BORAN için – İmera Fera Yeşilgöz
Herkes olması gerektiği yerde mücadele görevini, parti görevini yerine getirmekteyken, yani her şey olması gerektiği gibiyken gelen her not kalp atışlarımızı hızlandırır. Her şeyden evvel “bir şey mi oldu?” kaygısı hissedilir.
Günlerden 6 Ağustos idi. O ana kadar benim için her şey olağan seyrindeydi. Günün anlamının şahsımda yarattığı, hasretle harmanlaşmış sevinç ile savaş tünelimizde çalışmaktaydım. Akşamın karanlığı henüz inmişti dağların üzerine. Zarfın üzerindeki el yazısından parti yönetimimizden gelmiş olduğunu anladığım notu yoldaşlar verdiler. Yüreğimde bir çarpıntı…Güne kederin bulaşacağı besbelli. İçerisindeki katlanmış kağıdı açtığımda fotoğrafında asılı kaldı gözlerim. Ağustos’un altısında buz kesti yüreğim.
BORAN,
“Düşünceye dönüşse benim etim kemiğim
Yolum kurban gitmez hoyrrat mesafelere:
Ben, tüm uzaklıkları aşıp erişeceğim
Sınırsız ötelerden, senin olduğun yere.
Varsın, sımsıkı bassın ayağım topraklara
Dünyada bir köşede, senden uzak mı uzak,
Çevik düşünce sıçrar, dinlemez deniz, kara.
Ulaşır özlediği yere hayal kurarak.
Ben, düşünce değilim: ah düşündükçe bunu
-sen gittin, ben uçamam- bu öldürüyor beni;”
Hep yoldaştı bana, hep abi. Hep yoldaşıydım, hep kardeşi. Avusturya İşçi Marşı’nın sözleri gibi sanki doğmuştuk bir anadan. 14 yaşımdaydım Boran’ı tanıdığımda, o ise 20’li yaşlarının başında bir delikanlıydı. Uzun saçları vardı. Parti’ye adımımı attığımda tanışmak üzere elimi uzattığım ilk devrimciydi. Elimi tuttu. O günden beri avuçlarında tutuludur elim. Bir kere yola çıktı mı sonuna kadar gidenlerdendi o. Her şeyi yaratmak için istemek, gerçekten istemek ve istenilen şeyi yaratmak için uğraşmak gerektiğini biliyordu. Mutluluğun özgürlük için mücadele etmek demek olduğunu biliyordu. Ve bu nedenle o, 35 yıllık yaşamında mutlu yaşadı. Özgürlük için mücadele ederek yaşadı. Devrimciliğin mücadelenin zorluklarına, ağır bedeline hazır olmak olduğunu gösterdi. Hep ileriye doğru attı adımlarını, hep zafere doğru yürüdü. Göğü fethe çıkanlara daima bağlı kaldı. Kanatlarını ateş kuşlarının diyarına çırptı. Yarattığı fırtına ile tutuşturdu tüm yürekleri.
“Cigaramı sardım karşı sahile / Yaktım ucunda acıları
Ağları attım anılar doldu / Ağlar hasretimin kıyıları
Yareme tuz diye yakamoz bastım
Tek şahidim aydı –aman aman
Bir elimde defne bir elimde sevdan/ Kalbim Ege’de kaldı
Kadehimi vurdum karşı yakaya / Efeler kalktı şerefe
Sevgimi attım dostlar tuttu / Bir ağıt yaktık kadere”
Yoldaşım,
Bütün yaralarıma, dertlerime şifa bildim varlığını. Bir hayat yaşadık yan yana, omuz omuza, soluk soluğa. Her an’ı devrimin zaferine adanmış bir hayat yaşadık. Sofrada ekmeğimizi bölüştük, barikatta kavgayı, cephelerde savaşı. Adına sevda dediklerimizin özlemiyle ısındık yıldızların aydınlattığı en soğuk gecelerde. Mevzilerde şafak sökerkenki kızıllığı karşıladık. Kandiller yaktık denize karşı. Şarkılar, türküler söyledik kendini rüzgara katanlar için. Devrim siperlerinde savaştık. Ve şimdi bir hüzün örtüyor bütün yaşanılanların üzerini, yağmurdan sonra yükselen toprak kokusu gibi doluyor ciğerlerime keder. Yan yana geçirdiğimiz 15 yıl içerisinde çok şey öğrettin. Kostik hazırlamayı, afiş asmayı, kavga etmeyi, savaşmayı, yoldaşlığı, komutanlığı, yüreğe sevda diye girenlerin hiç eskimeyeceğini…En komik olanlarındandı bana araba kullanmayı öğretişin. “Rojava caddelerinde araba kullanmayı öğrenirsen, her yerde sürebilirsin. Çünkü trafik kurallarının ve ihlallerinin kurallaştığı bir yer burası” demiştin. Rojava caddelerinde araba kullanmaya başladığımda anlayacaktım ne demek istediğini. Ne güzeldi seninle sabahın serinliğinde yollara çıkmak ve o yollarda şarkılar dinlemek, “Kalbim Ege’de Kaldı” demek. Bir de beraber mutfakçı olmalarımız var. Senin mutfaktaki profesyonelliğin aşikardı, bense başlangıçta yalnızca getir-götür vb. geri hizmetle sınırlanmış acemi bir çıraktım ama azimli bir çıraktım. Hiç anlam vermez, kızardın bombalardan değil de düdüklü tencerenin patlamasından korkuşuma. Çünkü benim neznimde düdüklü tencereler bombalardan daha tehlikeliydi. Yemek yapmayı da diğer pek çok şey gibi seninle sevdim ben, senden öğrendim. Şimdi bütün hatıralarımızın üzerine göz yaşlarım damlıyor.”Güzel olan her şeye sinmiş o kederden.”
Paylaştıkça çoğalan bir hayattı bizimkisi. Paylaşmak… Paylaşmak, kendinden çıkıp başkası olma, başkasına yaşam suyu akıtmaktır. Başkasında yaşamaktır. Bu olmadan insanında olmayacağını, varoluşun da olmayacağını bilmektir. Paylaştık biz seninle, güzele dair ne varsa, yüreğimize ne aldıysak. Heybemize doldurduklarımızla yürüdük yolumuzu. Seninle birlikte adımladığımız yollarda şimdi hatıralarımızla yürüyorum. Yürek yangın yeri… O zaman için son olduğunu bilmediğim, son sarılmamız geliyor hatırıma. Medya Savunma Alanları için görev aldığımda, Avrupa’ya geçmek üzere yol bekliyordun. Seninle gelmemi istiyordun. Ama görev yerine getirildiğinde ayrılığın zor olmadığını da bana sen öğretmiştin. Üstelik ilk defa gitme önceliği bendeydi, kalan sen oluyordun. “Abi ben şimdi gidiyorum. Yüreğimi sana yoldaş ederek gidiyorum. Birkaç güne sende yola çıkacaksın. Ve böylece ikimiz de bizi buluşturan Rojava topraklarından sevdalarımızla, özlemlerimizle, sevinçlerimizle, acılarımızla.. velhasıl tüm yaşanmışlıklarımızla ayrılmış olacağız. Seninle burada kavuşmak büyük bir mutluluktu, şimdi aynı yerde ayrılıyor olmak da bir o kadar büyük bir hüzün benim için. Hatıralarımız ayak izlerimizi bıraktığımız, terimizi, kanımızı döktüğümüz bu topraklarda duracaklar. Gittiğin yerde kendine çok iyi bak, bir nevi memlekete dönüyorsun sayılır. Bana ait iki can emanet ediyorum sana, onlara iyi bak. Sevdiklerime, İzmir’e selam söyle. İzmir’in ışıklarına baktığında bir gün mutlaka yeniden sokaklarında dolaşacağımızı düşle. Elimizde Komünar bayrağı ile. Seni çok seviyorum.”
“Sen şimdi gidiyorsun. İsterdim ki benimle gel. Ama sen dağları istiyorsun. Peki öyleyse git. Söz vereceksin. Kendine iyi bakacak, kendini koruyacaksın. Duyarım ki sana bir şey olmuş o vakit gerisini sen düşün.” Gözlerim dolmuştu, “tamam savaş uçaklarından hızlı koşacağım.” demiştim, gülmüştük. Görüyordum, kaygılıydın geride bırakıyor olduğun için. Çünkü sanırız ki ölüm haberleri hep savaş mevzilerinden gelir. Öyle olmadı. Birkaç ay sonra İzmir’e komşu topraklardan göndermiş olduğun bir paket ulaşmıştı elime. Kırmızı, camdan bir küreydi avuçlarımdaki. Tek bir cümle yazmamıştın. Çünkü ne yazmış olsanda o kürenin anlamına yetmeyeceğini iyi bilmiştin. Dağlarda, çantamın içinde taşıdığım kiloda hafif, anlamda ağır en değerli yüküm oldu kırmızı küremiz. Sonra bir gün, günlerin ışıl ışıl cıvıltısına kapkara bir sıkıntı damlası düştü. Artık gönül koydum Temmuz ayına. Bir temmuz gününde varmıştım karargaha kavuşmuştuk birbirimize yine bir temmuz gününde sonsuzluğa kanat açtın. Bir yürek yarası daha açtı Temmuz. Canımı can diye verebilmek sana, nefesimi nefes diye katabilmek soluğuna, sen çiçekli yolda yürürken Rasih’e Mehmet Ali’ye, göğsünün kafesinde yürek olup çarpabilmekti yaşam. Ömrümü ömür diye verebilmekti. Elbette ki doğru zamanda doğru yerde yürüdüğünüz çiçekli yoldan bizler de geçeceğiz. Ama şimdi ne olur bir de sen gitme!
“Gözlerini sil ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime.
Yok, gitme!
Gitme, sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor,
Özlemeyi yutkunuyorum;
Sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor
Şu gök var ya şu gök, birden üstüme çöküyor,
Yok… gitme!
Gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle…”
Hoşça kal yerine,
Ayrılığı ölümden zor belleyenlerin, ölümün ayırıcı yakıcılığını yaşamadıklarını düşünürüm. Büyüklerimiz ölümden gayrı her şeyin çaresi var demişler. Yaşanılan toplumsal deneyimlerin vardığı bir sonuçtur bu. Annem de “yedi dağın ardında olsun, canı sağ olsun” derdi. Devrimci mücadele içerisinde bu söz her daim benim yürek heybemde taşıdığım gücüm olageldi. Kimin ne zaman nerede olacağını parti bilir. Yoldaşlarımızla mücadele alanlarımızın ayrılığı yüreğimize hep hasret doldurur. Olduğumuz mücadele alanlarında, -dağda, şehirde, zindanda- parti değerlerimizi yüceltiyor olduğumuz, partimizin kesin zaferine pratiğimizle katkı sağlıyor olduğumuz müddetçe bu fiziki ayrılıkların anlam kazandığının bilincindeyiz. Ayrılığın, bedenlerimizin uzaklaşmasıyla değil partiyi, yoldaşlarımı kendinde hissetmemekle başladığının bilincindeyiz. Öncüm “bizler ne bu zamanın gerillası ne de bu zamanın hakikat savaşçılarıyız. Mücadele bizlere zamansız ve mekansız olmayı zorunlu kılıyor” diye yazmıştı mektubunda. Mehmet yoldaşın deyimiyle “hiçbir yerdeyken her yerde” olmaktır bu. Bizler… komünarlar….yanan gökyüzünde hiç durmadan uçan ateş kuşları…Bir şeyin gerçek olduğunu biliyoruz, yoldaşlarımızın yüreklerinin. Paramaz Kızılbaş yoldaşın söylediği gibi, her yürek devrimci bir hücredir. Boran’ın yüreği devrim mücadelemizin zaferine, bu zaferin gerillaları komünarlara bağlı devrimci bir hücreydi. O yürek atmaya devam edecek. Çünkü Boran yüreklerimize gücümüzün kaynağı sevme eyleminin tohumunu ekti. O tohum toprağına tutundu ve tomurcuk patladı: yürek yürek hücre hücre.
15 Ekim günü yazıyorum sana bu satırları. Dağlarımıza yağmur yeni yeni düşmeye başlarken, selam etmek için sana, yoldaşa, abiye, yürekte olana. Biliyorum “sana hoşçakal diyemem, ama şimdi gitme vakti, yüreğimde hasret biter, umutsuz olma yeter! ”
İmera Fera Yeşilgöz
Medya Savunma Alanları
15.10.2022
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)