Yenilerin Hikâyesi Bir Hobbit Hikâyesi /Taner Özcan
Saat 6:55
Yenilerin Hikâyesi Bir Hobbit Hikâyesi
Üstümü giyindim, saçlarımı taradım, montumu giyip çıktım, hava puslu, gün doğmadı daha, çiğ yağıyor ince ince, otobüs durağı kalabalık, her sabah aynı yerde aynı insanlar bekliyor, bazen yeni bir yüz beliriyor, sonra kaybolup gidiyor, arabalar, otobüsler, servisler katar katar işliklere köle taşıyor, biri de benim. Kulaklığımı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. Narin, dokunsan kırılacak bir ses var ucunda, adı Şirin Soysal, hafta sonu gazetenin birinde röportajı vardı, gazete ‘Bir kadın ozanın 'ziyareti' diye başlık atmıştı. Bence ozan unvanını hak ta etmiş.
Düşüncelere dalıyorum. Aklım akşam izlediğim filmde, kurtulamadım etkisinden. Filmin adı ‘Fruitvale Station’. Sıradan olan hayatın sıradan bir yaşamından kesitler içeriyor. Sonu Ethem gibi, Ali İsmail gibi, İnsanı o umulmaz anından yakalayıp, yüreğini ürpertiyor, Ya o kişi ben olsaydım? Sorusu korku salıyor bakışlarıma.
Sonra okul kantinlerinde, yurtlarında, sokaklarda, göz altılarda, cezaevlerinde linç edilircesine dövülen bedenler çivi gibi çakılı kalıyor vicdanımın kayıtsızlığına, kanatıyor yabancılaşan homo sapiens’imi.
Sonra gaz bulutunun arasından, nefesimin tükenişi, dizlerimin ve kaslarımın kontrolünü yitirişi, son bir ümitle etrafa bakarken gördüğüm el işareti düşüncelerimin arasından beni yakalıyor.
Sonra toparlanıp düşe kalka iş hanının içerisine kendimi ölürcesine yere bıraktım. Seslerden içeride beş altı kişi olduğunu anlıyorum. Biri solüsyon püskürtüyor yüzüme, diğeri su veriyor içmem için. On dakika sürdü toparlanmam. Sonra kapı arasından sokağa baktım. İçerde sessizlik hâkim, herkesin kulağı sokakta, öksürük ciğerden değil, sokağın bağrından kopup yükseliyor gökyüzüne duman duman, haykırış haykırış. Yakaladılar direnen sol yanımızı, can çekişen kuytularda, çığlıkta boğulan dil sustu. Şehir televizyon ekranında çay demleyip içti.
Sonra her sabah aynı duraktan ayrı işliklere gidilip, alın teri akıtıldı, cesetler gömüldü, gözyaşları döküldü, kol bacak koptu, bir göz çıktı, bir çocuk ağladı, uçuruma yuvarlandı meyve sebze toplayan o güzeller, bir tulum meşale gibi tutuştu, yanıp kavruldu, sonra bombalar düştü ekmek derdindeki el, kol, baş ve ayaklara, bir beden yaptığı inşaatın yükseklerinden aşağı düştü, kendi hatasıydı zaten.
Sonra hepsi Harami sofralarında:
Boğazda yenen bir balık,
Banka kasaları, ayakkabı kutuları Dolar,
Otel kral dairelerinde metres ve Euorospu,
Sonra sokak köşelerinde tiner kokusu,
Sonra yüksek duvarların arkasına gizlenmiş fahişelik,
Sonra yatlarda katlarda eğlenceli geceler,
Borsadan vurgun,
Kapkaçtan hapis,
Esrar eroin, hap tüccarları,
Sonra mafya tetikçi,
Sonra memur, bürokrasi, kara para rüşvet, devlet.
O büyük
O kutsal
O yüce devlet.
Bizi adım adım takip eden
Bizi ekran ekran izleyen
Bizi soyup soğana çeviren
İşte el değiştirmesi gereken.
Bir martının çığlığıyla buluşan ekmek parçası
Bir şehirle çatışan gelecek kaygısı
Dün ile bugün arasında bir kavga
Düğün ve cenaze telaşı
Gaz kapsülü plastik mermi
Çalınan yok edilen günlük hayatımız
Üstünde ağababalarının kurduğu sofra
Hizmet eden anam babam arkadaşımın bacısı
Tetikçi köyden geldi
Mezarcısı yerden bitti
Orospusu evden çıktı
Vergi çaldı
Haram yedi
Namaz kıldı
Bitti düzenin tüm suçu
Kaldı sana kırıntısı
Sonra masaya oturmanın kendisinin bir teslimiyet ve çözülme olduğunun görünmez hissi kaplıyor içimi. Siren sesleri ceza kesiyor arabalara, ambulanslar istatistikleri taşıyor. Öldü... Kaldı…
Bir kafede çay bardağının altında kaldı orta burjuvazi o da öldü, gelişen dünyada ırkların dilsel ayrılıklarının önemi kalmamış kapitalist için, feodalizm dediğimiz çaydaki çöp işte, kaşıkla çıkarır koyarsın kenara. Milli demokratik devrim, yâda demokratik halk devrimi çayın yanında şekerdir aslında. Gelişen küresel sermaye güçleri, kapitalizm, ABD, AB, Çin, Rusya dolaşıyor ağzında. Bağdaş kurmuş küçük burjuva aydını, göremiyor hala. Çok çok dergiler, kalın kalın şiirler, ekmek arası köşe yazıları emperyalist dünyada yokmuş artık toprak ağaları. Kalabalıklaşan şehirlerin köylerinde köy kahvaltısı nostaljiymiş, köyünün yağmurlarında gömülmek isteyen tek tük tutunamayan çobanmış. Köy çökeleği, köy ekmeği deyince sulanan iştah feodalizmin kırıntısıymış, yüksek yüksek binaların gölgesinde ve mazisinde kalmış.
Kendi yaşadığı hayatı tüm yaşanan hayatın yansıması sanan zirzop, orada biraz dur hop, Ayaz bebek soğuktan dondu, sanırsın Sibirya’da. Namus cinayetleri sadece Kenya’da, kısa etek, uzun etek saç baş, topuz, göründü görünecek, çükü düşecek Nijerya’da. Ağıtlar aynı acılar aynı kavgalar aynı ölümler aynı, haklar aynı haksızlıklar aynı kalmadı sana yer, git gayrı toprak ağası. Git deyince gider mi? devrim olmadan yiter mi? Küçük burjuva aydın gözlerini kapayınca demokratik devrim yerden biter mi? Sanırsan 100 kişiden 99udur şehirli kapitalistin, sanırsan bende 100de biriyim taşrada Avrupa da ki çiftçi. Görmez nüfusu dörtte bir dağda, dört de biri şehirde köy hayatı yaşamakta. Görmez diğer dörtte birin yoksulluğunu, görmez kapitalistinin diksiyonunu. Göbekten yedikleriyle göbekten yedirdikleri arasındaki feodal ilişkiyi. Sanırsın çarı kendi devirdi. Sanırsın Toprak ağası Maldivlere tatile gidince marabalarda makinanın başına geçti, bilmez ki işsizlikten şehirlerde gizlendi. Asya tipi kapitalist feodalizmini haykırmakta, orta yerindeki kabarıklıktan. Göbek şiştikçe şişti. Köyüne dönmek istemekte nedense ‘olmayan gundi’. Makineler girince tarlaya, göç edenler işçi oldu zannetti saraydaki küçük burjuva. Ne gündüz geziyor ara sokakları, parkları, ne gece yürüyor gecekonduları, stabuck ta içilen kahve tasfiye etti feodal ağaları. İnternette sörf yapınca, akıllı telefondan kıyıya çıkınca bir başka oluyor ülke tahlilleri,
Kapitalist oldu tekelci
Sermaye oldu evrensel
Köylü oldu proleter
Ne bekliyorsun işte
Şehirdedir devrim
Yöntemi toplu isyan
Kırları yetim,
Dorukları öksüz bırakacak küçük burjuva züppesi
Çok okudular çok yazdılar, feodal ağayı teoride bozdular, üstüne makalelerden toprak örtüp, küresel imamdan Fatiha okuttular. Soktular kafayı televizyona, çaldılar müziği barlarda, dinlediler kendi ruhlarındaki ‘yok saymayı’. Önder diyordu ki ’insanlar çözebilecekleri sorunları karşılarına alırlar.’ işte heyhat toplu psikozun anahtarı. Yok sayarsak mesela:
Namuslu bir toplumda yaşayıp
Şerefli bir toplumda var oluruz.
Hırsızlık yoktur mesela, ırkçılık ve mezhepçilik yoktur. Sübyancılık, tecavüzcülük yoktur, pişmiş aşa kimse su katmıyor, eşeği boyayıp dana diye satmıyor, herkes çok güzel kimse kimseyi aldatmıyor. Mesela kimse tezek yakmıyor, çapa dediğin ilkel bir alet kimse sapından tutmuyor. Yok sayarsak mesela, Japonya da kimono geleneksel bir adettir, Türkiye de sarık seccade, çarşaf bu nedenledir. Yok sayarsak mesela, İbo yanılmış, Deniz geçilmiş, Yıldız keşfedilmiştir.
Kaybolup yiten bir çağı kimse aramadı. Üretim biçiminde gizlenen feodalizmi göremedi, dişlilerin, makinaların ve kollarının gövdesindeki malzemenin feodalizm olduğunu biçemedi. Her on yirmi yılda şişen orta burjuvaziyi söndüren, sömüren, fakirleştiren, işsizleştiren, öldüren, kompradoru sezemedi.
Bindi arabaya gitti yazlığa, tuttu balığı teknesinde, vurdu rakının dibine oldu devrimin böylesi. Doğdular diyalektik etiketli metafizikten battılar diyalektik patentli idealizme. Marks halt etti, Engels bir çanakçı, Lenin tek boynuzlu canavar, Stalin Mao al birini vur ötekine. En doğrusu bizim küçük burjuvacı.
Halk savaşı bir masal, parça parça dersen sen kes böreği, gerilla desen eski kafalı bir çocuk, o bilir en iyisini. Almış sermayeden mayasını. İstatistiklere bakmaz kitaplara bakmaz, insanlara bakmaz o, bakar düşsel kurgularıyla yazdığı senaryoya, yok saysak meselâ sefaleti, telefon almak için kredi çekenleri,600 tlye çayı getirenleri, feodal ögeyi, komprador düzeni yok sayarsak yeni yıla sosyalizm gelecek Noel babanın arabasında.
Diyalektik lisanslı idealizm vurgu yapar yolsuzluğa, yoksulluğa, emperyalizme, vatana. kâh doğar Ebru Gündeş’in gözyaşlarından kâh batar Fenerbahçe’nin puan farkına. Köşe yazarları köşeli kutuları yazar, altından petrol çıkar. Dünün yetiştirilen kültür mantarları hasatla kompradorun hissesine akar. Eskinin hizmetkârları dolaptan çıkar. O küçük burjuvayı da feodal olmadığı varsayılan ülkede önüne katar. Din bezirgânlarında iyidir o. En azından kimse kimseye karışmıyordu. Şu başını örten, cüppeyle gezenler yoktu sokakta. Kemalin devrimleri daha aydındı bu sarıklı yobazlardan. Bakmazlar postalın altına, duvarın arkasına, gizli gömülmüş savaşçıların yattığı betona, toprağa. Yok sayma ve var sayma arasında debelenir, bulandırır aklı sırasınca. Mesela uydu göndermiştir artık bu ülke uzaya, doğalgaz döşenmiştir bucaklara, her yerde kamera, her olay her fikir hemen duyulur olmuş, kapitalizm buymuş. Raylar döşenmiş, yollar yapılmış, uçaklar uçmuş bizdeymiş kapitalizmin hası. Nerede ararsam arayım bulamazmışım toprak ağası. Çözülmüş, erimiş, uçmuş gitmiş, suya düşmüş, dağa kaçmış, inek içmiş, yitip gitmiş yokmuş bana faydası. Artık sermaye ihraç ediyor, dünyaya açılıyormuş, utanmasa emperyalist diyecek sıçtığımın kafası.
Köylere vurdular mahalle yaftası oldu şimdi kentin curcunası. Ne güzeldir böylesi. Gelişmektedir ülkesi, artmaktadır demokrasisi, ileri gider ekonomisi. Tasfiye edilmiş köylünün hepsi. Küçük burjuvanın teorisi olsa olsa bir Hobbit hikayesi.
Sonra ineceğim yere varıyorum. ‘Kitleler’ ‘yığınlar’ oluyoruz işliklere doğru giden.
İyi Yıllar