Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-1,2,3,4,5,6/6
Aydınlık dergisinin (aydınlık.com.tr) "Garbis Altınoğlu grubu ve İbrahim Kaypakkaya’nın TKP-ML-TİKKO’su" başlıklı yazısına ilişkin kaleme alınan polemiği güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz. Makale 6 bölüm halinde yayımlanacaktır.
Yazarın Notu: Yazıya girmeden önce şunu açıkça belirtmek istiyoruz: Aşağıda yazılan bütün görüşler yazarını bağlayan şahsi görüşlerdir. Bu yazıda yazan her şey aksi belirtilmedikçe yazarının şahsi görüşüdür.
Bundan birkaç gün önce, 19 Ağustos 2019 tarihinde Aydınlık nam kapkaranlık faşist ve kontra gazetede bir yazı dizisinin bir bölümü çıktı: “Sol’da 50 yılın iki çizgi mücadeleleri-3 – Garbis Altınoğlu grubu ve İbrahim Kaypakkaya’nın TKP-ML/TİKKO’su” (https://www.aydinlik.com.tr/garbis-altinoglu-grubu-ve-ibrahim-kaypakkaya-nin-tkp-ml/tikko-su-ozgurluk-meydani-agustos-2019-1; https://twitter.com/AydinlikGazete/status/1163359949340205058).
Tabii sosyal-medyada Aydınlık’ın trolleri yazıyı tekrar tekrar paylaştı ve kendi yalanlarına kendileri canla sarıldılar. Yazının başlığı sizi aldatmasın, yazının yarısından fazlası başlıkla alakasız bir şekilde Doğu Perinçek’in tarihi eğip büktüğü palavralarıyla dolu sağcı Dev-Güç teorilerini anlatıyor, buna karşılık yazının sadece irili ufaklı 15 paragrafının (buna tek cümlelik paragraflar da dahil) kısmı başlıkla ilgili.
Öncelikle yazının yazarına değinelim: Hüseyin Karanlık. Gerçekten de ismi gibi karanlık bir kişiliktir, zira kendisi eski kuşak PDA’cılardan olduğundan (belki teferruatıyla hatırlamasa da) az biraz anlattığı dönemin öznesi ve tanığıdır ve bu yüzden bilinçli bir şekilde yalan konuşmaktadır. “Karanlık Çienşang”ın bu yazısını çok acemice ve uyduruk bulduk, dahası PDA’cıların sola ve devrimci harekete yabancılaşmasının vardığı seviye olarak yalan söyleyebilme niteliğinin düştüğünü de gördük.
Biz Karanlık Çienşang‘a akıl verelim, bir daha İK yoldaş ve onun kurduğu TKP (M-L)’si hakkında uyduruk yazılar yazacaksa, zahmet edip 1977’de yazdıkları “Tasfiyeciliğin Aşırı Sağcı Özü” (Aydınlık. Ocak 1977. Sayı: 71. Sayfalar: 26-35.) yazısını açıp biraz ondan kopya çekmesidir (Ek olarak şunlara da bakabilir: “Proleter devrimciler geçmişte dogmatizme karşı nasıl mücadele ettiler” [Kızıl Siyasi İktidar Meselesi (Aralık 1971),
İkinci Troçkist-Tasfiyecilerin Eleştirisi (Şubat 1973), Bazı Meseleler Üzerine (Nisan 1973), Troçkist Tasfiyeciler Üzerine Bazı Notlar (8 Eylül 1973) yazılarından alıntılar].Aydınlık. Ağustos 1976. Sayı: 66. Sayfalar: 27-32.; “Tasfiyeci Grubu Terk Eden Bir Devrimcinin Eleştrisi”. Aydınlık. Kasım 1976. Sayı: 69. Sayfalar: 31-38.; “Yurt Dışındaki Hatalı Çizgiyi Terk Eden Bir Devrimcinin Özeleştirisi” Bilge, Osman. Aydınlık. Aralık 1976. Sayı: 70. Sayfalar: 49-52.;
Biz bunları açıkça verebiliyoruz çünkü bunlar birkaç sol tespit üzerine [ki TKP (M-L) 1. Konferansı (Şubat 1978) esnasında düzeltilmiş tespitlerdir, bkz: Komünist, Sayı: 1.] laf kalabalığından başka bir şey değildirler, hiçbir esas eleştirimize değinmemektedirler veya çarpıtmaktadırlar). En azından o zamanlarda Aydınlık şefleri yalan ve iftiralarını (baskısı bitip toplattırılan bir kitap üzerinden gösterdikleri için) daha gerçekçi kılmak adına dip notlarda iftiralarına sahte atıf yapıyorlardı!
Tabii Karanlık Çienşang hatırlar mı bilinmez, komünistler her daim sizin yalan ve iftiralarınıza cevap vermişlerdir. Bunu o dönem yurtdışında yayınlanan Gerçek dergisinin Gerçek Yayınevi’nden çıkan “Aydınlık Dergisi’nin Devrimci Harekete Yönelttiği İftiralara Bir Yoldaşın Verdiği Cevap” (1977, tekrar baskısı: “Aydınlık Dergisinin Devrimci Harekete Yönelttiği İftiralara Cevap”. Le-Ya Yayınevi. Belgesel Yayınlar Dizisi – No: 1. 1978) broşüründe zaten Proletarya Hareketi rezil rüsva edip yalanlarınızı teşhir etmişti ama olsun, onurunuz olmadığından aynı yalanları tekrar tekrar ortaya attığınıza göre bu işi biraz daha profesyonel yapsaymışsınız daha iyi olurmuş.
Bir yazıda ortada attığınız palavralara cevap vereceğiz. Açıkçası 2019 yılında halen daha bu yalanlara cevap yazmak bizim için acı verici. Ama düşmanda [düşman ifadesini bilinçlice seçtik] onur olmadıkça anlaşılıyor ki biz bu iftiralarla hep karşılaşacağız. Bu yazıyı yazıyoruz, çünkü olur da bir aklı evvel daha aynı yalanları ortaya atarsa, siz iftiracılara verdiğimiz cevabı onlara karşı da kullanabiliriz.
Yazıyı iki temel üzerinden alacağız:
1- Çaru Mazumdar kimdir ve gerçekte onu en bayağı şekilde taklit edenler kimlerdi, TKP (M-L) Çaru Mazumdar’ı kopyaladı mı?
2- Garbis Altınoğlu-Adil Ovalıoğlu çevresi (Robert Kolejliler, 1. Troçkist Tasfiyeciler [Aydınlık ithamı]) nasıl ve neden koptu ve İK yoldaşın bunlara karşı tavrı neydi?
Bu yazının sonunda açıkça görüleceği üzere iftiraların yalan olduğunu kanıtlayacağız. Bunu çok açıkça belirtiyoruz, zira ortada olan iddialar ipe sapa gelmez görüşlerdir. Ama şunu peşinen soruyoruz: Aydınlık yazarları bizimle polemiğe girecek yüreğe sahip midir?
Bu yazıyı tekzip edip “Biz bunu bunu yazdık ama bu doğru değildir, okurlarımızdan özür dileriz” diyebilecek yüreğe sahip midir?
Biz buna şimdiden cevap veriyoruz: Hayır, Aydınlık yazarları onurdan ve haysiyetten yoksun birer iftiracıdırlar.
Onların iftiraları daha 1972’lerden beridir süre gelmektedir ama hiçbir zaman iftiralarını kanıtlayamamışlardır. Onlar İbrahim yoldaşın 1972’de meydan okuduğu üzere aksini kanıtlayamadıkları müddetçe (ki kanıtlayamadılar) iftiracıdırlar ve bizim onların yüzüne tükürmeye hakkımız vardır.
Ve sizin adınız geçtiğinde, yüzünüz orada-burada göründüğünde binlerce komünist, devrimci, ilerici, demokrat, yurtsever halkımız kin dolup öfkeyle tükürmektedir, ki yarın yüzünüze topluca tüküreceğimiz günler de gelecektir. Sizi övenler, Akit TV sunucularıdır. Bu hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır.
Mao Zedung diyor ki: “Hile ve tertiple uğraşmayın, açık ve dürüst olun.” Sizin için bu talimata uymanın vakti çoktan geçmiştir baylar, siz artık değil dürüstlük, en feodal nitelikler içerisinde gelişmiş onura bile sahip olamayacak kadar yalaka, kuyrukçu, halk düşmanı faşistlersiniz. “Yurtsever” dediğiniz MHP’den zerre farkınız yoktur. “Milli bir hükümetin üyesi” dediğiniz Süleyman Soylu’yla siz bir yanasınız ve biliyoruz ki yarın bir gün devran dönünce, siz bu sefer de ona bir bahane uydurursunuz.
Nasılsa haysiyet, onur sizde eksik en temel şeydir.
Baylar, size omurgasız demiyoruz, zira siz omurgasız değilsiniz, sizde direkt tek bir kemik bile yoktur ki kaldı bir de dik durasınız! Her bir yanınız yamuk yumuktur, çürümüştür. Halk düşmanlığı, yurt düşmanlığı, şovenizm sizin çatlayan ar damarlarınıza çoktan sızmış, vücudunuzun her bir noktasında dolaşmaktadır.
Sizlere karşı-devrimci demek bile eksiktir, sizler faşistsiniz; daha azı değil. Adınız daha yaşarken lanetlenir olmuştur ve yarın bir gün çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı Erdoğanları-Bahçelileri hak ettikleri yere, dostları Hitler’in, Mussolini’nin, Şah’ın, Somoza’nın, Lon Nol’un, Nguyen Van Tiyö’nün ve bilcümle faşistlerin yanına fırlattığında sizi de onlarla birlikte postalayacaklardır.
1 – Çaru Mazumdar kimdir ve gerçekte onu en bayağı şekilde taklit edenler kimlerdi, TKP (M-L) Çaru Mazumdar’ı kopyaladı mı?
Yazarın temel dayanağı Çaru Mazumdar yoldaşa en adi iftiraların atılmasıdır. O bunu yapmaktadır, çünkü “Çaru Mazumdarcılık” iftirasıyla kişiliksizleştirmek için önce iftiranın niteliğini ağırlaştırmak gerekir. Peki Çaru Mazumdar kimdir? Aslında Aydınlık yazarı buna değinmeye tenezzül bile etmiyor, çünkü onun gibi inanmış bir komünisti açıklamak demek, onunla enternasyonal planda aynı safta, yani Başkan Mao’nun kızıl ışıklı yolunda olanlara iftira atmayı imkansızlaştırmaktır.
Bu yüzden o “… o sırada Hindistan’da kırsal alanda silahlı mücadele eylemleri yapan “Hindistan Komünist Partisi-Marksist Leninist” adlı bir gru[p] …” demekten öteye gidemiyor.
Çaru Mazumdar’a saldırmanın dayanılmaz hafifliği!
Esasen Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Çaru Mazumdar burada üç beş satırla geçiştirilecek konular değil. Bu konuda (Türkçe literatüre, hatta görece İngilizce literatüre göre de derli toplu uzun) bir yazı hazırlanmaktadır. Biz burada kısaca değineceğiz.
Türkiye’de Çaru Mazumdar, sağcılarca her zaman iftiralarının bir maskesi olarak kullanılmıştır. Bir sol oportünist grup kendi kendini yemiş, başka örgütlerden insan vurmak tahayyülleri mi kurmuştur?
Bunun mesulü Hindistanlı Çaru Mazumdar’dır. Bir sağcı, kendi sağcı özünü gizlemek için devrimci hattı itibarsızlaştırmak mı istemektedir? O zaman karşısındaki Çaru Mazumdarcı’dır. Ya da solun hiçbir parçası olmayan birisi misiniz?
O zaman ömrünü devrime karşı mücadele etmeye adamış bir CIA ajanının anılarını baz alıp Çaru Mazumdar’a CIA’nın provokasyonuna alet oldu diyebilirsiniz (bu iddiaya cevap şu yazıda verildi: https://partizan-online5.net/murat-yetkinin-heyezanlari-hindistan-komunistlerine-yonelik-bazi-iftiralara-cevap/; https://twitter.com/partizan_online/status/1090934945651085312). Nasılsa hiçbir doğru düzgün metin, belge yok bu kişi hakkında Türkçe’de, kim bilecek kimdir!
Bu gariban kişiyi sadece Hocacı oportünistlerin (“… Kaypakkaya platformu da, Mao çizgisinin ve 1949 Çin Devrimi’nin Türkiye monte edilmiş kötü bir kopyası, bunun Çaru Mazumdarcılıkla koyulaştırılmış yerli bir versiyonudur.” “Sosyoekonomik yapı “çözümlemesi” açısından PDA‘nın bile gerisine düştüğü, hatta bu alanda Türkiye solunun tarihinde en geriyi temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir.”; bkz: “Birlik Üzerine – Oportünist Bir Seçeneğe Karşı”. Devrimci Proletarya Yayınları) veya Aydınlıkçıların (“TASFİYECİLERİN ALDATTIĞI DEVRİMCİLER! TROÇKİST FİKİRLERLE MÜCADELE EDİN / Hindistan Marksist-Leninist Komünist Partisi yöneticilerinin bir kısmının bütün parti kademelerine ve partili yoldaşlara açık mektubundan parçalar”. Halkın Sesi. 21 Ekim 1975. Sayı: 28. Sayfa: 8.) iddialarında saldırı amacıyla görürsünüz (ne kadar da hoş bir rastlantı!).
İngilizce bilmiyorsan ve hakkında iki kelam yazı okuyamıyorsan bu kişiyi Deccal sanacaksın! Oysa kimdir bu şahıs?
Kendisi klasik müzik dinleyen ve klasik edebiyatı seven, çocuklarına da bunu aşılayan bu kişi kaba saba bir köylücü müdür? “Silahlı aletler değil dirgenlerle savaşmayı öneren” “arabalara-traktörlere binmeyin” diyen birisi midir? Yoksa ömrünün en aşağı 10 küsur yılını modern-revizyonizme ve yeni-revizyonizme karşı mücadeleye, silahlı halk savaşına ve devrime adayan inanmış bir komünist mi?
İlk efsaneyi Aydınlıkçılar yaymıştır, hem de bunu Çaru Mazumdarcı geçindikleri dönemde yapmışlardır. Evet, bunu onlar yapmıştır (aşağıda bunları anlatacağız) zira onlar Çaru Mazumdar’ın adını sadece sağcılıklarını gizlemek için bir maske olarak kullanmış, bunu yaparken de rahatlarına zeval gelmemesi için onu ya çarpıtmış ya da esas metinlerinin çevrilmesini engelleyip sağ oportünist baylar rahatını korumuşlardır.
Şimdilerde en karşı-devrimci tezleri üreten “Doğu’nun çömezi” (İK) Halil Berktayefendiye sorun, PDA’daki yazıları kim çevirdi İngilizce’den? Ha, doğru, soramazsınız; çünkü halk düşmanı, devrim düşmanı çizgiyle yetiştirdiğiniz bu hain, İK yoldaşı öldürme planları kuracak kadar alçaklaşacak bu rezil artık saflarınızda değil ve ona o günleri sorunca da “Sormayın” diyor, zira “o köy çalışmaları, o günler” (Aydınlık’tan Kaçanlar) aklına geliyor. Ama siz şimdilerde Halil Berktay’la birleştiniz doğru, ikiniz de AKP’ye kuyruk olma tezleri üretiyorsunuz, Berktay sadece sizden biraz daha eski.
Türkiye’de Çaru Mazumdar’ı kim ilk ortaya çıkardı? O Boğaziçililer dediğiniz (ki o dönem okulun adı Robert Koleji idi, anakronizm) üç beş tasfiyeci değil. Onlar yurtdışından kaç tane Liberation sayısını getirtebilirdi? Ki Liberation, 1971’de bürosu basılıp kapatılmış bir dergidir.
Daha sonradan yurtdışındaki kimi Hindistanlı öğrenci çevreleri bu zar zor bulunan dergideki (düşünün, ana vatanı Hindistan’da bile yasaklı bir dergi!) sadece çok önemli makaleleri bastılar (mesela HGP (M-L) – OIMLA’nın Chingari dergisinin bir özel sayısı sadece Liberation’daki makalelere ayrılmıştı), ki genelde Liberation’dan alınan bu yazılar yalnızca Çaru Mazumdar’ın makaleleriydi.
Hayır baylar, bunu üç beş Robet Kolejli yapmadı, siz yaptınız. İnsanları aptal yerine koymayın, her ne kadar “kişi kendinden bilir işi” sözü sizin durumunuza uysa da, insanlar (sizin aksinize) aptal değil. O dergileri kimlerin getirttiklerini “yurtdışında Marksist-Leninist klasikleri bizzat ana dilinde okuyarak M-L olan” eski şeflerinize sorun. Ama pardon, yine unuttuk; bugün hiçbirisi saflarınızda değil. Aksine hepsi Amerikancı birer satılmış olup çıktılar. Ne diyebiliriz ki, unutuyoruz bazen.
“Çaru Mazumdar ilkel silahlarla iktidarı alacaktı” şeklindeki fikirler, bir kere ipe sapa gelmez görüşlerdir ve bunları Aydınlıkçı hainler oluşturmuştur. HKP (M-L)’nin gerillalarının (hatta şehir gerillalarının [ki bu 1971’de parti içinde ve daha sonrasında örgütün bölünmesi ardından bir tartışma konusu da olacaktı]) varlığı bile bu yalana cevaptır.
Babulal Biswakarmakar, Adibhatla Kailasam, Vempatapu Satyanarayana gibi yiğit Marksist-Leninist-Maoist gerilla liderleri bu yalana cevaptır.
Gerçek şudur: Naksalbari’de 11’de köylünün şehit edilmesine giden süreçte 24 Mayıs 1967’de polis baskısından bıkan köylüler bir polisi okla kendi inisiyatifleriyle vurur.
Naksalbari köylüleri, iktidarın zor gücüne karşı kendi imkanlarıyla başkaldırmaktadır. Bu olay ertesi gün 11 köylünün alçakça kurşuna dizilmesiyle bütün ülke sathında duyulur ve bu büyük Naksalbari Silahlı Köylü Ayaklanması’nın başlangıcı olur. Köylüler, derin nefret duydukları kötü ünlü polislere, toprak ağalarına karşı bazen kendi inisiyatifleriyle, bazen de devrimcilerin liderliğinde silaha sarılır ama yoksul köylüler silahsız olduğundan bu tür ilkel silahlar kullanırlar.
Bu da zamanla kitle hareketlerinde bu tür azılı halk düşmanlarını öldürenler köylüler oldukları için ve bu tür silahlar kullandıkları için böyle bir imaj çizilir. Oysa ki, bunlar değil Parti üyesi, gerilla bile değildirler, sadece taraftar devrimci köylülerdir. Bu çok bayağı “ilkel silahlarla halk savaşı verme” iddiasının kökeni budur, köylülerin kendi inisiyatiflerinde veya devrimciler önderliğindeki eylemleri.
Yoksa HKP (M-L)’de zaten bu tür bir görüş yoktur. Bu imajı kendi sağcı çizgileriyle Aydınlıkçılar kendi elleriyle (ve ondan kopanlar) çizmiştir. Şimdi Aydınlıkçılar’ın sağcılıklarının maskesi nere, Hindistan’da, Darjeeling’deki köylülerin silahlı mücadelesi nere?
Aydınlık yazarı yazıyor: “Bu anlayış, şiddet yöntemini örgüt içi anlaşmazlıklar dâhil her türlü çelişmeyi çözmede de neredeyse tek vazgeçilmez tılsımlı yöntem olarak kutsuyordu. (abç) Nitekim bu örgüt yapılanması [bu örgüt derken burada HKP (M-L)’den AO-GO çevresine atlıyor yazar –BN], sıkıyönetim makamları tarafından örgüt içi bir cinayet haberiyle sansasyonel bir şekilde kamuoyunun duyuruldu.”
HKP (M-L) içerisinde 1971 ile birlikte üç ayrı muhalefet doğdu çeşitli dönemlerde: 1) Suşital Roy Çovdheri’nin muhalefeti, 2) Satyanarayan Singh’in muhalefeti, 3) Aşim Çatirji’nin muhalefeti. Yoldaş Suşital muhalif görüşleri olsa da parti içi tartışmada kaldı ve Parti üyesiyken şehit düştü (kalp krizi). Partisi de onu sahiplendi. Satyanarayan Singh grubu Parti merkezine muhalefet edip kendi kafadarlarıyla bir MK toplantısı yaptı ve örgütü böldü.
Aşim grubu ise hizipçilik yapıp sorumlu olduğu bölgelerde paralel bir örgütlenme yarattı ve sonradan kapağı Satnayarayan Singh’in revizyonist hizbine attı. İşte mükemmel soru geliyor: Madem HKP (M-L)’nin anlayışı bu şiddeti, yani örgüt içi her çelişmede şiddeti tılsım olarak sunuyor, bunlardan hangisi vurulmuştur?
Cevap ver Karanlık Çienşang, ortaya bir iddia atıyorsun buna da bir cevap ver. Cevap: Hiçbirisine. Peki, senin dayanağın nedir bay çok bilmiş? Küçük-burjuva kökenden gelen, tasfiyeci hain bir kliğin içindekilerin birbirini yemesinden sen nasıl bunu Çaru Mazumdar’a çıkartıyorsun. Hayır baylar hayır, boşa maval okumayın; bu tamamen onların sekter, anti-Marksist-Leninist-Maoist tasfiyeci anlayışlarının ürünüdür, Çaru Mazumdar’ın değil. Bu grubun şefleri daha sonradan suçu “HKP (M-L)’den böyle anladık o yüzden böyle oldu” diye kurtarmaya çalışması yüzünden bu olay da böyle kaldı.
İstanbul’da çarpık örgüt içi ilişkilerle kadrolarına İstanbul’un göbeğinde cinayet işlettirenlerin Çaru Mazumdar’la ne alakası var? Sizin Söke mağaralarında 12 Mart sürecinde mağaracılık oynamanızın ne kadar Mao Zedung yoldaşın Uzun Süreli Halk Savaşı stratejisi ile alakası varsa, bunun da Çaru Mazumdar ile o kadar alakası vardır.
(Devam edecek)
Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-2/6
Yazarın Notu: Yazıya girmeden önce şunu açıkça belirtmek istiyoruz: Aşağıda yazılan bütün görüşler yazarını bağlayan şahsi görüşlerdir. Bu yazıda yazan her şey aksi belirtilmedikçe yazarının şahsi görüşüdür.
**
Çaru Mazumdar’a MLM’ler nasıl yaklaşır?
Biz, ne Hocacı oportünistlerin, ne de Aydınlık sağcılarının revizyonist iddialarının aksine ne Çaru Mazumdar’ı pür-i pak kabul ederiz, ne de onu bu baylar gibi “revizyonist” “sol oportünist” ilan ederiz. MLM’ler Çaru Mazumdar’ı önemli hatalar da yapmış olmasına rağmen esas yönü MLM olan yılmaz bir komünist olarak kabul eder.
Onun çizgisindeki hatalı görüşler, HKP (M-L) (Halk Savaşı) grubunun ortaya çıkışındaki geçmişin eleştirisinde eleştirilip, aşılma yoluna gidilmiştir. Bugünkü Hindistan proletaryasının öncüsü Hindistan Komünist Partisi (Maoist) de bu eleştirideki görüşleri geliştirmiştir.
Bunu daha Hint komünistleri bile böyle kabul ederken biz niye aksini savunalım çok bilmiş baylar?
Çaru Mazumdar Hindistan devriminin en temel meselelerinde esas yönüyle DOĞRU görüşleri (yarı-feodal yarı-sömürge yapı, devrimin yolu, devrimin araçları, milli mesele, Bangladeş meselesi gibi) savunmuştur. O kimi tali yönlerde (HBC’deki kimi hatalı görüşler, halk savaşındaki tali olarak kimi yerlerde Maksimalist SR’izme düşen sol taktikler vb.) hatalı görüşleri bir dönem savunmuştur (1970-2, ki belirtmek gerekir ki devrimci mücadele kitleselleştikçe kimi kendiliğindenci pratikler de HKP (M-L)’ye yıkıldı, oysa ki onun ilgisi bile yoktu).
Peki bu böyle sürüp gitmiş midir? Hayır, gitmemiştir. O ömrünün son dönemlerinde oportünistlerin ve gerici hakim sınıfların kuşatması altındayken Parti’deki hatalı çizgiyi adım adım değiştirmenin yolunu (bölünme ve parçalanma yaratmadan) döşerken düşman eline düşmüş ve bu düzeltme çizgisini tam parti sathında bir düzeltme kampanyasının temeli olacak sistemli bir hat haline getiremeden işkencede şehit düşmüştür.
Bu onun son yazıları ve mektuplarında görülebilir. Sizde azıcık onur olsa iftira atmaz, araştırırsınız.
Ama tabii, o dönemler Çaru Mazumdar’ın en bayağı ve ucuz kopyası hattını izlerken bu yazıları Liberation’da göremediğiniz için (zira bunlar Liberation’da çıkmamıştır, son yazısı Bengalce Deşabrati’de yayınlanmak ve parti içinde dağıtılmak için yazılmıştır ama bu olmadan yakalanmıştır) bilmiyorsunuz.
Çünkü siz sadece onu elde edebildiğiniz birkaç Liberation sayısından biliyorsunuz. Oysa Başkan Mao diyor ki: “Araştırmayanın konuşmaya hakkı yoktur.” Sizin asla araştırma gibi bir amacınız olmadı, sadece sol pozlar vermek amacınız vardı ki bu da sizin pratiğinizle zaten hiçbir işe yaramadı.
Peki, Çaru Mazumdar’ı bu hataya iten en temel faktör neydi?
Bunun cevabı, ÇKP 9. Kongresi’nde kabul edilen (ve 10. Kongre’de geri alınan) Lin Biaocu “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin toptan zafere ilerlediği çağ” tespitindendi. Bu o dönem Uluslararası Komünist Hareket’te genel kabul gören bir görüştü. Aydınlıkçı hainler yalandan pozlar kesiyorlar ama esasen gizliden gizliye onlar da bu görüşleri savunuyorlardı.
Mesela onlar TİP 4. Kongresi’ne sundukları karar tasarısında şunu diyorlardı (“Proleter devrimcilerin TİP 4. Kongresine Karar Tasarısı – TİP 4. Kongresinin işçilere, köylülere, bütün halkımıza bildirisi”. Proleter Devrimci Aydınlık. Aralık 1970. Sayı: 26. Sayfa: 96 [16].): “(…) Bütün dünyada başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizm toptan çöküşe gitmekte, dünya halkları Sosyalizm yolunda zafer üstüne zafer kazanmaktadır. (…)” [abç]
Ama ortada bir sorun vardı: Bu çağ tespitine göre hemen harekete geçmek gerekliydi. Yani silahlı mücadele başlatılmalıydı, Söke mağaralarında radyo bültenleri dinlenmemeliydi.
İşte Aydınlık oportünistleri burada da rahatlarını bozmamak adına çağ tespitini resmi olarak farklı tuttular. Ama farklı dediğimiz de yanlış anlaşılmasın, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” değil, “proleter devrimler ve milli kurtuluş savaşları çağı” gibi bir tespiti savunuyorlar.
Allah (!) Aydınlık yazarlarından razı olsun, sayelerinde yepyeni şeyler öğreniyoruz. Eh, nihayetinde onlar bizim “kötü öğretmenlerimiz” (İK) oldular.
İK yoldaş bu sahte, saçma tespiti şöyle eleştiriyordu (“TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” (Ocak 1972). Kaypakkaya, İbrahim. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfa: 305.): “Üstelik, “proleter devrimleri çağı”na, bir de “milli kurtuluş savaşları” ibaresi eklenerek! Aynı şey 11. maddede de tekrarlanıyor: “Büyük Ekim Devrimi’nden sonra açılan proleter devrimleri ve milli kurtuluş savaşları çağı”. Sözkonusu çağa özelliğini veren şey, milli kurtuluş savaşları mıdır? O çağda milli kurtuluş savaşlarının yer almış olmasına bakarak böyle bir şey söylenebilir mi?
Hayır, söylenemez. Çağımızda da, hem de o yıllardakinden çok daha yaygın ve çok daha güçlü olarak milli kurtuluş savaşları yer aldığı halde, milli kurtuluş savaşları çağında olduğumuzu söylemiyoruz. “Emperyalizmin toptan çöküşe ve sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği çağdayız” diyoruz.
Çünkü, çağımızı diğer tarihi dönemlerden ayıran en karakteristik özellik budur. Doğu’da milli kurtuluş hareketleri, 1905’lerden itibaren başlamış ve bütün Asya’yı kasırgası içine almıştır. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra ise, yeni olan şey, karakteristik olan şey, burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir.
1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihî döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, söz konusu tarihî dönem, “milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır.”
Bu yukarıdaki eleştiri, bir ifadesi (toptan çöküşe giden çağ) hariç tamamen doğrudur.
Aydınlık oportünistleri bununla da kalmadılar, onlar asla gerçek bir mücadele yürütme, cereyana göğüs germe cesaretini gösteremedikleri için toptan çöküşe giden çağ tespitini gizleyebilmek için bu tespitin kaynağı olan ÇKP 9. Kongre raporunu çevirirken de tahrifata gittiler.
Onlar çeviriyi şöyle yapıyorlardı (“Çin Komünist Partisi Dokuzuncu Millî Kongresine Rapor (1 Nisan 1969’da okunmuş, 14 Nisan 1969’da kabul edilmiştir)”. Biao, Lin. Proleter Devrimci Aydınlık Yayınları (No: 9). 1. Baskı, Aralık 1970. Sayfalar: 47-48.; not: abç.): “Mao Zedung Düşüncesi, emperyalizmin tam çöküşe ve sosyalizmin dünya çapında zafere doğru ilerlediği çağın Marksizm-Leninizmidir.”
Emperyalizm nedir? Emperyalizm, çöküşe giden kapitalizmdir (Lenin). Doğal olarak sınıf savaşlarının ve tarihin ilerleyişinin sonucu olarak emperyalizm çökerken sosyalizm yükselir. Lakin emperyalizm, zayıf halkalardan, parça parça çözülür (elbette ki bu emperyalist devletlerde devrim olamayacağı anlamına gelmez).
Toptan çöküş çağının hatası buradadır: Emperyalizmin parça parça çözüleceğini ve yok olacağını reddetmek. İşte Aydınlık oportünistleri burada kelimelerle oynayarak “toptan” ifadesini “tam” yaparak güya bu yeni çağ tespitini perdelemeye, hasır altı etmeye ve nihayetinde kendi sağcılığını gizlemek için temel oluşturmaya çalışmışlardır.
İşte bunlar böyle hain ve rezillerdir!
Onlar cereyana göğüs germe cesareti gösterip bu teoriyle doğru bir şekilde yüzleşeceklerine bunu tahrifatla hasıraltı etmeye çalışmışlardır. Bir de Aydınlık ocağından çıkma çakma anarşist bayımız Gün Zileli “İbrahim bunu savundu sol sapmaydı, Aydınlık savunmadı daha doğru çizgideydi” mealinde yazılar yazıp güya tarihi eğip bükmeye baksın, biz biliyoruz ki o bayımız da Aydınlıkçı karakterini iyi özümsemiştir.
İşte Çaru Mazumdar’ın da, İbrahim’in de tali hatalarının temeli bu çağ tespitindedir ve bu tespiti Çaru’nun ardılları, İbrahim’inse direkt kendi kurduğu partisi mahkum etmiş ve sol hatalarını düzeltmiştir. Bir de Aydınlık hainleri sağ oportünist faaliyetlerine “Aydınlıkçılar da o dönem solculuktan etkilendi yeaaa” diye utanmadan kılıf örerler, ne alçaklık ama!
Şimdi, gelelim Çaru Mazumdar’ı kim taklit etti meselesine. Peşin peşin konuşalım: TKP (M-L)’nin Çaru Mazumdar ve HKP (M-L)’den alınma tek bir hatalı görüşü vardır, o da “Halkın Birleşik Cephesi ancak bir veya birden çok bölgede Kızıl Siyasi İktidar kurulması ardından kurulabilir” şeklindeki görüştür.
Ki bu hatalı görüş TKP (M-L) 1. Konferansı’nda mahkum edilmiştir. Bundan öte hiçbir görüşleri yoktur, zaten Aydınlıkçılar da ne 1975’de (illegal) yayınladıkları TİİKP YDK öz eleştirisine eleştirilerinde (komiktir ki, sonraları TKP (M-L)’yi Çaru Mazumdarcılıkla suçlayanlar, bu eleştiride Çaru Mazumdar’ın yazılarını kullandılar! Bir hata düşünün ki aynı hatayla düzelsin, bir zehir düşünün ki panzehiri aynı zehir olsun!) ne de başka bir yerde aksini ispat edememişlerdir. Bundan öte her şey bir yalan ve riyadan ibarettir.
Hüseyin Karanlık eski Aydınlıkçı, girsin Aydınlık arşivine böyle bir yazımızı bulsun, hodri meydan!
Kaldı ki, Aydınlıkçılar’ın Halk Savaşı gibi bir dertleri bile kalmamıştır ki bugün (daha doğrusu, lafazanlıktan ve Söke’de mağaralarda saklambaç oynamaktan başka zaten en baştan hiç olmadı) HBC meselesine kafa yorsunlar.
Onlar hakim sınıfların temsilcisine (AKP) ve onların en geri işbirlikçilerine (MHP) yurtsever, milli diyerek zaten kendi “cephe”lerini kurdular. Dün CGP’ye “bizim çizgimize geldi” diyorlardı, bugün de AKP’ye.
Aydınlık kampüs odalarında dolaplarına örgüt belgeleri yıkacak kadar lakayt olan şeflerce yönetilen bir hareket olduğu için, sağcı ve pasifist özü dolayısıyla devrimci gençlik hareketinden koptu, birkaç inanmış devrimcinin devrimci faaliyeti dışında çok övdükleri “50.000 tirajı vardı” dedikleri “silahımız” ilan ettikleri İşçi-Köylü gazetesini kendiliğinden gelişen köylü hareketlerinde ve grevlerde dağıtmaktan başka bir faaliyet gütmeyen, ekonomist faaliyetine dayanarak devrimci gençlik hareketinin tümünü “maceracı” ilan edip köşelerinde yazılar düzerek “revizyonizmle ve maceracılıkla” mücadele ettiler.
Hüseyin Karanlık’ın yazıda bahsettiği “Aydınlıkçılar 1970 -1974 yılları arasında Türkiye devrimci hareketini kasıp kavuran “sol” maceracı ve bireysel terörist çizgiye karşı adeta tek başına mücadele yürüttüler, aralıksız ve kapsamlı eleştiri ve aydınlatma çabalarıyla bu çizginin verdiği zararları en aza indirmeye çalıştılar”şeklindeki Erbakanvari palavranın özü budur. Bunlar devrimci gençlik hareketinden tecrit oldukça sağcı özlerini gizlemek için lafazanlıkta kendilerini aştıkça aştılar.
Önce Başkan Mao’ya suya düşen yılan misali (evet! bunları en iyi ifade edecek kelime budur: Yılan!) sarıldılar. Yani PD Aydınlık hareketi başta “Maocu” değildi, yani ASD-PDA ayrılığının temeli “Maocu-Kübacı” ayrılığı değil, sağcılar ve solcuların ayrılığıydı, “Mao Zedung Düşüncesi” bunların sonradan sarıldıkları bir mevzidir.
Sonra baktılar ki ASD (ve sonradan onun içinden çıkan Kurtuluş [THKP-C]) çevresi de Mao lafazanlığı yapıyor, bunlar daha da öteye gidip çözümü inanmış bir komünistin, Çaru Mazumdar’ın imajını istismar ederek buldular. Artık onlardan devrimcisi yoktu! Köyler arasını yayan dolaşarak en proleter olduklarını kanıtlıyorlardı! Ama Çaru Mazumdar’ı asla özde savunmadılar, onu tahrif ettiler, onun görüşlerini gizlediler.
Şimdilerde Aydınlık köşelerinde tarihçilik yapan Hikmet Çiçek’in de imzasının olduğu bir yazıda, 1976’da Aydınlıkçılar ve Çaru Mazumdar meselesine şöyle değiniliyordu: (“Aydınlık Dergisine Cevap – Revizyonizm Yıkılacak Marksizm-Leninizm Er Geç Zafere Ulaşacaktır”. Günçiner, Ertan. Çiçek, Hikmet. Çubukçu, Aydın. Halkın Kurtuluşu Yayınları. 1. Baskı, 1977. Sayfalar: 16-18.):
“(…) o dönemde PDA içinde bir takım gelişmeler oluyordu. PDA şeflerinin her zaman değişmez tek ilkesi olan, ilkesiz tekkeyi ayakta tutma, taraftar toplama çabalarının bir parçası olarak PDA sayfaları Çaru Mazumdar’ın yazıları ile dolduruluyor, PDA yazarları bağnaz Çaru Mazumdar’cı geçiniyorlardı. Hattâ Çaru Mazumdar’cılık yoluna öyle ileri gittiler ki Çaru Mazumdar’ın Hindistan için önerdiklerini (ateşli olmayan silahlarla mücadele etmek gerektiğini, sınıf düşmanlarına karşı tırpan, orak, mızrak kullanmak gerektiğini[,] köylere yürüyerek gitmek gerektiğini vb.)
Türkiye için savundular ve savunduklarının tehlikesiz olanlarını da bir dönem uyguladılar. Bu sıralarda PDA içinde bazı unsurlar Çaru Mazumdar’ın örgütlenme ve mücadele anlayışı doğrultusunda çalışmayı önermeye başladılar. PDA yazarlarının iki yüzlü, ilkesiz, korkak nitelikleri bir kez daha açığa çıktı. Bir yandan Çaru Mazumdar’a sahip çıkmaya devam ediyor, bir yandan da Çaru Mazumdar’ın çeşitli temel yazılarını dağıtan söz konusu kişileri engellemeye çalışıyorlardı. İşte bizler, bu sırada, PDA yazarlarının korkak, ilkesiz ve iki yüzlü tavırlarını teşhir etmek için birkaç kez kadrolar önünde bu konuda sorular yönelttik: «Çaru Mazumdar’ın görüşlerini benimsiyorsanız neden bazı yazılarının dağıtımını engellemeye çalışıyorsunuz ve yine neden o görüşlerin gereğini yerine getirmiyorsunuz? Yok eğer, benimsemiyorsanız neden sahip çıkıyor gözüküyorsunuz?»
Şimdi bizleri «Çaru Mazumdar»cılıkla suçlamaya kalkışan zavallı Aydınlık yazarlarından biri o zaman sorumuzu şöyle cevaplandırmıştı: «Yazıların dağıtımını polisin eline geçmesini önlemek, mücadele yöntemlerimizin deşifre olmasının önüne geçmek için kontrol altına almaya çalışıyoruz.»
Aydınlık yazarları, her meselede aynı tutumu izlemişlerdir. Saflarını ayakta tutabilmek için ortama ve nabza göre şerbet vermiş, cesaret ve fedakârlık gerektiren her mücadele biçiminde –lafta savunmanın şampiyonluğunu kimseye bırakmadıkları halde– sıra işe gelince yan çizmişlerdir. Aydınlık tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur. Burada yalnızca konuyla ilgili olanı açıklamakla yetiniyoruz.
(…)”
Yine Aydınlık’ın 1977’deki bahsettiğimiz yazısına eleştiride MLM Hareket şöyle diyordu (“Aydınlık Dergisinin Devrimci Harekete Yönelttiği İftiralara Cevap”. Le-Ya Yayınevi [Belgesel Yayınlar Dizisi – No: 1.]. 2. Baskı [Le-Ya’da 1.], 1978. İstanbul. Sayfalar: 21-22.; not: yazım ve imla hataları orijinaldeki haliyle alınmıştır):
“PDA REVİZYONİZMİ, ÇARU MAZUMDAR’IN GÖRÜŞLERİNİ KENDİ PASİFİST VE TESLİMİYETÇİ POLİTİKASINA BİR KUVVET İĞNESİ OLARAK AŞILAMAYA ÇALIŞIYORDU
Yazar şöyle diyor:
«1970 yılı içinde ilk ortaya çıktığında tasfiyecilerin temel özelliği, Marksizm – Leninizmi çok kaba bir biçimde kavramaları Hindistan Marksist-Leninist Komünist Partisi Başkanı Çaru Mazumdar’ın fikirlerini bir Kuranı Kerim gibi aynen Türkiye’ye uygulama yönündeki tutumlarıydı» (S. 26).
Yazar revizyonist PDA merkezinin ve bu merkezin aşırı sağcı hattına karşı özünde sağ fakat görünüştü sol olarak ortaya çıkan pasifist grubun işlediği ortak günahları Kaypakkaya ve arkadaşlarının sırtına yıkmaya çalışıyor. Birinci olarak Çaru Mazumdar’ın fikirlerini ilk defa tercüme edip, yayan ve yayın organlarında basan PDA revizyonizminin merkeziydi. İkinci olarak bu fikirleri «bir kuranı kerim gibi aynen» uygulamak isteyen PDA ileri gelenleriyle söz konusu guruptu.
Bu fikirlerin en hararetli savunucusu PDA liderinin en yakın arkadaşlarıydı. Onlar Çaru Mazumdar’ın fikirlerinden hareketle, ülkemizde «kitlelerin harekete geçmesini engeller» gerekçesiyle «sınıf düşmanlarının ateşli silahlarla imha edilmesinin hatalı» olduğunu savundular; «Düşmanın silahlarıyla silahlanma eğilimini zayıflatır» gerekçesiyle «halkın kendi imkanlarıyla silahlanmasının ve bundan dolayı da silah kaçakçılığının zararlı olduğu»nu savundular.
Gençliğin, silahlı faşist saldırılara karşı ««gençliğin parasıyla» silahlanmasına karşı çıktılar. Bunun gibi birçok teslimiyetçi fikrin kadrolar arasında yaygınlaşmasına çalıştılar. Kaypakkaya ve arkadaşları bu tip fikirlerin saçma olduğunu, teslimiyetçi ve pasifist eğilimlerin kılıfı olduğunu ve özünde siyasi mücadelenin silahlı biçimlerini reddettiğini, hakim sınıfların işine yaradığını ileri sürerek, bunlara karşı çıktılar. PDA revizyonistleri gerçekte Çaru Mazumdar’ın Hindistan şartları için yazdığı görüşlerini kendi pasifist ve teslimiyetçi politikalarına bir kuvvet iğnesi olarak aşılamaya çalışıyorlardı.”
Bu kadar örnek yeter ama ek olarak bir örnek daha vermek istiyoruz: Aydınlık’tan Kaçanlar isimli kitaptan Cengiz Çandar’ın bir anlatısını. Aydınlıkçılar bu kitap ilk çıktığında (kimi haklı noktalara da değinerek) bu kitaba dair çokça karalamada bulundular. Onlar için bu kitap yok hükmünde gibi bir şeydir, o yüzden biz de sadece ek olarak veriyoruz.
Ama verilen anlatı ister doğru, ister yalan olsun bu zihniyet o dönem (dönemin tanıklarınca defalarca vurgulandığı üzere) Aydınlıkçılar’da vardı ve bunlar da yaşandı. O yüzden kendileri gelir ister kâle alır ister almaz, açıkçası ne düşündüklerinin bizce bir önemi yoktur (“Aydınlık’tan Kaçanlar”. Aytav, Erkam Tufan. Ufuk Yayınları. 1. Baskı, 2013. Sayfalar: Cengiz Çandar bölümü 16-18 [Kobo dijital e-kitap versiyonu]):
“Polatlı ovasına gittim ben ilk. Polatlı Ovası ve Porsuk ırmağı boylarını adım adım dolaştım. Malatya kırsalını da iyi bilirim. Tohma suyunu, vs. Sonra, Şahin [Alpay]’le Ömer Madra’yla birlikte Ege’de köy çalışmaları yaptık. Şahin daha sonra Dersim’e ve bir süre Adana’ya da gitti. O sırada bir de kural var, motorlu araca asla binmeyeceksin.
Çünkü motorlu araç sahibinin, örneğin traktörün sahibinin ancak zengin köylü ya da orta köylü olması lazım. Yoksul köylünün parası yok ki motorlu aracı olsun. Sen eğer motorlu araca binersen ve bu yoksul köylülerce görülürse, onların güvenini yitirirsin. Konuşacağın bir şey kalmaz. Çaru Mazumdar öğretisi öyle diyor. Motorlu araca binmemek, her yeri yaya dolaşmak gibi kurallar var.
(…)
Bir gün trenle Polatlı’ya gittik. Yanımda iki kişi daha… Onlar bu kuralları bilmiyor. Pratik içinde ben onlara anlatacağım ve öğreteceğim. Polatlı’da indik trenden, birkaç köy adı ve çeşitli adresler var, oralara gideceğiz. İşçi Köylü Gazetesi aboneleri var. Onlardan ötürü köy isimlerini ve adreslerini biliyoruz. Öyle olanların evlerinde kalacağız, ayrıca bir takım köylere uğrayacağız. Propaganda yapacağız. İndik trenden, başladık yürümeye. Bir-iki saat yürüdük.
Orta Anadolu’nun köyleri arasında da inanılmaz mesafeler var. Boş alanlar. Bir tane dikili ağaç da yok ortada, buğday tarlaları uçsuz bucaksız. Sonra bir tane traktör geldi işte uğurlar ola nereye falan diye sordu. Dedik bilmem ne köyüne, ‘Atlayın benim yolum da oradan geçiyor’ dedi. Ben ‘Yok’ dedim, ‘biz yürüyeceğiz’. ‘İki saat daha var oraya yürürseniz, ben yarım saate varmaz ulaştırırım’ diye ısrar etti. ‘Yok, biz yürürüz’ dedim. Yanımdakiler de ‘Binelim abi neden binmiyoruz’ diye tutturdular.
Onlara, ‘Ben size sonra anlatırım’ dedim. Bizimkiler, anlamıyor, ‘İki saatlik yolumuz varsa binelim’ diye bastırıyorlar. ‘Siz karışmayın lafa’ dedim. Bizi götürmek isteyene de ‘Yok, hemşerim binmiyoruz. Sen git işine’ diyerek onu gönderdim. Sonra yürüdük, yürüdük geldik gideceğimiz köye. Karanlık da basmıştı, bulduk evi. Bir göz, bir oda, gariban bir ev. Ev sahibi cömertti. Bize sucuklu yumurta falan ikram etti. Biraz sohbet ettik. Zengin köylülerin ne kadar tehlikeli olduğunu, toprak mülkiyetinin köylüyü sömürdüğünü, bunlara izin verilmeyecek bir düzen kurulması gerektiğini anlattık ettik.
Ertesi sabah yolumuzun üzerindeki bir başka köye gitmek üzere ayrıldık. Orada tanıdığımız biri yok, kahveye gideceğiz sohbet edeceğiz. Bu arada ben sigara içmiyorum oğlanlara da habire ‘sigara içmeyin’ diyorum. ‘Niye yasak mı’ diyorlar, ‘yani iyi bir şey değil’ falan diyorum, ‘hepimizin sağlığı çok iyi olması lazım, sigara iyi bir şey değil; burjuva zaafı’ diyorum. E, motorlu taşıtlara bindirtme, sigara içirtme nasıl anlatacağım falan derken kahveye girdik.
Girdik ve bir kahkaha koptu. Komik bir halimiz var acaba diye bakındım. Meğerse, bir gün önce bizi traktörüne bindirmeyi teklif eden adam o köydenmiş ve o sırada kahvedeymiş. Bütün köye bizi anlatmış, ‘Üç tane manyağa rastladım, araca binmiyorlar kardeşim illa yürüyeceklermiş’ diyerek. ‘Deliler buraya da mı yayan geldiniz? Allah akıl fikir versin size, neden yaya geldiniz?’ diye sordu. Lafı dolandırdık. İçimden dedim ki ‘Ciddiye almıyorlar ki bizi bu adamlar, ne konuşacaksın bu adamlarla, ne anlatacaksın?’ Bütün karizmamız gitmiş vaziyette, üç tane geri zekâlı diye bakıyorlar sana.”
(Devam edecek
Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-3/6
Yazarın Notu: Yazıya girmeden önce şunu açıkça belirtmek istiyoruz: Aşağıda yazılan bütün görüşler yazarını bağlayan şahsi görüşlerdir. Bu yazıda yazan her şey aksi belirtilmedikçe yazarının şahsi görüşüdür.
***
Aydınlıkçılar inkar ederse diye belirtelim, o dönemde “bir Dev-Gençli” üzerinde ele geçen köylerde yapılacak faaliyet üzerine bir talimatın ilk maddesinde “Köyler arasını mutlaka yaya yürüyün” yazmaktadır. (“Türkiye Gerçekleri ve Terörizm – Beyaz Kitap”. “Başbakanlığın emri ile bakanlıkla rarası bir kurul tarafından hazırlanmıştır”. 1. Baskı, 1973. Ankara. Sayfalar: 104-105 [104].)
Bu konu üzerinde son bir hususa değinmek gerek: Yıllar sonra Oral Çalışlar Aydınlık’ın bu iftirasını “’68: Başkaldırının Yedi Rengi” kitabında dillendirdi.
Kitapta bahsi geçen olay özetle şu: İbrahim tamam yokluk içindeyken ve kalacak bir yer bile yokken (Oral bey böyle dolduruyor arka planı ama bu iddia gerçekse hareketin kalacak yer bile temin edemeyecek kadar kitlelerden kopuk sağcı pratiğine ses etmiyor!) “Şimdi ne düşünüyorum biliyor musun?” diye söze girip zalim bir toprak ağasının öldürülmesini, sonra partinin propagandadan görevli bir gerilla birliğinin köye gidip devrimci propaganda yapan bir oyun sahnelemesini hayal edişini anlatıyor.
Bu olayın doğruluğu-yanlışlığı, kaynağın güvenirliği vb. her şey bir yana, bahsi geçen olay yalnızca bu kadarla sınırlı ve bu olaydan dolayı “İbrahim hayalci, sübjektif, Çaru Mazumdarcı” vb. oluyor.
Bunun üzerine o dönemler devrimci-sosyalist basında kimi yazılar çıktı ama biz gereksiz yere teferruata girip de böyle boş bir mesele üzerine yazıyı uzatmaya gerek duymuyor, Kutsiye Bozoklar’la o dönem yapılan bir röportajdan ufak bir alıntıyla geçiyoruz (“Kutsiye Bozoklar İle Söyleşi”. Yeni Demokrasi. Haziran 1989. Yıl: 3. Sayı: 22. Sayfalar: 35-36.):
“(…) Geçenlerde, geçenlerde dediğime bakmayın epey oluyor. Oral Çalışlar’ın “68 Başkaldırının Yedi Rengi” adlı kitabını okuyordum. Çalışlar bilirsiniz, eski Şafakçılardan. Kitapta, İbrahim arkadaşı Çaru Mazumdarcı göstermiş. ‘Şafaktan kopuş’ deyince aklıma geldi de. Mazumdar, Hintli bir devrimci köylü önderiydi. 72’de öldürüldü sanıyorum. Halk Savaşını savunuyordu. Ama “halkın silahı yoksa öncü de silahsız olmak zorundadır” şeklinde özetleyebileceğimiz bir görüşü vardı. Çalışlar kimi şeyleri daha iyi bilir belki. Benim bildiğim de şu: Biz Çaru Mazumdar’ı Şafakçılardan öğrendik. İbrahim arkadaş ‘halk savaşı’ diyordu, doğru. ‘Silahı düşmandan alacaksın’ diyordu, o da doğru. Ancak, ‘halk baltayla savaşıyorsa sen de baltayla savaşacaksın’ hiç demiyordu. Ayrılık döneminde Şafakçıların Söke dağları ve de balta öykülerini çokça dinledik. Dürüst olmak, yalnızca insanca bir erdemdir.
(…)”
Evet! Dürüst olmak yalnızca insanca bir erdemdir ve Aydınlıkçılar bu erdemden yoksundur.
2 – Garbis Altınoğlu-Adil Ovalıoğlu çevresi TİİKP’den nasıl ve neden koptu ve İK yoldaşın bunlara karşı tavrı neydi?
Bu çevre hakkındaki kısmı iki bölümde inceleyeceğiz:
- Bu grup neden koptu ve proleter hareket ona nasıl tavır aldı.
- Bu grupla birlikte adı sıkça birlikte geçen Adil Ovalıoğlu meselesi ve HKP (M-L)
- a) Aydınlık yazarı şöyle diyor: “Çaru Mazundar’a -ve tabii Garbis Altınoğlu’na- göre, ‘Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerde [revizyonist bay sanki Çaru Mazumdar Türkiye’nin piriymiş gibi onu Türkiye hakkında konuşturuyor, peki niye böyle yazıyor? Çok açık, o yarı-feodal yarı-sömürge yapı demekten kaçınıyor, çünkü ülkenin niteliğinin bu şekilde belirlenmesinin o şartlara uygun örgütlenme gerektirdiğini, bu tür bir sosyo-ekonomik yapıya sahip ülkede kurtuluş yolunun Halk Savaşı’ndan başka bir yol olmadığını biliyor! –BN], özellikle de kırsal bölgelerde silahlı mücadele koşulları olgunlaşmıştı. Derhal mücadeleye girişmek gerekirdi. Şehirlerde çalışma yapmak ve örgütlenmek revizyonizmdi (sağ sapma). Çünkü şehirler emperyalizmin egemenliği altındaydı [!!! Tespite bakın, şehirler emperyalizmin altında (ama nasıl, sömürge mi, yarı-sömürge mi, bağımlı mı; hiçbir ifade yok!) ama kırlar değil, emperyalizm azar azar işgal ediyor herhalde! –BN]. Aynı şekilde yasal faaliyet yapmak, yasal yayın organı çıkartmak, yasal parti ve örgüt kurmak da oyalanmak olurdu, revizyonizmdi!'”
Bazı kıvırmaları ve yuvarlak lafları es geçersek cidden bunların görüşlerinin özü buydu.
Zaten Aydınlık sağcıları, bu kişilerin kötü ününden yola çıkarak TKP (M-L)’ye birçok iftirada bulunup bunların görüşlerini bizimmiş gibi gösterme siyasetiyle hep bize saldırdılar.
Hatta bir yerden sonra “tasfiyeciler” diye genel geçer ifadeyle kimi kastettiğini belirtmeden “şunu savundular, bunu savundular” minvalli yazılarla bu hainlerin tezleriyle bizi zan altında bırakmak istediler. Nitekim bu yazıda da yazar “Ne var ki, Garbis Altınoğlu’nda en katı ifadesini bulan görüşler, kısa bir süre sonra, biraz daha sulandırılarak İbrahim Kaypakkaya ve bir grup arkadaşı tarafından savunuldu” diyerek bu küllenmiş palavrayı ortaya atmakta beis görmemiştir.
Bunlardan devrimci onuruna sahip olmalarını beklemiyoruz, zira nasıl MHP’de bu onurun temeli yoksa bunlarda da yoktur. Biz bunlardan en azından, bir nebze bile olsa insanlıktan gelen onuruna sahip olmalarını, bu kadar pervasızca yalan uydurmamalarını isterdik.
Ama bu hainler, bütün ömürlerini Marksizm-Leninizm-Maoizm’in zaferine düşmanlık üzerinde var eden bu alçaklar buna bile sahip olmadıklarından, yüzleri bile kızarmaksızın en pervasız yalanları sıralamakta beis görmemişlerdir.
Bu tasfiyecilerin ortaya çıkışının öyküsü nedir? Bunlar, 15-16 Haziran sıkıyönetimi sonrası pratiğiyle birlikte proleter kadrolarla aynı dönemlerde ama proleter kadroların aksine Marksizm çerçevesinden değil, küçük-burjuva, sözde sol özde sağ oportünizmin penceresinden Aydınlık hareketine muhalefetlerini başlattılar.
Bunların yürüttüğü muhalefet ile proleter hareket kadrolarının muhalefetinin temel görüşleri somutlaşmamış haliyle farklıydı, farklı olmasına farklıydı ama henüz tam olarak sistemleşme evresine girmediğinden, yani Aydınlık içindeki muhalefet genel geçer bir akım olduğundan proleter hareketin kadroları da bütün muhalif kadrolar gibi bunlarla birlikte merkeze muhalefet etti. Bu proleter kadroları aynı görüşten kılmaz.
Ama sınıf mücadelesi iyi bir süzgeçtir, aynının aynıyla bütünleşmesini sağlar. Proleter hareket bunların tasfiyeci görüşlerinin oluşmasıyla birlikte bunlarla arasına kesin ayrım sınırını daha Nisan toplantısı öncesinde çekti. Bunlar Nisan toplantısında TİİKP’nin genel olarak çizgisine karşı oy veren 8 kişiden 5’ini teşkil etmektedirler.
2 kişi ise (İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu) MLM muhalefetin DABK’deki önderleridir. Bunlardan kalan 1 kişi Nisan toplantısında proleter hareketin kadrolarıyla hareket etmiş, sonra önce Aydınlık revizyonistleriyle uzlaşıp atalarının yanına dönmüştür.
Bu burjuva unsur lakin son anda Aydınlıkçılar’ın sağcı çizgisinin bir savunucusuydu.
Uzun olmakla birlikte Genel Eleştiri’den bu konudaki bütün başlığı alacağız, çünkü İbrahim Kaypakkaya yoldaş hem genel olarak hem de aynı zamanda teferruatıyla (bu yüzden Aydınlıkçı hainler Genel Eleştiri’ye bir dönem “itiraf ve ifşaat örneği” dediler!) anlatmıştır.
Elbette ki o isimleri muhafaza ederek, sadece çok gerektiğinde içindeki kimi harflerden (o da belli bir biçimi olmadan) seçerek isimlerini kodlayıp yazarken onlardan bahsetmiştir. Peki onu teferruata iten nedir?
Aydınlıkçı alçakların en pişkince yalan ve iftira ortaya atmaları tabii ki. Bunun içindir ki bugün bile onlar Nisan toplantısında oy verilen şeyleri çarpıtıp “şehirlerde mücadele revizyonizmdir [!!!], dergi çıkartmak [!!!, ama hangi dergiyi, hangi koşullarda, hangi perspektifle; bahis yok! –BN] revizyonizmdir, kırlar tek [!!!]mücadele alanıdır” gibi ipe sapa gelmez revizyonist tezleri ortaya attığımız iddialarını yaydılar. Bunlar tabii ki kuru yalandan ibarettir ama gecekondularda, fabrikalarda faaliyet yürüten Meral Yakar yoldaşımızın yaşamı ve mücadelesi birincisine, çıkarılması düşünülen Halk Savaşı ve/veya İşçi Köylü Kurtuluşu dergisinin niteliği üzerine yazışmalar ikincisine, 12 Mart sürecindeki İstanbul-Dersim-Malatya bölgelerindeki faaliyetler de üçüncüsüne cevap niteliğindedir.
Mesela İbrahim Kaypakkaya yoldaş İsmail imzasıyla yazdığı “Bir Köylük Bölgeden Yönetici Yoldaşlara Mektup” başlıklı mektubunda şöyle diyor (“Bir Köylük Bölgeden Yönetici Yoldaşlara Mektup” (7 Aralık 1972). İsmail [Kaypakkaya, İbrahim]. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfa: 305.):
“Şafak revizyonizminden ayrıldıktan sonra, onun okumaktan ibaret olan sağ çizgisine bir tepki olarak, aksi yönde bir hata doğdu. İdeolojik ve siyasi eğitim bir ölçüde ihmal edildi, önemsenmedi. Bu hatayı en kısa zamanda düzeltmeliyiz. Pratik faaliyetle sımsıkı birleştirilmiş siyasi ve ideolojik eğitim faaliyetine süratle girişmeliyiz. Bunun için bence şunlar yapılmalıdır: Devrimimizin çeşitli meselelerine ışık getiren, çizgimizin, politikamızın ve programımızın propagandasını yapan merkezi bir yayın organı en kısa zamanda çıkarılmalıdır. [abç]
Bunun için zaten karar alınmıştır. Bölgenizde bu yayın organını basmak, çoğaltmak ve yaymak için derhal hazırlıklara girişmeli ve bu hazırlıkları kısa zamanda tamamlamalısınız. [abç] İkincisi, kadrolar arasında sık sık tecrübelerin özetlendiği tartışmalar açmalısınız. Saflarımızda canlı bir tartışma ortamı yaratılmalı, sürekli bir şekilde yanlışlar atılmalı, doğrular benimsenmeli, tecrübe alışverişi yapılmalıdır. Üçüncüsü, başka ülkelerin devrimci tecrübelerinin sentezi olan Marksist-Leninist eserler, bizim pratik faaliyetlerimize ışık tutması amacıyla uygun bir program dâhilinde okunmalı ve tartışılmalıdır.
Bütün bu söylediklerimizi yerine getirdiğimiz takdirde, hem genel olarak bir seviye yükselmesi olacaktır, hem de özel olarak geri ve tecrübesiz arkadaşlar hızla ilerleyecekler ve tecrübeli kadrolar haline geleceklerdir.”
Peki yayın nasıl olacaktı? TKP -ML İddianamesi’nde geçen şu not bunu açıklıyor (“Kutsiye Bozoklar: Kelepçeye İnat Hayat”. Erdoğdu Çelik, Mukaddes. Ceylan Yayınları. 1. Baskı, Kasım 2014. İstanbul. Sayfa: 51.):
“yayın organı için taslak: yazılar üç türden olabilir: 1. siyasi olayların tahlili, 2. Tecrübelerin özetlenmesi. (Yayın organımız teorik bir organdır. Propaganda aracıdır. Şafak gibi haber bülteni ajitasyon bildirisi karması ucube olmamalıdır. Siyasi olayların tahlili ve tecrübelerin özetlenmesi esas muhtevayı teşkil etmeli, en çok bunlara yer ayrılmalıdır. Şafak’ta olduğu gibi hakim sınıflar arasındaki çelişmeleri yansıtan dedikodulara yer vermemeliyiz. Haberler sınıf mücadelesinden gelmelidir.) 3. Edebi yazılar: gerekli görülürse demokratik halk edebiyatımızdan örnek hikayeler ve şiirler yayınlanabilir. Haberler kısa tutulmalı. Siyasi yazılar yüzde 75, edebi ve haber yüzde 25’i geçmemeli.”
Baylar, biz sizin yalanlarınızı çürüttükçe sizler yalan üstüne yalan türetmekte durmuyorsunuz. Onursuz birer yalancı ve iftiracısınız. Biz yüzünüze tükürme hakkımızı şimdilik mahfuz ediyoruz.
Bu tasfiyeci klikle ilişkimize dair iddialara gelince, biz susalım İbrahim Kaypakkaya yoldaş konuşsun (“Şafak revizyonizmi ile aramızdaki ayrılıkların kökeni ve gelişmesi: TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Revizyonizminin Genel Eleştirisi” (Haziran 1972). … [Kaypakkaya, İbrahim]. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfalar: 449-451.):
” ‘Tasfiyeciler’ Meselesi
PDA revizyonizmine karşı giriştiğimiz mücadelede bazı “yol arkadaşları” sonradan hem teoride, hem de pratikte bizden ayrılarak her türlü mücadeleye yan çizdiler. Bu kavga kaçağı alçaklar, belli bir dönemde PDA revizyonizminden daha tehlikeli bir hale geldiler. Şehirlerdeki mücadeleyi tamamen reddettiler. Legal faaliyeti ilke olarak reddettiler. Somut şartların somut tahlili ilkesini yani Marksizm’in özünü reddettiler. Böylece PDA revizyonizminin ekmeğine yağ sürdüler. Ona, sağcı hatalarını haklı çıkarması için demagoji imkânı sağladılar.
Bu darkafalı, pasifist ve yüreksiz burjuvalar, daha sonra Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i okumanın gereksiz ve hatta zararlı entelektüel bir çaba olduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Merkeziyetçi bir proletarya partisi örgütlemenin faşizm şartlarında zararlı olacağını savunacak kadar gülünçleştiler.
Hâkim sınıfların baskı ve zorbalıklarının iyice şiddetlendiği bir dönemde, “şimdiki görevimiz dağılmak ve kendimizi unutturmaktır” diyecek kadar hainleştiler. PDA revizyonizmi ile mücadeleyi terk ettikleri gibi, hâkim sınıflarla mücadeleyi de terk ettiler. Zaten kendileri daha da adi revizyonistler olup çıktılar. Evlerine, okullarına, kendi rahat köşelerine döndüler.
Bunların ihanet teorileri birçok burjuva unsurun imdadına yetişti. Bu unsurlar, kızışan sınıf mücadelesini terk etmek için yukarıdaki teorilere dört elle sarıldılar. Fakat bu arada bazı militan arkadaşların da kafasını bulandırdılar.
Onları sıkıyönetimin bulanık havasından faydalanarak kendi peşlerine taktılar, pasifleştirdiler, mücadeleden kopardılar. Bunların başını çeken S.U. [Garbis Altınoğlu –BN] ve L.U. [Adil Ovalıoğlu –BN] hainleri ile bağlarımızı Nisan Toplantısı’ndan önce kopardık.
PDA revizyonizminin güvenilir adamı T.N. haini ise, önceleri PDA revizyonizmine bizimle birlikte karşı çıktığı halde, sonradan onunla uzlaştı. Nisan Toplantısı’nda, “Sosyalist Kurultay”ın toplanması, legal bir partinin kurulması ve legal yayın organlarının güçlendirilmesi yolunda oy kullanarak PDA revizyonizmine iltihak etti. Sıkıyönetimin ilân edilmesiyle birlikte de ortadan kayboldu.
Şimdi PDA revizyonistleri bizi, bu kişilerle birlikte hareket etmiş olmakla suçluyor. Onların zırva teorilerini bize de maletmeye çalışıyor. Bu, sahtekârlığın daniskasıdır.
Çünkü birincisi, “Tasfiyeciler” saflarında ilk başta bizimle beraber hareket edenler olduğu gibi son ana kadar PDA revizyonizmine dâhil olanlar ve sürekli olarak ortada yalpalayanlar da vardı. İkincisi, biz bu kişilerin yanlış fikir ve tutumlarına asla katılmadık.
Fakat, ilk başta PDA revizyonizmi ile mücadeleyi daha önemli gördüğümüz için bunlara karşı uzlaşmaz bir mücadele açmayı da doğru bulmadık. Hem, bu şahıslar, zırva teorilerini bir anda değil, zamanla geliştirdiler. PDA revizyonizminin sağ çizgisine karşı, bazı noktalarda bunlarla aramızda kurulan birlik, bunları aksi yönde aynı ölçüde sakat teori ve pratikleri ortaya çıktıkça ayrılığa dönüştü.
Bir açının iki kolu arasındaki mesafe başlangıçta çok küçük olduğu halde, başlangıçtan uzaklaştıkça nasıl büyüyorsa, bunlarla bizim aramızdaki mesafe de, bunlar kendi doğrultularında yol aldıkları ölçüde, öyle büyüdü. Bunların alçaklıklarını, hainliklerini, pasifist, darkafalı, idealist burjuvalar olduklarını suratlarına çarptık.
Şimdi, PDA revizyonistleri bu gerçekleri küllemeye çalışıyor. Bizim savunmadığımız ve katılmadığımız görüş ve tutumları bize de malederek bir yandan kendilerinin geçmişteki kesin sağcı çizgilerinin lehine sonuçlar çıkarmak, öte yandan da bizim şimdiki eleştirilerimizi zayıf düşürmek istiyor. Bu tilki kurnazlığı ancak burjuva baylarımızı yaralar, bizi değil.
Söz konusu sapmayı doğuran etkenlere gelelim. Bu etkenlerden birisi ve tayin edici olanı, kavga kaçaklarının sınıfsal nitelikleridir. Bunların çoğu, köken ve yaşayış tarzı itibarıyla burjuvadır.
Sınıf mücadelesinden kopuk, işçi ve köylü kitlelerine yabancı, özünü hiçbir zaman kavrayamadıkları kitapları cümle cümle ezberleyerek yetişmiş entelektüel beylerdir. Sınıf mücadelesinin sertleşmesi karşısında bunların mücadele meydanını terk etmeleri çok doğaldır. Dökülmelerine teorik bir kılıf geçirmek ihtiyacı ile de yukarıda kısaca sıraladığımız zırvaları ileri sürmüşlerdir.
Bay A.Z, bu dökülmelerin İstanbul’da olması sebebiyle sonuçtan bizi sorumlu tutuyor. “Bölücülüğün özellikle bu hataların işlendiği yerde çıkması çok uyarıcıdır. Burada İstanbul yönetiminin hataları büyüktür” diyor (Bak: “Tasfiyeciler”le ilgili metin). Hayır bay revizyonist!
Dökülenler sadece bunlar değildir! Şöyle bir etrafına bakarsan görürsün! Ankara’da da seni izleyen yığınla adam sıkıyönetimle birlikte mücadeleyi tamamen terk etmedi mi? Eğitim toplantılarına katılan yüzlerce kişiden kaç kişi var etrafında? Üstelik İstanbul’da dökülenlerin bir kısmı da, son ana kadar senin safında değiller miydi?
O halde, bu kadar insan sıkıyönetimle birlikte niçin mücadele meydanından kaçtı? Çünkü bunlar, burjuva hayat tarzını terk etmeyi gerektirmeyen legal dergicilik faaliyetinin kendi etrafına topladığı burjuva unsurlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizzat eylemin muhtevası, bunları kendi çevresine toplamıştı.
Sıkıyönetim, kâğıttan şatoya benzeyen faaliyeti bir çırpıda yerle bir edince, bunların fonksiyonu da sona erdi.
Burjuva unsurlar, kavga kaçaklıklarına İstanbul’da teorik bir kılıf geçirdikleri halde, Ankara’dakiler, “ben mücadelede yokum” diye ayrılmışlarsa, ne fark eder? Meselenin özü, revizyonist çizginin etrafında topladığı burjuva unsurların sıkıyönetimle birlikte kavga meydanından tüymesidir!
Size gelince revizyonist baylar, siz bu tüyme işini daha başka türlü ve daha sinsice yaptınız. İleride onun üzerinde de duracağız.
Özellikle İstanbul’da ortaya çıkan, söz konusu sapmanın birinci ve tayin edici sebebi bunların burjuva sınıf niteliğidir, dedik. Bunların ortaya çıkmasına elverişli bir ortam yaratan dış sebep ise PDA revizyonizmidir. Söz konusu sapma, PDA’nın çizgisine bir tepki olarak, bu çizginin bir cezası olarak doğmuştur.
Dikkat edilirse, kavga kaçağı bayların sapması, hemen her konuda, PDA revizyonizminin içinde bulunduğu sapmanın tam aksi yöndedir. Hiçbir iftira bu gerçeği değiştiremez.”
Devam edecek…
Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-4/6Yazarın Notu: Yazıya girmeden önce şunu açıkça belirtmek istiyoruz: Aşağıda yazılan bütün görüşler yazarını bağlayan şahsi görüşlerdir. Bu yazıda yazan her şey aksi belirtilmedikçe yazarının şahsi görüşüdür.
**
Bizim bunların TİİKP’den bu temelle ayrılıkları sonrası onlarla tek ilişkimiz onları doğru çizgiye kazanmak için çabalamak olmuştur. Biz o dönem (Nisan 1971) TİİKP’den ayrılınmaması, revizyonist merkeze karşı parti içinde muhalefet yürütülmesini savunuyorduk.
Aydınlıkçılar bunu kendi burjuva kafalarının sonucu olarak “onlar kendileri zaten ayrılacaklarını, amaçlarının partiyi ele geçirmeyi denemek olduğunu itiraf ettiler” minvalli tespitleriyle iki çizgiden ne kadar uzak olduklarını da kanıtladır.
İki çizgi nedir? İki çizgi, iki ayrı çizginin hakimiyet ve düşmanı çizgiyi bastırma, mağlup etme mücadelesidir (bu parti içinde Marksizm [proletaryanın ideolojisi] ve revizyonizm [burjuvazinin ideolojisi] arasındaki mücadeledir).
Nasıl her sınıf devlet üzerinde iktidar için mücadele ederse, o sınıfın ideolojileri de hayatın kalan diğer her alanında mücadele eder. Partinin içindeki mücadele de bundan azade değildir.
Bunu reddetmek, “kendine saygısı olan M-L bir partinin iki çizgisi olamaz” gibi anti-Marksist ve meseleyi anlamayan (partinin zaten iki çizgisi olmaz, parti içinde iki çizgi mücadele eder ama tek çizgi hakimdir) Enver Hoca’nın mantığıyla aynı konuma düşmektir.
Bu burjuvalar Marksizm-Leninizm-Maoizme (haydi onlar bu tespiti kabul etmiyor, “Bilimsel Sosyalizm” diye geçiştirmeye çalıştıkları [sanki bu terimi icat eden Marksist ustalar bununla komünizmi kastetmiyormuş gibi] “M-L-Mao Zedung Düşüncesine” diyelim onların burjuva beyinlerinin idrakı için), Mao yoldaşın Marksizm’e bütün katkılarına düşmanlıklarını, onu asla anlayamamış olduklarını bu revizyonist, bürokratik söylemleriyle de ortaya çıkartıyorlar.
Biz bu burjuva bayları ikna edip tekrar devrim saflarına katmak için onların kendilerinin çağırdıkları görüşmelere gittik. Bizim o dönem savunduğumuz görüş TİİKP içinde mücadele ise, buradaki görüşlerimiz de zamansız ayrılıklarının yanlışlığını, görüşlerinin hatalı tasfiyeci özünü onlara anlatmaktı.
Bunların şeflerinden Adil Ovalıoğlu, Laleli’de İK’ya ve MO’ya ayrı parti kurma teklifi yapınca onların cevabı şu olmuştu: “Programatik bir ayrılığın temellerini koyamıyorsun. Ayrılık şimdi zamansızdır. Mücadeleye şimdilik TİİKP’de birlikte devam edelim.”
Yine İK yoldaş, Adil, Garbis Hasan Giritli ve bunların bir kısım daha kafadarlarıyla yine bu meseleleri Kadıköy Kuyubaşı’nda bir arkadaşlarının evinde görüştüğünde yine bu tasfiyeci görüşlerden onları kurtarmaya çalıştı, onlara MLM’nin kızıl ışıklı yolundan uzanan eli uzattı ama bu tasfiyeci kafadarlar ikna olmadılar.
İK onlara karşı orada tek başına mücadele yürüttü (“İbo – İbrahim Kaypakkaya”. Feyizoğlu, Turhan. Ozan Yayıncılık / Altınçağ Yayımcılık. 1. Baskı, Nisan 2000. Sayfa: 170.).
Bir de Aydınlıkçı hainler bu olay üzerine “önce 1. Tasfiyecilerle hareket ettiler, sonra ise öz eleştiri verip saflarda kaldılar” derler, ne kuru bir yalan! 1972’den beri bizim bir öz eleştirimizi ortaya koyup da bize karşı kullanmadılar, kullanamadılar; çünkü öyle bir şey yok.
Karanlık Çienşang, söyle bakalım, biz kimlerin devamcısı, “sulandırılmış ifadesi”ymişiz? Sulandırılmış olmak, erimek, yok olmak sizlere mahsustur. Savunduğunuz bütün görüşleri 10 yılda bir değiştirirken bir tek Kemalizm kuyrukçuluğunu muhafaza eden sizlersiniz sulandırılmış olan.
Bu ülkede yıllarca Başkan Mao’ya ve onun liderliğindeki ÇKP’ye saldırmak amacı güden oportünistlerin demagojilerine meze olup ülkemizde MLM görüşlerin gelişmesinde ve devrimci yurtsever kitlelerce savunulmasında engel oldunuz, aksine insanlar (bilgisizliklerinden doğan bir temelden dolayı da) size bakıp Başkan Mao’dan iğrenmeye kadar vardılar.
Sizin hainliğiniz, yalancılığınız yüzünden iktidar erk’ine sahip faşistlerin bile yapamadığı kadar Başkan Mao’nun Türkiye’deki imajı lekelendi.
Ne uğruna? Sizin artık tamamen faşistleşen tekkeniz uğruna! Sizler karşı-devrimin en bilinçli, en hain aparatlarısınız.
- b) Siz HKP (M-L)’yi bu feodal ahbap çavuş ilişkileri üzerine kurulan ve söz konusu para meselesi olunca hizipçilikten birbirini yiyip parçalanan tasfiyeci klikle bir tutuyorsunuz ve utanmadan bu küçük-burjuva kökenli ve zihni de küçük-burjuvalığı aşamamış bayların feodal, ben merkezci, bürokrat ve sekter niteliklerinin damgasını vurdukları örgüt içlerindeki bir infaz meselesini HKP (M-L) çizgisiymiş gibi sunuyorsunuz. Olayın çirkinliğini bir yana, olay hakkında detaylı bilginin olmaması da sizin anti-komünist propagandanın gönüllü ortağı hezeyanlarınıza payda sağlıyor. Bu yüzden yalnızca birincil kaynaklara dayanarak anlatılabilecek bu meseleyi, daha çok kafa karışıklığının oluşmaması için ele alarak kamuoyunda “Sandık Cinayeti” olarak bilinen bu meşum vakayı aydınlatma gerekliliği de bizlerin önünde durmaktadır.
Sandık Cinayeti nedir? Önemi nedir?
Sandık Cinayeti veya Bavul Cinayeti olarak da bilinen bu olay, ülkemiz devrimci hareketinde bilinen ilk “örgüt içi infaz” olduğundan dolayı çeşitli çevrelerce sürekli olarak gündeme getirilen bir olaydır. Yine bu olay, Ermeni bir devrimcinin ismi etrafında da geliştiği için, Ermeni düşmanlığını körüklemek açısından da sürekli olarak gündeme getirilen bir meseledir.
Olayın gelişimi arka planıyla birlikte kısaca şöyledir:
Garbis 12 Mart’ta verdiği ifadede Adil’in kariyeristçe hareketlerde bulunduğunu ve bu yüzden örgütçe öldürüldüğünü söylemişti. Alıntılarıyla örneklemek daha doğru olur. Garbis Altınoğlu polis ifadesinde şöyle diyor (12 Mart Belgeleri: Sabotajlar ve Sandık Cinayeti (İddianame). Boğaziçi Yayınları. 1. Baskı, 1973. Sayfalar: 196-197.):
«… Daha evvel, örgüt içinde bölücü faaliyette bulunan ve örgütün emniyeti bakımından tehlikeli görülen kişilerin öldürüleceği konusunda, ZEYNEL AYDINDAĞ ile genel olarak konuştuğumuz ve bunu, bir örgüt kuralı olarak ortaya attığımız olmuştur. …
Ankara’da tutuklandım, cezaevine girdim, öyle zannediyorum ki, ben hapiste iken ADİL, ZEYNEL ile temas etmiş keza parayı istemiş olmalı ve bundan ötürü, ÜMİT NECEF ile birlikte ADİL’in öldürülmesi meselesini tahakkuk ettirmişlerdir… Mamafih benim telkinim ile ÜMİT ve ZEYNEL’in vermiş oldukları ve uyguladıkları bir öldürme kararı olsa gerektir.»
Burada bahsi geçen telkin, yukarıda da belirtilen “örgüt için yıkıcılık yapanların infazı” yönündeki telkindir. Yani örgüt içi alınan karar hizipçilere karşıdır, direkt olarak Adil’e değil.
Kaldı ki bu olay Garbis’in planladığı bir şey değildi zira o dönem Garbis tutukluydu ve 12 Mart sürecinde (’90’ların aksine) hapishanelerde örgütlerin oturmuş bir yaşantısı yoktu. Aksine ağır işkence koşullarındaydılar. Yani Garbis içeriden “ölüm emri” veremezdi.
Solun ilerleyen yıllardaki halinden yola çıkıp ilk defa şamarı yediği yıllarda “bu böyledir” demek art niyetlidir. Bu olayda parmağı olanlar, yani olayın esas failleri Ümit Necef ve Zeynel Aydındağ’dır ve bu şahıslar devrimci hareketten kopmakla kalmayıp karşı-devrim safına geçerek günümüzde solla hiçbir bağlarını tutmamıştır.
Bu baylardan eli kanlı Ümit Necef alçağı utanmadan söylediği “Sonu ölümle biten bazı kararlara katılmış olabilirim. Şükür ki kimseyi bizzat öldürmedim…” gibi alçakça bir kıvırmayla güya kendisini aklayacağını sanarak, devamla şunları söylüyordu:
“Bizim terörümüz, 1971 yılında askeri darbeye neden oldu. Terörist eylemler 1980 yılında başka bir askeri darbeyi yarattı. Ben Türkiye’deki şiddetin artmasına katkıda bulunan kişi, bir teröristim. Eğer tarihi bir mahkeme kurulursa ilk önce bizi, sonra hem 1970’li yıllarda gerçekleştirilen terörist hareketleri, hem de PKK’yı yargılamalıdır.
Biz, Türk ulusunun karakterinin en dibindeki bölümü gün ışığına çıkardık, harekete geçirdik ve toplumu şiddete ittik. Artık terörle bir şeyleri elde etmenin ne kadar yanlış ve haksız olduğunun herkes tarafından bilinmesi gerekir. Terörizm hiçbir şekilde mazur gösterilemez.” (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/yanlis-yaptik-uzgunum-39064970)
Ey rezil, evet bu ülkede bir tarihi mahkeme kurulacaktır ve evet o mahkemede sen ve senin gibiler yargılanacaktır ama “terörizminizden” sebep değil, proletaryaya ve emekçi halka ihanetinizle ve halka düşmanlığınızla yargılanacaksınız!
Proletaryanın bütün halk düşmanlarına kestiği ceza da bellidir, bunu tarihin çöplüğüne gitmiş denktaşlarını arayarak öğrenebilirsin!
Bu bayların bir benzerleri de Halil Berktay ve Nuri Çolakoğlu’dur. Onlar da İbrahim Kaypakkaya yoldaşa karşı bir kumpas planlamış ama hesaba katmadıkları bir faktör yüzünden bunu fiiliyata dökememişlerdir. (Bu faktör de şudur: infaz için sorumlu yapılan kişi İrfan Çelik’tir ama İrfan ve İbrahim Çapa’dan arkadaştırlar; İbrahim Nuri’ye İrfan’ı sorunca arkadaşlık ortaya çıkmış ve bu plan iptal edilmiştir).
İşte böyle alçakça bir kumpası kuran Halil Berktay ve Nuri Çolakoğlu’nun da karşı-devrim saflarına geçtiğini hatırlarsak, bu tür kumpasların kimlerce kurulduğu ortaya çıkmış oluyor. Fazla söze gerek yoktur, Adil’in kanı bunların elindedir ve bu baylar bu meseleden inatla kaçmaktadır.
Çünkü biliyorlar ki üstlerine giydikleri giysi ucuz bir kumaştan yapılmıştır ve içlerindeki yalanlar karşısında çatlayıp yırtılacak kadar zayıftır.
Buna karşılık bu suçtaki direkt sorumluluğu Garbis’e yıkmak şeklinde bir eğilim de vardır. Bu tavır Aydınlıkçı tavrıdır. Aydınlık özellikle HB’ye sataşmak-iftira atmak için çokça defa bu olayı polemik yapıp HB’ye saldırmıştır.
Bunlardan bir örnek vermek gerekirse, HB’de çıkan İK’nin Aydınlıkçı hainlerce öldürülmesi planını anlatan bir yazıdan dolayı Aydınlık, Garbis’in mahkemede verdiği sorgusundan uzun bir alıntı yapıp Garbis’i “HB şefi” ilan etmiş ve açıkça ifşaat yapmakla kalmamış, bir de bu olayı çarpıtıp demagoji malzemesi olarak kullanmıştır.
Halkın Sesi’nde yayınlanan Garbis Altınoğlu’nun İstanbul 2. No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yaptığı savunma şöyleydi (“Halkın Birliği’nin İftirası ve Gerçek / MİT’in Cinayetinin Hararetli Savunucusu”. Halkın Sesi. 14 Şubat 1978. Sayı: 148. Sayfa: 8):
“… Adil Ovalıoğlu örgütümüzün üyelerinden biriydi. İlk aramıza katıldığı zamanlar onunla iyi anlaşıyor ve onun değerli bir komünist olduğunu düşünüyorduk. Fakat zamanla bu değerlendirmemizde yanılmış olduğumuzu fark ettik. Aramıza katılmasından bir süre sonra Adil Ovalıoğlu’nun bir komüniste yaraşmayan davranışları olduğunu gördük. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Az çok kesinlikle saptanmış siyasi çizgimiz, belirli bir ideolojik teorik görüşümüz olduğu halde, o bunları keyfi bir biçimde çarpıtıyordu. Bazı büyük devrimcileri haksız yere eleştiriyor ve karalıyor, Troçkicilerin Stalin aleyhtarı fikirlerini örgütümüz içinde yaymaya çalışıyordu.
2- Kariyerist eğilimleri vardı; henüz kurulmamış olan örgütümüzde kesinlikle saptanmış bir örgüt hiyerarşisi yoktu. Buna rağmen o, sürekli bize kendisini örgütün önderi olarak kabul ettirme çabası içindeydi. Bu ihtirası yüzünden yalan söylemekten ve sahtekarlık yapmaktan, bir gün söylediğini öbür gün inkar etmekten çekinmiyordu.
3- Örgütümüz üyelerinin belirli bir gizlilik kurallarına kesin olarak uyacağı kabul edilmişti. Buna rağmen, kendini herhangi bir kuralla bağlı saymayan Adil Ovalıoğlu’nun orada burada gevezelik ettiğini, güvenilmez kimselere örgüt olarak varlığımızdan bahsettiğini duyuyorduk. Üstelik bu gibi temaslardan bizi hiçbir şekilde haberdar etmiyordu.
4- Ayrıca en önemlisi son zamanlarda bizi polise haber edebileceğinden şüphelenmeye başlamıştık. Ortaya attığı yanlış, anti-Marksist fikirler yüzünden, kariyerist ve bireyci davranışları yüzünden Zeynel Aydındağ ve ben kendisini eleştirdik. Adil Ovalıoğlu eleştirilerimizi umursamadı, hatta bunlara kızdı. Biz kendisine örgüt disiplinine uyması gerektiğini, kendi bildiği gibi hareket edemeyeceğini, örgüt içinde çoğunluğun kararına göre hareket etmesi gerektiğini, yaptığımız eleştirileri hoşgörüyle karşılamasını ve daha ciddi bir tarzda ele almasını söyledik.
O ise buna karşı olarak aramızdaki bağların kendisi için pek önem taşımadığını, örgüt kurallarını uygulama hususunda kendisini zorlamamamızı, kuruluş halindeki bir örgütte kesin bir disiplin uygulanmasına gerek olmadığını söyledi. Daha sonraki bir karşılaşmamızda kendisinin ayrılması örgütün ikiye bölünmüş sayılacağını, bu yüzden elimizdeki eşyanın ve paranın da eşit olarak ikiye bölünmesini istediğini bildirdi. Biz bunu kesinlikle reddettik.
Bunun üzerine Adil Ovalıoğlu hakkımızda çok şey bildiğini, görüşümüzde direndiğimiz takdirde, bizi polise vereceğini üstü kapalı bir şekilde belirtti.
Bu tehdit üzerine Adil Ovalıoğlu’nun niteliği üzerine şüphelerimiz yoğunlaştı. Onun nesnel olarak ajan durumuna düşmüş olup olmadığını Zeynel Aydındağ ile tartıştık, ancak bir karara varamadık. Giderken yaptığımız bir görüşmede Zeynel Aydındağ’ın Adil Ovalıoğlu’nun durumunu daha etraflı bir şekilde incelemesini kararlaştırdık. Adil’in durumunu ileride gerçekleştireceğimiz bir toplantıda görüşmek üzere ayrıldık.
Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Kayseri’de yakalandım. Bu yüzden Zeynel Aydındağ ile yapmayı tasarladığımız görüşme suya düştü. Benim yakalanmamdan sonra olanları tahmin edebiliyorum. Bu arada Zeynel Aydındağ, Adil Ovalıoğlu’nun durumunu etraflıca incelemiş olacak.
Benimle yakın bir zamanda görüşmesi ihtimali benim yakalanmam nedeniyle ortadan kalktığı için beni beklemeden Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi gereken zararlı bir kişi olduğu konusunda kesin bir yargıya varmış ve onu öldürmüş. Zeynel Aydındağ devrimci bir arkadaşımdır.
Onun almış ve uygulamış olduğu bu kararı ben de onaylıyor ve destekliyorum. Dışarda ve serbest olmuş olsaydım ben de Zeynel gibi davranırdım.”
Devam edecek…
Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-5/6
Yazarın Notu: Yazıya girmeden önce şunu açıkça belirtmek istiyoruz: Aşağıda yazılan bütün görüşler yazarını bağlayan şahsi görüşlerdir. Bu yazıda yazan her şey aksi belirtilmedikçe yazarının şahsi görüşüdür.
Aydınlık’ın bu açıkça isim işaret eden yayını üzerine Garbis Altınoğlu HB’de kendi imzasıyla bir açıklama yayınlamıştır. Bu açıklama şöyledir (“Garbis Altınoğlu’nun Açıklaması”. Halkın Birliği. 28 Mart 1978. Sayı: 31. Sayfa: 6):
“‘Halkın Sesi’ dergisi, 148. sayısında, kamuoyunda ‘Sandık Cinayeti’ diye bilinen olaydaki rolüm nedeniyle bana ve bu vesileyle aynı zamanda proleter devrimci harekete saldırmaktadır. Halkın Sesi oportünistlerinin bu meseleyi gündeme getirirken güttükleri amaç bellidir. Proleter devrimci hareketin kendilerine karşı sürdürdüğü yoğun ideolojik mücadelenin baskısından kurtulmak, dikkatleri kendilerini bunaltan ve ezen bu ideolojik-siyasi mücadeleden saptırarak başka alanlara çekmek. Halkın Sesi oportünistlerinin bu karşı-devrimci manevrasına dikkati çekerken bu vesileden yararlanarak bazı gerçekleri ortaya koymak ve karanlıkta kalmış olan bazı noktaları aydınlatmak istiyorum.
Ben ve bağlı olduğum grup, PDA oportünistlerine ve onların sağcı, teslimiyetçi çizgisine karşı 1970’ten itibaren mücadele etmiştik. Ancak küçük-burjuva sınıf karakterimiz, aydın yapımız, Marksizm-Leninizmi kavrayışımızdaki eksikliklerimiz, siyasi ve örgütsel alanlardaki tecrübesizliklerimiz nedeniyle birçok hatalar işledik. Bunların içinde en büyük ve maalesef telafi edilmesi mümkün olmayanı da Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesidir.
O dönemlerde PDA oportünistlerinin sağcı ve teslimiyetçi çizgisine karşı çıkarken biz de çeşitli “sol” anlayışlar gelişmişti. Bunda, o zamanlar bizi derinden etkileyen Hindistan Komünist Partisi (M-L) ve onun önderi Çaru Mazumdar’ın “sol” oportünist görüşlerinin ve PDA oportünizmine duyduğumuz tepkinin büyük payı vardı. Ancak bu hatalara düşmede belirleyici olan iç etken, yani bizim küçük-burjuva sınıf karakterimizdi. Hatalı anlayışlarımızı kısaca şöyle sayabiliriz:
1- Ülkemizde silahlı mücadele şartlarının var olduğunu ve Marksist-Leninistlerin bu mücadele biçimini ta ilk baştan temel alması gerektiğini düşünüyorduk. Türkiye’nin somut bir tahlilini yapmıyor; Çin, Vietnam ve Hindistan’daki Marksist-Leninistlerin görüşlerinin olduğu gibi ülkemizde uygulanması gerektiği inancını taşıyorduk. Bu hata dogmatizmden kaynaklanıyordu.
2- Silahlı mücadelenin temel alınması gerektiğini ileri sürmekle kalmayıp, onun tek mücadele biçimi olması gerektiğini, diğer mücadele biçimlerinin çağımızda eskimiş ve modası geçmiş, kitlelerce aşılmış olduğunu düşünüyorduk. Bu nedenle, kitle mücadeleleri örgütlenmenin, kitle örgütlerinde çalışmanın ve devrimci yayın faaliyeti sürdürmenin yanlış olduğunu, bunun bizi oportünist ve revizyonist yola sokacağını düşünüyorduk.
3- Proletarya partisinin uzun bir süreç içinde, silahlı mücadelenin ateşinde tedricen inşa olacağına inanıyorduk. Aslında bu noktada, proletarya partisinin kurulması ile inşası gibi iki farklı (ilişkili olmakla birlikte) şey birbirine karıştırılıyordu. Bundan dolayı mücadelenin başında belirli bir programı, tüzüğü, örgütsel yapısı ve örgütsel işleyiş kuralları (demokratik merkeziyetçilik, kollektif yönetim, eleştiri-öz eleştiri vb.) olan bir devrimci örgütün kurulmasını gereksiz görüyorduk. Bu anlayış, örgütsel alanda belirsizliğe ve laçkalığa yol açtığı gibi, körü körüne itaati ve bürokratizmi de yerleştiriyordu.
4- Oportünizme ve revizyonizme karşı mücadeleler konusunda hatalı, aşırı sol anlayışlara sahiptik. Bu gibi unsurlara karşı mücadelenin ideolojik-siyasi mücadele ile sınırlı kalamayacağını, onlara karşı da silahlı mücadele yönteminin uygulanabileceğini düşünüyorduk. Bu hatalı anlayışı pekiştiren iki yan etken vardı: Birincisi, yanlış bir illegalite ve gizlilik anlayışı (gizliliğin önemini abartma); ikincisi, mücadelenin a ilk baştan silahlı mücadele biçimini alacağı görüşü idi.
5- Kitlelerle bağ kurma konusunda ise sıfırdan başlama anlayışına sahiptik. Yani belli bir kitle temelinin, belli bir devrimci mirasın olduğu alanlara yönelmiyor, kendi çabamızla kuracağımız yeni kitle bağlarını esas almamız gerektiğini düşünüyorduk. Ayrıca kitlelerle ve onların ileri unsurlarıyla mücadele içinde bağ kurmayı hedef almak yerine, işçi ve emekçilerle üretimde birlikte çalışarak bağ kurmayı esas alıyorduk.
Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi meselesine gelince, Adil ile grubumuzdaki diğer bazı kişiler arasında bazı teorik ve pratik konularda yer yer tartışmalar olmuş ve bu tartışmalar belirli bir gerginlik yaratmıştı. Bu tartışmalarda ben de Adil’in karşısında yer almıştım. Öte yandan Adil’in grubumuzdan habersiz bir biçimde değişik kişi ve gruplarla ilişki kurma ve tek başına hareket etme eğilimi vardı. O şartlarda, sahip olduğumuz aşırı sübjektivizmin bizi Adil’in örgüt yıkıcılığı yaptığı, ya da örgütün yönetimini tek başına kendi eline alma eğilimi taşıdığı sonucuna götürmesi hiç de zor olmadı. O zaman Adil’le ilişkilerimizin kesilmesine rağmen benim bildiğim kadarıyla Adil’in öldürülmesi yolunda herhangi bir karar alınmadı. Ancak, Adil gibi davranan kişilerin öldürülebileceği ve öldürülmesi gerektiği anlayışı hepimizde vardı.
Ben 10 Nisan 1972’de Kayseri’de yakalandım. Cinayetin işlendiği 12 Haziran 1972 günü Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordum. Adil’in öldürüleceğinden haberim yoktu. Bununla birlikte, söz konusu grubun yöneticilerinden birisi olduğum için kendimi bu cinayetin birinci dereceden sorumlularından birisi olarak görüyorum. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi karşı-devrimci bir eylemdir. Ancak bu olayı değerlendirirken (diğer bütün hataların değerlendirilmesinde olduğu gibi) yalnızca kişilerin sorumluluğu üzerinde durulmamalı, bu hataya yol açan siyasi ve toplumsal etmenler de göz önüne alınmalıdır. Bu olayın bütün devrimcilere olumsuz örnek yoluyla öğretici olması gerektiğine, kendim de bu ağır hatanın bedelini Türkiye halkına ve Türkiye devrimine canla başla hizmet ederek ödeyebileceğime inanıyorum.
Halkın Sesi’nin değindiği diğer bazı noktalara gelince: Birincisi, bu oportünistler cinayetten bizim grubumuzun değil de proleter devrimci hareketin sorumlu olduğu izlenimini yaymak istiyor. Böylelikle onlar, bu karşı-devrimci eylemi mahkum etme sis perdesi altında bu olayla hiçbir ilgisi bulunmayan proleter devrimci hareketi karalamaya çalışıyorlar. İkincisi, ben mahkemede bu cinayeti doğru ve haklı gördüğümü söyledim. Bunun nedeni benim meseleye küçük-burjuva maceracı bir tarzda yaklaşmam ve bu olayın benim üzerimdeki manevi baskısıydı. Olaya sahip çıkmayıp, bunun karşı-devrimci bir eylem olduğunu söylememin kendimi kabahatsiz göstermek ve kendi paçamı kurtarmaya çalışmak anlamına geleceğini, devrimcilerin burjuva mahkemesi önünde öz eleştiri yapmayacağını düşünüyordum. Aslında o dönemde, cezaevinde bir öz eleştiri hazırlamış ve bu öz eleştiriyi çeşitli devrimci gruplardan arkadaşların yanı sıra, PDA oportünistlerine de vermiştim. Bu öz eleştiride diğer hatalarımızın yanı sıra Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi konusu da (yetersiz olmakla birlikte) ele alınmış ve olay ‘vahim bir hata’ olarak nitelendirilmişti.
Çift ifadem olduğu ve karanlık bir kişiyi gizlediğim iddiasına gelelim. Ben polis sorgusu sırasında iki kişinin adını vermiştim. Daha sonra polis ifademi yazılı hale getirirken bunları yazmadı. Ben bunun nedenini bilmiyorum. O zaman polisin, bu kişilerin tutuklanması için yeterli neden ve delil bulmadığını sanıyordum. Halkın Sesi bu kişilerin ajan olduğunu ve benim bunları (bir pazarlık sonucu) himaye ettiğimi ima etmektedir. Eğer Halkın Sesi’nin bu kişiler hakkında herhangi bir bilgisi varsa bunu açıklamalıdır.
Halkın Sesi oportünistleri bugün MİT’in hizmet ettiği hakim sınıflar ve emperyalistlerle işbirliğini teoride ve pratikte açıkça savunarak karşı-devrimci bir çizgide yürümektedirler. Onların bütün lafları ve oyunları bu niteliğini gizleyemez.
Garbis Altınoğlu”
Dahası Garbis, poliste işkenceyle sorgusuna yazılan bazı meseleleri daha sonradan mahkemede reddetmiştir. Misal mahkeme sorgusunda “doktrinle ilgili kısmı kabul etmiş, Adil’den tabanca alıp Banu’ya bırakmadığını, Adil’in öldürülmesi yolunda alınmış bir karar olmadığını, Banu’yu da sol yayınlar için dışarı göndermediklerini” söylemiş ve devamla “Adil’in bizi ihbar etmesi diye bir şey olamazdı, ihbar edemezdi” demiştir (“Oğlumu zehirleyip öldürdüler”. Milliyet. 15 Nisan 1973. Sayfalar: 1, 9.) Yani Halkın Sesi’nde çıkan bu sorgunun bir kısmı zaman içerisinde daha mahkemelerde geri alınmıştır.
Yine Aydınlık oportünistleri, bu olayda esas fail olanlardan birisini kendi içlerine almalarına rağmen bu tür bir iftirayı dillendirebilmektedirler. (“Halkın Sesi İftira ve Yalanla Komploculuğunu ve Sınıf İşbirliğini Gizleyemeyecektir”. Halkın Birliği. 28 Mart 1978. Sayı: 31. Sayfa: 6)
Bu olayda talimat veren Garbis değildir, diğerleridir. İkincil planda böyle bir çizginin savunucusu örgütün şeflerinden olarak tarihsel bir sorumluluğu vardır ki bunu o da hiçbir zaman reddetmemiştir, aksine yukarıdaki açıklamasında belirttiği üzere karşı-devrimci olduğunu belirtmiştir. Zaten Adil’in ailesi de Garbis’i değil, Ümit-Zeynel ikilisini sorumlu tutmaktadır. (https://www.sabah.com.tr/pazar/2012/07/15/40-yil-once-islenen-sandik-cinayetinin-sirri-hl-cozulemedi)
Mesele açık: Garbis (daha sonradan yaptığı açıklamasında da dediği gibi) o dönem öyle bir perspektifte olduklarını reddetmemekle birlikte bu olayda kesinkes bağı olmadığını ifade etmiştir. Bu olayın aslı da budur.
Biraz da bu “örgüt”ten söz etmek gerekmektedir. Adı-sanı bile olmayan bu “örgüt” nereden bakarsak bakalım bir örgüt değildir, sadece üstten aşağı yönetim şeması oluşturulmuş ama bir Parti, Hareket vb. değildir; bir ahbap-çavuş tekkesi olarak ağırlıkla Robert Kolej’li öğrencilerin bir araya geldiği bir tasfiyeci klikten öteye geçmemektedir. Bunların deli saçması tasfiyeci görüşlerine de önceden değindik zaten.
Yeri gelmişken bu tasfiyeci hainlerin saflarımızda bir dönem bulunmasından ötürü Aydınlıkçılar’ın bize saldırılarından söz etmek gerek. Zamanın Aydınlık’ı 1973’deki taslak olarak hazırlanan TİKKO’nun Ceza Yasaları’nı iddianameden sıralayıp “Tasfiyecilerin şefleri buradaki suçların çoğunu yaptılar, ama bu cezalar onlara uygulanmadı” diyerek devamla ceza yasaları üzerinde boş demagojiler de yaparak parsa kapmaya çalıştılar. Bu hainler tarihi eğip bükmekte çok hünerlidirler. Orada idam cezası olarak geçen olay (yani bu husus) daha bunlar parti içine girmeden önce gerçekleşmiştir. Parti dışındakilerin parti dışında işledikleri karşı-devrimci eylemleri kendi iç yasalarımızla yargılayacaksak, en başta İbrahim Kaypakkaya yoldaşı “Seni tutuklattırdım” diye tehdit eden Doğu Perinçek haini için uygulanmalıdır.
Dahası bu alçaklar, mideleri bulandıracak düzeyde Adil’in ölüsü üzerinden demagoji yapacak kadar alçalmışlardır. Bu konu bunların en rezil demagojilerine ortak oluyorsa bunun bir sorumlusu da o dönemki tasfiyeci Koordinasyon Komitesi’dir. Partinin başına kan emici bir vampir gibi çöreklenip onu gün be gün sağ bir hatta, Aydınlık’ın oportünist çizgisine yakınlaştıran, Aydınlık oportünistleriyle ortak durum tahlilleri yapan bu tasfiyeci klik, TİİKP’nin eskisi tasfiyecilerden devşirdiklerinin de fitillemesiyle sonraları ya açıktan Troçkist ya da Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung düşmanı olan yarı-Troçkistlerin “geri kapitalizm” tahlilleriyle partimize de en büyük ihaneti yapıp onu tasfiye etmeye çalışmıştır. İşte bu tasfiyeci KK, bu unsurları düzgün bir öz eleştiri bile yapmadan (zira bunlar sözde öz eleştirilerinde partiye de en haince saldırıları yapıyorlardı) bunları saflarımıza sokup, mesela şeflerini İstanbul’a kadroların başına bürokrat olarak atamıştı ve ne şaşırtıcı (!) ki bu baylar Partimiz tasfiyecilerden arındırılırken arındırılan saflarda yer almıştır.
Şimdi bu örgüt nere, Çaru Mazumdar ve onun HKP (M-L)’si nere? Birisi nedir, diğeri nedir? Gerçi Aydınlık yazarı Çaru Mazumdar’a zoraki olan saygısını (siz bunu açıkça saldıramama olarak algılayın) daha ’90’larda HKP (Marksist) gibi sosyal-faşist partilerle ilişki kurup kardeşlik bağları kurarken çoktan kaldırmıştı. Bir taşla iki kuş: Bir kontra faşist hem kardeşi sosyal-faşistin propagandasını yapıyor, hem de Proletarya Hareketi’ne, onun biricik partisine ve kurucu önderine saldırıyor. Aydınlık yazarı zevkten dört köşe olmuştur.
Bu meseleye dair son olarak diyeceğimiz şudur: Bu karşı-devrimci eylem tek bir şeyi kanıtlıyorsa o da sizin karşı-devrimci hezeyanlarınızın haklılığı değil, MLM Proletarya Hareketi’nin en üst siyasi örgütü olan Proletarya Partisi’nin tespitlerinin haklılığıdır.
Bir de kimi deli saçmalarını sıralamış Karanlık Çienşang. Ona göre İbrahim Kaypakkaya yoldaş “Mustafa Suphi’ye revizyonist” demiş, “Mustafa Kemal’e İngiliz işbirlikçisi” vb. demiş.
Birincisi, Mustafa Suphi’ye revizyonist deme gibi bir durum yoktur ve bu en bayağı bir iftiradır. Aksine İbrahim yoldaş şöyle demiştir (“TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” (Ocak 1972). … [Kaypakkaya, İbrahim]. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfalar: 316-318.):
“[Aydınlık’ın revizyonist tezlerinden bir dizi alıntı yapılıp devamla:]
TKP hakkında, Program Taslağı’nda söylenen şeyler bunlar. Bu görüşlere birkaç bakımdan katılmıyoruz.
Bir kere Taslakta, TKP hakkında ileri sürülen görüşler, akıl almaz çelişkilerle doludur. Yuvarlak ve demagojik ifadeler bir yana bırakılırsa, TKP hakkında söylenen olumlu şeyler, onun “mükemmel bir komünist hareket” ilân edilmesine yeter de artar bile. “Leninist bir örgüt” olmak, “Marksizm-Leninizme bağlı kalmak”, “proleter enternasyonalizmine daima bağlı kalmak”, “oportünizm ve Troçkizm gibi ihanet akımlarıyla durmadan mücadele etmek”, son derece mükemmel bir komünist hareketin nitelikleridir.
Fakat, yine Program Taslağı’na göre, TKP’ni oportünist ve revizyonist bir parti ilân etmemek mümkün değildir. “Marksizm-Leninizmi yurdumuz şartlarıyla yaratıcı bir şekilde kaynaştıramamak”, “yığınlar içinde kök salmayı başaramamak”, otuz küsur yıllık legal ve illegal faaliyet dönemi boyunca “yığınları silahlı mücadele yolunda seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak” ve bütün bunlardan dolayı da “çökertilmek”, su katılmamış bir revizyonist hareketin nitelikleridir.
Bir parti, bir yandan revizyonizmin ve oportünizmin bütün hastalıklarıyla sakatlanmış olacak, öte yandan, bu parti “Marksizm-Leninizme bağlı kalmış” olacak, “oportünizmle mücadele etmiş” olacak, “Leninist parti” olmakta devam edecek. Bu, en hafif deyimi ile, Marksizm-Leninizm’in ne olduğunu, oportünizmin ne olduğunu, Leninist partinin ne olduğunu anlamamaktır. “Ülke şartlarıyla kaynaşmayan”, ondan kopuk bir “Marksizm-Leninizm”! “Yığınlar içinde kök salmayı başaramayan”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamayan”, “teori ve pratiği kaynaştıramayan” bir “Leninist parti”!
Çoğu zaman halkın silahlı mücadelesi için şartların son derece elverişli olduğu otuz küsur yıllık mücadele döneminde, “yığınları silahlı mücadele için seferber edememek ve halkın silahlı gücünü yaratamamak”, “teori ile pratiği kaynaştıramamak”, “yığınlar içinde kök salamamak”, “Leninist örgütlenme esaslarını uygulamamak”, “burjuva iktidarların ağır baskı ve takibini altedememek” ve “çökertilmek”; buna rağmen “oportünizmden” azade olmak, üstelik “oportünizmle durmadan mücadele etmiş” olmak! Bunlar aklın alacağı şey değildir. Miras hesaplarıyla bu denli vahim çelişkilere düşmek, bir komünist harekete asla yakışmaz!
TKP hakkında, şahsi görüşlerim şunlardır: TKP, M. Suphi yoldaşın önderliği altındayken Leninist bir partiydi. M. Suphi yoldaşın Kemalistler tarafından hunharca katledilmesinden sonra, partinin önderliği revizyonistlerin eline geçmiştir. Şefik Hüsnü, otuz yıllık önderliği boyunca, revizyonist bir çizgi izlemiştir. Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP, bir müddet, Türkiye’de devrimi “sosyalist devrim” olarak tespit etmiş ve bunu da Kemalist iktidardan beklemiştir.
Daha sonra “sosyalist devrim” şiarından vazgeçmiş, fakat bu kez de aynen Menşeviklerin mantığıyla, Kemalist iktidarın demokratik devrimin görevlerini tamamlamasını ve sosyalist devrim için yolu düzlemesini beklemeye koyulmuştur. TKP, köylülerin devrimci rolünü reddetmiştir. İşçi sınıfı önderliğinde, köylülere dayanarak demokratik halk devrimini başarmayı ve durmadan sosyalizme geçmeyi, yani Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini reddetmiştir. Ülkemizin somut gerçeği ile Marksizm-Leninizm’in teorisini birleştirememiştir.
İşçi-köylü ittifakı yerine, sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plâna çıkarmıştır. Silahlı mücadele yolunu reddetmiştir. Kemalist iktidara kölece bir bağlılık göstermiştir. Refik Saydam hükümetini destekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Kemalist iktidarın, bütün azınlık milliyetlere, özellikle Kürt milletine uyguladığı amansız milli baskıyı, hatta kitle katliamlarını tasviple karşılamıştır. Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonraki otuz yıllık dönemde TKP, bir reform partisi olmaktan ileri gidememiştir. Şefik Hüsnü’nün yazıları, Marksizm-Leninizm’in alfabesi sayılacak en ilkel gerçekleri bile çiğnemektedir (Bak: Seçme Yazılar, Ş. Hüsnü, Aydınlık Yayınları).
TKP’nin çökertilmesi, revizyonist çizgisinin kaçınılmaz sonucudur [bunu daha sonradan Aydınlık revizyonistleri “TKP devrim yapamadı bu yüzden revizyonisttir diyorlar” şeklinde tahrif etti –BN]. Yakup Demir, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi kaşarlanmış revizyonistlerle Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra TKP’nin izlediği çizgi arasında hiçbir fark yoktur. Gerek ideoloji ve politikası itibarıyla, gerekse örgütsel olarak TKP, Y. Demir, M. Belli, H. Kıvılcımlı revizyonistlerinde devam etmektedir. Yakup Demir kliği, Mustafa Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin çizgisine gerçekten ihanet etmiştir, ama TKP’nin daha sonraki çizgisini olduğu gibi devam ettirmektedir.
Aydınlık yazarı utanmak gibi devrimci bir duyguya sahip midir?-6/6
TKP mirasçılığı havada bir iddiadır. Bir komünist hareket, M. Suphi yoldaşın önderliğindeki TKP’nin mirasçısı olur, TKP saflarındaki militan işçi-köylü-aydın üyelerin kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları komünizm davasına derin inancın mirasçısı olur ama, TKP önderliğinin revizyonist çizgisinin mirasçısı olamaz. [abç]
Program Taslağı, “ne şiş yansın, ne kebap” mantığıyla kaleme alınmıştır.”
Yine (“Şafak revizyonizmi ile ayrıldığımız başlıca noktalar” (Haziran 1972). … [Kaypakkaya, İbrahim]. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfalar: 543-544.):
“Şafak revizyonistleri TKP’nin, M. Belli’ye, H. Kıvılcımlı’ya ve Yakup Demir’e layık revizyonist geçmişinin mirasçılığını da kimseye bırakmıyor. TKP konusundaki görüşlerimizi de ayrı bir broşürde ele aldığımız için burada üzerinde durmuyoruz. Kısaca belirtelim ki, TKP, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra, kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden sosyalist devrim yapmalarını bekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır.
Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, köylülerin devrimci rolünü asla kavramamıştır; işçi-köylü ittifakını asla kavramamıştır; daima burjuvaziyle ittifak kurmaya çalışmış ve daima da bunun cezasını çekmiştir, ama bu cezayı işçi sınıfımıza ve yoksul köylülerimize de çektirmiştir; Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, Kemalist iktidara sonsuz bir sadakat beslemiştir; silahlı mücadele yolunu reddetmiştir; önce Kemalist iktidarın tedrici devletleştirmeler yoluyla sosyalizme (!) varmalarını beklemiş, sonra da hayal kırıklığına uğrayarak Kemalistlerin sosyalist devrim için şartları olgunlaştırmasını beklemeye koyulmuştur; Kemalist iktidarın azınlık milliyetlere yönelen zulüm ve baskılarını alkışlamıştır.
Bu miras, bizim aç gözlü miras düşkünü bezirgânlara pek yakışıyor. TKP mirasında, kendi revizyonist tezlerini destekleyecek pek çok şey bulacaklarına eminiz. Fakat, komünizm davasına gerçekten bağlı bir hareket böyle bir mirası reddeder. Biz Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçısıyız. Komünizm davasına, devrimci yürekten bağlı, ama revizyonist önderlik yüzünden inançları ve enerjileri yanlış yollara kanalize edilmiş işçi, köylü ve aydın kadroların, subjektif olarak kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları “devrim” ve “komünizm” ateşinin sarsılmaz inancının mirasçılarıyız.”
Karanlık Çienşang kendini ortadan ikiye yırtsa da İbrahim’den Mustafa Suphi’ye revizyonist dediği tek bir satır çıkaramaz, çünkü böyle bir şey yoktur. Ama kendi şeflerinin Mustafa Suphi’ye ve onun Bolşevik TKP’sine nasıl adice saldırdığını biz ortaya koyabiliriz. İşte Aydınlık çetesinin şefi Doğu Perinçek’in, İşçi Partisi 6. Genel Kongresi’nde 28 Mart 2003’de yaptığı konuşmadan (Teori. Haziran 2017. Sayı: 329. Sayfa: 22.):
“Tevfik Rüştü Aras yazıyor. Biz diyor, Komünist Enternasyonal’e üye olmak için, samimi olarak başvurduk. Hakikaten Atatürk Komünist Enternasyonal’e başvurdu. “Bizi alın” dedi. O Komintern’deki deneyimsizler, Atatürk’ün partisini almadılar, gittiler Mustafa Suphi’yi aldılar. [abç] Aynı deneyimsizler Mao Zedung’u “zengin köylü devrimcisi” diyerek dışladılar, Çin Devrimi’ni baltaladılar, milyonlarca Çin komünistinin ölümüne yol açtılar. O zaman Komintern’in başında bulunan Troçkiler, Zinovyevler, böyle yaptılar. Stalin olsaydı o Komintern’in başında [!!!], Lenin olsaydı [!!!!!!!!], başka türlü olurdu [Haydi ya! –BN]. Onların ayakları yere basıyordu. Devrimin Doğu’ya kaydığını görüyorlardı [ne alakaysa –BN].
O zaman dünya devrimcileri, bir Çin Devrimi’ni ve Komintern’in diğer olumsuz tecrübelerini yaşamamıştı. Bugüne uzanan tecrübeler ışığında bakarsak meseleye, herhalde o hataların aşılacağı kesindir. Örneğin bugünkü akılla olsaydı [Doğru ifade, “M-L Komintern sizin gibi karşı-devrimci olsaydı” olmalı! –BN], Komintern, herhalde Mustafa Suphi’yi almazdı. Mustafa Suphi, kendi vatanının dışında Bakü’de üç beş savaş esirini bir araya getirmiş. Öyle Komünist Partisi olmaz [Ama İP gibi olur! –BN]. Hikmet Kıvılcımlı da böyle söylerdi [Bozacının şahidi şıracı! –BN]. Vatanın dışında kurulan, başka bir ülkenin güdümünde olan bir Komünist Partisi olmaz. 6. Genel Kongre bunu ders olarak kaydedecektir.” [abç]
Birincisi, bugün en aptal insan bile Mustafa Kemal’in bu sarı TKF’yi “komünizm cereyanını paşaların arasında tutmak” (kendi ifadesi) amacıyla kurduğunu bilir. Dahası Ankara’nın azılı komünistlerinin (!) “Bolşevikliğin bizim memleketimizde olamayacağı, zaten Bolşevikliğin bile Marksizm’den ayrılarak ancak devrim yapabildiğini, bizim milli bir komünizm savunmamız gerektiği” gibi azılı gerici tezleri ürettiğini, “biz dine ve milliyetçiliğe hürmetkarız” diyerek “kim bizim komünizm getirmemizi, komünizmin memleketimizde tutabileceğini bekleyebilir” minvalli yazılarla açıkça safını belli eden bu gericilerin karakterini bilen Komintern mi onları “Zinovyev olmasa” kabul edecekti? Komintern’e kabulün 21 Koşulu nedir, süs müdür? Haydi siz aptalsınız diyelim (ki değilsiniz, bilinçli hainlersiniz), bu tezleri üreten Lenin de mi aptal?
İkincisi “ülke dışında, başka ülke güdümünde” dediği partinin Kongresi’ne giden Türkiye’nin birçok yerinden komünist hücrelerin ve teşkilatların delegeleri gelmiştir ve delegelerin çoğunluğu Türkiye’dendir. Bu mudur savaş esirlerinin kongresi? Kaldı ki “başka bir ülkenin güdümü” deyip itibarsızlaştırdığı sosyalist ana vatandır. Ve yine işin komik tarafı bunu diyen bütün siyasetlerini Çin sosyal-emperyalizminin çıkarlarına göre yönlendiren Aydınlık tekkesinin şefidir. Güler misin, ağlar mısın?! Ayrıca, Doğu Perinçek acaba Komintern’i (Dünya Devrim Partisi’ni) ne zannediyor? Bir Komintern üyesi parti zaten bir üst partinin o ülkeye dair seksiyonudur. Bu seksiyon yeri gelince feshedilebilir, merkezi lağvedilip tekrar örgütlenmekle görevlendirilebilir, başka gruplarla parti düzeyinde birleşme ve tam olarak bir seksiyon olma gibi talimatlar verilebilir (bütün bunların doğruluğu veya yanlışlığı o duruma özgü hangi amaçla ve politikayla yapıldığıdır, yoksa ilkesel olarak hatalı değildir). Doğu Perinçek gibi şovenist birisinin bu durumu anlayamaması normaldir.
Mustafa Kemal İngiliz işbirlikçisidir meselesine gelince, bir Marksist için isimler (biçim) değil sınıfsal köken ve bağlar (öz) geçerlidir. Aydınlık sağcıları daha 1970’lerin başında milli burjuvazi dedikleri Kemalistlerin 1930’larda “çoktan emperyalizmle birleşmiş olduğunu” söylüyordu. Proleter hareket ise Kemalistlerin milli burjuvazinin değil, Osmanlı’da egemen İttihatçı klikten gelmekle birlikte ondan kimi noktalarda (bunlar kendi çıkarlardır) ayrışan farklı bir Türk-Müslüman (Sünni) komprador kliğin temsilcisi olduklarını, bir de onlardan başka eski düzenden kalan komprador kliğin var olduğunu belirtti ve Kemalist kliğin başta Alman emperyalizmine olmak üzere emperyalistlere ve kapitalist kampa dayanan klik olduğunu söyledi. (Bu Alman emperyalizmine bağımlılık [ondan önce diğer emperyalistlere (İngiliz-Fransız) bağımlıydılar, nitekim emperyalistlerin kumpanyalarının çıkarları için Kemalistler işçileri kurşunlamakta beis görmemişlerdir] faşist bloğun tırmanmasıyla birlikte özellikle 1930’larda egemen hale gelmiştir).
Kemalist iktidarın basını Naziler’i överken, faşist İtalya’ya selam uçururken, Japon militaristlerini “Japon kapitalistlerinin karşısında” terakkici ilan ederken (bunların hepsi devletin resmi organı haline gelen Cumhuriyet gazetesinde sayısız örneklerle bulunabilir şeylerdir) bir sebebi vardı herhalde. Yoksa öyle arada bir, onda da kısık sesle “Saraçoğlu faşistti” “Milli şef faşistti” (ki bu ikinci tespitlerini artık kesin olarak dillendirmekten caydılar) demekle açıklanmaz bu. Kemalizm komprador patronların ve feodal toprak ağalarının devleti faşist diktatörlüğün kurucu ve temel ideolojisidir. Durum bu olunca bu tablo açığa çıkmaktadır: “Önce faşizmin ülkemizde sınıf muhtevası yanlış tespit edilmiştir. Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür.” (“Şafak revizyonizmi ile aramızdaki ayrılıkların kökeni ve gelişmesi: TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) Revizyonizminin Genel Eleştirisi” (Haziran 1972). … [Kaypakkaya, İbrahim]. İçinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfa: 439.; abç.)
Biz son olarak İbrahim Kaypakkaya yoldaşın şu özetini görüşlerimizin en genel ifadesi olduğundan buraya alalım (“Şafak Revizyonizminin, Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” (Ocak-Ağustos 1972 [Ocak 1972’de yazıldı. Ağustos 1972’de revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı]). … [Kaypakkaya, İbrahim]. içinde: “Bütün Eserleri”. Kaypakkaya, İbrahim. Nisan Yayımcılık. 2. Baskı [Nisan’da 1.], Ekim 2016. Sayfalar: 383-385.):
“Özetleyelim
- Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan başlayarak komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iktidara egemendir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iki büyük siyasi kliğe ayrılmıştır. İktidara ve devlet mekanizmasına egemen olan klik, önce İngiliz-Fransız emperyalizminin, 1935’lerden itibaren de Alman emperyalizminin işbirlikçiliğini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar, genel olarak orta burjuvazi de bu kliğin safında yer almıştır.
- İkinci Emperyalist Dünya Savaşı yıllarında Alman işbirlikçisi egemen klik, koyu bir faşizm uygulamasına ve vurgunculuk politikasına girişmiştir. Bu klik, içerde işçi sınıfı dâhil bütün demokratik güçlere, dışarda da SSCB’ye ve İngiliz-Fransız-Amerikan blokuna karşı Alman faşizminin safında yer almıştır. Fakat dünyadaki güçler dengesi ve SSCB’nin varlığı, bunların Alman faşistlerinin safında savaşa katılmasına engel olmuştur.
- Öte yandan da daha sonra DP ve MP içinde örgütlenen, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının muhalif kliği, bunun peşinde de, o zamana kadar CHP saflarında tali bir unsur olarak yer alan reformcu orta burjuvazi ve diğer demokratik unsurlar yer almıştır. TKP de bu kliğin kuyruğuna takılmıştır. Bunlar, dünya çapında Amerikan-İngiliz- Fransız blokuyla ve SSCB ile ittifak kurmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı, Alman faşistlerinin ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitince, Türkiye’de bu blok güçlenmiştir. Fakat savaş sona erer ermez, ABD emperyalizminin desteğiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne halkın ve demokratik güçlerin duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.
- Böylece Alman emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının yerini, ABD emperyalizminin uşağı olan komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı almıştır. Söz konusu olan şey, “savaş sırasında vurgunculukla palazlanan büyük burjuvazi”nin “uluslararası sermayenin kanatları arasına iyice girmesi” değil, Alman emperyalizminin “kanatları”nın yerini, ABD emperyalistlerinin “kanatları”nın alması, Alman uşağı gericilerin yerini de ABD uşağı gericilerin almasıdır.
- Proletaryanın ve küçük burjuvazinin muhalefetini kendi bendinde boğan kararsız orta burjuvazi, bu muhalefeti bir müddet DP’nin kuyruğuna taktıktan sonra, DP’nin faşizan uygulamaları karşısında, tekrar muhalefetteki CHP katarına katılmıştır. Proletarya önderliğinde, bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yaratılamamış olması, işçi sınıfının, emekçi halkın ve demokratik unsurların muhalefetinin, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerinin bazen birini, bazen diğerini iktidara getirmeye yarayan bir kaldıraç gibi kullanılmasına yol açmıştır.
- Muhalefetteyken “demokrasi” havarisi kesilen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağası klikleri, iktidara geçtikleri zaman, en azılı halk düşmanı kesilmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve savaş sonrasında ülkemizin gerçekleri kısaca bunlardır. (Bak: TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Madde 8-10-17’nin eleştirisi)”
Diğer biçimsel hatalara gelince:
- Kemalist Devrim 1974’te değil 1977’de kitap olarak basılmıştır. Daha önceden Halkın Sesi dergisinin 20., 22., 23., 25., 26., 27., 29., 31. ve 32. sayılarında tefrika edilmiştir. Bu kitap 1992’de Kaynak Yayınları tekrar basılırken de koskoca bir bölümü çıkarılmış, kalanları da sansürlenmiştir. Her bir Kaynak baskısında budanıp Kemalist sağcı tezlerle doldurulmuş, sonra Kemalist hezeyanlarla doldurulmuş olarak en son birkaç kitaplık bir diziye dönüştürülmüştür. Bugün bu kitabı Kaynak’tan alan kişi “Aydınlıkçılar’ın bu hatalı görüşlere karşı geliştirdiği görüşleri” değil, budanmış görüşleri okuyacaktır. Aydınlıkçılar da böyle insanlardır işte.
- Kaypakkaya Mayıs-Haziran 1972’de değil, Mart 1971’de size ilk defa (merkeze dönük tabana kapalı olmak üzere) muhalefet yapmış, bundan sonra Şubat 1972 DABK Kararı ile birlikte açıktan muhalefete başlamıştır (öncesinde kapalıydı). Zaten bu şekilde TİİKP, MLM Muhalefet’in tezlerinden aşırmalar dolu olan Şubat 1972 Genelgesi’ni parsa kapmak için yayınladı. 26 Mart 1972’de TİİKP’den istifa etmiş, Nisan 1972’nin başları boyunca ilk üç üyeyi ve taraftarları haberdar edip 24 Nisan 1972’de TKP (M-L)’yi kurmuştur.
Son olarak değineceğiz: Solculuktan etkilenmek safsatasına gelirsek, bu tamamen Aydınlıkçılar’ın kendilerinin çalıp kendilerinin oynadıkları bir türküdür. Solcu pratik demek sol sapma maceracı pratikleri uygulamak demektir (ve bu da kaçınılmaz olarak yenilgiye ve sağ tasfiyeciliğe vardırır). Bunun için öncelikle bir sol pratik olması gerekir. Aydınlık Söke mağaralarında elinde silahla haber bültenlerini dinleyip not almayı sol pratik sayıyorsa (ki sayıyor, bir keresinde bu minvalde bir saçmalık kusmuşlardı [her ne kadar “12 Mart’ta illegal olmayan bir örgüt de düşünülemezdi” diye yanında maske taksalar da], bkz: SvTMA’daki Doğu’nun makalesi, TİKP 2. Kongresi (!) bilançosu vb.) buna gülmekten başka verecek bir cevabımız yoktur. Siz sol pratik falan uygulamadınız, yukarıda çeşitli kereler kanıtladığımız üzere (daha doğrusu, sizin hayatın içerisinde kanıtladığınız üzere) aksine iflah olmaz sağcılardınız. İçinizden neredeyse sadece bir kişi sol bir pratik yapmıştır, o da İsrail elçiliğine bomba atmak için giderken bombası üzerinde patlayan İsmet Dişbudak’tır (ki onu da varla yok arası unuttunuz [eh, “Filistin kampında İsrail baskınında ölen” Bora Gözen kadar imaj yapmıyor demek ki gözünüzde!]). Geri kalanınız ya mağaralara daldınız ya kendinizle birlikte birçok devrimci köylüyü yakalattınız ya da hücre diye küçük-burjuva arkadaşlarınızın evinde kalırken yakalanıp onların da başını belaya soktunuz. Siz busunuz.
Onur sizin için sadece bir özel isimden öte bir değeri de ifade etsin. Zerrece onurunuz varsa da bu yazıya atıf vererek tekzip yaparsınız ama biz biliriz ki sizde onun kırıntısı yoktur.
KAHROLSUN KARŞI-DEVRİMCİ FAŞİST KONTRA AYDINLIK NAM KAPKARANLIK ÇETE!
YAŞASIN MLM PROLETARYA HAREKETİ, ONUN PARTİSİ VE ONUN KURUCU ÖNDERİ İBRAHİM KAYPAKKAYA!
YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM-MAOİZM!
KAHROLSUN REVİZYONİZM, MODERN-REVİZYONİZM, HER TÜRDEN SOL VE SAĞ OPORTÜNİZM, TASFİYECİLİK VE KOMPLOCULUK!
Bir Partizan okuru
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)