkiyesi'nde söyleyecek bir sözleri olmayacaktır.

 

Evet; siyasal eyleminin ve siyasal propaganda ve ajitasyonunun içeriğine bakıldığında HDK/ HDP reformist-demokratik bir bağlaşma ya da bloktur; ancak o, siyasal niteliğinin bu olduğunu söylememekte, tersine devrimci-demokratik bir blok olduğunu ileri sürmekte, hatta kendisini sosyalist olarak göstermeye kalkmaktadır. HDK'nin, HDP için de bağlayıcı olduğunu söyleyebileceğimiz programında şunlar söyleniyor:

 

“1. Bizler, halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya geldik.” (italikler benim)

 

“5. Her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığa karşı olan birey ve örgütlerin, halkın kendi yönetimini kurmasını sağlamak üzere, birlikte mücadele etmesinin zamanıdır.”

 

“27. Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.” (italikler benim) Bu saptamaların, HDK/ HDP'nin gerçek niteliğini asla yansıtmadığını anlamak için, onun omurgasını oluşturan Kürt ulusal hareketinin konumuna bakmak yeter de artar bile.

 

Kürdistan İşçi Partisi bir işçi partisi mi?

 

Aslında, Kürdistan İşçi Partisi anlamına gelen adına (Partiye Karkeren Kürdistan) rağmen PKK hiçbir zaman sosyalist bir nitelik taşımamıştı. O, hiçbir zaman Türk ve Kürt burjuvaları ve büyük toprak sahipleri tarafından sömürülen ve ezilen Kürt ve diğer milliyetlerden işçilerin partisi olduğunu gösterecek bir pratik içinde olmadı. O, Kürdistan işçi sınıfının ve yarı-proletaryasının bağımsız sınıfsal örgütlenmelerini yaratmayı da amaçlamadı. PKK, onyıllardır, Çukurova'da, İstanbul'da, Ege ve Doğu Karadeniz'de, Kürdistan'da ve başka yerlerde en ağır ve zor koşullarda, düşük ücretlerle ve iş güvencesinden yoksun bir biçimde çalışan yüzbinlerce Kürt işçisini, her yıl iş kazalarında/ cinayetlerinde yaşamını yitiren binlerce işçinin, sakatlanan ve hastalanan onbinlerce işçinin küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturan Kürt işçilerini de görmezden gelmektedir. Bu işçilerin ve onlara ek olarak milyonlarca kent ve kır yoksulunun yaşadığı sömürü, zorluk ve sıkıntılar ve onların talepleri onyıllardır ne PKK/ KCK'nın ve ne de legal Kürt siyasal parti ve örgütlerinin gündeminde bir yer bulabilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, hiç de soyut ve uçuk bir eleştiri değildir. Devam edelim.

 

Gene de, 1978'de kurulan PKK'nin geleneksel Kürt parti ve örgütlerinden belli noktalarda ayrılan Marksist söylemli bir ulusal kurtuluş hareketi olduğunu söylememiz gerekiyor. Döneminin Türkiye devrimci hareketinden bir ölçüde etkilenmiş olan PKK, 1980'lerde kendine özgü bir Marksist bir söylem kullanmaya devam etmiş, ama 1990'ların başında Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ndeki bürokratik devletçi kapitalist rejimlerin yıkılmasından sonra sadece sosyalizm söylemini değil, anti-emperyalizm söylemini de bir yana bırakmaya ve dahası emperyalist devletlerden medet ummaya başlamıştı. Örneğin Öcalan, daha 1991 gibi görece erken bir tarihte inanılmaz bir saflıkla, Türkiye'nin demokratikleşmesi için çaba harcayacağını sandığı NATO hakkında şunları söylüyordu:

 

“Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde, Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok alanında küçük halkların bağımsızlık mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere uluslar arası ortama dayatması mümkün değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO sözde siyasal sorunların ve daha çok da insan hakları sorununun, hatta bağımsızlık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa başından beri bunu savunuyor.” (“Ekim Seçimi Sonuçlarının Türkiye Halk Güçlerinin Önüne Koyduğu Görevler ve Bu Görevlerin Gerçekleştirilmesinde Kürdistan'daki Kurtuluş Savaşımının Oynayacağı Rol”, Serxwebun, Sayı: 119, Kasım 1991)    

 

Bundan dört yıl sonra Öcalan, ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı 13 Ekim 1995 tarihli mektupta, kendilerinin komünist olmadığına yemin billah ediyor ve dünya halklarının bu baş düşmanlarından barış, demokrasi ve istikrar sağlaması yolundaki beklentisini şöyle dile getiriyordu:

 

“Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klasik komünist partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum... Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel kimliğini korumak, demokratik ve siyasi haklarını kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (Özgür Politika, 22 Ekim 1995) 

 

Demek oluyor ki; esas olarak Kürdistan kırlarının ve kentlerinin küçük-burjuva katmanlarına ve yoksul halkına dayanan ve kendi kadrolarını da buralardan devşiren PKK, başından beri bir işçi sınıfı partisi olmamıştı. O, Marksizmden bir ölçüde etkilenmiş devrimci bir ulusal kurtuluş hareketi olarak başlamış ve 1980'lerden itibaren Marksist söylemli Türkiye devrimci hareketinin ve 1990'lardan itibaren Marksizm-Leninizmin etkisinin dünya ölçeğinde zayıflamasının da yardımıyla kendine özgü bir reformist ulusal harekete dönüşmüştür.

 

PKK'nin Türk burjuva devletine karşı tutumu

 

PKKnin, dünya halklarının baş düşmanı ABD ve NATO gibi güçlere yakınlaşma çabaları doğal olarak onun Türk burjuva devletine yakınlaşma çabalarıyla elele gidiyordu. Öcalan, 6 Aralık 1994'de Özgür Ülke'de yayımlanan ve Türkiye'nin “toprak bütünlüğü”nü savunduğu yazısında şöyle diyecekti:     

 

“Bizim Türkiye'den istediğimiz bir siyasi diyaloğa imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye'yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok  açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan'ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor... Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye'yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye'nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Devlet Başkanı- G. A.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı, Devlet Bakanı ve Dışişleri Bakanı Murat- G. A.) Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye'nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.”

 

Öcalan, büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD'ne de olumlu mesaj vermeyi ihmal etmeyecekti. O, 8 Şubat 1997’de MED TV’de düzenlenen panele telefonla yaptığı katıldığında şöyle diyordu:

 

“Bu TÜSİAD çok iyi biliyoruz, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 91 darbesinde bütün gücüyle destekledi en sağ, en faşist rejimleri, hükümetleri. Ama şimdi soldan bile önce davranıyor. Çok ileri bir demokratik siyasal programla, ona ağırlık veren bir yaklaşımla tartışmaya inisiyatif koymak istiyor. Kaldı ki, bunu Avrupa da istiyor. Bu Avrupa sermayesinin kesin şartıdır.” (Özgür Politika, 9 Şubat 1997)

 

Öcalan, 10 Nisan 1998 akşamı MED TV’de yapılan ve Yalçın Küçük ve Mahir Kaynak’ın da katıldığı panelde bir konuşma yaptı. O, bu konuşması sırasında, Türk Genelkurmayı’na yolladığı mektuba değinirken devleti yıkmaktan yana olmadığı yolundaki görüşünü bir kez daha yineledi ve Türk gericilerini rahatlatmayı amaçlayan şu sözleri söyledi:

 

“Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu mevcut sınırlar dahilinde politika yapmanın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade, kendi kaderlerine hakim olma olayıdır... İkinci madde de bu noktaya ilişkindir. Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998)    

 

Bu emperyalizm-yanlısı, sermaye-yanlısı ve devlet-yanlısı açıklamalara kaçınılmaz olarak Türkiye devrimci hareketine ağır hakaretler içeren açıklamalar eşlik etti. HDK/ HDP içinde yer alan devrimci grup ve çevrelerin bugün anımsamamayı tercih ettikleri ya da unuttukları bu açıklamalardan sadece iki örnek vermekle yetineceğim. PKK'nin resmi yayın organı Serxwebun'da yayımlanan ve içinde Lenin ve Stalin dönemi için,

 

“Öcalan yoldaşın özlü ifadesiyle Sovyet sosyalizmi bir yerde gecikmiş Rus kapitalizmi, Rus milliyetçiliği için bir taktik olmuştur” denen bir yazıda Türk sömürgeci egemenliğinden yana olmakla suçlanan Türkiye devrimci hareketi şu ağır sözcüklerle eleştiriliyordu:

 

“Kürdistan halkına karşı açık cepheden savaşan düşman, kendisini dayatan gerçeklerin ağır baskısı altında, dolaylı olsa da, PKK’yı Kürt ulusunun temsilcisi olarak kabul edip ateşkesi tartışabiliyor. Buna karşılık kraldan çok kralcı kesilen Türk solu, Kürdistan’da örgütlenme sevdasından vazgeçmiyor; dolayısıyla  Kürdistan’ın Türk sömürgeci egemenliği altında kalmasından yana tavır alıyor. Böylelikle bu sol, sosyal-şoven karakterine denk düşecek biçimde, Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin devamı konusunda özel savaş rejimi kadar ısrarlı davranıyor... PKK’yı milliyetçi olarak damgalayan, buna karşılık faşist Türk rejimine bir fiske bile vuramamış olan pratiğini enternasyonalist olarak adlandıran bu sol, olsa olsa 12 Eylül rejiminin solu olabilir.” (“Proleter Enternasyonalizmi ve Kemalist Solculuk”, Serxwebun, Sayı: 142, Ekim 1993) Öcalan, Ali Fırat imzasıyla yayımladığı ve Türkiye devrimci hareketini MHP’ye katılmaya çağırdığı bir başka yazıda ise şöyle diyordu:

 

“Özellikle de ulusal sorunda sosyal-şovenizm yapı içinde, genelde TKP’nin, hatta önemli oranda bütün sol çevrelerin böyle olması MHP’nin böyle bir yönelimine veya sosyal şovenizm ne kadar olumsuz bir rolle faşizme katkı sunabileceğini göstermektedir. Açığa çıkan gerçeklik budur. Birçok sol grup kendine ne derse desin, aslında hepsinin yeri MHP’dir. Görünüşte şöyle sol-mol adlarını kendilerine takanların yeri şu anda Türkeş’in partisidir. Dev Yol kalıntılarından önemli bir kesimin, yine adını söylemek istemediğimiz böyle bir sürü hâlen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik taslayıp da emeği en amansız sömüren, döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin de, sözümona grup ve partilerini bırakıp MHP içinde örgütlenmeleri en iyisidir! Boş vakit geçirdikleri gibi, gerçek bir sol sosyalizm gelişmesinin üzerindeki olumsuz etkileri de zaten ortada.” (Özgür Ülke, 25 Ekim 1994)

 

Gerici muhataplarını, Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığınına inandırmak için hayli dil döken Öcalan 1998'de, MED TV'de yaptığı konuşmasında, bir askeri darbeye karşı olmadığını da şu sözlerle açıklayacaktı:

 

“Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu mevcut sınırlar dahilinde politika yapmanın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade, kendi kaderlerine hakim olma olayıdır... İkinci madde de bu noktaya ilişkindir. Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...

 

“Bazıları müdahale anti-demokratiktir, bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir. Hem de demokrasi adına. Çünkü bu siyasi demagogların demokrasi önünde en büyük tehlike oldukları açıktır.” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998)    

 

Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan böylesi açıklamalara, Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da yakalanmasından ve İmralı adasına konmasından sonra hazırladığı “Savunma” ve “Esasa İlişkin Savunma” adlı metinlerde ve diğer yazı ve açıklamalarında yer alan bir dizi yeni ve aynı ölçüde ya da daha geri/ gerici saptama eklendi. Bu saptamalara şöyle üstünkörü bir göz atış bile Öcalan'ın ve diğer PKK yöneticilerinin ağızlarından düşürmedikleri “barış” ve “demokrasi” sözcüklerinin, görünenden çok farklı, hatta onun tam tersi anlamlar taşıdıklarını gösterir. Öcalan bu dönemde Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye'nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ve “Ortadoğu'da liderlik” konumuna yükseleceğini, “Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağını, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ğini ve “PKK'nin askerî savaş olanakları”nın “çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girece”ğini vb. savunuyordu. Türk gericiliğinin bölge halkları ve devletlerine karşı -PKK'nin ve Kürt halkının desteğiyle- daha saldırgan ve yayılmacı bir politika izleyebileceği, hatta izlemesi gerektiği yolundaki bu öneriler, Öcalan'ın “barış”a ve “demokratik cumhuriyet”e ve ve “Türk-Kürt bağlaşması”na ilişkin görüşlerinin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla, Öcalan'ın bu konular hakkında savunduğu görüşler, objektif olarak Türk gerici egemen sınıflarının yaklaşımlarını yansıtmaktadır; bu görüşler onun ileri sürdüğü sözde demokratik cumhuriyet önerisinin aslında, bir barış ve demokrasi projesi değil, bir savaş ve militarizm projesi olduğunu, Kürt gençlerinin, Ortadoğu'daki nüfuz alanlarını genişletmek için çaba harcayan Türk gericilerinin yayılmacı emelleri için kanlarının dökülmesi anlamına geldiğini ortaya koymaktadır.

 

Geçmişe göndermeler

 

Öcalan, Türk muhataplarını böylesi bir gerici bağlaşmaya çekebilmek için sık sık yakın ve uzak geçmişten, Osmanlı-Türk gericiliğiyle Kürt feodal ağalarının bir bölümü arasında yapılan ve Anadolu'nun Türkmen/ Alevi ve Hristiyan halklarının kanlı bir biçimde ezilmesine yol açan tarihsel olaylardan çeşitli örnekler vermeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Örneğin o, 10 yıl kadar önce yaptığı bir açıklamada şöyle demişti:

 

“Ben kendi modelime 'Büyük Demokratik Çözüm' diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz -egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum. Cem Uzan gibi Allah'sız demiyorum, Allah'ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsilcileri "sorunun çözümünü ABD, Avrupa'ya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim" demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da buna çağırıyorum.” (Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003)

 

Doğal olarak Kürt ulusal hareketi içinde yer alan bir dizi başka önemli siyasal figür de, bir peygamber düzeyine çıkardıkları Öcalan'ın izinden giderek onunkine benzer açıklamalar yaptılar ve yapıyorlar. (1) Burada sadece iki örnek vermekle yetineceğim. Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk 8 Haziran 2012'de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kürtler'i “kalleş” olarak nitelemesine karşılık verirken, Alpaslan'a ve Yavuz Sultan Selim'e sahip çıkıyor, Birinci Dünya Savaşı sırasında işbirlikçi Kürt ağalarının, Arap ve Balkan halklarının bağımsızlık özlemlerine, onların “kendini yönetme iradesi”ne karşı İttihat ve Terakki gericileriyle birlikte omuz omuza savaştığını anımsatıyor ve şöyle övünüyordu:

 

“Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara karşı Selçuklular Anadolu'ya geçerken Anadolu'ya Selçukluların yerleşmesine neden olan Malazgirt savaşından söz etmek istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe baktığınızda işte diyor 'Alparslan iki rekat namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet elde edildi.' Oysa ki orada 10 bin Kürdün, Selçukluların, Müslümanların yanında yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve Anadolu Selçuklulara açılmış oldu. Yine Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken İdris-i Bitlisî Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların yanında yer alarak Safevîlerin Anadolu'yu işgalini âdeta engelledi. Yine Bağdat seferi yapılırken, Kürt beyleri ile toplantı yapan o zamanki padişah Kürtlere bazı güvenceleri vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan, Arabistan'dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve burada her halk hakkı olan, kendini yönetme iradesini göstermiş. O dönemde Kürtler bir araya geliyor. Ve Seyid Abdulkadir bir açıklama yapıyor. 'Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir' diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt halkına, Kürt siyasetçisine 'Kalleş' diyemez.” (Demokrat Haber, 8 Haziran 2012)  

 

KCK eski Başkanı Murat Karayılan ise gene Haziran 2012'de Avni Özgürel'e verdiği mülakatta “Türk-Kürt dostluğu” olarak adlandırdığı işbirlikçilik çizgisini övmüş ve bu çizginin günümüzde de uygulanmasını savunmuştu. Karayılan bu röportajda şöyle diyordu:

 

“Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071'i var, Yavuz Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana bir dostluk vardır.”

 

Özgürel'in, Dostluktan öte kader beraberliği… biçimindeki müdahalesinden sonra Karayılan sözlerini şöyle sürdürmüştü:

 

“Aynen. Osmanlı Devleti'nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk'ün Erzurum'a gelişi, Kürtlerin katılması, Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı...

 

“Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Apo'nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var...

 

“Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu anlamıyorum.”

 

Şu sıralarda siyasal hava “barışa ve kardeşliğe” ilişkin bu türden gevezeliklere pek uygun değil. Evet; Türk burjuva devletiyle ilişkilerin daha gergin olduğu bu gibi dönemlerde, Kandil'deki yöneticiler, daha sert bir üslup kullanabilmekte, “barış süreci”nin tıkandığı türünden açıklamalar yapabilmektedirler. (2) Kürt halkının ve savaşçılarının daha ileri öğelerinin tepkilerini denetlenebilir sınırlarda tutmaya hizmet eden böylesi açıklamalar HDK/ HDP cephesinde de yankılanabilmektedir. Ancak, Türk burjuva devletinin zorbalık ve sahtekarlığına ve özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan'ın küstah ve kibirli açıklama ve tutumlarına karşı zaman zaman yinelenen bu gibi çıkışların ardından bir süre sonra yeniden bir “bin yıllık kardeşlik” edebiyatı teranesi başlamaktadır. (3) Bunda şaşılacak bir yan yok; çünkü şimdiye değin ne PKK/ KCK, ne de BDP ya da DTK asla bu stratejik tutsaklıklarını sorgulamamış ve bu konuda özeleştirel bir tavır sergilememişlerdir. Tam tersine, Öcalan başta gelmek üzere PKK yöneticileri, devrimcilik ya da demokratizmle hiçbir yakınlığı/ ortaklığı olmayan, hatta tam tersine karşı-devrimci ve anti-demokratik nitelik taşıyan gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesinden hiçbir zaman vazgeçmemişler ve bu konumlarını bugüne değin sürdürmüşlerdir.

 

Bugünkü durum

 

O halde bir kez daha soralım: Peki, bütün bu gerici niyet açıklamalarının geçmişte kaldığını, artık savunulmadığını ve HDK/ HDP'nin böylesi bir gerici Türk-Kürt bağlaşmasından yana olmadığını ve tersine onu reddettiğini söyleyebilir miyiz? Bu soruyu yanıtlamak için söylenenlere ve yapılanlara bakacağız. Bilindiği gibi son kongrede HDP eşgenel başkanlığına seçilen Sabahat Tuncel, kongre salonunda yaptığı konuşmada şöyle demişti:

 

“Birinci tarihi çıkış Sayın Öcalan’ın Amed’de duyurduğu çözüm projesi çıkışıydı. Bu öylesi bir çıkıştı ki halkların birbirine kıran tüm anlayışlara karşı duvarları ve barikatları yerle bir etti. Bu tarihi çıkışa Taksim Meydanı’nda cevap verildi. Sayın Öcalan’ın ‘Bu son değil yeni bir başlangıçtır’ sözü Gezi’de ‘Bu daha başlangıç mücadeleye devam’ sloganı ile ortaya çıktı. Bu tarihi çıkışı doğru değerlendirmek lazım. Gezi’de ikinci tarihi çıkışla yanıt verildi. Sayın Öcalan’ın bu yeni bir başlangıçtır sözü karşılık buldu. Halkların ortak geleceğini kurma zeminidir üçüncü çıkış. Bunu doğru değerlendirmek gerekiyor.”

 

Burada Tuncel, Öcalan'ın 21 Mart 2013'de Diyarbakır'daki Newroz kutlamalarında okunan mesajına göndermede bulunuyor. Ama acaba Öcalan 2013 Newrozunda, Tuncel'in anlatımıyla “halkların birbirine kıran tüm anlayışlara karşı duvarları ve barikatları yerle bir” eden bir mesaj mı vermişti? Hayır. Öcalan burada, ABD ve AB emperyalistleriyle elele gerici İslamcı örgütleri ve grupları silahlandırarak ve her yolla destekleyerek Suriye'yi ve Suriye Kürdistanı'nı kana bulayan Türk gericileri hakkında boş hayaller yaymaya hizmet eden şu sözleri söylemişti:

 

“Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor.” Türk şovenlerinin ve militaristlerinin pratiklerinin o günden bu yana bu sözlerin yanlışlığını yeniden ve yeniden ortaya çıkarmış olduğunu biliyoruz. Ama asıl önemlisi Öcalan'ın bu mesajda, bir kez daha gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesini şu sözlerle pazarlamaya çalışmasıydı:

 

“Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır.

 

“Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır. 

 

“Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM'nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.” (boldlar yazarın) O daha aşağıda sözlerini şöyle sürdürüyordu:

 

“Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.

 

“Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza, mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum.

 

“Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir 'Milli Dayanışma ve Barış Konferansı' temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.” (boldlar yazarın)

 

Bu sözler Öcalan'ın ve PKK/ KCK'nın, 1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 1915-16'da yaşanmış olanları bugüne taşıma düşüncesini bir yana bırakmadığını bir kez daha doğrulamaktadır.

 

HDK/ HDP'nin siyasal pratiğinin yönü

 

Eğer HDK/ HDP'nin siyasal pratiğine yukardaki tümcelerde anlatılan bakış açısı yön verecekse, ki öyle olacağı anlaşılıyor, vay bu örgütten demokratik bir atılım, anti-emperyalist bir tavır bekleyenlerin haline! HDK/ HDP; Çanakkale'de Türk, Kürt vb. askerlerinin Alman ve Avusturya emperyalistlerinin çıkarları için Britanya ve Fransa emperyalistlerine karşı savaşmasının neresini savunacak? Ve HDK/ HDP; Hristiyan toplulukların kıyımı, sürgünü ve mülksüzleştirilmesini tamamlamak ve perçinlemek için yapılan ve 1921'de patlak veren Koçgiri isyanında Alevi Kürtler'in vahşice katline sahne olan Türk “ulusal kurtuluş” savaşının ve Osmanlı paşa ve bürokratlarının, İttihat Terakki katillerinin, toprak ağalarının yer aldığı 1920 TBMM'nin neresini savunacak?

 

Öcalan'ın, “Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Araplar”ı “kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağır”ması ilk bakışta bir demokratizm ve ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi çağrısı gibi algılanabilir. Ama gerçekte durum hiç te böyle değil. (4) Aslında bu çağrı, düşünen her insanın aklına ister istemez, Irak'ın ve özellikle Suriye'nin içişlerine burnunu sokan ve Irak'ın edimsel olarak parçalanmış olmasından hareketle Irak Kürdistanı ile hegemonik bir ilişki kurmayı ve Suriye'nin parçalanması halinde Kuzey Suriye'de yaşayan Kürt, Süryani, Türkmen toplulukları Türkiye'le bağlamayı kuran AKP iktidarının yayılmacı planlarına destek verme tutumunu getiriyor. Bu yaklaşım, Erdoğan-Davutoğlu kliğinin Türkiye'yi Ortadoğu'da “lider” devlet konumuna yükseltme ve komşu ülkelerin Kürt vb. halkını, kendi nüfuz alanları içine alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayalleriyle tam bir uyum içindedir. Suriye'deki Esad rejimini çökertmek için adeta fazla mesai yapan Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, anımsanacağı üzere geçen yılın başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:

 

“1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız.  “Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012)

 

1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 1915-16'da yaşanmış olan türden bir gerici Türk-Kürt bağlaşmasını bugüne taşımak isteyen PKK/ KCK, kendi içinde tutarlıdır. Ama, Kürt ulusal hareketiyle biraya gelerek Türkiye'yi, Kürdistan'ı ve Ortadoğu'yu demokratikleştirmeyi, bu bölgelerde barışı sağlamayı amaçladığını ileri süren Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireyler ne ölçüde tutarlı acaba? Yoksa onlar bir serapın mı peşindeler ve sadece kendilerini ve izleyicilerini mi aldatıyorlar?

 

Saraylara barış, kulübelere savaş

 

Öcalan HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi'ne gönderdiği mesajda bununla kalmamakta ve kendi uzlaşmacı, teslimiyetçi ve işbirlikçi çizgisini, Türkiye devrimci hareketine de dayatmaya çalışmakta ve buna bağlı olarak Türkiye ve Kürdistan devriminin temel sorunlarının da “barışçı” yol ve metotlarla çözülebileceği düşüncesini ileri sürmektedir. O bu mesajında şöyle diyordu:

 

“71 devrimciliği devlete isyan devrimciliğiydi. 40 yıldan sonra devletle müzakere önemlidir. Zira devrimci mücadeleler ancak nitelikli müzakerelerle kalıcı insanlık barışına dönüşebilir. Söz yetki ve karar mekanizmalarının sokak, mahalle ve kent meclislerine evrileceği yeni deneyimi ve demokratik katılımcılığı esas alacak Türkiye gerçekliğinde büyük rol üstleneceği aşikardır.” (“Öcalan'ın mesajı sloganlar ve alkışlar eşliğinde okundu”, ANF, 27 Ekim 2013) Öcalan'ın bu mesajını “sloganlar ve alkışlar eşliğinde” okuyan ve dinleyenlerin, ki aralarında “71 devrimciliği” geleneğinden olanlar da vardı, PKK önderinin ne söylediğini anlayıp anlamadıklarından emin değilim. Dikkat edilirse Öcalan burada, “isyan devrimciliği”nin gününü doldurduğunu, artık bunun yerini “devletle müzakere”nin alması gerektiğini söylemektedir. Ona göre, artık Türkiye gerçekliğinde, yani Türkiye'deki siyasal savaşımda büyük rol, “sokak, mahalle ve kent meclisleri” vb. tarafından oynanacaktır. Yani Öcalan, sadece Türk-Kürt sorununun değil, Türkiye devriminin temel sorunlarının da barışçı yoldan çözülebileceğini ileri sürmektedir.

 

Ama Öcalan bunu ilk kez söylemiyor. Yazdıklarını yakından izleyenler Öcalan'ın bundan 17 küsur yıl önce de bu devrimci-olmayan ve uzlaşmacı-teslimiyetçi görüşü savunduğunu anımsayacaklardır. O, Ağustos 1996’da, yani 15 Ağustos atılımının 12. yıldönümünde yaptığı konuşmada aynen şöyle demişti: 

 

“Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, özel savaşın daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.” (Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996)

 

İşçi sınıfı ve ezilen halklar ve onların devrimci öncüleri, kural olarak toplumsal sorunların barışçı yoldan çözülmesi için çaba harcamış ve ancak son çare olarak silaha başvurmuşlardır. Ancak tarihsel deneyim bazı istisnai durumlar dışında; sömürücü egemen sınıfların ve işgalci/ sömürgeci/ emperyalist güçlerin varolan gerici statükonun bu yoldan değişmesine izin vermediklerini ve ezilen ve sömürülen yığınların meşru haklarını karşı-devrimci zorla bastırdıklarını, bunun da birincilerin haklı silahlı direnişlerine yol açtığını yeniden ve yeniden göstermiştir. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı gibi, en temel ve sıradan hakların bile uzun, sancılı ve çetin savaşımlar sonucu elde edilebildiği bir jeografide temel sorunların “devletle müzakere” yoluyla çözülebileceğini ileri sürmek, en hafif deyimiyle saflık ve aymazlıktır.

 

Görülebileceği gibi dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: HDK/ HDP'nin içinde; en azından 1990'ların ilk yarısından bu yana Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığını, varolan sorunları bu “devletle müzakere” yoluyla çözmekten yana olduğunu söyleyen bir Kürt ulusal hareketi var; ama aynı yapının içinde, en azından söylem düzeyinde ya da kağıt üzerinde, varolan düzeni ve onun muhafızı olan Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olan bir kısım Türkiyeli devrimci örgüt ve çevreler var. Gidişat o yönde olsa da, sözkonusu örgüt ve çevreler, bu savlarından vazgeçmedikleri ve açıkça reformist bir konumu benimsemedikleri sürece bu iki yaklaşımın uzlaşması ve birarada yaşaması olanaksızdır. Burada iki seçenekle karşı karşıyayız: Ya devrimci niteliğini muhafaza etmekte direten grup ve çevreler şu ya da bu evrede HDK/ HDP gemisini terk edeceklerdir; ya da -daha büyük olasılıkla- onlar yavaş yavaş bu çorbanın içinde eriyecek ve Kürt ulusal hareketinin basit figüranlarına dönüşeceklerdir.

 

Kürt ulusal hareketine gelince... O da, AKP iktidarıyla yürüttüğü “barış süreci” nedeniyle Başbakan Erdoğan ve ortaklarıyla ilişkilerini bozmamaya büyük özen gösteriyor. O, buna bağlı olarak Türk burjuva devletinin işlediği suçlar karşısında -Roboski kıyımı ve Van depreminde olduğu gibi- sessiz kalıyor; -11 Mayıs'ta Rihaniye/ Reyhanlı'da meydana gelen patlamada olduğu gibi- gerici İslamcı çetelere karşı AKP'nin yanında yer alıyor (5); -Gezi isyanı ve ODTÜ direnişleri örneklerinde olduğu gibi- Batı'daki kitle savaşımına simgesel bir destek vermekle yetiniyor (6); Roboskili aileleri Başbakan Tayyip Erdoğan'la barışmaya ve onu bağışlamaya zorluyor (7); ABD emperyalist basınının ikiyüzlü bir tarzda eleştirdiği MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a, yani Rojava halkının katillerini silahlandıran bu bürokrata sahip çıkıyor (8); gerici İslamcı çetelerin koruyucusu ve destekçisi, Kürt, Arap ve Türk halklarının düşmanı ve azılı gerici Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine davet edilmesini sağlıyor (9) ve hepsinden önemlisi Türk burjuva devletinin, PKK/ KCK'nın hiçbir ciddi bir destek sunmadığı Rojava devrimini boğma girişimlerini, gene “barış sürecinin selameti” uğruna kayıtsız gözlerle seyrediyor. Bu koşullarda, HDK/ HDP içinde yer alan Türkiyeli devrimci gruplar ve çevrelerin AKP iktidarını, haklı olarak baş düşman konumuna yerleştirmiş olmalarının pratikte ne yazık ki hiç, ama hiçbir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla HDK/ HDP'nin, HDK'nin 12-13 Mayıs 2012'de toplanan 1. Genel Kurulunun Sonuç Bildirgesinde söylenen şu sözlerin gereğini yerine getirmesi olanaksız olacaktır:

 

“HDK 1. Genel Kurulu, cemaatler ve sermaye sahiplerinin bir koalisyonu olan AKP Hükümeti’nin, sosyal hakların budanmasından, özgürlüklerin ayaklar altına alınmasından; polis şiddetinden, cezaevlerindeki zulümden doğrudan doğruya sorumlu olduğunu saptayarak mızrağın sivri ucunu AKP iktidarına yöneltmenin bugünkü siyasetinin hakim yaklaşımını oluşturduğunu, tüm sömürü ve baskının, mevcut statükonun savunucusu ve sürdürücüsü güçlere karşı mücadeleyi bir kez daha vurguladı. Toplumsal muhalefet güçlerinin de, AKP’nin iç çelişkileriyle oyalanmadan, ancak bu iktidara karşı açık ve dolaysız siyasal ve toplumsal mücadele yürüterek güçlenebileceğine dikkat çekti.”

 

Sonuç

 

Diyalektiksel materyalizm her dostluğun aynı zamanda düşmanlık olduğunu söyler. Osmanlı, İttihat Terakki ve diğer Türk gericileriyle dostluk; bu güçlerin acımasızca ezdiği ve kıydığı Müslüman, Hristiyan ve diğer halklara karşı düşmanlıktır. ABD ve AB emperyalistleriyle dostluk; bu güçlerin acımasızca sömürdüğü ve ezdiği halklara karşı düşmanlıktır. Her iki kategoride yer alan bu düşman güçler Kürt, Arap ve Türk halklarını da ezmişlerdir ve ezmektedirler. Devrimci bir siyasal parti, HEM adıgeçen bu düşman güçlerden yana, HEM DE onların ezdiği ve sömürdüğü halklardan yana olamaz. Ya birini seçmek zorundadır, ya da diğerini. Eğer PKK/ KCK böyle tutarsız ve çelişmeli bir siyasal duruş sergilemekte diretiyorsa, ki öyle yapıyor, bu ancak onun yöneticilerinin de halkları ezen ve sömüren güçlerin safında ve dolayısıyla sadece diğer Anadolu ve Mezopotamya halklarının değil, Kürt halkının da karşısında yer alma özlemlerini ve dolayısıyla Kürt burjuvazisi adına Kürt işçilerini ve yoksul katmanlarını boyunduruk altında tutacak olan bir devlet aygıtı oluşturma ve yönetme özlemlerini ele veriyor demektir.

 

Bu yazıyı son bir soruyla noktalayalım: Kendisini devrimci, hatta komünist sayan grup ve çevreler, HDK/ HDP gibi devrimci-olmayan, yani reformist-demokratik nitelikte bir bağlaşma ya da blok içinde yer alabilirler mi? Evet; bu, çok zor, hatta neredeyse olanaksız olmakla birlikte teorik olarak olanaklıdır. Ama bunun vazgeçilmez önkoşulları vardır. Böyle bir durumda sözkonusu grup ve çevreler, içinde yer aldıkları örgütsel yapının adını koymalı, yani onu olduğundan daha farklı ve daha ileri bir siyasal özne olarak göstermeye kalkmamalı, gerçekten devrimci bir propaganda-ajitasyon etkinliği yürütebilmeli, bu yapıya egemen olan PKK/ KCK'nın uzlaşmacı-teslimiyetçi yönelim ve taktiklerine boyun eğmemeli ve kitleleri Türk burjuva devletine karşı savaşıma çağırabilmeli ve hazırlayabilmelidirler. Böylesi bir reformist-demokratik bağlaşma, işte ancak bu koşullarda, siyasal gelişmeyi frenleyici değil, onu ilerletici bir rol oynayabilir. Ama, HDK/ HDP içinde yer alan -ve bu adı hak edip etmedikleri de tartışma konusu olan- Türkiyeli devrimci grup ve çevrelerin böyle davranma irade ve cesaretini gösterebilecekleri son derece kuşkulu olduğu gibi, Kürt ulusal hareketinin böylesi bir bağımsızlık gösterisine izin verme olasılığı da son derece düşüktür. Bu bakımdan HDK/ HDP bağlaşması ya da blokunun ne yazık ki, daha baştan ölü doğduğunu söylemek bir abartma ya da haksızlık olmayacaktır.

 

DİPNOTLAR

 

(1) Öcalan PKK'nın, Ocak 1995'de yapılan 5. Kongresi'nde yaptığı konuşmada aynen şöyle diyordu:

 

“Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim olmadan Türkiye'de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum, Türkiye'de kırk-elli yıllık demokrasi savaşı verenler söylüyorlar. Kimse demesin, kendini abartıyor. İşte aklı başında olanlar da bunu söylüyor.” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Haziran 1995, s. 130)

 

(2) KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Gazeteci Faruk Balıkçı'ya verdiği mülakatta AKP hükümetini eleştirirken şunları söylüyordu:

 

“Eğer amacında Kürt sorununu çözmek olsaydı PKK olarak gerekli zeminleri fazlasıyla oluşturmuştuk. AKP süreci müzakereye geçmeden diyalog üzerinden yürütmeye çalıştı. Biz gerillayı mevzilerinden geri çekerken, AKP savaş hazırlıklarını yürüttü. Biz savaşı durdurduk; AKP ise savaşın yönünü değiştirdi. Eskiden Kuzey’de savaşırken, şimdi de savaşın yönünü Rojava Kürdistan’ı dediğimiz Kürdistan’a çevirdiler. El Nusra ve Irak İslam Şam Devleti örgütüne her türlü desteği vererek bu örgütleri Kürt halkına karşı savaştırdı. Rojava’da savaşı yürüten AKP’nin kendisidir. Biz savaşı durdurduk, AKP savaşı sürdürdü. Önder Apo müzakerelerin zeminini hızla oluşturdu, ancak kendileri müzakereye geçmedi ve geçmek istemedi.” (“KCK'den müzakereler için üç şart”, Firatnews.com, 29 Ekim 2013)

 

(3) Yakın zamanlara kadar PKK/ KCK'yı, hatta BDP'ni terör örgütü ve tabii Öcalan'ı da teröristbaşı olarak niteleyen Başbakan Erdoğan, 22 Ekim'de verdiği bir demeçte de şöyle diyecekti:

 

“Birileri çıkıp da 'İmralı’ya kim gider, kim gitmez'... Bunun kararı hükümete aittir. Hükümet istediğini gönderir, istediğini göndermez. Kimsenin rota çizme yetkisi yoktur. Yeri gelir gönderir, yeri gelir göndermez. Herkes haddini bilecek.” (“Erdoğan: İmralı'ya kimin gideceğine biz karar veririz!”, İlke Haber, 22 Ekim 2013)

 

(4) Öcalan, Savunma’sında ulusların kendi yazgısını belirleme hakkı konusunda şunları söylemişti:

 

“70’lerde moda olan, ve uygulandığında sadece, ayrı devlet anlamında yorumlanan ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ gerçekten, bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı ağır basıyordu. Bunu, fiilen belirttiğim tarzda aşmaya çalıştım. Ancak, demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında, ayrı devlet, federasyon, otonomi ve benzeri yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma, bana çok önemli geldi.” Bu HAKKI net ve en kararlı bir biçimde savunmamak, hatta modasının geçtiği gerekçesiyle reddetmek, ezen ulusun şovenistlerinin konumuna gelmek demektir; bu, ulusal eşitlik ilkesini reddetmek, Türk halkı/ ulusunun Kürt halkı/ ulusundan daha üstün olduğunu savunmak anlamına gelir.

 

Kürt ulusal hareketinin bir uzantısı konumunda olan HDK/ HDP de bu anti-demokratik ve şovenist çizgiyi benimsemiş gözüküyor. Bu ise, kongre-partinin reformist-demokratik bir hareket olma konumunda bile tutunamayabileceği ve her an daha geri bir siyasal konuma savrulabileceğinin bir başka göstergesidir.

 

(5) İslami temelde Türk-Kürt bağlaşmasını savunan Öcalan'ın izinden giden BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Rihaniye/ Reyhanlı'daki patlamalardan sonra 12 Mayıs'ta yaptığı açıklamada şöyle demişti:

 

“Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız... Biz, bu saldırılara karşı tedbir alınmasını ve bu saldırılara karşı hükümetin dikkatli ve duyarlı davranmasını hususunda hükümetin yanında olacağız.” (“Hükümetin yanındayız”, Sabah, 12 Mayıs 2013)

 

(6) BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken 3 Haziran'da, Taksim'deki olaylar üzerine yaptığı değerlendirmede şöyle demişti:

 


“Dönüşen bu eylemlilikler ekolojik yıkıma karşı olmak, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük talep etmek, karar süreçlerinde halkın katılımcı yaklaşımını gözönünde bulundurmak yerine Türkiye'de toplumu esaret altında tutan güç odaklarının rövanşist yaklaşımlarına rövanşist karşılaşmalarına doğru evrilmektedir...
“BDP olarak hiçbir sebep ve durumda biz bu ırkçı, ulusalcı, cinsiyetçi, tekçi, militarist kesimlerle yanyana durmayacağımızı tekrar ifade etmek istiyoruz.” (“BDP'li Baluken: Statükoyu güçlendirecek imgeler protestoların başat özneleri”, Star, 3 Haziran 2013)

 

5 Haziran'da KCK adına yapılan açıklamada ise daha olumlu bir tutum takınılmış ve “Bu çerçevede Türkiye’de açığa çıkmış olan dönüştürücü ve çok önemli demokratik irade ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin üstüne düşen görev, ortaklaşarak Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’yi her türlü baskı ile şiddetten arındırarak demokratik Türkiye’yi yaratmak için omuz omuza mücadele etmektir” denmişti. Ancak bu doğru içerikli açıklama Kürt ulusal hareketinin Gezi isyanına kapsamlı bir biçimde katılımına yol açmamıştı.

 

(7) BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş 26 Temmuz'da Roboski bombardımanında yaşamını yitiren köylülerden altısını, 34 masum köylünün 28 Aralık 2011'de savaş uçaklarının bombardımanı sonucu öldürülmelerinden sonra “Genelkurmayıma göstermiş oldukları hassasiyetlerinden dolayı teşekkür ederim…” demiş olan Başbakan Erdoğan'la görüşmeye zorlayacaktı. Aslında aileler kendileriyle görüşmek isteyen Erdoğan'ın bu talebini kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine devreye giren Demirtaş Roboskili ailelerle görüşerek onlardan altısının Başbakan Erdoğan'la iftar yemeğinde biraraya gelmelerini sağladı.

 

(8) Radikal gazetesinde 22 Ekim'de yayımlanan bir haberde, kendi inisiyatifiyle hareket ettiği düşünülemeyecek olan BDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani'nin, Amerikan basınında eleştirilere hedef olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a sahip çıktığı haberi şöyle veriliyordu:

 

 

 

BDP'den Hakan Fidan'a destek

 

Haber: rifat.basaran@radikal.com.tr" target=_blank>RİFAT BAŞARAN - rifat.basaran@radikal.com.tr" target=_blank>rifat.basaran@radikal.com.tr / Arşivi

 

22 Ekim 2013

 

Mossad ajanlarını İran’a bildirmekle suçlanan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a BDP ’den destek geldi. BDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani, Fidan’ın Kürt sorununun çözümü istemeyen uluslararası güçler tarafından hedefe alındığını öne sürerek, “Sürecin yürümesi için iyi niyetle çaba sarf eden aktörler korunmalı” dedi. Zozani, Fidan’a yönelik eleştirilerin “çözüm sürecinden bağımsız düşünülemeyeceğini” belirterek, Türkiye ’de Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülme girişimlerinin sürekli birilerini rahatsız ettiğini ifade etti. Çözüm sürecinin ilk günlerinde Paris’te üç PKK ’lının öldürüldüğünü anımsatan Zozani, “Sonraki dönemlerde de bu sürecin temel aktörlerinden biri olan Hakan Fidan hedef tahtasına konuldu. Hakan Fidan’ın özellikle uluslararası çevrelerce bu dönemde hedefe konulmuş olması Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi arayışından bağımsız değerlendirilemez.”

 

(9) Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine davet edildiği, onun bu davete verdiği yanıtın haber yapılmasıyla ortaya çıktı. Bu haberde şöyle deniyordu:

 

 

 

Erdoğan'dan HDP Kongresi'ne mesaj

 

ANKARA/ANF 27.10.2013 11:02:27

 

Türkiye Başbakanı Erdoğan, HDP Olağanüstü Kongresi'ne bir mesaj gönderdi. 

 

HDP'nin bugün Ankara'da toplanan kongresine davet edilen Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, kongreye telgrafla mesaj gönderdi.

 

Erdoğan'ın mesajı şöyle: “Halkların Demokratik Partisi Olağanüstü Kongresi'nde nazik davetiniz için teşekkür ederim. Kongre çalışmalarının birlik ve beraberlik içinde geçmesi temennisi ile alınan kararların partiniz ve Türk siyasi hayatı için hayırlı olmasını diliyor, tüm katılımcıları selamlıyorum.”

30-31 Ekim 2013

7282