AKP faşizmi? yoksa doğru olarak devletin niteliği meselesi mi?
Kavramları doğru ve yerinde kullanmak oldukça önemlidir. Kavramlar politik söylemlerin özlü ifadesidir. Bu her belirleme açısından böyledir. Eğer kavramları yerinde ve doğru olarak kullanmazsak, teori de yanlışlıklar yaparız. Ajitasyonda bazen abartmalar olabilir, ancak politik tespitlerimizde ajitasyon yapamayız. Teorimiz açık ve anlaşılır olmalıdır. Programlarımız ajitasyon içermez. Devlet tahlilide buna dahildir. Devrim programı ve mücadele biçimi aynı zamanda devletin niteliğiyle doğrrudan ilintilidir.
Son dönemlerde Türkiye üzerine tartışmalar da devletin niteliği meselesinde farklı tartışmalar ve değerlendirmelere tanık oluyoruz. 'AKP' faşizmi, ya da 'AKP diktaörlüğü' ya da sadece 'Erdoğan diktatörlüğü' gibi tartışmalar, Türkiye'de devletin niteliği meselesini yeniden bir tartışma konusu yapmıştır.
AKP hükümetinin icraatları da daha önceki hükümetlerden farklı değildir. Uygulamalarında nüans farklılıkları olsa da, özü bir ve aynıdır. Şiddet ve baskının artması ya da görece geri olması ülkemizde devrimci durumun yükselmesi, ya da geri olmasıyla doğru orantılıdır. Ülkemizde devrimci durum sürekli olmasına karşın, devrimci durumun yükselmesi ve geri olması farklı şeylerdir. Tarihsel olarak ülkemizdeki sınıf mücaelesine bakıldığında, devrimci dumunun yüksek olduğu, burjuvazinin yönetme krizi içinde girdiği dönemlerde baskılar yasaklamalar ve katliamlar hep artmıştır. 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Diktatörlüğün bir darbeyle iş başına gelmesi, ülkemizdeki devrimci durumun oldukça yüksek olmasıyla doğrudan ilintilidir.
Yine, 1990'lar, Kürt ulusal mücadelesinin oldukça yüksek olduğu yıllardı. Bu yıllar, Çiller hükümetinin açık katliamlar yaptığı, 17 bin faali belli cinayetlerin işlendiği yıllar olmuştur. Bu 1999 yılına kadar aralıksız sürmüştür. Abdullah Öcalan'nın Türkiye'ye teslim edilmesiyle başlayan ateşkes ile 2002 yılında AKP hükümetinin iş başına gelemesiyle birlikte, Kürt Ulusal Hareketinin devletle başlattığı ''Barış'' görüşmeleriyle gelişen süreç, AKP'nin 'demokrasi' oyunları oynadığı yıllardır. Bu süreç belli aralıklarla 2011 yılına kadar da böyle sürmüştür. AKP'nin başından beri oynadığı 'demokrasi' oyunun iyece açığa çıkması ve Kürt Ulusal Hareketinin de bu oyunu görmesiyle birlikte başlıyan yeni süreç, AKP'nin gerçek yüzünü açığa çıkartmış ve mücadele giderek boyutlanmıştır.
Kürt Ulusal Hareketinin silahlı mücadeleyi boyutlandurması, toplumsal huzursuzluk, işsizlik, devirmci hareketin görece atağı AKP'yi gerçek özüne döndürmüştür.
Türkiye'de devletin niteliği kurulduğundan günümüze değişmemiştir. Her parti bir sınıfın temsilcisi olarak hükümet olsa da, bu öz hiçbir zaman değişmez. Bu anlamda, AKP'nin 2002 yılında hükümet olmasıyla da Türk devletinin özü değişmemiştir. AKP, bu öze her zaman bağlı kalmıştır. AKP'nin İslam'i uygulamaları öne çıkartması, Kemalizmle bir 'hesaplaşmaya' girme görüntüsü de bu gerçeği değiştirmiyor.
Bugün yapılanlarda, devletin niteliğine uygun bir şekilde AKP tarafından harfiyen yerine getirilmektedir. 15 Temmuz Darbe Girişimi, iki klik arasındaki çatışmadan ibarettir. Gerici ve faşist Gülen kliği AKP'yle çelişkiye düşmüş ve bir darbeyle iktidarı ele geçirmek istemiştir. Başarı olmadığıdan dolayı da AKP tarafından ezilmek istenmiştir. Ancak bu bir yerden sonra, gerçek 'düşmanlarına' yönelmiştir. Başta Kürt halkı olmak üzere, devrimci ve ilericilere yönelmiştir.
İşte tam da bu kadar saldırı, tutuklama ve katliamlar gündeme gelirken, bu saldırların ifadelendirme biçimleri üzerinde oldukça farklı yaklaşım ve değerlendirmeler de bu pralerde yürütülmektedir. Evet, saldırıları yapan elbette AKP'dir. Fakat bunu nitelendirirken, AKP faşiz mi diyeceğiz, yoksa doğru olarak faşis diktatörlük mü diyeceğiz? Ya da AKP diktatörlüğü mü diyeceğiz, ya da doğru olarak faşist devlet mi diyeceğiz? Tartışma budur.
Öyleyse faşizm olgusu ve ülkemizde aldığı biçim üzerine doğru yaklaşımı birkez daha ortaya koyalım.
Türiye'de Faşizm Olgusu
(Bu bölüm daha önceki faşizm yazımın bir bölümünden alınmıştır)
Ülkemizde faşizm olgusu sürekli tartışılan konulardan başında gelmiştir. Türkiye devrimci hareketi gerek faşizmin tahlili, gerekse Türkiye’nin devlet yapısının faşizm olup olmadığı konusunda sürekli bir tartışma içinde olmuştur. Tüm tartışmalar faşizmin tahlili ve buna bağlı olarak bizim gibi ülkelerde faşizm sınıfsal niteliği, hangi sınıfların temsilcisi olduğu, faşizmin sürekli bir olgu mu, yoksa gelip geçici bir olgu mu olduğu konularıyla yakından ilintilidir. Ülkemizde faşizmi sadece MHP’le sırlayan anlayış az tartışılmadı. Ya da faşizmi sadece askeri cuntalarla sınırlayan yaklaşımlar, parlamentonun varlığını faşizmle bağdaştırmayan teoriler ve değerlendirmelerin tümü ülkemizde faşizm tartışmalarının bir özeti niteliğindedir.
Faşizm olgusunu değerlendirirken, onun ortaya çıkış şartlarını ve sınıfsal dayanaklarını doğru bir şekilde izah edemediğimiz de ebetteki yanlış sonuçlara varmamızda kaçınılmazdır. Faşizmin sınıfsal dayanakları ve temsil ettiği sınıfların emperyalist ülkeler ile yarı-sömürge ülkelerde aynılığını aramak elbetteki faşizm konusunda bazılarını yanlış sonuçlara götürecektir. Faşizmi değerlendirirken, tek tek ülkelerin özelikleri, tarihi gelişmeleri, farklı faşistleşme sürecine yol açmaktadır. Buda faşizmin değişik biçim ve yöntemlerine götürmektedir. ‘’Bütünsel diktatörlük (Almanya, İtalya), Faşist askeri diktatörlük (Bulgaristan,Yugoslavya, Japonya), dinsel faşizm (Avusturya, ispanya), Parlamentarizmin belli bir görünüm olarak kalması (Polonya, Macaristan, Finlandiya) vb ..faşist diktatörlüğün sınıfsal niteliğinde herhangi bir değişiklik yapmaksızın bu farklılıklar, sosyal-demokrasinin rolünün sınırlanması, reformist sendikaların tasfiyesi, ile onlardan bazı grupların çekilmesi ve yararlanılması derecesinde kendisini göstermektedir’’ (Kom. Ent. faşizm tahlili s.158)
Bizim gibi yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının ortaklaşa diktatörlüğüdür. Bizim ülkemizde faşizm ‘kurtuluş savaşı sonrası’ 1923 de ‘kurtuluş savaşına’ önderlik eden Kemalistlerin iş başına gelmeleriyle devlet, askeri faşist diktatörlüğe bürünmüştür. İbrahim yoldaş ‘’Kemalizm, komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazisinin sağ kanadının ideolojisidir’’ der ve devamla ‘’Kemalizmin faşizmle bağdaşması bir yana, Kemalizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük, askeri faşist bir diktatörlüktür’’ tespitini yaparak, ülkemizdeki faşizmin sınıf karakterini açık olarak ortaya koymaktadır.
Bizim gibi ülkelerde faşizm süreklidir. Parlamentarizmin muhafaza edilmesi yada dönem dönem askeri darbelerle iş başına gelmesi faşizmin özünü değiştirmemektedir. Bu değişim sadece faşizmin dozunu artırmak veya biraz gevşetmekle alakası vardır. Ülkemizde egemen olan komprador ve toprak ağalarıdır. Komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna toprak ağalarının iktidara ortak olması ve feodalizmin sopa ve cebrinin de iktidara taşınması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü tamamlar. Dolayısıyla bizim ülkemizde faşizm, Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının ortak diktatörlüğüdür. İbrahim yoldaş PDA’yla girdiği polemikte; PDA’nın faşizm değerlendirmesine karşı
Birincisi; ‘’Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, Komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür’’ der. Dimitrov ise, ‘’Sömürge ve yarı –sömürge ülkelerde aynı şeklide bazı faşist gruplar gelişmektedir. Ancak tabii ki bu, Almanya’da, İtalya’da ve diğer kapitalist ülkelerde görmeye alışkın olduğumuz faşizme benzemez. Buralardaki tümüyle özel ekonomik, siyasi ve tarihi koşulları incelemeli ve dikkate almalıyız. Söz konusu koşullarda faşizm kendine özgü biçimler almaktadır. Ve alacaktır.’’ F. Karşı B.cephe s.142) Kaypakkaya devamla ‘’Ayrıca tekelci burjuvazinin komprador niteliği de bir kenara bırakılarak emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki son derece önemli ayrım çizgisini silmişlerdi. Bunun tabii sonucu da elbette, anti-faşist mücadeleyi şehirlerde, tekelci burjuvaziye karşı yürütecek bir mücadele olarak görmek ve köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü inkar etmekti. (veya en azından küçümsemekti. Revizyonist klik zaman zaman köylülerden de bahsediyordu fakat köylülerin anti faşist mücadeledeki rolünü küçümsüyordu.)’’ İkincisi; ‘’faşizmin iktidara askeri darbe yoluyla geleceği düşünülüyordu ki, bu son derece sığ bir görüştü. Faşizm iktidara askeri darbe yoluyla gelebileceği gibi başka yollarla da gelebilirdi.’’ Üçüncüsü; ‘’faşist diktatörlüğün parlamento ile asla bağdaşmayacağını yaydılar. Oysa, bugün en koyu faşizmin iktidarda olduğu bir yığın ülkede, mesela Endonezya’da, Güney Vietnam’da, Pakistan’da, Hindistan’da, İran’da, İspanya’da …..parlamento mevcuttur. Faşist klikler, parlamentoyu feshetmek yerine hem bu ülkelerdeki halk kitlelerini aldatmak bakımından, hem de dünya demokratik kamuoyunu aldatmak bakımından parlamentoyu faşizmin aleti haline getirmeyi menfaatlerine daha uygun görüyorlar.’’(İK seçme yazılar s.352-53)
Dimitrov yoldaş faşizmin parlamentonun bir perde olarak kullanılmasını çok önceden göstererek şunları belirtir ‘’Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal-demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizmin sınırlandırılmamış olan siyasi tekelini kurar. Bunu ya hemen, ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yöntemini ve kan kusmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleşmesini engellemez.’’ (aktaran İK SE s.347)
Ülkemizde faşizmin sürekliliği, devrimci durumun sürekliliğiyle koşut halindedir. Devrimci durumu var eden koşullar, faşizmin de sürekliliğinin varoluş şartlarını belirler. Ülkemizde faşizm gelip geçici bir olay değildir. Faşizmin bir hükümet değişikliğiyle ortadan kalkacağını savunan anlayışla, faşizmi askeri darbelere bağlayan anlayışlar tamamen iflas etmiştir. Bu faşizmin sınıfsal tahlilini çözümlemeyen, devletin yapısını kavrayamayan, küçük burjuva anlayışların ürünüdür. Kaypakkaya yoldaş ‘’ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler şunlaradır’’ der şu doğru sonuçlara varır; ‘’Birincisi; Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır. İçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazisinin devrimci kandı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir. (…..)
İkincisi; Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesi aynı zamanda anti-emperyalist ve anti feodal iktidar mücadelesidir.’’der (age s.347)
Ülkemizde faşizm bir darbe yada seçim yoluyla iş başına gelmedi. O ‘kurtuluş savaşı’ sonrası askeri bir diktatörlük olarak iş başına geldi. Parlamentoyu bir maske olarak kullandı. Uzun bir dönem tek parti olarak ‘demokrasi’ gösterisi sergiledi. 1946’lardan sonra burjuvazinin bir kanadının artan hoşnutsuzluğu, Kemalistleri çok partili bir döneme zorladı. DP”nin kurulmasıyla başlayan çok partili dönem, başka burjuva partilerin kurulmasını birlikte getirdi. Faşist diktatörlüğün resmi olarak temsilcileri olan partileri üzerinden çıkar çatışmalarının sürdüğü ülkemizde, orduya hakim olan kesim dönem dönem darbeler yaparak açık askeri faşist diktatörlüğe geçtiklerini ilan ettiler. 1960 darbesi bunlardan biridir. Burjuvazi kendi içindeki çelişkileri dahi dönem dönem şiddet yoluyla halletmeye gitmiştir. 1960 darbesiyle Demokrat parti yöneticilerinin tutuklanması ve ardından idam edilmeleri bunu gösteriyor. Keza halk muhalefetinin en çok ezildiği dönemde askeri faşist diktatörlükler dönemi olmuştur. 1971 ve 1980 askeri faşist darbeleri bunu açık örnekleridir.
Ülkemizde, parlamento her zaman faşizmin ayıbını örten bir incir yaprağı gibidir. Göstermeliktir. Kararlar sürekli orduyla birlikte alınmakta, perde ardasında alınan kararlar, sadece parlamentoda göstermelik tartışılıp oylamaya sunulup yürürlüğe konmaktadır. Demokrasi adına partiler serbesttir. Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka ülkelerinde yoktur. Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizmin Kürt örgütlenmelerine ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Kapatılan Kürt legal partilerinin bir çok yöneticisi katledilirken, bir çoğu yüksek cezalara çarpıtılarak yılarca cezaevlerinde tutuldu. Keza muhalif devrimci ve ulusal güçler göstermelik bağımsız mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak faşizminin özel silahlı (kontragerilla) güçleriyle devrimci ve ulusal muhalefet güçleri ortadan kaldırılmaktadır. Hala cesetleri bulunmayan binlerce insan kayıptır. Yine yayın serbestliği vardır. Ancak bu yayınlar her an polis denetimde olduğundan istenilen zaman bu yayınlar kapatılmakta, büroları basılmakta, çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır. Sonuç itibarıyla ülkemizde faşizme karşı savaşım içte; Komprador burjuvazi ve toprak ağalarına, dışta ise emperyalizme karşı savaşım vermektir. Bu halkın üç silahıyla gerçekleşecektir. Parti, ordu ve halkın birleşik cephesi, ülkemizdeki gerçek anti faşist mücadelenin verilmesinin tam ve gerçek anlamı budur. Ağustos 2004
Metin Atak
Teorik ve inceleme yazıları bulunan yazarımızdır.
metinatak@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)