BOYKOT tavrı üzerine: Taktik hata, stratejik körlük!

15 yıllık iktidarı ile ülkemizdeki faşizmin özgün bir vearsiyonunun temsiliyetine erişen AKP tarihinin en kaotik seçimlerinden birisine hazırlanıyor. Yaklaşan referandum, AKP’nin son yıllarda aldığı darbeler ile açığa çıkan krizinin giderilmesi ya da kalıcılaşması açısından ciddi bir dönemeç anlamına gelmektedir. Zira iç ve dış politikada yaşadığı batak durumunu artık çözememiş ve kendini milli irade tahtına yükselterek toplumu milli kurtuluş mücadelesine çağırmaktan başka çare bulamamış olan AKP, özellikle 15 Temmuz’dan sonra büründüğü “darbe ve batı karşıtı politikası” ile kitleler üzerindeki etki alanını arttırmaya çalışmaktadır. Bu durum AKP’nin politik çıkmazını ve iç politikadaki krizini ortaya koymaktadır. Efendisi ABD emperyalizminin Ortadoğu sorununda yaşadığı çıkmazın etkisi ile şantaj politikasına sarılsa da yanaştığı Rusya’dan da istediği ilgiliyi ve imtiyazları bulamamıştır.
İşte tüm bu tablo AKP’yi kendi iktidarını korumaya dönük bir politikaya yöneltmiş, dış müdahaleler karşısında tarihsel olarak Kemalist ideolojiye sarılmış ve Türkiye’nin birçok yerinde Çanakkale sergiler ve kur(t)uluş savaşı anma etkinlikleri organize etmiştir. Bu politik sürecin iyi okunması gerekmekte referandum sürecine genel klişe kelimelerin bayraktarlığı ile hazırlanılmamalıdır.
Kuşkusuz ki referandumdan sistemin köklü bir dönüşümü beklenemez ancak son süreçte kitle hareketinin yaşadığı gerileme, bu süreçte sistemin karşısında onu geriletecek bir hat tutturarak aşılabilir ve “hayır” üzerinden sürdürülecek birleşik muhalefet, sistemin çarkına çomak sokarak krizi kurumsallaştırabilir. Bu anlamda da son sürecin kızgın politik atmosferinde ciddi bir muhalefet alanı oluşturan ve kitlelerin de politik ilgisinin üst düzeyde olduğu Referandum süreci göz önünde tutulduğunda buna yönelik yaklaşımları tartışmak önemli bir başlık olarak karşımızdadır.
Zira bilinmektedir ki, TDH büyük oranda “Hayır” kampanyasına destek vermesine rağmen, bir kısım özneler ise “kitleler nezdinde sistemi meşrulaştırmamak” adına ise “boykot” tavrı vermektedir. Özellikle bunu “Emperyalizmin Türkiye’ye giydirmek istediği gömlek” şeklinde yorumlayan düşünsel topallık dogmatik semptomlarla somut koşulların somut tahlilini darağacına çekmeye çalışmaktadır. Bu düşünsel vaka diyalektiğe aykırı şekilde politik süreci düz mantığa kurban ederek kendi kitlesine idealizmin havuzunda yüzme öğretmeye çalışmaktadır.
İlk planda “daha sol” ve “daha devrimci” keskinliği ile gündeme giren “Boykot” tavrının sağ kulvardaki konumlanışı ise, tavrın kendisi ve onu sahiplenenlerin tavrı temellendirme şekilleri ile çok da uğraşmadan zaaflarını dökmekte, Marksist politik yöntem açısından barındırdığı hatalar deşifre olmaktadır. Mevcut boykot tavır bildirgelerine işlenen argümanlarda genel olarak Hayır politikasının çelişki kaldıracı kullanılmakta ve ilk yol ayrımında direksiyon idealizm sapağına kırılarak, boykot tavrı ileri sürülerek ve yaşanan ideolojik politik spazmın sancısından kurtulmaya çalışılmaktadır.
Boykot: Locadan izlenmenin taktik politikası
Boykot politikasına dair ilk planda dikkat çekici unsur, çağrının pratikteki konumlanışına dairdir. Zira çağrı, kendisinin “sandığa gitmemek”le sınırlandırmakta, pratik hatta seçimleri ve sistemin bu temeldeki kriz giderme yönelimini tıkama noktasında perspektrif üretmemektedir. Bu noktada üst perdeden dillendirilen bir kaç beylik laf da, pratikte sandıkları yakacak, seçime katılımı düşürecek etkiyi barındırmadığı oranda manüplatif kalmakta ve kitlelerdeki rehaveti meşrulaştırdığı oranda sağa düşmektedir.
Bu hali ile çağrı, sürece müdahale alanını ve çelişkiye dahil olma şeklini sahne dışına, tribüne taşıdığı gibi; üzerinde yürüyeceği güçlü bir toplumsal muhalefet ve sınıf hareketinden yoksun olduğu andaki verili toplumsal koşullarda kitleleri pasifizme de yönlendirme tehlikesini de barındırmaktadır.
Egemenlerin şu süreçte akademik tasfiyelerden HDP’li vekillerin tutuklanmasına kadar bir dizi pratikle referandumda “hayır” diyecek olmanın bedelini ödettiği, sokaklarda gözaltılar yaptığı bir süreçte boykotla içeriklendirilen tutum, teorik temel edindiği “açık saldırganlığın yarattığı gayrımeşru seçim ortamı” söylemini de yine kendi pratik konumlanışı ile yadsımaktadır.
Şöyle ki, tüm süreç boyunca egemenlerin topyekün saldırısını ve “seçimler” olgusunun meşruiyeti sürekli bir teşhir alanıdır. Gel gelelim, bunu bir kalkana dönüştürüp süreci, andaki toplumsal muhalefeti en ileri noktadan kavrayarak sürecin açığa çıkartacağı birleşik dinamiği sistemi geriletecek bir pratik hatta yönlendirmek, buradan tutup boyutlandırmak yerine tavrı “sandığa gitmeme”ye indirgemek pratikte saldırıların hedefini görmeyen bir siyasal körlük ve taktik hata anlamı taşımaktadır.
Boykot çağrısının bir diğer savunusu da “Hayır’ın yetersizliği” üzerinedir. Rus Otzovistlerinden* miras bu yaklaşım, andaki sınıf hareketinin durumunu ve güncel politik gelişmeleri ölçmeden süreci “en keskin” yerden karşılamakta, ancak pratik hattı ise toplumsal dinamiklerin kaderini ölçmeden “doğruyu söylemenin azizliği”ne hapsetmektedir. Bu dogmatik güzellemenin “an”a sıkışık politik okuması, toplumsal hareketin görece gerilediği ülke koşullarında saldırılara karşı en net cevabı üretme kaygısından pratikte uzaktır.
“Sağ”da yürüyen “sol” çığırtkanlık
Gündemdeki referandum açısından boykot politikası, üstte tariflediğimiz yetersizlik alanlarının ötesinde de bir dizi hatalı yaklaşımı barındırmaktadır. Bu noktada TDH’ın politika üretme tarzı ve bununla temelden ilişkili olacak şekilde kitlelere yaklaşımı ekseninde de boykot savunusu irdelenmelidir.
Tabi tüm bu tartışmaya girmeden belirtmek isteriz ki komünistler hiç bir aracı temelden reddetmediği gibi boykotu da reddetmezler. Boykot pratiği, ihtiyaç dahiline girdiği oranda ve sisteme andaki etkin müdahaleyi örme olanaklarını açığa çıkarttığı koşullarda kullanılabilir. Ancak konumuz özgülündeki boykot yaklaşımının tüm bu referanslardan uzak olduğunu ilk elden belirtmek gerekir.
Günceldeki referanduma yönelik boykot tavrının bu çerçevede ilk dikkat çekici yönü, boykotu güncelden çıkan bir sonuç olarak değil ideolojik bir tercih, daha doğrusu “komünist olmanın dışavurumu” şeklinde kavramasındadır. Bu kavrayışın daha ilk elden taşıdığı boşluk gözler önündedir. Zira politika marksist yöntemle ve güncelin yasaları ile belirlenebilir. Kavramları nesneleştirip bunları nitelik olarak giymek kimseyi komünist yapmayacağı gibi politika gibi özünde değişken bir zeminde onyıllardır aynı argümanı aynı söylem ile temellendirerek güncel okuması yapmamak da aynı dogmatik zemini üretmeye yarayacaktır.
Bahsettiğimiz şey sadece bir “günceli okuyamama” probleminin de ötesinde strateji ve taktik arasındaki diyalektik bağı çarpık kavrama eleştirisidir. Strateji gibi mücadelenin ana hedeflerini içeren ve daha genel, uzun vadeli yönelimleri kapsayan bir çerçeveyi, taktik gibi daha dönemsel ve stratejik yönelimle diyalektik bağı bulunan bir çerçeve ile ikame etme sorunudur. Süreci (referandumda da olduğu gibi) kendi içkin dinamikleri ile kavramayarak, düzenin ve onun karşısındaki güçlerin karşılıklı konumlanışlarını ve kitlelerin tüm bu süreçteki istanç ve talepleri ile politik kapasitelerini değerlendirmeyerek her politik gündemden aynı çağrıyı çıkartmak tam da bahsettiğimiz soruna denk düşmektedir.
Bu noktada kitlelerle yaklaşım noktasındaki sorunlu bağa ve üstenç politikaya yönelik Lenin “Yalnızca öncüyle zafer kazanılamaz. Tüm sınıfın, geniş kitlelerin, öncüyü ya doğrudan desteklediği ya da ona karşı hayırhah bir tarafsızlık gösterdiği bir konum almamış oldukları sürece, öncüyü tek başına tayin edici savaşa sürmek.. yalnızca bir budalalık olmakla kalmaz, aynı zamanda bir cinayet olur” (Seçme Eserler 10. Cilt) demektedir.
Konjonktürel durum ve referandum
Başkanlık sistemine ilişkin açıklanacak birçok sürecin yanında bugün referandum Erdoğan ve politikalarının siyaset mecrasında kalıcılaşmasını öngören bir süreçtir aynı zamanda.
Bu olguyu özellikle 1980 neoliberal politikalarla beraber özellikle Ortadoğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Siyasal İslam’ın olgunlaştırılmasında görmekteyiz. İhvan hareketinden, 1979 İran İslam Devrimi’ndeki Velayet-i Fakih’e kadar bütün gelişmelerde kalıcılaşan ve kalıcılaşmaya çalışarak kendi komprador sermaye kesimlerini oluşturmaya çalışan kliklerde görmekteyiz. Buna en net örnek, İran İslam Devrimidir. Şah etrafında öbeklenen komprador sermayenin Humeyni etrafında yaşadığı değişimden görmekteyiz. Aynı şekilde 5 yıllık AKP iktidarı sürecinde de Kemalist komprador kesim etrafındaki sermaye kesimi ya ekonomik ve siyasal baskılarla ya tasfiyeye ya da biata zorlanmış, ulemanın komprador kesimi ise palazlandırılmaya çalışılmıştır.
İşte Erdoğan ve temsil ettiği komprador kliğin tahayyülü ve tasarrufu bu kapsamda ortaya çıkmıştır. 15 yıllık iktidarı ve bu süre zarfında halk kitlelerine dönük operasyonların yanı sıra karşıt kliğini de kendi karşısında dize getirecek derecede politik çıkışları olan AKP’ye bu kapsamda devletin ideolojik ve baskı aygıtlarını ele geçirme operasyonları gerçekleştirilmiştir.
Bu gelişmelerin elbette emperyalistler açısından bir karşılığı vardır ancak emperyalizmin bizim gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerde klik tercihini genel anlamıyla kendi imtiyazları doğrultusunda yaptığı göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla gerek başkanlık gerekse de var olduğu haliyle parlamenter sistem, emperyalistler açısından sadece konjonktürel bir dönüşümün anlamı olabilir. Emperyalizmin bölgesel çapta giriştiği politika ve dönüşüm içerisinde sömürge ülkelerde veya sadece Türkiye üzerinde bir başkanlık sistemi öngördüğü bir süreç görünmemektedir. 2030 Küresel Eğilimler Raporu içerisinde emperyalizmin sadece Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi görülmektedir.
Bu doğrultuda hareket edecek ülkelerin hangi siyasal sisteme sahip olduğu ve olması gerektiği çok önemli değildir. Önemli olan emperyalizmin bölgesel politikalarının tasarruf edilmesidir ki Türkiye ve özellikle Erdoğan bu noktada sınıfta kalmıştır. Bu sınıfta kalmanın ruh hali son dönemlerde Erdoğan’ı herkese kafa tutmaya kadar iten bir özelliğe sahiptir. Bu iç dinamik krizi kendisini referandum gibi bir süreç ile ortaya koymuş ve siyasal sistem içinde kalmaya çalışan Erdoğan sürekli kitleleri desteğe çağırarak “Milli Kurtuluş” mücadelesini “Halife kurtuluşu” sürecine çevirmeye çalışmıştır.
Bu tablo ekseninde politika yaparken dış olguları incelemenin yanında bahsettiğimiz gibi esasta iç olguların da incelenmesi gerekmektedir. Zira Mao Zedung’un deyimiyle “Şeylerin gelişiminin ana nedeni, dışta değil içte , yani şeylerin iç çelişkilerindedir. Şeylerin hareketler ve gelişimleri içlerinde bu gibi çelişkilerin varlığı nedeniyle olur. Bir şeyin içindeki bu çelişki, gelişmenin ilk nedeni olup bir şeyin öteki şeylerle ilişkileri- bunların iç bağları ve birbirleri üzerine etkileri- ikinci derece bir nedendir. Böylece, materyalist diyalektik, metafizik mekanik materyalizm ve kaba evrimcilik tarafından öne sürülen teorilerle dış nedenler yada dış etkenler teorisi ile zorlu bir savaşıma girişir. Şurası açıktır ki, tamamen dış nedenler şeylerin yalnız mekanik hareketine yol açabilir, yani onların büyüklük ve miktarını değiştirir. Ama şeylerin nitelik bakımından binlerce çeşit sürecini ve birbirlerine dönüşümü açıklayamaz. Gerçekten de bir dış güç tarafından meydana getirilen mekanik bir hareket bile şeylerin iç çelişkileri yoluyla meydana gelir.... aynı şekilde toplumsal gelişme başlıca, dış nedenlerin değil iç nedenlerin sonucudur.” (Teori ve Pratik/ Ankara: Sol Yayınları, s. 27)
Bu açıdan politika kitlelerin çelişkisi üzerinden yükselir ve komünist partilerin kendilerini çelişkiler üzerinden yükselen yapılanmalar olarak tarif etmesi bundandır. Politika, subjektif gücün ekseninde, gerekirse manipülasyon ve spekülatif argümanları da kullanarak kitleleri harekete geçirme aracıdır. Politikayı devrimci yapacak şey hangi stratejiyi temel aldığı ve kitleleri harekete geçirecek kadroların komünistliği ile ilgilidir. Ve bugün boykot gibi bir gündem açık bir şekilde kitlelerin çelişkisi değildir.
Politik sürecin talimatı: Taktik hatadan arın, stratejik körlüğü yok et!
Yaşanan süreç hem egemenlerin kaderi hem de toplumsal muhalefetin geleceği açısından ciddi bir dönemeci temsil etmektedir. Çelişkinin evrildiği aşama, taktik politika açısından mücadeleyi büyütebilecek ve faşist saldırganlığa karşı set olabilecek her ihtimale kuvvetle sarılmayı emretmektedir.
Bu realitenin işaret ettiği aralık, stratejik netlik-taktik esneklik çerçevesinde en geniş ortak mücadele zeminini örerek kitlelerdeki öfkeyi daha belirgin bir güce dönüştürmek yönündedir. Bu da ilk planda AKP’nin krizini kurumsallaştırmakla mümkün kılınacak, “Başkanlığa hayır” diyenlerin açığa çıkarttığı mücadele dinamikleri üzerinden şekillenecektir. Bilinmelidir ki, tarih karşısında verilecek hesapta “neden esnek politika belirledin”le değil, “neden sardırılara karşı kitleleri seferber edemedin” sorusu sorulacaktır.
Sonuç olarak, komünist olmak, kitlelerle buluşabileceğimiz her noktadan tutup bunu boyutlandırmayı gerekli kılar. Politik sürece dair yönelimi, politik gerçekliği, andaki durumla ölçerek onunla değiştirip dönüştürmeye, alıp büyütmeye yönelik bağ kurmaktan ziyade “an”ı görüp onu konuşarak ilişkilenmenin Marksist bir açıklaması bulunmamaktadır.
Tüm bu gelişmeler ekseninde “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder; ama bunlar arasındaki mücadeleye de gözlerini yummaz; bu boğuşmadan kendi hesabına azami derecede fayda sağlamak için, bunların birbirine göre durumunu iyi tespit eder, en gerici olanı tecrit eder, ilk ve en şiddetli saldırılarını ona yöneltir, bu arada diğer gerici kliğin mahiyetini teşhir etmekten, onunla kendi arasındaki düşmanlık çizgisini sıkı sıkıya muhafaza etmekten de geri kalmaz. Bilir ki, hakim sınıflar arasındaki bu boğuşma her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini, yarın diğeri de alabilir. Bu, gericiler arasında durmadan değişen güç dengesine, iktidara hangi kliğin hâkim olduğuna, iktisadi ve siyasi buhranın mevcut olup olmamasına ve benzeri şartlara bağlıdır.”(İ. Kaypakkaya/Seçme Yazılar/s. 95)
Yoldaş Kaypakkaya’nın bu tespitinden hareketle andaki çelişkiyi doğru tespit etmeli ve en gerici olana yönelmeliyiz. “MHP gibi”, “HDP onu yaparsa biz yapmayız” edasındaki sol lafazanlığın bugün “Hayır deyince CHP’li olmaya getirdiği” veya “hayır diyenin devrim mücadelesinden, halk savaşından vazgeçtiği” gibi; sabun köpüğü uçuran ve bu siyasal atmosferde kendine yaşam bulmayacak olan yaklaşımları mahkum etmeli ve sürecin politik ihtiyacına göre şekillenerek gücümüzü seferber etmeliyiz
Son Haberler
Sayfalar

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)