Çarşamba Kasım 27, 2024

Doğa ve Çevre Sorununa Proletaryanın Yaklaşımı

İnsan doğanın ayrılmaz bir parçası olduğu için doğadaki her olumsuz gelişme insanı da doğrudan etkiler. Bu anlamıyla çevre sorunu, bir insanlık sorunudur. İnsana değer vermeyen bir sistemin doğaya değer vermesi de beklenemez.

Doğaya iradi olarak zarar verme özel mülkiyet sisteminin ortaya çıkışıyla birlikte gözlenebilmiştir. Bu, başlangıçta yaygın değildi. Tarım alanlarının açılması için orman kesimi ve bilinçsiz orman yakılması, kentlerin ortaya çıkışıyla kanalizasyon ve çöplerin gelişigüzel atılması ve akarsulara karışması gibi zararlara yol açabiliyordu. Ancak kapitalizm ve onun üst aşaması emperyalizmle birlikte,  kapitalistlerin kar amacıyla  doğayı talan ve tahrip etmesi başlamıştır. Marks’ın belirttiği gibi, kapitalizmin tarımdaki her gelişmesi sadece işçiyi değil, aynı zamanda toprağı soyma sanatı olmuştur. Toprağın doğurganlığını (verimini) arttırma söylemindeki her uygulama verimin kaynaklarını kurutmayı beraberinde getirmiştir. Büyük sanayinin ortaya çıkışı bu yok etme sürecini o derece hızlı kılar. Kapitalizm, toplumsal  üretim ve tekniğin geliştirilmesiyle bütün zenginliğin fışkırdığı kaynakları kurutarak gelişir.  Bu talan ve tahrip her geçen gün artarak devam etmiş, gelinen aşamada doğanın dengesinin bozulması ve doğanın kirletilmesiyle hayat yaşanmaz hale getiriliyor.

Kapitalizm öncesi hiçbir üretim biçiminde doğa, kapitalizmde olduğu boyutta vahşice sömürülmemiştir. Kapitalizm öncesi toplumlarda, doğaya insanlar tarafından sonuçlarını kestiremeden bilinçsizce zararlar veriliyordu. Ancak, bu, esasta doğanın kendi doğal döngüsü içinde aşabileceği, doğaya kalıcı zararlar vermeyen, felaketlere yol açmayan zararlardı. Ama çağımızda kalıcı zararlar vererek doğanın tahribini  ve yol açtığı felaketleri arttırarak her geçen gün yaşanmaz hale getirmektedir. Gün olmuyor ki dünyanın şu yada bu bölgesinde bir felaket yaşanmasın. Doğa ve çevre sorunlarının yarattığı sonuç ve sorunlarla karşılaşılmasın. Doğal olarak bunlardan en çok zarar gören işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleridir. Kitlesel ölümlerle, göçlerle, açlık, kuraklık, hastalıklarla vb dünya yaşanmaz hale getiriliyor ve her gün bu sorunlarla karşı karşıya gelmekteyiz. Dolayısıyla bu sorun ve sonuçları her geçen gün daha fazla gündemimize girmektedir. Bu durum, görmezlikten gelinmeyecek, üstünde atlanmayacak ve önemini küçümsenmeyecek bir sorundur. 

Kapitalizmin dünyayı, doğayı talanı, tahrip etmesi ve kirletmesiyle,  doğa ve çevrenin kirletilmesi ve bunların yol açtığı tahribat ve yıkımlar el ele yürür. Kapitalizm proletaryayı ortaya çıkarırken nasıl ki kendi mezar kazıcısını da yaratmış olduysa, doğa ve çevre sorunlarının yıkımına yol açmakla kendi mezarının kazılmasını da hızlandıracaktır. 

Kapitalizm,   her şeyi  mülk edinmek, her şeye sırsız hakim olmak ve hükmetmek ister. Doğaya da böyle yaklaşarak sömürüp talan etmektedir. Amaç sınırsız sömürü ve hakimiyet olunca doğa ve çevrenin de tahrip edilmesi kaçınılmazdır ve sonuçları onların pek de umurunda değildir. Egemen sınıflar, doğanın zenginliklerine ve üretici güçlerin artı emeklerine el koymakla kalmayıp, doğa ve çevreye zarar vererek palazlanırken, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dikkatini yıkımların sorumluları ve nedenlerini görmemeye, yıkımların sonuçlarıyla uğraştırıp onarmaya çekmeye çalışmaktadır. Sınıf bilinçli proletarya ise, sonuçlardan çok, bunun esas sorumluları ve yol açan  nedenlerini görerek saldırılarını oraya yöneltmelidir. Kapitalizmin kar hırsıyla doğa ve çevreye zarar vererek, doğanın dengesini bozup, canlıların yaşam koşullarını adım adım ortadan kaldırmaya yol açarak, toplumu ve  insanlığı yok etmeye götürmektedir. Toplum ve insanların esasını işçi, köylü ve diğer emekçi kesimler oluşturduğuna göre, saldırının doğrudan hedefi  olan işçi sınıfı ve emekçilerdir. O halde işçi sınıfı ve emekçiler, sadece baskı ve sömürüye karşı değil, bunun yanı sıra kendi varlığına ve yaşam koşullarına yönelen sömürücü sınıflara karşı varlık-yokluk mücadelesi yürütmesi gerekiyor.  İşçiler ve emekçiler, doğa ve çevre sorunlarını sınıf mücadelesinin bir sorunu olarak görüp, onu bir  örgütleme aracı olarak ele alıp kapitalist sisteme, sömürücü sınıflara karşı bir mücadele olarak görmesi gerekir.

 

Genel olarak doğa ve çevrenin tahrip ve kirletilmesi 

Doğanın temel fiziksel unsurları, hava, su, toprak ve güneştir. Bunlara zarar verilmesi veya olumsuz etkilenmesi doğanın tahrip edilmesi ve dengesinin bozulmasıdır. Çevre ise, dünya üzerinde yaşamını sürdüren canlılarının hayatları boyunca ilişkilerini sürdürdüğü ve karşılıklı etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamdır. Hava, su ve toprak bu çevrenin fiziksel unsurlarını; insan, hayvan, bitki ve diğer mikroorganizmalar ise biyolojik unsurlarını oluşturmaktadır.

Yer yüzeyinde yaşayan canlı öğelerin hayati aktivitelerini olumsuz yönde etkilenmesiyle, cansız çevre öğeleri üzerinde yapısal zararlar meydana getirmesi ve niteliklerini bozan yabancı maddelerin hava, su ve toprağa yoğun bir şekilde karışmasıyla Çevre Kirliliği oluşuyor.  

Çevre kirliliği, kapitalizmin doymak bilmez kar hırsıyla doğanın ürünlerini talan etmesi ve sömürmesi, yüksek karlar için doğaya, çevreye ve insanlara zarar vermesiyle oluşur. Kapitalist sistem, toplum ve insanların sağlığı için çalışmaz. İnsanların sağlıklı yaşamı ve geleceği için  temiz ve sağlıklı çevreye önem vermez.   Tersine sistemin egemeni olan kapitalistler kendi sömürülerini düşünür. Bunun için doğa, çevre ve insana yapmayacağı hiç bir kötülük yoktur. Sağlığa uygun olmayan gıdaların üretilmesi, sağlığa ve doğaya zararlı paketler içinden sunulması, çöp ve diğer artıkların sağlıklı arındırılmaması ve doğaya zararlı şekilde kullanılması, tarım için verimli arazilerin sanayi, otoban, konut alanı ve bunlardan çıkan kirli, zehirli gazlar altında bırakılması, orman katliamları,  türlerin kitlesel biçimde yok olması, erozyon, çölleşme, tarımsal ürün kaybı, aşırı ürün için zehirli ve toprağı verimsizleştiren kimyasal ilaçların kullanılması,   aşırı tüketim teşvikinin yarattığı toplumsal değerlerin israfı, sanayi ve yakıtlarla havanın kirletilmesi, yer altı su kaynaklarının kirletilmesi, tatlı su kaynaklarının giderek azalması, aşırı avlanmayla birlikte deniz habitatının bozulması ve arındırılmadan artıkların dökülmesi, petrol taşıma ve artıklarıyla kirletilmesi,  sera etkisi ve iklim değişimleri, ozon tabakasının tahribi-incelmesi, asit yağmurları, nükleer kazalar, nükleer atıklar, barajlar ve enerji sorunu adı altında verilen tahribatlar vb bunlardan bazılarıdır.

Ve yine üretim endüstrisinden kaynaklanan tehlikeli atıklar: Atom-Nükleer Enerji Santralleri, Petrol-Kimya Sanayisi, Boya ve Tekstil Fabrikaları, Orman Ürünleri, Mobilya ve Aksesuar, Matbaa ve Yayıncılık, Plastik ve Lastik ürünleri, Deri ve Deri ürünleri, Cam ve Kil ürünleri, Akü-Pil Sanayii, Maden arama ve çıkarma gibi Üretim Endüstrileri bu kapsamdaki tehlikeli atık kaynaklarıdır. 

Çevre kirliliği, bütün canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen, cansız çevre öğeleri üzerinde yapısal zararlar meydana getiren ve niteliklerini bozan yabancı maddelerin; hava, su ve toprağa yoğun bir şekilde karışması olayıdır. Veya çevre kirliliği, ekosistemlerde doğal dengeyi bozan ve kapitalist sistemden kaynaklanan ekolojik zararlardır.

Geçtiğimiz günlerde Alman kalkınma ve çevre örgütü Germanwatch, 2014 Küresel İklim Risk Endeksi'ni Varşova'da düzenlenen BM İklim Konferansı'nda kamuoyuna sundu. Belirtilene göre “1993-2012 yılları arasında meydana gelen 15 bin doğal afette 530 bin kişi hayatını kaybetti.”! Bu rakam büyük sayılabilecek bir şehrin nüfusu demektir. Hatta Luxsemburg gibi bazı ülkelerin nüfusunu aşmaktadır. Ayrıca bu “felaketlerdeki maddi kayıplar ise 2 trilyon 500 milyar doları bulduğu” belirtiliyor. Endekse göre son yirmi yılda yaşanan doğal afetlerden en çok etkilenen ülke Honduras'tır. Onu da  Myanmar,  Haiti, Filipinler, Endanozya izliyor.

Sadece 2012 yılında meydana gelen felaketlerden en çok zarara uğrayan ülkelerin başında ise Haiti geliyor. 2010 yılındaki depremin yaralarını sarmaya çalışan Haiti'yi geçtiğimiz yıl önce Isaac kasırgası vurdu. Kasırga nedeniyle tarım ürünlerinin büyük bir kısmını kaybeden ülkeyi bir de Sandy kasırgası sonucu oluşan tropik yağmurlar etkisi altına aldı. Haiti, sadece 2012 yılında yaşanan afetlere 200 bin kişi hayatını kaybetti.

Yayımlanan endeksten çıkan bir diğer sonuç da “az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler” denilen yarı-sömürge ülkelerin, emperyalist ülkelere göre doğal afetlerden daha çok zarar gördüğüdür. Açıktır ki bu tesadüfü değildir. Esas olarak emperyalistlerin sömürge ve yarı-sömürgelerde yarattığı tahribatların ve geri bıraktırmalarının bir sonucudur. O ülkelere dayatılan politikalarla yıkımlara yol açarken, diğer taraftan kendilerine bağımlılığı da arttırmış oluyorlar.  Doğaya, çevreye ve halklara verilen zararlar kapitalistlerin umurunda değildir.

Başlıca kirlilik çeşitleri: hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği, gürültü kirliliği ve radyoaktif kirliliktir.

Hava Kirliliği:

Atmosfer, yerkürenin etrafında adeta düzenleyici ve koruyucu bir örtü şeklindedir. Atmosfer tabakası; %78 azot, %21 oksijen, %1 karbondioksit ve asal gazlardan meydana gelir. Atmosferde toz, duman, gaz, koku ve su buharı şeklinde olan maddelerin, insan ve diğer canlılara zarar verebilecek kadar yükselmesi hava kirliliği olarak adlandırılır. 

Hava kirliliği, hava katmanlarında sera etkisine yol açmakta, küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine yol açmaktadır. Havada kalabilen kirleticiler su partikülleri ile asit meydana getirmekte ve yağmurlarla yer yüzeyine asit yağmurları olarak inmektedir. Buda su kirliliğine, sudaki canlılara, ormanlara, bitkilere, toprak ve topraktaki canlılara zarar vermektedir.  Havada biriken kükürtdioksit ve ozon bitkiler için zararlı olup; özellikle ozon, ürün kayıplarına sebep olmaktadır. Ozon tabakasının incelmesi sonucunda; radyasyon artmakta ve insanların bağışıklık sistemleri zarar görmekte, görme bozukluğuna ve deri kanserine yol açmaktadır. Ozon, bitkilerin yanı sıra ormanlara da zarar vermektedir. 

Maryland Üniversitesi tarafından yapılan ve Science dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre 2000 de bu yana 12 yıllık süreçte dünyadaki ağaçların yüzde 10'u yok oldu. Kaybın kilometre kare karşılığı ise 2.3 milyon km2. Bu dönemde yeni dikilen ağaçların kapladığı alan ise 0.8 milyon km2'de kaldı. Aradaki 1.5 milyon km2'lik kayıp nedeniyle atmosfere fazladan 16 milyar ton karbon salınmış oldu. Dünya'daki toplam karbon salımının yüzde 13'üne denk geliyor. 

Yeryüzü karalarının hâlen 1/4’ünü kapladığı sanılan ormanlar, insan yaşamında önemli bir rol oynamaktadır. Dünya ormanlarının yaklaşık %55'i gelişmekte olan ülkelerde geri kalanı da gelişmiş ülkelerde yer almaktadır. Dünya ormanları içinde önemli bir yere sahip olan tropikal yağmur ormanları 1950'lere kadar yeryüzünün %15’ini kaplıyordu. Bu oran 1975'e doğru %12'ye kadar düştü. 2000 yılında ise azalarak yeryüzünün yalnızca %7'si kadarını kaplayacağı düşünülmüştü. Fakat günümüzde yağmur ormanları dünyanın %6'sını kaplamaktadır. Buna karşın yeryüzündeki hayvan ve bitki çeşitlerinin yarısından fazlası buralarda yaşamaktadır. Bu ormanlar dünyadaki oksijenin %40'ını sağlar. Ancak yeryüzündeki yağmur ormanları büyük bir hızla tahrip edilmektedir.

Dünya yüzeyinde her yıl 6 milyon hektar alan çölleşiyor. 184’ü memeli olmak üzere 970’i aşkın tür, yeryüzünden yok olmanın eşiğinde. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) “Ekolojik Ayak İzi Araştırması” sonuçlarına göre son 30 yılda doğal kaynakların % 30’u bir daha yerine konulamayacak şekilde tüketildi. Dünyadaki nemli tropikal ormanlar ise yılda 2 milyon hektar dolayında azalmaktadır. Bu azalma ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Afrika Kıtası’ndaki Kongo (Zaire) Havzası Ormanlarının (Keza güney Amerika’da Guyana, Surinam, Afrika’da Gabon, Kongo vb) çoğu henüz tehdit altında değildir. Buna karşılık Filipinler, Tayland, Malay Yarımadası, Vietnam, Bangladeş, Avustralya, Endonezya, Orta ve Güney Amerika, Madagaskar ile Batı Afrika'daki ormanlar çok büyük bir hızla tüketilmektedirler.

Ekvatoral yağmur ormanları kuşağı, bulunduğu ülkeler için önemli bir zenginlik kaynağıdır. Bu kuşakta yer alan ülkeler ekonomideki açıklarını yağmur ormanlarından elde ettikleri gelirler ile kapatmaya çalışmaktadır. Örneğin Brezilya, içinde bulunduğu borç batağından Amazon Ormanlarından sağladığı gelirler ile çıkmaya çalışmaktadır. Tropikal orman kaybının nedenlerinden bazıları Latin Amerika'da yeni yerleşme yerleri ve tarla açmak, Afrika ve Asya'da ise kereste ve yakacak odun elde etmekten kaynaklanmaktadır. Orta Amerika'nın küçük adalarında ise örneğin, Karayip Adalarının çoğunda turizm amaçlı yapılan inşaatlar nedeniyle orman örtüsü azaltılmıştır. 

Kosta Rika'nın yağmur ormanları muz tarlaları hâline dönüştürülmek için tahrip edilmiştir. Dünyanın en büyük odun hamuru ihracatçısı Endonezya'da odun hamuru temin etmek ve tarımsal amaçlı orman açmak yüzünden tropikal ormanların büyük bir kısmı ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca Endonezya Adalarının yağmur ormanları Japonya'nın kereste ihtiyacını karşılamak için gittikçe tüketilmektedir.

Yalnızca Güney Amerika'da 1990-2000 tarihleri arasında yılda ortalama kayıp 3,7 milyon hektar dolayında olmuştur. Azalmanın hızını vurgulamak için dünyada her saniyede bir futbol sahasından daha büyük bir alanı kaplayan ormanların ortadan kalktığını söylemek yeterli olacaktır. Her bir dakikada 400 hektar yağmur ormanı ağacı tahrip edilmektedir. Dünyada ormansızlaşmanın en yoğun yaşadığı ülke Brezilya’dır. Brezilya’yı hızla  HYPERLINK "http://www.radikal.com.tr/index/Endonezya" Endonezya izlemektedir. …

Türkiye’de de bu konuda azımsanmayacak durumdadır. Orman alanlar Türkiye-Kürdistan yüzeyinin %26’sını kaplamakta ve toplam miktarı 20.1 milyon hektardır. Devletin gerillaya karşı mücadele ve kitle desteğini yoketme hesabıyla, gerek ormanları yakılması ve gerekse konut, turizm alanlar, otoban, baraj, maden çıkarma bahanesiyle tahrip etmesiyle, özellikle verimli ve nitelikli ormanların miktarı gittikçe azalmaktadır. Örneğin, M.Ö. 10.000 yılında Anadolu’nun %72’si orman, %17’si ormansız alan/bozkır iken bugün ormanlık alan oranı %22’ye inmiş, bozkır alanları da Anadolu’nun %35’ini kaplamaktadır. 

Günümüzde  da bu orman azalması devam etmektedir. Örneğin 1950-1997 yılları arasında 1.180.663 hektar orman alanı yok edilmiştir. Başta amazon ormanları olmak üzere ormanlara çeşitli yollarla zarar verilip katledilmesi dünyanın oksijen damarının, akciğerinin kesilmesi demektir. Sanayinin bıraktığı kimyasal gazlar, araçların bıraktığı karbon gazları, sera gazları, orman yangınlarının duman ve ısısı, emperyalistler ve uşaklarının savaşlarda kullandığı gelişmiş uçak, bomba ve füzelerin bıraktığı kimyasal gazlar insanları öldürmenin yanı sıra toprağı da havayı da kirletip zehirlediği bilinmektedir. Sadece, 25 metre boyunda ve 15 metre tepe çatısına sahip bir kayın ağacı saatte 1.5 kg oksijen üretir.   1 hektar ladin ormanı yılda 32 ton, kayın ormanı 68 ton, çam ormanı 30-40 ton toz emdiği göz önünde bulundurulursa  ormanların hayati önemi ortaya çıkar.

Her yıl ortalama 11 milyon çocuk hava kirliliği nedeniyle ölmektedir. Yaklaşık 2 milyar insan temiz içme suyundan yoksun yaşamaya mahkum edilmiştir. Dünya sağlık Örgütü Kanser Araştırma Dairesi’nin 17 Ekim 2013’te yayınladığı rapora göre,  hava kirliliği olan bölgelerde yaşayanların ömrünün 1-2 yıl kısaldığını, “gelişmekte olan ülkelerde partiküler madde ve kükürtdioksit nedeniyle yılda 500 bin kişinin öldüğünün tahmin edildiğini” belirtiyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporunu değerlendiren BEÜ Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meltem Tor, “…dış ortam hava kirliliğinin özellikle akciğer kanserine yol açtığını, mesane kanseri  riskini arttırdığını, özellikle yaşlılarda, kalp ve akciğer hastalarında ölüm riskini artırdığını, damarlarda pıhtılaşma eğilimini artırdığını, emboli, inme, kalp krizi ve kanser riskini yükselt”meye yol açtığını vurguluyor. Türkiye’de özellikle Zonguldak ilinin zehir solduğunu, "evsel ısınmada kullanılan özel sektör kömürlerinde kül ve uçucu madde oranları yüksek oluşu, bu kömürlerin koklaşabilir olduğundan, yanma sonrasında başta partiküler madde olmak üzere uçucu organik bileşikler, poliaromatik hidrokarbonlar, siyah karbon ve karbonmonoksit gibi kirleticiler atmosfere salındığını belirtti.  Prof. Dr. Tor, ildeki sanayi tesislerinden kaynaklanan hava kirliliğinin büyük çoğunluğunun ise Türkiye Taşkömürü Kurumu  işletmesinden, Çatalağzı Termik Santrali’nden ve Erdemir Demir Çelik’ten kaynaklandığını, bunların havaya durmadan zehir saldığını belirtiyor.

 Türkiye toplam karbondioksit salımında, 2005 yılı verilerine göre, Avrupa Birliği ülkeleriyle karşılaştırıldığında yıllık 215,9 milyon tonla yedinci sırada, sanayi sektörü salımlarında ise ilk sırada yer almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, dünyada çevre kaynaklı hastalıklar her 45 dakikada 300 dolayında çocuğun ölümüne neden oluyor. Çoğu kadın ve çocuk, yılda 15 milyon insan açlıktan ölüyor; bu, 2 saniyede bir insanın açlıktan öldüğü anlamına geliyor. 

Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişimi Konferansı’nda (IPCC) hazırlanan 2007 raporuna göre, 2015 yazı itibariyle Grönland buz örtülerinin çözülmesi de önlenemez bir hâl alacak ve deniz seviyesinin 5 metreden fazla yükselmesine neden olacaktır. Dünyadaki en büyük 50 şehir  sular altında kalacak ve insanlar çevresel mülteciler hâline geleceği, yaşama alanları yok edildiği için, yeryüzündeki canlı türlerinin beşte biri 20 yıl içerisinde yok olacağı belirtiyor.

Görüldüğü gibi bu yaşananlar kapitalizmin insan ve doğa için ne kadar tehlikeli olduğunu çarpıcı bir şekilde bir kez daha ortaya koymaktadır.

 

Su Kirliliği:

Su canlıların bir yapı taşıdır. İnsanların %65’i, kanın %80-90’ı su’dur. Ağaç yaprakların %65-85’i su,   odun kısmının %50 su’dur. Su kaynaklarının ancak % 1.76’sı tatlı su olarak kullanılmaya elverişlidir. Yer yüzünün %70’i su, bunun % 96,5‘i tuzlu su, %3,5 ise tatlı sudur. Tatlı suyun ise, %1,74’ü buzullarda, %1,66’sı yer altında, %0,10‘u yüzey suyu oluşturur. Kirli suların yol açtığı hastalıklardan her yıl 2,2 milyon insan ölmekte, her 8 saniyede bir bebek can vermektedir. Dünya nüfusunun 3/1’nin (2,4 milyar) su arıtma tesisi yoktur. Bir insan günde, içmek için 5 litre, kişisel temizliği için 25 litre suya gereksinim duyuyor. Bir aile günde, Kanada’da 350 litre, Avrupa’da 165 litre, Afrika’da ise yalnızca 20 litre Su tüketiyor… Dünyada kişi başına düşen su miktarı yılda 1.000 tondan az ise su kıtlığı var diye tanımlanıyor. Dünyada 80 ülkede yaklaşık 2 Milyar insan kurak mevsimde günde 2-3 litre su bile bulamıyor. 

Türkiye su zengini olduğu sanılan; ancak gerçekte su kaynakları sınırlı bir ülkedir. Kişi başına yaklaşık 1.500 m3/yıl ile su kıtlığı olan bir ülke sayılır. DİE’ne göre Türkiye’nin nüfusu 2.030 yılında 100 milyon olursa kişi başına düşen su 1.000 m3 olacak!.  1.430 m³  olan kişi başına yıllık su miktarının,  2020 yılında 1.000 m³‘ün altına düşmesi ve Türkiye’nin de “su fakiri” bir ülke haline gelmesinden endişe ediliyor.

Su kirliliği, zararlı maddelerin suyu bozacak oranda olan miktarda suya karışmasıyla oluşur. Su kirliğinin nedenleri sanayi kuruluşları, termik santraller, gübreler, kimyasal ilaçlar, sanayi artıkları, nükleer artıkların yer altı sularını zehirlemesi ve santrallerdeki sıcak sular, deniz yüzeyine petrol akması, artık suların derelere, denizlere akıtılması, toprak erozyonu vb su kirliliğinin başlıca nedenleridir.

 Ülkemizde su kirliliği ilk kez 1940'da Haliçte, 1960'ta İzmir ve İzmit körfezlerinde, 1970'li yıllarda Mersin, İskenderun, Edremit körfezlerinde başlamıştır. Takip eden yıllarda bu daha da artmıştır. Türkiye'de denizler gibi, göller ve akarsular da büyük kirlilik tehdidi altındadır. Çarpık kentleşme, kanalizasyon ve sanayi atıklarıyla tarım ilaçlarından iyice kirlenirken göl ve ırmaklar, doğal yaşamı ve insanların geleceğini tehdit ediyor.

Manyas Göl’ü endüstriyel artıklar, yüzeysel sularla gelen pestisit ve gübrelerle kirlendi. Asırlık ağaçlar kurudu, uluslar arası milli park statüsündeki Manyas Kuş cenneti alarm verir duruma geldi. Bafra Göl’üne akan Menderes Nehiri’ne yapılan set ile göle su gelişinin engellenmesiyle göl kurumuş duruma geldi. Etrafındaki sulak alanlarda aynı tehlike altına geldi. Tuz Göl’ü  Konya'nın kanalizasyon ve organize sanayi atıklarının arıtılmadan Devlet Su İşleri (DSİ) drenaj kanallarıyla Tuz Gölü'ne verilmesiyle, ülkenin tuz üretiminin yüzde 70'ini sağlayan Tuz Gölü ve bölgede onun temelini oluşturduğu ekosistem büyük tehlike altında. Türkiye(Kürdistanı)nın en büyük gölü olan  Van Göl’ü, Van ili ve etrafındaki yerleşim yerlerinin kanalizasyon artıklarının akıtılmasıyla şimdilik vahim olmasa da ilerde vahim sonuçlara götürecektir. İznik Göl’ü, son yıllarda etrafındaki yerleşim yerlerinin kanalizasyon artıklarına bağlı olarak kirlenme yaşıyor. Sapanca Göl’ü, Sakarya ve Kocaeli'nin içme suyu havzasıdır. Yaklaşık 2 milyon kişinin içme ve kullanma suyu kaynağını oluşturmaktadır. Dip kaynakların yanı sıra ormanlardan gelen 17 dereden beslemektedir. Ancak son 2 yıldır yeterli yağışın olmaması ve üzerinde bulunan su fabrikaları ve kaçak su alımları nedeniyle 5 dere kurumuş durumdadır. Göl çevresinde yer yer 80-90 metreyi bulan su çekilmesi gözle görülebiliyor. Ve ayrıca  yıllardır gölün etrafındaki aşırı kaçak yapılama sonucu kirlenme yaşamaktadır. Iğdır Göl’ü, DSİ tarafında sulama amacıyla aşırı miktarda su çekiminden dolayı Eğridir ve Beyşehir göllerinde su seviyesi düştü, ekolojik dengeyi bozdu. Devletin “Çevre Bakanlığı”na göre Türkiye’deki bütün akarsularda kirlenme var. En çok da sanayi kuruluşları kirletiyor. Gediz Nehiri’ne, Uşak'taki 400 deri fabrikasının krom gibi çok tehlikeli ağır metal içeren atıkları, arıtılmadan akıtılıyor. Nehre Manisa, İzmir-Kemalpaşa, Salihli, Turgutlu ve Menemen gibi yerleşim alanlarına ait evsel ve endüstriyel atıklar boşaltılıyor. Gediz Nehri, kanserojen etkiye sahip fenolik maddeler, siyanür ve diğer ağır metaller tarafından kirletiliyor. Porsuk Çayı, Küthaya ve Eskişehir de bulunan 15 sanayi tesisi  artıklarının akıtılması sonucu öldürüldü. Sakarya’nın tek akarsuyu olan Sakarya Irmağı’nın kirletilmesi, sadece Sakarya Irmağını değil aktığı Karadenizin kirlemesine de neden olmaya devam ediyor. Ergene Nehiri ve onun kolu Çorlu Deresi’ne deri, kağıt, kimya, gıda, metal üretimi yapan 292 sanayi tesisinin artıklarının akıtılması bir başka çevre felaketine yol açıyor.  Kızılırmak, Yeşil Irmak, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Ceyhan, Seyhan, Fırat, Murat nehirleri, Ankara, Bartın, Filyos, Berdan, Nilüfer çayları gibi irili ufaklı sayısız çaylar açık kanalizasyon haline getirilmiş durumdadır. 

Bu konunun bir başka yönüne örnek de Konya Havzası’nda yağışların azalması, sıcaklık ve bilinçsizce su tüketimi sonucunda büyük bir çevre felaketiyle karşılaşılmasıdır. Havza içinde yer alan göller ve akarsuların kurumasıyla yer altı suları giderek azalmaktadır. Bugün yer altı sularının aşırı kullanımı, kaçak kuyular ve kuraklık nedeniyle eskiden sekiz metreden su çekilirken DSI'nin açtığı son kuyulardan 300 metrede su çekilmektedir. Yer altı su seviyesinin düşmesi sonucu Tuz Gölü’nden ovaya doğru su girişi olacak ve bunun sonucunda tarım alanlarında çoraklaşma yaşanmaya başlanacaktır. Ayrıca yer altı sularının aşırı çekilmesi burada obruk oluşumunu hızlandırarak Türkiye'nin en büyük ovasını delik deşik hâle getirecektir.

Dünyanın birçok ülkesinde de bu tahribat ve tehlike var. Örneğin dünyanın önemli şehirlerinden biri olan Mexico City, kurumuş göl tabanı üzerine kurulmuştur. Bu şehir, 1940-1985 yılları arasında yedi metreden fazla çökmüş durumdaydı. Günümüzde de şehir metropoliten alanı boyunca yılda 5 ile 40 cm arası çökmeye devam etmektedir. Bunun en önemli nedeni kurulduğu yapısal alanın özelliği ve yer altı sularının yüzlerce kuyudan aşırı derecede çekilmesidir.

Bir başka tahribat da sanayileşen ülkelerin atıklarının %70’i kanalizasyon, % 90’nı doğrudan su kaynaklarına verilmesidir.   1 litre atıksu, 8 litre temiz suyu kirletmektedir. Dünyada temiz suyun kirletilmesi engellenmez ve insanların bilinçsizce su kirletilmesi bu hızla devam ederse, 2050 yılında kirli su oranı %50 daha artacaktır. Temiz suyun kaybedilmesi ile dünya tarım alanlarının %70’i çölleşme tehlikesi altında kalacağı tespit ediliyor. 

Diğer taraftan artan su kıtlığı emperyalistler ve uşakları için su büyük bir sektör haline getirilmiştir. ABD su temini ve arıtma pazarında 90 milyar dolar ile dünya birincisidir. 1970’lerde 1.2 milyon metreküp olan plastik şişelerde satılan su miktarı 1998’de 23 milyon metreküpü aşmıştır. 2003 yılında şişe suyu, meşrubat endüstrisinin % 14’ünü oluşturuyordu. Türkiye’de de 15-20 yıl öncesine kadar büyükşehirler dahil musluklardan akan sular içilebiliyorken 1990’ların başından itibaren önce büyükşehirlerde sonra diğer şehirleri de kapsayarak artan oranda suların kirlenmesinden dolayı musluklardan akan sular insan sağlığını tehdit ettiğinden dolayı içilemiyor. Birçok ilde insanlar içme suyu ihtiyacını para vererek satın aldığı damacana sularıyla karşılamak zorunda bırakıldı. Böylece su şirketleri milyonlarca dolar kâr elde ediyor. Su, petrol da daha karlı bir duruma gelmiştir. Yarı-sömürge ülkelerde 1.4 milyar insan temiz sudan yoksun bir şekilde yaşamaya çalışıyor… 

Öte yandan endüstriyel tarım da gıda üretiminde toprağın su tutma kapasitesini azaltan ve su talebini artıran bir özelliğe sahiptir. Küresel ısınmaya çözüm olarak sunulan bio-yakıt üretimi ormanlara zarar verdiği kadar su kaynaklarının aşırı kullanımına da yol açıyor. Bir litre bio-yakıt üretimi için 9 bin litre su kullanılmaktadır. Demek ki bio-yakıt üretimi gösterilmek istendiği gibi “doğaya zararsız” değil, tersine başka zararlar vermektedir.

Yine su kaynaklarının, derelerin, nehirlerin üzerinde Hidreo Elektirik Santral(HES)lerin kurulması, hem temiz su kaynaklarına, hem sulama ve tarıma elverişli arazilere ve hem de iklim ve doğanın dengesine zarar vermektedir. Son yıllarda Türkiye de de çok yönlü saldırıların parçası olarak HES’lere ağırlık verilmektedir. Devletin resmi açıklamasına göre Aralık 2012 itibarıyla Türkiye genelinde 1659 adet HES projesi bulunuyor. Bunların 1494 adedine özel şirketler başvurmuştur. Bu rakamlara “mikro HES”ler dahil değildir.  Karadeniz Bölgesi’nde işletmede 95, inşa aşamasında ise 58 hidroelektrik santrali var. Proje, fizibilite, ön inceleme ve Su Kullanım Hakkı Anlaşması kapsamında da 253 Hidroelektrik Santrali (HES) projesi bulunuyor. Dersim’de ise işletilen ve yapılan HES projelerinin toplam sayısı 5’tir. Bitenlerle birlikte planların toplamı 23 baraj-HES dir. Karadeniz ve Dersim başta olmak üzere, hemen hemen her yerde  yöre halkı HES’lere karşı çıkmaya ve direnmeye devam ediyor; bir yandan da yasal-hukuk mücadelesi yürütüyor. Ve kimi yerlerde fiilen, kimi yerde de yasal hukuk mücadelesiyle HES ve maden işletmelerini durdurtmuştur… Bilim insanları, deniz suyunun ısınması sonucu kasırga sayısının son 35 yılda iki kat arttığını belirtiyor. Amerika’nın New Orleans kentini yerle bir eden Katrina gibi kasırgaların küresel ısınmadan kaynaklandığı ifade etmişlerdi.

Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye’de son yıllarda doğanın tahribine karşı mücadele ve çevre sorunlarına duyarlılık giderek gelişmektedir. Siyanürle altın çıkarmaya karşı Bergamalı köylülerinin yıllar süren direnişinin yankısı ülke sınırlarını aştı. Aynı zamanda çevre bilinci ve duyarlılığının gelişmesini tetiklemesiyle birlikte çevre sorunu direnişlerine ilham oldu, cesaret verdi. Hasankeyf  tarihi kültür varlığının Ilısu barajıyla yok edilmemesine karşı mücadele, Mersin-Akkuyu Atom santraline karı mücadele, Munzur, Peri suyu üzerine kurulmaya çalışılan barajlara karşı mücadele gibi onlarca, yüzlerce yerde direnişler sürüyor. Geçtiğimiz Haziranda İstanbul/Gezi parkının ağaçlarını keserek alışveriş merkezi (AVM) kurulmasına karşı yapılan direnişe, devlerin saldırması üzerine ülke çapına  milyonların haftalarca sokaklara dökülmesi; ODTÜ’nün ormanında otoban yolu geçirilmesine karşı ODTÜ öğrencilerinin haftalar süren ve ülkenin birçok yerinde sokak eylemleriyle destek gören eylemler ön plana çıkan örneklerdir. Keza yerleşim alanları içine, binaların üstüne baz istasyonlarının kurmasına karşı ciddi bir duyarlılıkla mücadele yürütmeleri, güçleri yettiğince  izin vermemeleri başka bir örnektir….

 

Toprak Kirliliği:

Toprağın verimliliğini düşürecek, toprağın özelliğini bozan her çeşit teknik ve ekolojik olaylar toprak kirliği olarak bilinmektedir.

Toprak kirliliğinin nedenleri, toprağın kirlenmesi hava ve suyu kirleten maddelerden oluşur. Örneğin kükürt dioksit yüksel olan bir havada yağmur yağdığı zaman asitli yapar ve asitli yağışlar toprağa ciddi zararlar verir. Kirli sulama suları, gübre çözeltileri, radyoaktif maddeler, küller gibi maddeler toprağa zarar veren maddelerdir. 

Dünyada tarım topraklarından 1 yılda 24 milyar ton toprak erozyonla yok edilmektedir. Böylece her kilometre kare tarım arazisinden 368 ton, hektardan 3,68 ton toprak kaybolmaktadır. Bu miktar her yıl 60 milyon hektar tarım alanının kaybedilmesi demektir. 

Ülkemizde ise tarım arazilerinde erozyonla kaybedilen toprak miktarı yılda 500 milyon tondur. Tarım arazisinden yaklaşık olarak yılda 1800 ton/km2  (18 ton/ha)  toprak kaybedilmektedir. Dünyadaki toprak kaybıyla karşılaştırıldığında, erozyonla kaybedilen toprağın ülkemizde, dünya ortalamasına kıyasla yaklaşık 5 kat daha çok olduğu belirtilmektedir. Ülkemizde  erozyon, Avrupa’dan 12, Afrika’dan 17 kat daha  fazladır. Ayrıca her yıl 80-100 bin dönüm orman yanarak, 5-7 bin dönüm orman ise tarla açma ve yerleşme sebebiyle yok olmaktadır. Yine önemli bir alan ekilen arazi baraj-HES alanları altında bırakılarak kaybedilmektedir. Keza  çayır ve mera alanları yitirilmekte, 1938 yılında 41.06 milyon hektar iken, 1990 yılında bu miktar 21.1 milyon hektara inmiştir. 

Dünyada 1950’li yıllarda kişi başına düşen tahıl ekilen alan miktarı 0,23 ha iken, bu miktar 2000 yılında 0,11 hektara düşmüş, bunun 2050 yılında 0,07 ha olacağı tahmin edilmektedir. Türkiye’de ise kişi başına düşen tahıl ekilen alan miktarı 1950’li yıllarda 1 hektar iken, bu miktar 2000 yılında 0,35 hektara düşmüştür. Bu miktarın 2050 yılında 0,16 hektara düşeceği tahmin edilmektedir (DİE Yıllığı 1993).

 

Gürültü Kirliliği:

İnsanların sağlıklarını belirli bir süre içinde yada sürekli olarak zarar veren meydana gelen seslerdir. Gürültü kirliliğini nedenleri; ulaşım araçları, sanayiler, eğlence araçları ve yerleri gürültü kirliliğinin başlıca nedenidir.


Radyoaktif Kirlenme:

Radyoaktif ürünler yaydıkları elektron ile çevrede bulunan hava, su, toprak ve bitkilere zarar vermesine radyoaktif kirlenme isimi verilir. Radyoaktif kirlenmeye, Nükleer enerji santralleri, nükleer silah üreten tesisler, radyoaktif madde artıkları neden olmaktadır. 

Dünyada şu anda 31 ülkede 442 nükleer reaktör aktif faaliyettedir. Bunların yarısı ABD, Fransa ve Japonya’dadır. Bu ülkelerin dahil olduğu büyük emperyalist 7 ülke(G-7’ler)de 272 nükleer santral (% 62’si) bulunuyor. G-7 üyesi ülkelerinden yalnızca İtalya'da nükleer santral bulunmuyor, diğerlerinde, Fransa'da 59, Almanya'da 17, Japonya'da 55, ABD'de 104, İngiltere'de 19 ve Kanada'da 18 santral var. Bu ülkelerin de içinde bulunduğu 14 ülkede 68 reaktörün inşaatı devam ediyor. 154'ü plan aşamasında ve 344' ü üzerine pazarlıklar yürütülmektedir.   Ayrıca, Arjantin, Finlandiya, Fransa, İran, Pakistan, Türkiye ve ABD'de birer reaktör, Bulgaristan, Japonya ve Ukrayna'da ikişer, Çin'de 11, Hindistan'da 6, Güney Kore'de 5 ve Rusya'da 8 nükleer reaktör inşa aşamasında bulunuyor.

Atom ve nükleer silahlara sahip olma politikası olmaksızın Nükleer Santrallere ihtiyaç duyulmaz. Buralarda nükleer silahların ana hammaddeleri  üretilmektedir: Atom, Nötron, Plütonyom, Uranyum, Cıva, balistik füzelerin hammaddelerini üretmektir. Yalan propagandalarla  yutturmaya çalıştıkları gibi Nükleer santraların amacı elektrik enerjisi elde etmek değildir. Amaç elektrik enerjisi elde etmek olsa doğaya-çevreye zarar vermeyen  enerji elde etmenin yolları vardır. Fotovaltik (güneş ışınından elektrik kazanmak), güneş ısısı, rüzgar enerjisi, yeraltı ısısı, su akışından faydalanmak, organik enerji ve hidrojen gazı bütün ülkelerin  ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacak durumdadır. Ayrıca ülkelerin enerji ihtiyacını karşılamada bağımsızlıkları koruma açısından da büyük bir potansiyel oluşturuyor. Buna ek olarak elektrik kullanımında en az yüzde 30'luk tasarruf imkanı sağlayacağı da bilimsel araştırmalarla ortaya konulmaktadır. Ama emperyalistler ve uşaklarının böyle bir derdi yoktur. Amaç ve hesapları hegemonya ve yüksek karlardır….

Nükleer santraların amacı emperyalistler ve onların uşaklarının nükleer silahlara sahip olmalarıdır. Haydutlar dünyasında güç göstergesi işaretidir…    

 HYPERLINK "http://i.ensonhaber.com/resimler/diger/nukleer_2306.jpg"  INCLUDEPICTURE "http://i.ensonhaber.com/resimler/diger/nukleer_266.jpg" \* MERGEFORMATINET 

Plutonyum 239, yapay üretilen bir elementtir ve dünyanın en ölümcül yüksek radyoaktif zehirlerden biridir. Gramının kırk milyarda biri ölüme götürür. Atom yarılama müddeti 24.000 yıldır. İngiltere’deki Windscale kazası, SSCB’deki Kyshtym kazası, ABD’deki Three Mile Island kazası, SSCB’deki Çernobil kazası ve son olarak 2011 de Japonya’daki Fukuşima kazası yaşandı. Fukuşima-1 nükleer santralında yangınlar ve patlamalar yaşandı ve bu patlamada 27.000 kişi  yaşamını yitirdi. 400.000 kişi felaketi andıran ortamda evsiz barksız kaldı. 2.000 tonun üzerinde radyoaktif madde çevreye yayıldı. (Çernobil'de ise 190 ton’du).  Bunların arasında en az 6,5 ton plütonyum bulunmaktadır. Bu çok zehirli, ölümcül ve nükleer silah yapılabilen bir radyoaktif maddedir.    Depremle gele kazadan birkaç gün sonra çeşme suyunun kullanılması yasaklanmıştı. 50 milyona yakın insanın yaşadığı 10 Japon vilayetinde yüz ile bin kat arasında radyoaktif zehir artması tespit edilmişti. Bunun vahim sonuçları ilerde daha açık ortaya çıkacaktır.  Fukuşima'da en az 6,5 ton plütonyum bulunduğu kabul ediliyordu.  

Havada, suda ve gittikçe artan bir şekilde besinlerde ve mallarda bulunan radyoaktif zehir görülemez, koklanamaz ve tadı alınamaz bir durumdadır.

  Uranyum madeni çıkarılırken suya ve teneffüs edilen havaya karışıyor, her yıl binlerce insanı zehirleyip kan kanseriyle öldürmekte, ölü doğumlar ve düşük yapmalar artmakta ve geniş bölgeler binlerce yıl için yıkıma uğruyor. Dünya çapında yürütülen savaşlarda yoğunlaştırılmış uranyum mermileri kullanılıyor. Oralarda yol açtığı sonuç ve yıkımlar daha ağır ve yüksektir. Yine  Nükleer Santrallerin ve nükleer silah depolarının çevresinde yaşayan insanlar ve özellikle çocuklar oldukça büyük oranda lösemi başta olmak üzere  kanser çeşitlerine yakalanmaktadır. Bu yönlü yapılan araştırmalarda ortaya çıkan kanser kayıtları ve bilimsel araştırmaların sonuçları baskı altında tutulmaktadır. Almanya’daki Krümmel nükleer santralinin çevresindeki alanda 1989’dan bu yana 15 yaşın altındaki çocuklarda, normal oranın 3-4 katı üzerinde kan kanseri vakası tespit edilmesi tehlikenin boyutlarını gösteren bir başka göstergedir.

 Termik Santralleri de bir o kadar tehlike oluşturmaktadır. Termik santrallerin yaydığı cıva; sinir sistemini, gelişmeyi, öğrenme yeteneğini olumsuz yönde etkilemektedir. Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre termik santrallerden her yıl havaya 50 ton cıva yayılmakta ve 40 ton kadar cıva içeren katı atık ortaya çıkmaktadır….

Açıktır ki, doğa ve çevreye verilen zararlara karşı mücadele ile Nükleer Santrallerin derhal kapatılası ve tüm Atom, Biyolojik ve Kimyasal (ABC) silahlarının yasaklanması ve imha edilmesi talepleri de birbirinden ayrılmaz bir şekilde yürütülmesi gerekiyor. 

 

Görevlerimiz:

Doğa ve çevre sorunları geleceğin bir sorunu değildir. Günümüzde yaşanıyor ve dolayısıyla somut verilen ve ileride yol açacak zararlara karşı mücadele yürütülmelidir.  Egemenlerin yıkım ve saldırılarını teşhir edip engellemeye çalışmalıyız. Bu sorun, geleceğin, devrimle birlikte önüne geçilebilecek ve üstesinde gelinebilecek sorun olarak görülemeyeceği açıktır. Komünistler, devrimciler toplumun en bilinçli, en ileri, en duyarlı insanları olduğuna göre bu meselede de en önde olmamız gerektiği açıktır. Doğa ve çevreye zarar veren sorunları önceden gören, buna karşı duyarlılıkları geliştiren, mücadeleyi örgütleyenler olmalıyız. Bizlerin dışında bu minvalde ortaya çıkan tepki, direniş ve mücadeleleri de kendi sorunumuz  görüp katılım sağlayıp kitlelerle bağ kurma,  örgütleme ve mücadelelerini ileriye taşıma aracı olarak görmemiz gerekir.  

Doğa ve çevre sorununu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak görüp- ele alıp,  bu yönlü mücadeleyi sınıf mücadelesi ve onun bir parçası olarak ele almalıyız. Hem kapitalizmin doğa ve çevreye de düşmanlığını teşhir etmeli, hem sınıf ve emekçi kitlelerin bilinç seviyesi ve duyarlılığını  arttırmalı ve hem de kitleleri örgütlemenin bir aracı olarak görmeliyiz….

Çevre sorununu, burjuvazi ve onların versiyonlarına, “sosyal form” ve liberal “Sivil Toplum Örgütleri” denilen organizasyonlarına,  Reformist ve Revizyonist rötuşlarına havale eden, terk eden tutumlara giremeyiz.  Burjuvazi ve hempaları, çevre sorununun nedenleri ve yaratıcılarını görme ve ona karşı mücadeleyi değil de, çok olsa olsa işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dikkatini, kendilerinin yarattıkları sonuçlarının yıkımlarını tamir etmeye çekerler. Sınıf bilinçli proletarya ise, bu durumu görmeli ve sorunun sonuçlarından çok esas olarak sorunun nedenleri ve onu yaratanlarına karşı mücadele yürütmeye dikkatleri çekmelidirler. Sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası, kitlelere gitmenin, bilinç götürmenin ve onları örgütlemenin bir aracı ve parçası olarak görüp ele almalıdırlar. Kapitalist , emperyalist sistem her geçen gün doğa ve çevre tahribatını arttırmaktadır. Ülkemizde de bu durum sürüyor.  Çok yönlü yıkımın adımları ve sonuçları her geçen gün  daha geniş kitleler tarafında hissedilir ve çıplak gözle görülür ve yaşamlarında hissedilir duruma gelmektedir. Bu da duyarlılık, bilinç ve mücadeleyi arttırmaktadır. Somut sorunları üzerine kitlelerin gerek ”yasal” zeminde  ve gerekse fiili direniş ve mücadeleleri artmaktadır. Son yıllarda her geçen gün kadınların bu mücadelelere katılımdaki ciddi artışı da ayrıca önem taşımaktadır. Çevre duyarlılığı ve mücadelesinin her geçen gün yayılma ve gelişme göstermeye devam etmesi bizlerin de buna gereken önemi vermemiz gerektiğini ortaya koymaktadır….   

Aralık 2013

 

ÜLKELER

Net Enerji İthalatı (Yüzde)

İşletmedeki Nükleer Reaktör Sayısı

İnşa Halindeki Nükleer Reaktör Sayısı

ABD

22

104

3

Fransa

53

58

1

Japonya

86

50

2

Rusya

-72

33

11

Güney Kore

86

23

4

Kanada

-40

20

-

Hindistan

32

20

7

Çin

11

16

28

Birleşik Krallık

37

16

-

Ukrayna

39

15

2

İsveç

35

10

-

Almanya

64

9

-

İspanya

75

8

-

Belçika

79

7

-

Çek Cumh.yeti

35

6

-

Tayvan

90

6

2

İsviçre

53

5

-

Finlandiya

63

4

1

Macaristan

62

4

-

Slovakya

68

4

2

Pakistan

32

3

2

Arjantin

-3

2

1

Brezilya

15

2

1

Bulgaristan

45

2

-

Meksika

-13

2

-

Romanya

-11

2

-

Ermenistan

76

1

-

İran

-60

1

-

Hollanda

32

1

-

Slovenya

51

1

-

 Birleşik Arap Emirlikleri

-116

-

1

Toplam

-

437

68

 

99389