“Demokratikleş-me paketi”

“Maymun ne kadar yükseğe çıkarsa,kıçı da o kadar görünür.”[1]
Bizim kuşaktan, (genel olarak “78’liler” olarak biliniyoruz) kimileri ve selefimiz 68’lilerin bir kısmı çok hızlı “uyum sağladı”. Biz beceremedik.
Eskinin “solcu”su, bugünün liberali kalemlerin AKP iktidarının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle açtığı (kaçıncı?) “Demokratikleşme Paketi” ile ilgili görüşlerden söz ediyorum.
“Cemevi ile Ruhban Okulu da olsaydı daha iyi olurdu,” diyen hoşnut Oral Çalışlar, örneğin[2]…
Ya da, “Eğer evrensel demokrasi hedefine ulaşmak, en azından yaklaşmak istiyorsak bugün özgürlükçülerin AKP’ye olan ihtiyacı AKP’nin onlara olan ihtiyacından çok daha fazladır,” sözleriyle “paket”e “Yetmez ama evet!” oluru veren Hadi Uluengin;[3] “beklenene ve ihtiyaca oranlandığında yetersiz, ama mevcut duruma göre ileri bir adım,” olarak karşılayan Oya Baydar[4]…
Önce bu (ve benzeri) sözlere, sonra da dönüp (bir daha) “demokratikleşme paketi”ne bakıyorum. Kimin neye memnun olduğunu, aklımı ne kadar zorlasam, hafsalam almıyor. Neler vardı pakette?
- Seçim barajı konusunda “öyle de olur, böyle de olur, öyle olursa böyle olur” mugalatasıyla bir oyalamaca… (Sanırım hangi formülün iktidar partisine en fazla milletvekili sağlayacağı üzerine henüz anlaşmaya varılmamış)
- Siyasi partilerin ilçe örgütleri için belde teşkilâtları kurmaları gereğinin kaldırılması…
- Siyasi parti üyeliğiyle ilgili kimi kısıtlamaların kaldırılması…
- BDP, ÖDP ve başka bazı sol-sosyalist partilerin nicedir uyguladığı “eş başkanlık” sisteminin önünün açılması…
- “Andımız”ın kaldırılması…
- Q, W, X harflerinin kullanımına ilişkin kısıtlamaların kaldırılması…
- Seçim propagandalarında Türkçe dışında dil kullanma olanağı…
- Daha çok inanca ilişkin olarak işletileceği ilk solukta anlaşılan “nefret suçları”, ayırımcılık ve ibadete engel olma vb. uygulamaların yaptırıma tabi kılınışı…
- Gösteri “hakkı” süresinin güneş batımına dek uzatılması…
- Özel okullarda anadilde eğitim hakkı…
- Eski köy isimlerine dönüş önündeki yasal engellerin kaldırılması (ilçe ve il isimleri için yasa gerekiyormuş… Yani Dersim, bir başka bahara kaldı yine…)
- Nevşehir Üniversitesi’nin adının “Hacı Bektaş Veli” olarak değiştirilmesi…
- Kamuda türban kullanımının önünün açılması…
- Kurban derileriyle ilgili düzenleme…
- Gasp edilmiş Mor Gabriel Manastırı arazisinin iadesi…
- Roman Enstitüsü kurulması…
Bir başka deyişle, kamuoyunu “açıkladık, açıklıyoruz” heyecanına vermeden,, “şaşıp kalacaksınız”, “tarih yazıyoruz” abartılarıyla vaveyla kopartmadan, işi bir “paket-show”a dönüştürülmeden, çoğu küçük idarî müdahaleler, kararnameler ya da ufak tefek yasa değişikliğiyle gerçekleştirilebilecek bir dizi teferruat ayar… Bir kısım sol liberal ve Candaş medya dışında kimsede öfori yarattığı söylenemez…
Yine de, “paket”in insanı üzerinde düşünmeye çağıran, biri “küresel”, öbürü “yerel”, birbiriyle bağıntılı iki önemli yönü var.
Önce “küresel” olan: “demokrasi” denilen ve uğruna dünya savaşları çıkartılmış (yoksa İkinci Dünya Savaşı Avrupa kıtasında demokrasiyi yeniden tesis etmek için çıkmamış mıydı?) bir siyasal rejimin, neo-liberal kapitalizmde nasıl karikatüre dönüşt(ürüld)üğüne dair…
Nasıl tanımlarsanız tanımlayın, burjuva demokrasisi, eninde sonunda bir kırılgan, değişken bir “denge”dir, sınıflar arası mücadelenin verili bir momentinde, verili bir konjonktüre denk düşen bir denge. Verili momentte emekçiler, madunlar, yönetilenler örgütlü ve güçlüyse, demokrasinin sınırları genişler; güçler dengesi egemen sınıflardan yanaysa, demokratik alan daralır.
Bu nedenledir ki, burjuva demokrasisinin her bir anı ezilenlerle egemenler, emekçilerle patronlar, yönetilenlerle yönetenler arasındaki hak ve yükümlülük ilişkilerine değgin kazanım (ya da kayıp)larla tanımlıdır: dolayısıyla da her “demokratik” belge, bu kazanım (ya da kayıp)lara düşülmüş bir kayıttır. Bir başka deyişle, sınıflara değgindir: basın özgürlüğü, grev hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, giderek insanca bir gelirle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sürdürme hakkı, çalışma hakkı, sosyal güvenlik hakları, çevre hakları vb.
Uzun uzadıya üzerinde durmanın gereği yok; ancak sosyalist sistemin çöküşüne eşzamanlı olarak kapitalist dünyanın neo-liberalizme yöneldiği 1980’li yıllardan bu yana, demokrasi kavrayışında güçlü bir bükülme yaşandı ve kavram, hızla “sınıflar”, giderek “toplumsallık”tan uzak(tırı)laşarak, postmodern çağların yükselen değeri “kimlik”e bitiştirildi.
AKP’nin yeni “paket”i bu neo-liberal/postmodern söylemle bir hayli uyumlu: “toplumsal” haklarla ilintilendirilebilecek tek başlık, toplantı ve gösteri yürüyüşleri süresinin bir saat uzatılıp günbatımına dek çekilmesi, bir de toplantılardaki hükümet komiserinin görev ve işlevlerinin düzenleme kuruluna bırakılması… Haydi biraz daha zorlayalım, siyasi parti üyeliğiyle ilgili kısıtlamalardan bazılarının kaldırılacağı söylemi (ilgili yasa yargı mensuplarının, memurların, TSK mensuplarının ve üniversite dışındaki öğrencilerin parti üyeliğini yasaklamakta)…
“Paket”teki diğer ayarlamaların tümü, etnik-dinsel kimlik problematiğiyle ilgili: dil, inanç, köy adları, Mor Gabriel, Roman Enstitüsü, nefret suçları, inanç ve ibadete müdahalenin yasaklanması, kamuda türban…
Dediğim gibi, bu tutum, fena hâlde neo-liberal. İnsanın aklına yerli toplulukları özerklik, kültürel gelişme, kendi bölgesindeki kaynakların değerlendirilmesinde söz hakkı, yerel eğitim sistemlerini örgütleme gibi bir dizi kültürel/kimliksel hakla donatırken, aynı kalemde işçi haklarını sınırlandıran, kamusal kaynakların özelleştirilmesinin önünü açan, kilit sektörlerde protestoları, grevleri yasaklayan, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kamusal niteliğini tasfiye eden yeni kuşak Latin Amerika anayasaları geliyor.[5]
Gelelim işin “yerel” boyutuna:
AKP “paket”i kimlik haklarının hakkını veriyor mu, derseniz, işin fars kısmı orada açığa çıkıyor: İçeriği olasılıkla kamuda çalışma hakkı talep eden başı örtülü kadınları (ancak o kesimden de hâkimlik-savcılık ve TSK gibi pozisyonlara değgin kısıtlamalara dair itirazlar yükselmeye başladı) ve dinsel inanç ve ibadet özgürlüğüne ilişkin olarak tanımlandığı anlaşılan “yaşam tarzı” dokunulmazlığıyla mümin Sünnileri hoşnut edecektir. Gelgelelim, bu ülkenin hâl-i hazırda en ağır baskılara uğrayan iki kimliğinden Kürtlere devletin sunduğu, “teselli mükâfatı” kıvamında iki-üç kalemden öte geçememektedir: X, Q, W harfleri, Fethullah Gülen cemaatinin hemen kolları sıvadığı[6] ve kendi dilinde eğitim görmeyi sınıfsal bir ayrıcalık hâline getiren Kürtçe tedrisatlı özel okullar, köy isimleri, okullardan andın kaldırılması, partiye devlet yardımı… Ne âlicenaplık; yanı başlarında Irak Kürdistanı’nda kendi bölgesindeki doğal kaynakları -merkezî yönetime meydan okuyarak- özgürce tasarruf eden, BM’den Filistin gibi gözlemci statüsü talep eden, kendi askerî gücüne sahip bir özerk yönetimin yıllardır faaliyet gösterdiği, eğitim ve sağlık sistemini özgürce biçimlendirdiği; Rojava’da ise benzer bir özerk statünün adım adım inşa edildiğine tanık olan Kürtler için ne muazzam bir lütuf!
Ancak Kürtler kadar olsun şanslı olmayanlar da var: Alevîler, bu pakette Hacı Bektaş Velî Üniversitesi’yle yetinmek zorunda kaldılar. Bırakın kendi inançlarını, dinsel pratiklerini ve yaşam tarzlarını özerkçe tayin edebilme haklarını, cemevlerine “cümbüş evi” diyen, İslâm dininde ibadethanelerin ayrılamayacağına konusunda imanı tam bir iktidar altında, vergisini ödedikleri diyanetçe ka’le alınmayan, zorunlu din derslerine tabi, kapıları çarpı işaretli, camili bir yaşama mahkûm, bir başka baharı bekleyecekler, çar naçar…
Romanlar “yüzde 70’imizin okuması yazması yok, enstitüyü ne yapalım?” dese de,[7] yaşam alanlarının yağmalanmasına, kentten kente sürülmeye, işsizliğe, dışlanmaya, bu kez “enstitülü” olarak devam edecekler. Eşeğini önce kaybedip sonra bulan garip kul misali, manastırlarının gasp edilmiş arazisini kazanan Süryanîler ise, devletten bir şey beklememe terbiyesini çoktan edinmişlikleri içinde, kendi kendilerine yitip gitmekte olan kültürlerinden geri kalanı muhafaza etmeyi sürdürecekler…
Ve pakette adı dahi anılmayan diğer “kimlikler”: kadınlar, LGBT bireyler, Ermeniler, Ezidîler, Rumlar, göçmenler… Şiddete uğramaya, polis ve mahalle baskısı altında yaşamaya, şantaj ve tehdit kıskacındaki gölge-yaşamlarını sürdürmeye, dışlanmanın uçlarında toplumun “görünmezler”i olarak sefalete mahkûmiyetleri sürmektedir.
Yani AKP’nin “demokratikleşme paketi”, sınıfsal talepler/toplumsal hakları kimliksel-kültürel düzenlemelerle ikame eden neo-liberal anlayış açısından da sınıfta kalmıştır…
“Paket”e traji-komik boyutunu veren bir başka yön ise, tam da başbakan ağzıyla açıklandığı günlerdeki Türkiye manzarası… İşte birkaç başlık…
- Terörle Mücadele Yasası’ndaki “terör” tanımının muğlaklığı ve esnekliği nedeniyle Türkiye cezaevlerinde herhangi bir şiddet olayına karışmamış binlerce kişi “terör örgütü üyesi olmak” ya da “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgütün amaçları doğrultusunda hareket etmek”ten tutuklu ya da mahkûm durumda. Aralarında siyasetçiler, yerel yöneticiler, öğretmenler, sendikacılar, öğrenciler, avukatlar, milletvekilleri… ne arasanız var. Bazıları yıllardır neyle suçlandığını bilmeden, mahkeme önüne çıkartılmadan yatıyor…
- CHP Cezaevi İnceleme Komisyonu’nun “Tutuklu Gazeteciler Raporu”na göre, 71 gazeteci cezaevinde. 117 gazeteci ise tutuksuz yargılanıyor.[8]
- İHD Genel Merkezi Cezaevi Komisyonu’nun 10 Eylül 2013 tarihli hasta mahkûm listesinde, 154’ü ağır olmak üzere 526 hasta tutsağın adı geçiyor. Yasal düzenlemeye karşın, yönetim bu tutsakları tahliye etmemek için son dakikaya kadar ayak sürüyor.
- “Demokratikleşme” havarileri, Haziran 2013 protestolarına katılanlara karşı rövanş operasyonlarını kesintisiz sürdürüyorlar. Basılan evler, “suç delili” olarak el konulan gaz maskeleri, talcid solüsyonları, deniz gözlükleri, baretler, poşular, kitaplar, dergiler… Okullarda sigaya çekilip muhbirliğe zorlanan ortaokul öğrencileri… kamuda birbiri ardı sıra açılan disiplin soruşturmaları… gözetim altındaki sosyal medya… birbirini izleyen TOMA ve biber gazı ihaleleri…
- Protestolara destek verdikleri gerekçesiyle yer aldıkları diziler gösterimden kaldırılan oyuncular, konserleri iptal edilen sanatçılar, gazetelerinden, kanallarından uzaklaştırılan gazeteciler[9]…
- Twitter’da Ömer Hayyam’ın bir şiirini paylaşan Fazıl Say’a hapis cezası…
- Hiçbir kanıt olmaksızın, lehteki bilirkişi raporlarına karşın Pınar Selek’in müebbete mahkûmiyeti… Ve hakkında kırmızı bülten çıkartılması…
- Kılına dokunulmayan TCK 301. madde, halkı askerlikten soğutma “suç”unu düzenleyen 318. madde, Başbakan’ın medyada kendisine yönelik eleştirilere karşı bir silah olarak kullandığı 125. madde, “suçu ve suçluyu övme” “suç”unu düzenleyen 215. madde, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”i düzenleyen (Fazıl Say’ın mahkûmiyetine dayanak oluşturan) 216. madde; Terörle Mücadele Yasası’nın bütünü…
- “Kentsel dönüşüm” gerekçesiyle kent dışına sürülen kent yoksulları…
Devam etmeyelim, değil mi?
Yine de bu paketin bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Daha önceki demokratikleşme ve yargı “paketleri”yle, hatta 12 Eylül 2010’daki referanduma sunulan düzenlemelerle birlikte ele alındıklarında, iktidar partisinin “demokratikleşme” girişimlerinin ne denli palyatif, ne denli gönülsüz, ne denli yüzeysel, ne denli samimiyetsiz, ne denli ayak sürüyücü olduğunu gözler önüne seriyorlar… Tabii AKP sevdasının minimalistleştirmediği, “buna da şükür”cüler dışındakiler için…
5 Ekim 2013 18:29:06, Ankara.
N O T L A R
[*] Tîroj, Yıl:11, No.65, Kasım-Aralık 2013…
[1] François Olivier.
[2] Oral Çalışlar, “Cemevi ve Ruhban Okulu da Olsaydı…”, Radikal, 1 Ekim 2013.
[3] Hadi Uluengin, “Yetmez, Ama Evet!”, Taraf, 2 Ekim 2013.
[4] Oya Baydar, “Ne Kabaq ne Devrim; Kazanımların Kerhen Tescili”, T24, 2 Ekim 2013, http://t24.com.tr/yazar/oya-baydar/55.
[5] Bir örnek için bkz. Raúl Useche Rodríguez, Educación indígena y proyecto civilizatorio en Ecuador Universidad Andina Simon Bolivar, Abya Yala, Corporación Editora Nacional, Quito, 2003, özellikle ss.74-76.
[6] Bkz: 3 Ekim 2013 tarihli Taraf gazetesi manşeti: “İlk Kürtçe Okula Cemaat Talip”.
[7] Bursa Roman Kültürünü Tanıtma ve Yaşatma Derneği Başkanı Efkan Özçimen, demokratikleşme paketinde aradıklarını bulamadıklarını söyledi. Özçimen, Romanların soykırım tehdidi altında olduğunu, ayrımcılığa uğradıklarını belirterek Romanların yüzde 70’i okuma yazma bilmezken Roman Enstitüsü açılmasının sorunlarını çözmeyeceğini vurguladı. Efkan Özçimen, “Yoksulluk nedeniyle okula gidemiyorlar. Üniversiteyi bitirenler de iş bulamıyor. 4 yıl okuyup, dışlandığı için hamallık yapanlar var. Sosyal alanda, eğitimde, barınmada yokuz,” dedi. (Levent Gencelli, “Enstitüyü Ne Yapalım?”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013.)
[8] Meriç Tafolar, “Türkiye Gazeteci Cezaevi”, Milliyet, 27 Mayıs 2013.
[9] Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Gezi Parkı Direnişi’nin başladığı 27 Mayıs 2013 tarihinden bugüne dek toplam 21 gazetecinin işten atıldığını, 37’sinin ise istifaya zorlandığını, en az 14’ünün de zorunlu izne çıkarıldığını belirtti. TGS, her geçen gün bu sayılara yeni ilaveler yapıldığını kaydetti.” (“72 Gazeteci İşinden Uzak”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2013, s.9.) (İşten atılan medya mensuplarının güncellenmiş 81 kişilik listesi için bkz: Serkan Ocak, “Ve Can Dündar da Gitti”, Radikal, 2 Ağustos 2013, s.5.)

Sibel Özbudun
1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;
1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar

Yolsuzluk
2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!
Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.

Hukuk Mu Dediniz?
Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, emperyalist bir tekelin çıkarları uğruna maden işçilerinin katledilmesi (16.08.2012)
Burjuvazi ve onu hizmetindeki kalem erbabı; “hukuk”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “bağımsız Türk mahkemeleri”, “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramları çok sever. Her fırsatta bunları dile getirirler. Burjuvaziyi tanımayanlar; “bunlar ne kadar da adalet ve hukuk düşkünüymüş” diye hayret içinde kalır ve alıkışlarlar, kendi zayıf “hukuk düşkünlüklerinnden" ve zayıf “adaletli” oluşlarından utanır olurlar.

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya
“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]
Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…
Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Beşikçi ve Kürd resmi ideolojisi
Ömrünü Türk resmi ideolojisiyle mücadele etmekle geçirmiş,Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin kırk yıllık emektarı İsmail Hoca’nın Apocu resmi ideolojinin yeniden üretiminden ve propagandasından sorumlu Ferda Çetin üzerinden eleştiri adı altında saldırıya uğraması hazin olmanın ötesinde Kürdistan’da Kürdistanlıların iktidarından yana kesimlerle Türkiyelileşme sevdalısı entegrasyoncu kesimler arasındaki ideolojik cephe savaşının başlangıç düdüğü olma potansiyeline de sahiptir.

Edebiyatin Latin Cephesine kenar notlari[*]
“Adını değiştir,öykü seni anlatsın.”[1]
“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre:

Latin Amerika'dan barış süreçleri 'El Salvador’ örnegi
* Anlaşıldı:Savaş artık Barış demek.Öyleyse bundan böyle domuzlara at,kız çocuklarına erkek deyip geçelim...”[1]
El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır.

Kanlı parseller
Bugün 2014'ün ilk günü. Hastalar sağlık, yoksullar varlık, mahpuslar özgürlük, âşıklarsa kavuşmayı diler her yeni yılda. Ben nice hayaller kurarak binlerce yıl öncesine gittim yeni yılın bu ilk dakikalarında. Hayal bu ya, Tanrı ilk yarattığında dünyayı, sihirli bir değnekle dokunsaydı eğer hayatın zümrüt yeşili bahçelerine, atalarımız olan ilk insanlar cennet bir dünyaya açacaklardı hayretle gözlerini.

Muharrem Erbey'in suçu ne
Geçenlerde Diyarbakır cezaevine gidip bazı dostları ziyaret ettim. Uzun yıllardır tutuklu olan Senanik Öner, Hatip Dicle, Şırnak belediye başkanı Ramazan Uysal, Muharrem Erbey ve İdil belediye başkanı Resul Sadak'la kısıtlı bir zamanda da olsa hasret giderdim. Hepsi yıllardır hapiste; hapislik adeta yaşamlarının bir parçası haline gelmiş. Kendisini meselenin tarafı olarak gören mahkemeden herhangi bir beklentileri kalmamış, hukuk ve adalet duygularını haklı olarak yitirmişler. Rehin olarak içeride tutulduklarını düşünüyorlar.

Ecdat(iniz)in VukatU(lar)i[*]
“İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”[1]
Hepimize Stephen Hawking’in, “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değildir, bildiğini zannetmektir,” sözünü anımsatan bir “Ecdat” yaygarası aldı başını gidiyor…
Semih Gümüş’ün, “Tarihi anlar yaratamaz”; Giorgio Agamben’in, “Tarih asla anda yakalanamaz, sadece bütüncül süreç olarak yakalanabilir,”[2] uyarılarını kavrayamayan “ecdat körlüğü” dört yanı sarıp sarmalıyor…

Umutlarımızı Büyütüyoruz
“... komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”Marx-Engels