Cumartesi Kasım 30, 2024

EĞITIM NOTLARINDAN ULUSAL SORUN

Caption: 
Metin Atak

 

ULUSAL SORUN

 

Ulusal sorun oldukça geniş bir konudur. Ulusal soruna ilişkin kapsamlı tartışmalar yapılmıştır. Doğru görüşler bu tartışmalar sonucu ortaya çıkmıştır MLM’lerin ulusal soruna yaklaşımları Leninizm döneminde şekillenen ulusal soruna ilişkin görüşlerden farklı değildir. Ulusal soruna ilişkin ülkemizde de farklı değerlendirmeler vardır. Bu farklılıklardı da öğrenmek önemlidir.

 

Konumuzu en baştan, ulus nedir sorusunu sorarak başlayacağız. Bunu giderek genişletecek, emperyalizm ve proleterler devrimler çağında, ulusal sorunun değişen yanlarını ele alarak konumuza devam edeceğiz. Sonra ulusal sorunun ülkemizde aldığı biçimi işleyeceğiz.

 

Ulus nedir?

 

Ulus bütünlüğü olan insan topluluğudur. Bunu belirli bir insan topluluğu olarak da belirtebiliriz. Ulus, kesinlikle bir aşiret ve ırk topluluğu değildir. Hiçbir ulus saf ve tek bir insan topluluğundan oluşmamıştır. Yüzyıllarca iç içe geçen topluluklar bugünkü ulusları meydana getirmişlerdir. Örneğin bugünkü İtalyan ulusu Romalılardan, Cermenlerden, Yunanlılardan ve Araplardan meydana gelmiştir. Keza Fransız ulusu Galyalılardan, Romalılardan, Britanyalılardan, Cermenlerden oluşmuştur. Aynı şey Almanlar içinde geçerlidir.Demek ki, ulus bir ırk ve aşiret topluluğu değil, fakat tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı insan topluluğudur.

 

Ulus, tarihi olarak çeşitli aşiret ve toplulukların birleşerek bir ulus oluşturmalarına rağmen, bir Keyhüsrev’in veya bir İskender’in büyük devletleri bir ulus oluşturmazlar. Bunlar ulus değil, fakat bu yada şu nedenle bir araya gelmiş ve dağılmış insan topluluklarıdır. Demek ki, devlet ile ulus bir ve aynı şey değildir. Devlet ezen ve ezilen sınıfların ortaya çıkmasından hemen sonra oluşmuş sınıfsal bir olgudur. Bu anlamda ulus ve devleti aynı kefeye koyamayız. Tarihi olarak, sınıflar ortaya çıktıktan sonra sırasıyla Köleci Devlet, Feodal Devlet olmasına rağmen bu devletlerin sınırları içinde yaşayan insan toplulukları birer ulus oluşturmuyordu. Burada çok önemli bir ayrım noktası söz konusudur. O da şudur; ulus sadece tarihi olarak oluşmuş bir kategori değil, o aynı zamanda yükselen kapitalizm çağının bir tarihi kategorisidir. Başka bir ifadeyle, feodalizmin tavsiye ve kapitalizmin gelişime süreci, aynı zamanda insan topluluklarının ve aşiretlerin uluslar biçiminde birleşme zamanıdır. Örneğin Batı Avrupa’da böyle oldu. Feodal parçalanma üzerinde zafer kazanan kapitalizmle birlikte, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Almanlar ulus biçimini aldılar.

Bu kısa girişten sonra bir ulusu meydana getiren unsurların neler olduğu inceleyebiliriz. Yukarıda her istikrarlı topluluğun bir ulus oluşturmadığını vurgulamıştık. Ulus için ortak bir dil zorunlu iken, bir devlet için ortak dil şart değildir. Ancak bir ulus için ortak dil şarttır. Ortak bir olmadan bir ulus meydana gelemez. Fakat her ortak dili konuşan herkesin de ayını ulusu oluşturdukları anlamına gelmez. Amerikalılar ve İngilizler ortak bir dil konuştukları halde iki ayrı ulusturlar. İngilizler ve Amerikalılar önceleri aynı topraklar üzerinde yaşıyorlardı. Sonradan, çeşitli nedenlerden dolayı İngilizler Amerika’ya göç etiler. Ve zamanla Amerika’ya göç eden diğer topluluklarla birlikte Amerikan ulusunu meydana getirdiler. Dil birliği bir ulusun en belirgin karakteristik özelliklerinden biridir. Bir ulus aynı anda çeşitli diller konuşamaz. Bir ulus için tek dil, ulusun oluşmasındaki en önemli unsurlarından biridir.

 

Fakat dil birliği bir ulusu meydana getirmeye yetmez. Dil birliğinin yanında başka özelliklerde söz konusudur. Bu özelliklerden bir diğeri de ortak bir toprak üzerinde yaşıyor olmalarıdır. Bir ulus uzun süreli ve düzenli ilişkiler sonucu insanların kuşaktan kuşağa bir arada yaşamaları sonucunda meydan gelmiştir. Ancak bir toprak olmaksızın uzun süreli bir arada yaşama mümkün değildir. Demek ki, toprak birliği ulusun karakteristik özelliklerinden biridir.

Fakat bu iki özellik de bir ulusun meydana gelmesi için yeterli değildir. Dil ve toprak birliğinin yanı sıra başka unsurlarda ulusun meydana gelmesinde önemli faktörler  içerir. Dil ve toprak birliğinin yanında, ulusun tek tek bölümlerini bir bütünde birleştiren bir iç iktisadi birlikte şarttır. Bu ekonomik birlik bir ulusun tümünün bir ortak pazar etrafında bir araya gelmelerini sağlayan önemli bir öğedir. Demek ki iktisadi yaşantı birliği ulusun karakteristik belirtilerinden biridir.

 

Bütün bu belirdiğimiz özelliklere bir başka özellik daha eklenmelidir. Bu özellik de ruhi şekillenme birliğidir. Uluslar sadece dil, toprak ve ekonomik olarak birbirlerinden ayrılmazlar, uluslar aynı zamanda kültür özelliklerinde ifadesini bulan ruhi şekilleniş bakımından da, birbirlerinden ayrılırlar.

 

Demek ki bir kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği, ulusun karakteristik özelliklerinden biridir.

 

Tüm bu ifadelerin sonucu olarak belirtmek gerekirse ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, ortak bir Pazar,kültür birliği ve ruhi şekillenmede ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur.

 

‘Ulus sadece tarihi bir kategori değil, fakat belirli bir çağın yükselen kapitalizm çağının bir tarihi kategorisidir. Feodalizmin tavsiye ve kapitalizmin gelişme süreci, aynı zamanda insanların uluslar biçiminde birleşme sürecidir. Örneğin Batı Avrupa’da böyle oldu. Feodal parçalanma üzerinde zafer kazanan kapitalizmin muzaffer yürüyüşü sırasında İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar, ve diğerleri ulus biçimini aldılar.’

 

Kapitalizminle birlikte meydana gelen uluslaşma sürecinde farklı iki süreç yaşandığını görmekteyiz. Bunlardan biricisi Batı’da, Almanya, İngiltere, Fransa’da tek uluslu devletler kurulurken, Doğu’da ise, çok uluslu devletlerin kurulduğunu görmekteyiz. Macaristan ve Rusya bu tür devletlerdi. Bu aynı zamanda çok uluslu devletlerde ulusal sorunu da gündeme getirdi. Almanya, Fransa ve İtalya’da ulusal sorun yaşanmazken, Macaristan, Rusya gibi ülkelerde ulusal sorun kendisini göstermeye başladı. Diğer bir gelişmede devletlerin bu kendine özgü kuruluş biçiminin hemen yanı başında, geri plana itilmiş milliyetlerin uluslar biçiminde örgütlenmek için iktisadi bakımdan sağlamlaşmaya henüz vakit bulamamış olduğu, henüz tavsiye edilememiş feodalizm ve zayıf gelişmiş kapitalizm koşulları altında mümkündü.

 

Uluslaşma sürecini anlatırken ulusun sadece tarihi bir kategori değil, fakat belirli, bir çağın yani yükselen kapitalizm çağının bir ürünü olduğunu anlamak için, feodal dönemde neden uluslar yoktu sorusunu sormak ve bu soruya doğru cevap vermekle mümkündür. ‘Ulusal sorunun neden kapitalizmin bir ürünü olarak ortaya çıktığının cevabı feodal toplumun karakteristik özelliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bunu anlamak için feodalizmin ekonomik özelliklerinin kısaca özetlenmesi gerekmektedir. ‘’Feodal toplumun üretim ilişkilerinin temeli, feodal beylerin toprak ve arazi üzerindeki mülkiyetleri ve üreticiler, serf köylüler üzerindeki kısıtlı mülkiyetleriydi. Feodal mülkiyetin yanı sıra, köylülerin ve zanaatkarların bireysel çalışmaya dayanan kişisel mülkiyeti mevcuttu. Serf köylünün emeği, feodal toplumun varlık temeliydi. Serfliğe dayanan sömürü, köylülerin bey için angarya hizmeti görmelerinde ya da ona aynı ve para biçiminde vergi ödemek zorunda olmalarında dile geliyordu. Serfliğe dayanan bağımlılık, çoğu kez, nerdeyse kölelik kadar ağırdı. Yine de serflik düzeni, köylü belirli bir dönem kendi iktisadında çalışabildiğinden ve böylelikle belirli ölçüde işine ilgi duyduğundan, üretici güçlerin gelişmesine belirli olanaklar sağladı. Feodalizmin ekonomik temel yasasının ana özellikleri aşağı yukarı şunlardır; Feodal beyin toprak ve arazi üzerindeki mülkiyeti ve  feodal beyin üreticiler, serfler üzerindeki kısıtlı mülkiyeti temelinde bağımlı köylülerin sömürülmesi yoluyla art-ürüne feodal beyler tarafından asalak tüketimleri için el konulması. Feodal toplum, özellikle ilk ortaçağ döneminde, küçük prenslikler ve devletler halinde parçalanmıştı. Feodal toplumun egemen zümreleri, soylular ve ruhbanlardı. Köylüler zümresi hiçbir politik hakka sahip değildi. Feodal toplumun tüm tarihi, köylülerle feodal beyler arasındaki sınıf mücadelesiyle doluydu. Soyluların ve ruhbanların çıkarlarını dile getiren feodal devlet, bunların toprak ve arazi üzerindeki feodal mülkiyetlerini güvence altına almalarına ve haktan ve ezilen köylülerin sömürülmesini güçlendirmelerine yardımcı olan aktif güçtü.’ Keza Stalin bu konuda Meşkov’la yaptığı bir polemikte şunları belirmektedir. ‘Önemli hatalarınızdan biri, bugün varolan tüm ulusları aynı kefeye koymanız ve arlarındaki farkı gözden kaçırmanızdan ibarettir. Dünyada çeşitli uluslar vardır. Burjuvazinin, feodalizmi ve feodal parçalanmışlığı ortadan kaldırırken ulusu birleştirip onları bir bütün haline getirdiği, yükselen kapitalizm çağında olan uluslar vardır. Bunlar, ‘’modern’’ denilen uluslardır.

 

Siz, ulusların daha kapitalizmden önce oluştuğunu ve var olduğunu iddia ediyorsunuz. Ama uluslar kapitalizmden önce, ülkelerin yalnızca ulusal bağlarla birbirine bağlı olmamakla kalmayıp, bilakis böylesi bağların gerekliliğini kesinlikle reddeden tek tek bağımsız prensliklere bölünmüş olduğu feodalizm döneminde nasıl oluşabilir ve varolabilirdi? Yanlış iddianızın tersine, kapitalizm öncesi dönemde uluslar yoktu ve olmadı da, çünkü henüz ulusal pazarlar yoktu, çünkü ne ekonomik ne kültürel ulusal merkezler yoktu, çünkü dolayısıyla bir halkın ekonomik parçalanmışlığını ortadan kaldıran ve bu halkın o zamana dek ayrı ayrı parçalarını ulusal bir bütünde birleştiren faktörler de yoktu.

 

Elbette ulusun unsurları-dil,toprak, kültür birliği vb-gökten düşmediler, bilakis yavaş yavaş oluştular, hem de daha kapitalizm öncesi dönemde. Ama bu unsurlar embriyon halindeydiler ve en iyi durumda, belirli elverişli koşullar altında gelecekte bir ulusun oluşabileceği anlamda bir gizli güçtüler. Bu gizli güç ancak, ulusal pazarları, ekonomik ve kültürel merkezleriyle yükselen kapitalizm döneminde gerçek haline geldi.’’

 

 

Ulusal Sorunu Ele Alışta Tarihsel Gelişim-2

Leninizm’le birlikte ulusal sorunun ele alınışında temelde farklılıklar meydana geldi. İkinci enternasyonal dönemindeki ulusal sorun ile Leninizm dönemindeki ulusal sorun bir ve aynı şeyler değildir. Tam tersine bu iki dönem açısından ulusal sorun sadece kapsamları bakımından değil, iç karakterleri bakımından da farklıdır.

 

Eskiden ulusal sorun genellikle başlıca ‘uygar ulusları’ ilgilendiren bir sorun olarak ele alınırdı. İkinci enternasyonalcileri ilgilendiren başlıca ulusal sorun sadece İrlandalılar, Macarlar, Polonyalılar ve başka birkaç ulus, bunun dışında ulusal sorunda en zalimce bakıya uğrayan Afrika ve Asya haklarının yüz milyonları ikinci enternasyonalcilerin görüş açılarının dışında kalırdı. ‘Leninizm, bu açık uygusuzluğun maskesini düşürmüştür, beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin ‘’uygar’’ kölesini ‘’uygar olmayan’’ kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamıştır. Böylelikle ulusal sorun, özel bir sorun, devletin bir iç sorunu olmaktan çıkarak, uluslararası genel bir sorun haline, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen haklarının emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu haline gelmiştir.’

 

Keza Stalin Ulusal sorundaki yanlış yaklaşımların başlıca olanlarını şöyle belirtiyor

‘’Eskiden, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olmaları ilkesi, genellikle, yanlış yorumlanırdı; bu ilkenin, ulusların özerlik hakları derekesine dönüştürüldüğüne sık sık tanık olunurdu. Bazı ikinci Enternasyonal önderleri, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkını, Kültürel özerlikle, yani ezilen ulusların siyasal iktidarının tamamını egemen ulusun elinde bırakarak, kendi kültürel kurumlarına sahip olma hakkıyla bir tutmaya kadar işi vardırdılar. Böylelikle, kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri fikri, ilhaklara karşı mücadele silahı olmaktan çıkıyor, ilhakları meşru gösterme aracı olma tehlikesine düşüyordu. Leninizm, ulusların kendi kaderlerini tayin etme kavramını, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen haklarının egemen devletten tamamıyla ayrılma hakkı, ulusların bağımsız devlet olarak yaşama hakkı biçiminde yorumlayarak, bu kavramı genişletti. Böylelikle kendi kaderini tayin etme kavramını, özerlik hakkı biçiminde yorumlayarak ilhakları meşru gösterme olanağı giderilmiş oldu.’’


 

Devamla

‘’Eskiden, ezilen uluslar sorunu, genellikle salt hukuki bir sorun olarak kabul edilirdi. ‘’ulusların eşitliği’’ne ilişkin sayısız demeçler, ‘’ulusal eşitliğe’’ ilişkin tumturaklı bildiriler..işte, bir uluslar grubu (azınlığı), sömürdüğü öteki uluslar grubunun sırtından geçinirken, ‘’ulusların eşitliği’’inden söz etmenin, ezilen haklarla alay etmek olduğu gerçeğini gizlemeye çalışan ikinci Enternasyonal partilerinin yaptıkları bundan ibarettir. Şimdi artık, ulusal sorunda, bu burjuvaca hukuki görüşün maskesinin düşürülmüş olduğunu kabul edebiliriz.’’


 

‘’Eskiden ulusal sorun, reformist bir görüş açısından, ayrı bağımsız bir sorun olarak sermayenin iktidarı, emperyalizmin devrilmesi, proletarya devrimi genel sorununa bağlanmadan dikkate alınırdı. Sömürgelerin kurtuluş hareketiyle dolaysız bir birlik olmadan, Avrupa’da proletaryanın zaferinin mümkün olabileceği; ulusal sorunun, sömürgeler sorunun sessizce, ‘’kendiliğinden’’ proletarya devriminin ana yolunun dışında, emperyalizme karşı devrimci bir mücadele olmaksızın çözülemeyeceği dolaylı olarak kabul ediliyordu. Şimdi artık bu devrim aleyhtarı görüşün maskesinin düşürdüğünü söyleyebiliriz.Leninizm tanıtlamıştır ki, ve emperyalist savaşla Rus devrimi doğrulamıştı ki, ulusal sorun, ancak, proletarya devrimi ile birlikte ve bu devrimin tabanına dayanılarak çözülebilir. Batıda devrimin zaferi yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin kurtuluş hareketiyle emperyalizme karşı ittifaktan geçer. Ulusal sorun, proletarya devriminin genel sorunun bir parçasıdır, proletarya diktatörlüğü sorunun bir parçadır. ‘’

Ulusal sorunda belirtilmesi gereken bir diğer konuda, ulusal sorunun üç gelişim aşamasını incelemektir. Ulusal sorunda birinci dönem; Batıda feodalizmin tasfiye ve kapitalizmin zaferi dönemidir. Bu dönem insanların ulusal topluluklar olarak birleştikleri döneme tekabül eder. Batı’da Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya vb ülkelerin uluslaşmalarıyla merkezi devlet kurmaları eş zamanlı olmuştur. Bu ülkelerde uluslaşma olurken, aynı zamanda devlet biçimlerine de büründüler. Bu tür devletlerde uluslaşma tek bir ulus üzerinden şekillendiğinden, bu ülkelerde başka uluslar olmadığından ulusal baskıda yoktu. Birinci dönem olarak belirtilen bu dönemde, Batı Avrupa’da ulusal baskının olmadığı devletler oluşurken, Doğu Avrupa’da ise, ekonomik ve politik olarak gelişmiş ulusun hakim olduğu, diğer ulusların baskı altına alındığı çok uluslu devletler kuruldu. Doğu’nun bu çok uluslu devletleri, ulusal savaşları, ulusal hareketleri, ve ulusal sorunun çeşitli çözüm yöntemlerini ortaya çıkaran ulusal baskının anavatanları oldu.

 

Ulusal baskı ve ona karşı mücadele yöntemlerinin geliştirildiği ikinci dönem ise emperyalizmin ortaya çıkmasıyla şekillenen dönemdir. Kapitalizm Pazar, hammadde, enerji ve ucuz iş gücüne her zaman ihtiyaç duymuştur. Kapitalizm sermaye ve mal ihracında kara, deniz ve hava yollarını denetleme ve bunları güvence altına almak ister. Bunun için ulusal çitleri yıkar, rakipleri aleyhine ulusal topraklarını genişletir. Bu ikinci dönemde, Batının eski ulusal devletleri, Fransa, İngiltere vb ülkeleri ulusal devlet olmaktan çıkar, yeni toprakların ilhak edilmesi sonucu çok uluslu devletlere, sömürgeci devletlere dönüşmüşlerdir ‘ve böylece Avrupa’nın doğusunda eskiden beri var olan aynı ulusal-sömürgesel baskıya sahne olurlar. Bu dönem, Doğu Avrupa’da ezilen ulusların (Çekler, Polonyalılar, Ukraynalılar) uyanması ve güçlenmesi ile karakterizedir, ki bu, emperyalist savaş sonucu “eşit burjuva çok-uluslu devletlerin yıkılması ve büyük güçler denilen devleler tarafından köleleştirilmiş yeni ulusal devletlerin oluşmasına yol açtı.’

Ulusal sorunda üçüncü dönem Ekim Devrimi dönemidir. Ekim Devrimi ile kapitalizmin yıkıldığı, ulusal sorunun çözüldüğü dönemdir. Ekim Devrimiyle birlikte Rusya’da ezilen uluslar ve sömürgeler sorunun tarihin çöplüğüne atıldığı dönemdir. ‘’Ama Ekim Devrimi’nin sonuçları yalnızca ulusal baskının kalkması, halkların birleşmesi için bir dayanağın yaratılmasıyla tükenmez. Gelişme seyri içinde Ekim Devrimi, halkların bu birleşmesinin de ortaya çıkardı ve halkların bir federatif devlet halinde birleşmesinin temel hatlarını çizdi. Devrimin birinci döneminde çeşitli milliyetlerin emekçi yığınları kendilerini bağımsız bir ulusal büyüklük hissetmeye başladıklarında; yabancı müdahalenin ise henüz gerçek bir tehlike oluşturmadığı bir sırada, hakların işbirliği henüz kesinlikle belirlenmiş, sıkı sıkıya saptanmış bir biçim almamıştı. İç savaş ve müdahale döneminde, ulusal cumhuriyetlerin askeri öz savunmasının çıkarları ön plana çıktığında, iktisadi inşanın sorunları ise henüz gündemde durmazken, işbirliği askeri ittifak biçimini aldı. Nihayet savaş sonrası dönemde, savaşın yıkıma uğrattığı üretici güçlerin yeniden inşası sorunları ön plana çıktığında, askeri ittifak iktisadi bir ittifak tümledi. Ulusal cumhuriyetlerin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği halinde birleşmeleri işbirliği biçimlerinin gelişmesinde, bu kez halkların yekpare bir çok ulusu Sovyet devleti içinde askeri, iktisadi ve siyasi birleşmesi karakterine bürünen son evresini oluşturur.

Böylece proletarya, ulusal sorunun doğru çözümünün anahtarını Sovyet düzeninde buldu. Onda, ulusal halk eşitliği ve gönüllük temeli üzerinde istikrarlı bir çok-uluslu devletin örgütlenmesine giden yolu buldu. ’’


 

‘’Ama ulusal sorunun doğru çözümünün anahtarını bulmak, henüz onu tamamen kesin olarak çözmek, bu çözümü somut pratikte son ayrıntılarına kadar gerçekleştirmek anlamına gelmez. Ekim Devrimi tarafından ortaya atılan ulusal programı doğru bir şekilde fiile geçirmek için, geçmiş ulusal baskı döneminden bize miras kalan ve kısa bir süre içinde, bir vuruşta üstesinden gelinemeyecek engellerin üstesinden gelinmesi zorunludur.

Bu durum,ilkin Büyük Rusların eski ayrıcalıklı durumlarının yansıması olan egemen Büyük Rus şovenizminin kalıntılarıdır.(…)

Bu miras, ikinci olarak, fiili eşitsizliktir, yani cumhuriyetler Birliği’ndeki milliyetlerin iktisadi ve kültürel eşitsizliğidir (….)

Bu miras, son olarak, ağır ulusal baskı boyunduruğu altında yaşamış ve henüz kendilerini eski ulusal incinme duygularından kurtaramamış bir dizi halkın bağrındaki milliyetçilik kalıntılarıdır.’’

‘’Toprak sahipleri ve burjuvazinin devrildiği ve halk kitlelerinin bu ülkelerde de Sovyet iktidarını ilan ettikleri bugün, Partinin görevi, Büyük Rus olmayan hakların emekçi kitlelerine, ileri Merkezi Rusya’ya yetişmeleri için, yardım etmek,

a)kendi ülkelerinde, bu hakların ulusal damgasına uygun Sovyet devleti biçimlerini geliştirme ve sağlamlaştırmalarına,

b)Kendi ülkelerinde anadilini konuşan ve yerli halkın zihniyetini ve yaşam biçimini tanıyan yerlilerden oluşan mahkemeler, yönetim organları, ekonomik organları, iktidar organları inşa etmelerine;

c)Kendi ülkelerinde, anadilde basın, okul, tiyatro, kulüpler ve genelde kültür ve eğitim kurumlarını geliştirmelerine yardım etmektir.’’

Tarihsel olarak ulusal sorunda yaşanan üç gelişim dönemi bundur. İki dönem ortak bir özellik gösterir. İlk iki dönemde ulusların baskı altında tutulduğu, köleliğe katlandıkları dönemdir. Ulusal sorunda ilk iki dönemin ortak özelliği baskı olmasına rağmen, bu iki dönem arasında da farklılıklar da vardır. Bu fark, ulusal sorunun birinci döneminde tek tek çok uluslu devletlerle sınırlı kalması  ve az sayıda Avrupa uluslarını kapsamasıydı. İkinci dönemde ise, ulusal sorun, devlet içi bir sorun olmaktan çıkarak devletler arası bir soruna, emperyalist devletler arasında bir savaş sorununa, amacı, tüm haklarına sahip olmayan milliyetleri boyunduruk altında tutmaya devam etmek, Avrupa dışındaki başka hakları ve kavimleri kendi etkisi altına almak olan bir savaş sorununa dönüşmüştür. Üçüncü dönem ise Ekim Devrimiyle ulusal sorunun çözüme kavuştuğu dönemdir.

Ulusal sorunda bilinmesi gereken önemli bir diğer sorunda ulusal baskının amacının ne olduğu ve ulusal hareketlerin nasıl başladığına ilişkindir.

Ulusal baskının amacı, ezen hakim ulus burjuvazisinin tüm pazara hakim olma isteminden ileri gelir. Hakim ulus burjuvazisi, ülkenin tüm maddi zenginliklerine tek başına sahip olma isteminin yanı sıra, elindeki imtiyazları sınırsız olarak kullanmak, yeni imtiyazlar elde etmek için her türlü zorbalığa baş vurur. Bu zorun sınırları yoktur. Ülkemiz buna en iyi örneklerden biridir. Türk hakim sınıfları Kürt ulusunun yok saymakta ve sadece hakim ulus olarak Türkleri görmektedir. Gerek ülkemizde gerekse genel olarak hakim ulusun burjuvaları ülkenin sınırlarını korumak adına, çeşitli ulusların yaşadığı bölgelerin ülkeden kopmaması için her türlü çabayı sarf ederler. Pazarın iyi işlemesi ve ticaretin sağlam olarak yürümesi için dil önemli bir unsurdur. Bunun işçin hakim ulusun burjuvaları ülkede sadece kendi dillerinin konuşulmasını isterler. Bunun içinde diğer tüm diller üzerinde baskı uygulayıp yasaklama yoluna giderler, kendi dillerinin konuşulması ve kabul edilmesi için zora dahi baş vururlar. Yine ülkemiz buna örnektir. Türk hakim sınıfları Türkçe’nin tek dil olduğu, bunun dışında başka dil tanımadıklarını, Kürtçe’nin, eğitim dili olarak kullanılmayacağı, yasak olduğu, anayasayla Türkçe’nin güvence altına alındığını belirtmelerinin altında Pazar dilinin Türkçe olması yatmaktadır. Stalin konuya ilişkin tarihi dersleri şöyle aktarır ‘’Ama iş her zaman pazarda bitmez. Mücadeleye, ‘zorbalık ve aktif savunma’ metotlarıyla hakim ulusun yarı-feodal, yarı-burjuva) bürokrasisi de gelir katılır… ‘Güçler’ birleşmekte ve ezilen ulus burjuvazisine karşı bir sürü kısıtlayıcı tedbirlerin uygulanması başlamaktadır, kısaca bir süre sonra soysuzlaşarak baskı biçimine bürünen tedbirler… Mücadele iktisadi alandan siyasi alana aktarılır. Gezi özgürlüğünün kısıtlanması, dilin konuşulmasına karşı çıkarılan engeller, seçim haklarının kısıtlanması, okul sayısının azaltılması, dini Örf ve adetlerin uygulanmasına karşı çıkarılan engeller vb., rakibin başına yağmaya başlar. Hiç şüphe yok ki, bu gibi tedbirler hakim ulusun burjuva sınıflarının çıkarlarına yaramakla kalmaz, aynı zamanda belirli amaçlar da güder. Hakim bürokrasinin kast amaçları’’ Ulusal burjuvazi içinde temel sorun pazardır. Onunda amacı metasını pazara sürmek ve diğer milliyetlerin burjuvalarıyla girdiği rekabette üstün gelmek ister. ‘’Kendi’’ ‘’anavatan’’ pazarını sağlama alma arzusu buradan gelir.

Ulusal hareket böyle başlar. Ulusal hareketin gücü, ulusun en geniş kesimlerinin ulusal harekete  katılma derecesine bağlıdır. Proletaryanın burjuva milliyetçiliğinin bayrağı altına girip girmemesi, proletaryanın sınıf bilincine ve örgütlülüğüne bağlıdır. Köylülüğe gelince, onun ulusal harekete katılması sorunu baskının derecesine bağlıdır. Eğer köylülük üzerinde bir baskı varsa, bu baskı özellikle toprak sorununda ifadesini buluyorsa, köylülüğün ulusal harekete katılma derecesi o oranda büyüktür.

Ulusal sorunda bir başka temel konuda, ulusal hareketlerin her yerde aynı olmadığıdır. Bu önemli bir noktadır. Eğer bizler ulusal sorunun her yerde aynı içerikte olduğunu mekanik bir şekilde ele alırsak yanılırız. Stalin bu durumu şöyle izah etmektedir. ‘’ Elbette ulusal hareketin içeriği her yerde aynı olamaz.; Bu içerik tamamen hareket tarafından ileri sürülen değişik türden taleplere bağlıdır. İrlanda da hareket bir tarım hareketi niteliği taşır, Bohemya’da ‘’dil’’ sorunu niteliğindedir; burada eşit yurttaşlık hakkı ve dini inanç özgürlüğü talep edilir.’’ Yine bu konuda ülkemizdeki Kürt ulusal hareketinin gelişimini verebiliriz. Kürt ulusal hareketinin bu anlamda çok derin ve ayrıntılı olarak incelenmesi gerekir. Ancak biz konumuz bağlamında şunları belirtebilir ki, Kürt ulusal hareketinin ilk ortaya çıkışı Kürt Ulusunun inkarı üzerine olmuştur. Mücadele uzun süre bu gerçeğin kabul edilmesi ve kendi kaderini tayin etme esas alınarak sürmüştür. 1999 yılından bu yana hareketin istem ve taleplerinde önemli değişimler meydana gelmiştir. Kürt ulusal hareketinin mücadelesi sonucu Kürt ulusunun varlığı Türk hakim sınıfları tarafından kabul edilmiş, başka faktörlerde işin içine girince Stalin yoldaşında belirttiği şekilde ‘’ulusal hareketin içeriği’’ değişmeye başlamış ve bu içerik yine Stalin yoldaşın belirttiği gibi ‘’hareket tarafından ileri sürülen değişik türden talepler’’le yer değiştirmiştir. Gelinen aşamada ‘’eşit yurttaş’’ ‘’dil üzerindeki baskıların kaldırılıp ana dilde eğitim’’ ve ‘’demokratik özerklik’’ talebiyle sınırlandırmıştır.

Ülkemizdeki ulusal mücadeleden çıkan tarihi dersler ve yine ulusal sorunun ortaya çıktığı tarihten günümüze kadarki tüm sonuçlardan çıkartılması gereken bir diğer sonuçta, ulusal mücadelenin, burjuva sınıflar arasında süren bir mücadele olduğu gerçeğidir. Bazen burjuvazi proletaryayı ulusal harekete katmayı başarır. Bu durum dışardan bakıldığında tüm halkın mücadelesiymiş gibi gözükür, ancak dışardan bakıldığında böyledir. Gerçekte ise, özünde esas olarak burjuvazinin yararına ve onun rıza gösterdiği bir burjuva mücadele olarak kalır. Böyle olmasına karşın, proletaryanın  ulusların ezilmesi siyasetine karşı mücadele etmemesi gerektiği sonucu asla çıkmaz. Tam terine milliyetlerin ezilmesine en başta proletarya karşı çıkar ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesini kayıtsız şartsız savunur. Bu ilke proletaryanın ulusal sorunda ne kadar hassas olduğunu gösterir.

Ulusal hareketi ele aldığımız bu bölümde, vurgulanması gereken bir diğer noktada ulusal hareketle sınıfsal hareket yada bir diğer değişle milli hareketle halk hareketi arasındaki farkın ne olduğu sorusudur. Bu sorunun cevabını direk olarak yoldaş Kaypakkaya’dan aktararak yanıtlayalım. Kaypakkaya yoldaş, milli hareketle halk hareketi arasındaki farkı, PDA ile girdiği polemikte şöyle açıklar; ‘’Milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını, milli baskının amacının Kürt halkını yıldırmak olduğunu iddia eden Şafak revizyonistleri, milli baskılara karşı gelişen Kürt milli hareketini de, halk hareketi olarak görmektedir. “Kürt halkı, ağır milli baskı ve politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırmıştır”. “Kürt halkının, demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele.

Oysa halk hareketiyle milli hareket bambaşka şeylerdir. Halk hareketi, her tarihi dönemde.ezilen kitlelerin, kendilerini ezen yukarıdaki sınıflara karşı, hem kısmi talepler uğruna, hem de bizzat yönetici sınıfları devirmek için giriştikleri mücadelenin adıdır.. Halk hareketi, ezilen kitlelerin sınıf hareketidir. Tarihin ilk dönemlerinden beri halk hareketleri vardı. Halk hareketleri, emperyalizm çağında (..) proletaryanın bilinçli öndeliğiyle birleşmekte, kitlelerin sömürüden ve zulümden kesin kurtuluşuna doğru ilerlemektedir. Oysa milli hareket, birinci olarak.sınırları belli bir tarihi alana yerleşmiştir. Lenin yoldaşın işaret ettiği gibi Batı Avrupa’da milli hareketler, aşağı yukarı 1789 ile 1871 arasında, oldukça belli bir dönemi kapsar.”işte bu dönem, milli hareketler milli devletlerin kuruluş dönemidir”. Doğu Avrupa’da ve Asya’da ise milli hareketler, ancak 1905 yılında başlamıştır.

İkinci olarak, milli hareketlerin tabii eğilimi, milli devletlerin kurulması yönündedir. 1789-1871 döneminin sonuna doğru Batı Avrupa, yerleşik bir burjuva devletler sistemine dönüşmüştür; ve bu devletler (İrlanda hariç) kural olarak, milli bütünlüğü olan devletlerdir (Lenin). Doğu Avrupa’da ve Asya’da 1905’lerde başlayan milli hareketlerin tabii eğilimi de yine milli devlet devletlerin kurulması yönündedir.

Özetlersek, halk hareketi, ezilen ve sömürülen yığınların sınıf hareketidir. Ve özünde, her zaman ezilen kitlelerin damgasını taşımaktadır her tarihi dönemde vardı ve bugün halk hareketlerini sınıf bilinçli proletaryanın önderliğiyle birleşerek, demokratik halk devrimleriyle ve sosyalist devrimlerle kitlelerin nihai kurtuluşlarını gerçekleştirmeye yönelmiştir.

Milli hareketler, yükselen kapitalizm şartlarında ortaya çıkışmıştır. Batı’da 1789 ile 1871er asında bir belli tarihi dönemi kapsar; Doğu Avrupa’da ve Asya’da 1905’lerden sonra başlamıştır ve halen yer yer devam etmektedir; milli hareketler özünde her zaman burjuvazinin damgamsı taşımaktadır ve her milli hareketin tabii eğilimi, kapitalizmin ihtiyaçlarına en iyi cevap veren milli bütünlüğü olan devletlerin kurulması yönündedir.’’ Diyerek konuya doğru bir bakış açısı sunmaktadır.

Konu bağlamında üzerinde önemle durulması gereken bir diğer sorunda ‘’ilhak’’ sorunudur. Ülkemizde ulusal sorun tartışmalarında ‘’ilhak’’ sorunu darlaştırılarak, bir ülkenin sömürge sorunuyla eş anlamlı olarak kullanılarak mesele darlaştırılmaktadır. Lenin ilhak konusunda tartışmaya yer vermeyecek şekilde şunları söylemektedir. ‘’ ‘’Bu soruyu neden sorduk? Soruyu sorduğumuzda zaten açıkladık. Çünkü ‘’ilhaklara karşı protesto, kendi kadrini tayin hakkını tanımaktan başka bir şey değildir’’, ilhak kavramına genellikle 1) şiddet kavramı (zorla ilhak) 2) ulusal yabancı egemenlik kavramı (bir ‘’yabancı’’bölgenin vs. ilhakı) ve –bazen de-3) statükonun çiğnenmesi kavramı dahildir. Tezlerde buna işaret ettik ve bu eleştirilmedi. İlhaklara karşı olmak kendi kaderini tayin hakkından yana olmak demektir. ‘’herhangi bir ulusun mevcut devlet sınırları işçinde zorla tutulmasına karşı’’ olmak (aynı düşüncenin bu biraz değiştirilmiş formülasyonun da bilerek tezlerimizin 4. Maddesinde kullandık. ‘’

Keza Lenin ekonomik ve politik İlhak konusunda da şunları vurgulamaktadır

‘’Bir ülkenin büyük mali sermayesi her zaman yabancı, politik olarak bağımsız bir ülkede de rakiplerini satın alacak durumdadır ve bunu sürekli yapıyor da, iktisaden bu tamamen gerçekleşebilir. Ekonomik ‘’ilhak’’ politik ilhak olmadan kesinlikle ‘’gerçekleşebilir’’ ve bu sürekli karşımıza çıkıyor. Emperyalizm üzerine literatürde adım başında, örneğin Arjantin’in gerçekte İngiltere’nin bir ‘’ticaret sömürgesi’’, Portekiz’in filen İngiltere’nin bir ‘’uydusu’’ olduğuna ilişkin ifadelere rastlarız. Ulusların kendi kaderini tayini, ulusların siyasi bağımsızlığının adıdır. Emperyalizm bunu ihlal etme çabasındadır, çünkü politik ilhak durumunda ekonomik ilhak çoğu kez daha kolay, daha ucuz (memurları satın almak, imtiyazlar elde etmek, uygun yasaların çıkartılmasını sağlamak daha kolaydır), daha rahat, daha rahatsız edilmeden gerçekleşebilir-tıpkı emperyalizmin genelde demokrasinin yerine oligarşiyi geçirme çabasında olduğu gibi.’’

Şimdi, bir diğer önemli konuda ulusal sorunun olduğu ülkelerde ezen ulus ile ezilen ulus işçileri arasındaki farklıkların ne olduğuna gelmiş bulunuyoruz. Şunu belirtmeliyiz ki, ulusal sorunun her ülkede sınıfsal baskının yanında birde ulusal baskı söz konusudur. Ezilen ulus işçi ve emekçileri her zaman çifte baskı ile karşı karşıyadırlar. Bu baskı bir yandan sınıfsal diğer yandan ise ulusal baskıyı içerir. Böyle olmakla birlikte ezen ulus işçileri ile ezilen ulus işçileri arasındaki diğer farları Lenin şöyle açıklamaktadır ‘’ ‘’Acaba ulusal sorunla ilgili olarak ezen ve ezilen ulus işçilerinin gerçek durumu aynı mıdır? Hayır.

1) İktisaden fark, ezen ülkelerde işçi sınıfının bazı kesimlerinin, ezilen ulusun işçilerini sürekli olarak soyup soğana çeviren ezen ulus burjuvalarının kazandıkları aşırı kardan kırıntılar almasıdır. Ayrıca, ekonomik veriler, ezilen ulus işçilerine kıyasla ezen ulus işçileri arasında daha büyük bir ‘’ara ustabaşılar’’ oranının ortaya çıktığını, daha büyük bir oranın ‘’işçi aristokrasisi’’ne yükseldiğini gösteriyor. Bu bir olgudur. Ezen ulus işçileri belli bir dereceye kadar ezilen ulus işçilerinin (ve halk kitlelerinin) yağmalanmasında kendi burjuvazilerinin ortağıdır.

2)Politik açıdan fark, ezen ulus işçilerinin, ezilen ulus işçilerine kıyasla politik yaşamın bir dizi alanında ayrıcalıklı bir konumda bulunmasıdır.

3)Düşünsel ya da ruhsal açıdan fark, ezen ulus işçilerinin okul ve hayat tarafından daima ezilen ulus işçilerine karşı küçümseme ve hoşgörü ruhuyla eğitilmesidir. Örneğin Büyük Ruslar arasında eğitilmiş ya da onlar arasında yaşamış her Büyük Rus bunu yaşamıştır. Böylece, nesnel gerçeklikte tüm çizgi boyunca bir fark yani tek tek kişilerin iradesinden ve bilincinden bağımsız olan nesnel dünyada bir ‘’düalizm’’ vardır.’’

Konumuz bağlamında sorulan sorulardan biri de, ulusal sorunda ‘’pratiklik’’ talebinin ne anlama geldiği ile ilgili sorulan sorudur. Bu soru yerinde ve önemlidir. Eğer ulusal sorunda ‘’pratiklik’’liğin ne anlama geldiğine doğru cevap veremezsek, proletaryanın bu konuda yanlışa düşme, ulusal burjuvazinin her isteminin desteklenmesi yanlışlığına düşürülür ki bu, ardından bir çok yanlışı birlikte getirir. Ulusal sorunda ‘’pratiklik’’ sorusuna Lenin’den aktaracağımız görüş, bu sorunda doğru tavrın ne olması gerektiğine de bir cevap olacaktır. Lenin, ‘’Ya, tüm ulusal çabaların desteklenmesi; ya her ulusun ayrılması sorununun ‘’evet ya da hayır’’la yanıtlanması; ya da genel olarak ulusal taleplerin dolaysız ‘’gerçekleştirilebilirliği’’

‘’Pratik’’ talebinin bu üç olası yorumunun her birini inceleyelim

Her ulusal hareketin başlangıcında doğal olarak onun hegemonu (önderi) olarak ortaya çıkan burjuvazi, tüm ulusal çabaların desteklenmesini pratik mesele olarak niteler. Proletaryanın ulusal sorundaki politikası ise (tüm diğer sorunlarda da olduğu gibi), burjuvaziyi sadece belirli bir doğrultuda destekler, fakat burjuvazinin politikasıyla asla tam olarak çakışmaz. İşçi sınıfı burjuvaziyi sadece (burjuvazinin asla tam olarak kuramayacağı ve ancak tam demokratikleşme ölçüsünde gerçekleşebilir olan) ulusal barış uğruna, hak eşitliği uğruna, sınıf mücadelesi için, en elverişli koşullar uğruna destekler, İşte tam da bu yüzden proleterler burjuvazisinin pratikliğine karşı, ulusal sorunda ilkesel bir politikayı öne çıkarır ve burjuvaziyi her zaman ancak şartlı destekler. Her burjuvazi, ulusal sorunda ya kendi ulusu için ayrıcalıklar ister ya da yalnızca ona münhasır avantajlar; işte buna ‘’pratiklik’’ denir Proletarya her türlü ayrıcalığa karşıdır, her türlü istisnailiğe karşıdır. Ondan ‘’pratiklik’’ talep etmek, burjuvazinin dümen suyunda gitmek demektir, oportünizme batmak demektir

Her ulusun ayrılma sorununu ‘’evet ya da hayır’’la mı yanıtlamak gerekir? Bu çok önemli ‘’pratik’’ bir talep gibi görünüyor. Fakat gerçekte budalacadır; teoride metafiziktir, pratikte proletaryayı burjuvazinin politikasına tabi kılmaya götürür. Burjuvazi daima kendi ulusal taleplerini ön plana koyar. Bunları kayıtsız-şartsız koyar. Proletarya için bunlar, sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir. Bir ulusun ayrılmasının mı, yoksa bir başka ulusun yanında eşit haklara sahip konumunun mu burjuva-demokratik devrimi tamamlayacağı önceden teorik olarak garantilenemez; proletarya için her iki durumda da önemli olan, kendi sınıfının gelişmesini sağlamaktır; burjuvazi için önemli olan, onun görevlerini ‘’kendi’’ ulusunun görevlerinin gerisine koyarak bu gelişmeyi zorlaştırmaktır. Bu nedenle proletarya, bir tek ulusa dahi olsa başka bir ulusun sırtından herhangi bir şey vermeyi garantilemeksizin ve kendini bununla yükümlendirmeksizin, kendi kaderini tayin hakkının tanınması deyim yerindeyse negatif talebiyle yetinir.

Bu ‘’pratik’’olmayabilir, ama pratikte, olanaklı tüm çözümlerin en demokratiğini en emin bir şekilde garantiler; proletaryanın yalnızca bu güvencelere ihtiyacı vardır, buna karşılık her ulusun burjuvazisi, başka ulusların durumunu (olası dezavantajlarını) göz önüne almaksızın, kendi avantajları için güvencelere ihtiyaç doyar.

Burjuvazi her şeyden önce verili bir talebin ‘’uygulanabilirliği’’ne ilgi duyar; diğer ulusların burjuvazisiyle proletarya zararına sürekli kötü trampa işlemleri politikası bundandır. Proletarya için ise, kendi sınıfının burjuvazi karşısında güçlenmesi, kitlelerin tutarlı demokrasi ve sosyalizm ruhuyla eğitimi önemlidir.

Bu oportünistler için ‘’pratik’’ olmayabilir, ama bu pratik biricik güvencedir, gerek feodallere karşı gerekse de milliyetçi burjuvaziye karşı maksimum ulusal hak eşitliğinin ulusal barışın bir güvencesidir.

Ulusal sorunda proletaryanın tüm görevi, tüm ulusların milliyetçi burjuvazisinin bakış açısından ‘’pratik’’ değildir, çünkü proleterler ‘’soyut’’ hak eşitliği, en ufak bir ayrıcalığın bile ilkesel olarak ortadan kaldırılmasını talep ediyorlar, her türlü milliyetçiliğin de düşmanıdırlar. Roza Luxsemburg bunu anlamadığı için, pratikliğe akılsızca övgüleriyle tam da oportünistlere, özellikle Büyük Rus milliyetçiliğine oportünist tavizlere kapıları ardına kadara dek açmıştır.’’

Konumuzun ilerleyen bölümünde sosyalizmde dil sorunu, azınlıklar ve sosyalist ulusların var olup olmadığı soruları sorulmuştu. Şimdi bu soruların cevaplarına gelmişi bulunuyoruz. Konu hakkında ustalardan yapacağımız doğruda aktarmalarla sorulara cevap vereceğiz. Zira bu konudaki sorulara doğru yaklaşım da, önceki sorular kadar önem arz etmektedir.

Sosyalizmde dil sorununa ilişkin yaklaşımın ne olduğunu Stalin şöyle belirtmektedir

‘’Sosyalizm döneminde tüm insanlık için ortak bir dil yaratacağı ve tüm dillerin sönüp gideceğinden söz ediliyor. (örneğin Kautsky yapıyor) Ben, bu evrensel tek dil teorisine pek inanmıyorum. Her halükarda, deneyim böyle bir teorinin lehine değil, aleyhine konuşuyor. Şimdiye kadar öyle oldu ki, sosyalist devrim dillerin sayısını azalmayıp, bilakis artırdı, çünkü insanlığın en derin katmanlarını sarsıp onları siyasi arenaya çıkararak hiç, bilinmeyen ya da çok az bilinen bir dizi yeni milliyeti yeni bir yaşama uyandırıyor’’

Lenin aynı konu hakkında şunları söylemektedir, ‘’Rus dilinin yazgısından kaygılanmanın gereği yok. Bu dil, kendiliğinden, bütün Rusya’da kabul edilecektir’’ diye yazıyor gazete ve hakkı da yok değil, çünkü iktisadi zorunluluklar, aynı devlet içinde yaşayan ulusal toplulukları (birlikte yaşamak istedikleri sürece) çoğunluğun dilini öğrenmeye doğru itecektir. Rusya’da düzen ne kadar demokratik olursa, kapitalizmin gelişmesi o kadar hızlı ve yaygın olacak ve iktisadi zorunluluklar, ayrı ayrı ulusal-toplulukları, ortak ticari ilişkiler için en uygun dili öğrenmeye doğru itecektir.’’ Ve devamla ‘’Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur; hangi ulus ve hangi dil olursa olsun her türlü ayrıcalığın kesin olarak ortadan kaldırılması; ulusların siyasal kaderini kendilerinin tayin etmesi sorununun, yani bunların tamamen özgür ve demokratik yoldan ayrılmaları ve bağımsız devlet kurmaları sorununun çözüme bağlanması; uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun, topluluğun) ulusların hak eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkını tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olan cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü’’

Sosyalizmde azınlıklara ilişkin Stalin şunları belirtmektedir ‘’Belirli bir sınıfsal yapıya sahip olan ve belirli bir bölgede yaşayan yukarıda saydığımız ulus ve belirli bir bölgede yaşayan yukarıda saydığımız ulus ve hakların dışında, RSFSC sınırları içinde gevşek münferit ulusal gruplar; öteki milliyetlerin yoğun (kompakt) çoğunluğu arasına serpiştirilmiş ve çoğu zaman ne belirli bir sınıfsal yapıya ne belirli bir bölgeye sahip olan ulusal azınlıklar da vardır. (Letonyalılar, Estonyalılar, Polonyalılar, Yahudiler ve diğer ulusal azınlıklar) Çarlığın siyaseti, bu ulusal azınlıkları her türlü araçla-pogromlar (Yahudi kitle katliamları) da dahil olmak üzere yok etmekti.Ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırıldığı, ulusların hak eşitliğinin pratik olarak gerçekleştirildiği ve ulusal azınlıkların özgür ulusal gelişme haklarının, bizzat Sovyet düzeninin karakteri sayesinde garanti altına alındığı bugün, bu ulusal grupların çalışan kitleleri karşısında partinin görevi, onlara garanti edilen bu özgür gelişme hakkından tamamen yaralanmaları için, onlara yardım etmektir.’’

Sosyalist ulusların ne anlama geldiği konusunda Stalin’nin belirlemesi şöyledir ‘’Ancak dünyada başka uluslar da vardır. Bunlar, Rusya’da kapitalizmin devrilmesinden sonra, burjuvazinin ve onun milliyetçi partilerinin tavsiyesinden sonra, Sovyet düzeninin kurulmasından sonra, eski, burjuva uluslar temelinde gelişmiş ve oluşmuş olan yeni Sovyetik uluslardır.’’

Dersimizin bu bölümünde ulusal soruna ilişkin pratik tavır konusunda somut gelişmelere ilişkin görüş ve düşüncelerimizi dile getireceğiz. Şimdiye kadar anlatılanlara ek olarak ortaya koyacağımız bu görüş ve düşünceler konunun anlaşılmasına önemli bir katkı sunacaktır.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ne anlama gelir ve komünistler bunu desteklemelimidir?

Diğer şeylerin yanında komünist olmanın en temel ilkelerinden biri de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız ve şartsız kabul edip savunmaktır. Ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerinin temel içeriği, ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkıdır. Diğer bir değişle bir ulusun başka bir ulusun boyunduruğundan kurtulup kendi ulus devletini kurma özgürlüğüdür. Ulus devlet kurma hakkı sadece egemen ulusun hakkı değildir. İşçi sınıfı her yerde ve koşulda, ezilen bağımlı ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürer ve bunu savunur. Bizim bakış açımız budur. Bu bakış açısı Kaypakaya yoldaşın ortaya koyduğu ilkelerden biridir. Türkiye’de Kürt ulusal sorununda Kaypakkaya bu ilkeyi yıllar öncesinde ortaya koyarak, ülkemizdeki ulusal soruna dair doğru politikayı ortaya koymuştur. Çok uluslu bir ülkede, ezilen bağımlı bir ulusla kardeşçe bağların kurulması, ortak örgütlenme, bu hakkın tanınması, savunulmasından geçer. Bu konuda ki en küçük bir yalpalama, bizleri yanlışlara götürür, milliyetçi fikirleri savunmaya kadar savruluruz. Bugün Türkiye’de bir çok çevre, kendisine ilerici diyen oluşumların bir çoğu ulusal sorunu kavrayamadıklarından Türk milliyetçiliğine düşmektedir.

Bunu sorunun bir devamı olarak bilinmesi gereken diğer bağlantılı konu ise, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ulusların ayrılma isteklerinin bir ve aynı olmadığıdır.Bir şeyin altını çizmeliyiz. Ayrılma hakkı ile ayrılma aynı şey değildir. Bu biraz çelişkili gelebilir. Ancak anlatacaklarımızla konu daha anlaşılır olacaktır. Buradaki ince çizgi; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, başka bir değişle ayrılıp ayrı bir ulus devlet kurma hakkı her şart ve koşulda savunulmalı, ancak bundan her ayrılmanın savunulacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Kendi kaderini savunmak, her ayrılma istemini savunmak anlamına gelmediğini bilmek durumundayız.

Konumuzun başında ulusların ortaya çıkışı konusunda bazı belirlemeler yapmış ve şöyle demiştik; ‘’Geniş yığınları kucaklayan ulusal hareketlerin ortaya çıktığı, feodalizmin ve mutlakıyetin yıkılışı  dönemi ile, bağımsız proleter hareketlerin ortaya çıktığı, proletarya ile burjuvazi arasındaki antagonizmanın tüm çıplaklığı ile kendisini ortaya koyduğu dönemi birbirinden ayrıt etmek ulusal hareket açısından temeldir; hareket noktasıdır.

Kapitalizmin bu iki dönemi arasındaki fark nerede yatmaktadır?

Birinci dönem, Batı Avrupa’da modern ulusal devletlerin ortaya çıktığı, şekillendiği, yani, burjuva demokratik toplumların, modern devletlerin kuruluş dönemidir. Siyasal özgürlük, ulusal haklar için savaşım bu dönemi karakterize eder. Batı Avrupa’da ulusal uyanışlar, alt-üst oluşlar yaşanırken, Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva demokratik devrimler henüz yoktur. Doğu, henüz, bu tarihsel aşamada ulusal hareketlerin girdabına girmemiştir. Bu, 1905’le başlayacaktır.

İkinci dönem ise, Batı Avrupa' da modern ulusal devletlerin artık kurulduğu, ulusal sorunun, esas olarak sorun olmaktan çıktığı; buna karşın, sermayenin emeği durmaksızın koşullandırdığı, bir uçta, gelişen kapitalizmin uluslararasılaştığı, öteki uçta, uluslar arası işçi hareketinin tüm açıklığı ile varlaştığı, çatıştığı dönemdir. Bağımsız proleter hareketin yaygınlaşması, proleter öncünün ayağa doğrulması ile bu dönem karakterize olur.

Bu evrede, Batı Avrupa’da ulusal hareketler geride kalıp, burjuva demokratik devrimler dönemi kapanırken, Doğu Avrupa ve Asya yeni uyanmaya başlamıştır. Batı Avrupa’da bu dönem, 1789/1871 süresini kapsarken, Doğu Avrupa ve Asya’da bu dönem 20.yüzyılın başında başlar. Rusya, İran, Türkiye, Çin ve Balkan ülkelerinde burjuva demokratik devrimler, ulusal hareketlenmeler ve savaşımlar sürüp gider.


 

Kapitalizmin ilk döneminde Batı Avrupa’daki ulusal devletler kurma amacıyla ortaya çıkan ve yaygınlaşan ulusal başkaldırılar haklı, ilerici ve devrimciydi.

Batı Avrupa demokrasinin kalesiydi; demokrasi uğruna savaşım destekleniyordu. Marksizmin kurucularının, bu uğurdaki hareketleri destekledikleri herkesçe bilinen gerçeklerdir.

Üzerinde durulması gereken şey, 20. Yüzyıldan önce, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine dek Doğu Avrupa’da ortaya çıkan ulusal hareketler ve bunlara tavırdır.

1840/1850/1860’larda ortaya çıkan, Doğu’nun henüz ulusal hareketlerin girdabına sürüklenmediği, Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimlerin, ulusal hareketlerin devam ettiği dönemde, Doğu Avrupa’da ortaya çıkan ulusal hareketlerin durumudur.

Bunları yakından inceleyelim.

Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda geniş emekçi yığınları henüz kış uykusunda olduğu,yığınlarla kucaklaşan bağımsız demokratik, devrimci, komünist hareketlerin başlı başına henüz esas olarak ortaya çıkmadığı koşullarda, ortaya çıkan Doğu Avrupa’daki bazı ulusal hareketler, ulusal kaderi belirlemeyi amaçlayan varlaşmalar Batı Avrupa’daki ulusal hareketlerden farklı olarak, koşula bağlı olarak ele alınıyordu.

Ondokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğine dek uzanan bu süreçte, bu koşul: yabancı gericiliğin aleti haline gelmemek, Avrupa demokrasisini geliştirmekti.

Marks ve Engels, demokratik ve sosyalist hareketlerin yığınları sarmalayacak biçimde kendisini ortaya koymadığı  bu dönemdeki Doğu Avrupa ülkelerinin bir kısmında ortaya çıkan ulusal hareketleri, Avrupa ölçüsünde ele alıyorlardı. Avrupa’nın birkaç büyük, çok büyük ulusunun kurtuluşu, küçük ulusların kurtuluş hareketinden üstündü. Bu güzergahta yol alan ulusal hareketler destekleniyordu. Aynı dönemde, Çarlık ve Bonapartçılık tarafından Avrupa demokrasisine karşı kullanılan küçük ulus hareketleri desteklenmiyor ve onlara tavır alınıyordu.’’

Bu bakış açısının bir sonucu olarak hem Polonyada’ki hareket hemde Macaristan’nın ulusal kurtuluş ve demokrasi için ayaklanması desteklenmiştir. Ve bunu Avrupa sosyal demokrasisinin bir görevi sayılmıştır. Bu aynı zamanda Polonyanın sadece Çarlığa karşı savaşımı olarak görülmüyor, Avrupa demokrasisi bakımından da önemseniyordu. ‚’’ Gerici Haklar’’ ‚’ilerici haklar’’ kavrımı bu dönemin özgün bir belirlemesi olarak Marks tarafından ortaya konmuş ve destek bu belirlemeye göre yapılmıştır. Buna göre Almanların, Macarların, Polonyalıların ‚’devrimci’, Güney Slavların ve Çeklerin ‚’gerici’’ haklar olarak adlandırılması bu görüşün dolaysız sonucudur.

Bu koşullarda ulusal soruna Avrupa demokrasisi ve Avrupa penceresinden bakılmaktadır. Ulusal sorun bu dönemde devletlerin bir iç sorunu durumdadır. Bu tarihi koşullar içinde Marksitlerin ulusal soruna yaklaşımları bu çerçevede olmuştur. Buna karşın bağımsız devrimci ve komünist hareketin ortaya çıktığı, işçi sınıfının sınıf bilinçli eylemi ortaya çıktığı, yığınları örgütlediği koşularda, yani 21. yy. da ulusal soruna bakış farklılaşmıştır.Bu demektir ki, Marks’ın geçmişe ait olan bu görüşünde farklılılkar meydana gelmiştir. Marksın o dönem Polonya konusunda ortaya koyduğu görüler 21. yy.da artık geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü gerek Polonya, gerekse de Macristan ilerici olan konumlarını artık yitirmişlerdir. Buradan şu sonuca geliyoruz ki, ‚’’Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile kendi kaderini tayin aynı şeyler değildir; birincisi kayıtsız koşulsuz savunulup, desteklenirken, ikincisi her somut durumda, koşula bağlı olarak, yani sınıf mücadelesini geliştirme, toplumsal gelişmeyi sağlama zemininde değerlendirilir.’’

Peki Marks neden Polonya ve Macristan gibi ülkelerdeki hareketleri desteklemiştir. Bunu anlmadan bu sorularsa doğru cevaplar bulmak mümkün değildir.

Birincisi; o dönem yani, 19. yy ortalarında Polonya’nın aristokrat burjuvazisi Çarlığa karşı baş kaldırmıştı. Çarlık o dönem gericiliğin merkezi sayılıyordu. Marks Avrupa’nın çıkarları açısından Polonya’yı destekliyordu. Bu hareket Avrupa’da demokrasiyi peşkiştirme bakımından da önemseniyordu. Keza 1848 yılında Macarların bağımsız devlet kurma hareketi Çarlık ordulşarı tarafından bastırldığında Marks bu hareketi desteklemiştir. Bunun karşısında Çekler ve Güney Slavlar Avrupa’da Çarlığın ileri karakolları sayıldıkaları, Avrupa demokrasisine karşı engelleyici bir güç oldukalrı için, Mark ve Engels bu dönemde, Çeklerin ve Güney Slavların ulusal hareketine tavır alıp desteklememiştir. Bu durumdan çıkan sonuş şudur ki, mutlak olarak her ulusal hareket desteklenmez.

Ve son olarak konuya ilişkin bir başka örnek ’’İrlanda’dır. Bu örnekte Marks’ın ikili tavrına tanık oluyoruz.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Marks’ın İrlanda sorununa yaklaşımı ile on dokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğindeki yaklaşımı aynı değil, farklıdır. Başlangıçta, daha 1860’lara varmadan Marks, İrlanda’nın kurtuluşunu, İrlanda ezilen ulusunun ulusal hareketi ile değil, ezen İngiliz ulusunun işçi hareketi ile olacağını sanmıştır. Marks, bu tavrını uzunca süre korumuştur. İşçi sorununa oranla, ulusal sorunu ikincil planda ele alan Marks, ulusal sorunu mutlak bir şey olarak görmüyordu. Ve dolayısıyla, işçi sınıfının zaferinin ulusal toplulukların tam kurtuluşunu sağlayacağını hesap ediyordu.

İşin başında Marks’ın tavrı buydu; İrlanda sorunundaki ilk politikaydı bu.

On dokuzunu yüzyılın üçüncü çeyreğinde, 1860’larda durum değişiyordu. İrlanda’nın kurtuluşunu, İngiliz işçi sınıfının zaferine bağlayan Marks, bu sorundaki bu tavrın yeniden gözden geçirdi ve şu sonuca vardı: İrlanda İngiliz boyunduruğundan kurtulmadıkça, İngiliz işçi sınıfı özgürleşemeyecektir. Bir ulusun bir başka ulusu boyunduruk altında tutması ne büyük felakettir diyen de O’dur. Ayrıca O, İngiliz gericiliğinin köklerinin İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasında yattığını özellikle vurgular.

1869’da Marks’ın yaklaşımı da budur. Bu tavır ilkinden farklıdır.

Marks’ın bu tavır değişikliğinde etkili olan şuydu:

a.)İngiltere’de liberalizm olabildiğince güçlenmiş ve İngiliz işçi sınıfı bu sınıfın etkisi altında kalmıştı. Ve böylece kendisini kısır hale getiren sınıf, liberalizmin bir eklentisi durumuna düşmüştü.

b.)İrlanda ulus hareketi süreç içinde güçlenerek devrimci biçimlere bürünmüştü.

İşte bu somut durumda Marks şu sonuca vardı: Ben, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasının olanaksız olduğunu düşünürdüm (Bu, 1860’lara varmadan önceki Marksın İrlanda sorunundaki siyasetiydi). Şimdi bunun kaçınılmaz olduğuna inanıyorum (Bu, 1869’lardaki MarksK’ın yeni siyasetidir).

Federasyona ilke olarak karşı olan Marks, bu ayrılmanın sonucu federasyonun gelmesi olasılığına karşın gene de bu ayrılmayı savundu. İşçi sınıfının İngiltere’de kış uykusunda olduğu ve  liberalizmin yedek kuvveti durumuna dönüştüğü koşullarda, yani özgün aşamada işçi sınıfından “umudu” kestiği için (İrlanda’yı kurtarma konusunda) İrlanda ulusal hareketinin İngiliz işçi sınıfınca desteklenmesi gerektiğini öğütlemiştir Marks, dahası, bu hareketi devrimci doğrultuda hızlandırmayı ve özgürlükleriyle bağdaşan bir sonuca vardırmayı düşünüyordu.Demek ki, ulusların kendi kaderlerini tayin isteği, her zaman ve her koşulda değil, koşula bağlı olarak ve belli dönemlerde ancak desteklenebilir.

Belirtmeliyiz ki, bu örneklerden ve örneklerimizin çeşitli boyutlarından ülkemizdeki Kürt ulusal hareketi açısından teorik temeller çıkartacağız. Ve bu işi, gelecek sorularımızda ayrıntılandırarak tartışacağız.

Dördüncü örneğimiz Norveç’tir.

Özelliği olan bir örnektir.

Kapitalizmin gelişiminin birinci değil, ikinci aşamasında gündeme gelmiştir. Birinci emperyalist paylaşım savaşından dokuz yıl önce, 1905’te elverişli koşulların bir araya gelmesiyle varlaşan istisnai bir örnektir.

Bilinir ki, Norveç Napolyon savaşları döneminde, Norveçlilerin iradelerine karşın, krallar tarafından İsveç’le birleştirilmişti. Norveç zor kullanılarak İsveç’e katılmıştı; ve savaş yoluyla elde tutulmuştu. Norveç’in kendi parlamentosu vardı. Geniş bir özerkliğe sahipti. Tüm bunlara karşın İsveç aristokrasisinin egemenliğine karşı Norveçliler uzunca zaman mücadele ettiler. Mücadeleleri Ağustos 1905’te başarıyla sonuçlandı. Norveç İsveç’ten ayrıldı. Başlangıçta İsveç egemen çevreleri bunu hazmedemedi; ama zamanla  sineye çekmek zorunda kaldılar. Böylece 1905’te Norveç siyasal bağımsızlığını kazanmış oldu. Yabancı ulusal bütünden ayrılarak, ayrı bir devletini kurdu.

Norveç’in kendi bağımsızlığını elde etmesi, ya da Norveç ulusunun kendi siyasal kaderini tayin isteği Marksistlerce desteklenmiş, benimsenmiş ve tanınmıştır.

Norveç’in İsveç’ten ayrılmasına, yapılan referandumla (Norveçliler arasında), pek büyük bir çoğunlukla karar verilmiştir. Bu ayrılmada İsveçli işçiler, Norveçlilerin ayrılma hakkını tanımış ve böylece Norveç ve İsveç işçileri arasında kardeşçe dayanışma, sınıf dayanışması güçlenmiştir. Peki Norveçli işçiler? Onlar da birlikten yana oy kullanmalıydılar. Ayrılık için oy vermek, enternasyonalizmle bağdaşmazdı. Bu somut durumda, İsveçli işçilerin ayrılıktan yana tutum almamaları, onları İsveçli büyük toprak sahipleri ve egemen çevrelerin suç ortağı durumuna düşürürdü.

Kapitalizmin ilk aşamasında, Marks ve Engels 1848 ve 1859’da Almanya’nın Rusya’ya karşı savaşımını desteklemekte ısrar etmişlerdir. Neden ? Rusya gericiliği temsil ediyordu; oysa Alman halkı devrimci görevini yerine getiriyordu.

Bir başka dönemde, Fransa’nın gerici Avrupa monarşilerine karşı savaşları, Garibaldi’nin verdiği savaşları yadsımak olanaksızdır. İlerici ve devrimciydi bu savaşlar.

Yirminci yüzyılın Fransa’sı 1792,1848,1871 Fransa’sına benzetilebilir mi? Aynı şekilde 1848,1859 Almanya’sı, yirminci yüzyıl Almanya’sına benzetilebilir mi?

Son örneğimiz Finlandiya’ya geçelim.

Ekim öncesidir; geçici hükümet dönemidir. Hükümet ile Finlandiya halkı arasında çatışma söz konusudur. Finlandiya temsilcileri geçici hükümetten egemenliklerinin tanınmasını isterler. Finlandiya, Rusya’ya katılmadan önce Finlandiya’nın yararlandığı hakları geri ister. Geçici hükümet bunu reddeder. Milyukov, Rodiçev’i Fin halkıyla utanmazca pazarlıklar için Finlandiya’ya gönderir. Ne utanmazca pazarlığa ve ne de Finlandiya’yı zorlamaya Bolşevikler alet olmaz. Bilindiği gibi Rodiçev Finlilerin özerklik talebi için Finlandiya’ya gitmiş ve özerklik konusunda çekişe çekişe utanmazca pazarlıklara girişmiştir. Ve Finlilere karşı çok kötü davranılmıştı.

Bolşevikler o dönem şunu savunmuşlardı: Finlandiya’ya özgürlük verilmesini yadsıyan Rus sosyalisti şövendir. Nitekim 1917 Ekim’inden sonra ayrılma talebiyle ortaya çıkan Fin ulusunun bu isteği, Bolşeviklerce kabul edilmiştir. Bolşeviklerin tavrında tereddüde yer verilmemiştir; ve ayrılmaya hemen rıza gösterilmiştir.

Bir ulusun ayrılma isteminin önüne hiçbir zaman zor çıkarılamaz. Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz. Marks’ın bu şiarının taşıdığı zengin düşünce bolluğu ve derin öz asla göz ardı edilmemelidir. Eğer Bolşevikler Fin halkının ayrılma isteğini ve bu isteği yerine getirme hakkını reddedip, bunun karşısına zoru koysaydılar, Çarcı siyasetin sürdürücüleri durumuna düşerlerdi. Elbette ki Finlandiya’nın SSCB içinde bir cumhuriyet olarak örgütlenmesi en iyi yoldu. Fakat Fin ulusu ayrılmak istiyordu; buna karşı durulamazdı.

Ve Lenin’in sözleriyle, bu ayrılmaya Bolşevikler razı olmak zorundaydılar. Ve Lenin, ayrılık kararnamesini Fin burjuvazisinin cellat rolündeki temsilcisine uzattığım zamanki sahneyi çok iyi hatırlıyorum diyordu. Tatsız bir işti! Ama yapılması gerekiyordu.

Örneklerimizle ulusal hareketler karşısında proleter sınıfın siyasetini incelemiş bulunuyoruz.’’

Şimdi çök daha somut bir soruna ülkemizdeki Kürt ulusal sorununa gelmiş bulunuyoruz.

Kürt ulusal sorunu karşısında kendi tutumumuz ve değerlendirmelerimize girmeden önce Kürt Ulusunun ortaya çıkışına kısa bir göz atmalıyız.

Kürdistan, 1923 Lozan antlaşmasıyla bölünerek toprakları Türkiye, Suriye, İran ve Irak arasında bölüşülmüştür. Kürdistan bölünmeden önce 550.000bin kilometrekare yüzölçümüne sahip büyük bir alanı kapsamaktadır.

 

 

Kürtlerin uluslaşma serüvenleri

Kürtler köken olarak Med’lere dayanır. Kürtlerin ataları olarak da bilinen Med’lerin ortaya çıkışları 3000 yıl öncesine dayanır. Bu da tahminen M.Ö 1000 yıllarına rastlar. Asur imparatorluğu altında yaşamak zorunda kalan Mezopotamya haklarından olan Med’ler, uzun yıllar bu köleci imparatorluğun baskısı altında yaşamak zorunda kaldı. 700 yılarından itibaren Asur imparatorluğuna karşı mücadele eden Med’ler, diğer haklarla birlikte bu köleci imparatorluğu yıkarak, M.Ö 612 yılında Med devletini kurarlar.

Med imparatorluğunun yıkılmasından sonra Kürtler, Pers imparatorluğunun egemenliği altında yaşamaya başladı. Büyük İskender’in bölgeyi işgal etmesinden sonra Kürtler, sırasıyla önce Mekedon egemenliği, M.S 30 ile 476 yılları arasında Doğu Roma imparatorluğunun egemenliği altında yaşamaya başladı.

Orta Çağ’dan sonra İslamiyet’in Ortadoğu’ya yayılmasından sonra ise Kürtler, İran Safevi, Emevi ve  Abbasilerin egemenliği altına girdi. Kürtler, tüm tarih boyunca  bir çok kez bağımsız bölgeler oluşturarak yaşamlarını örgütlemişlerdir. Kürtlerin bu otonom yaşam şekli, egemenliği altında yaşadıkları imparatorlukların güç dengeleri belirleyici olmuştur. Bu güç dengesi sonucu olarak Kürtler bir çok devlette kurdular. 10 ve 11. yy da kurdukları Mervani ve Şeddadi devletleri bu örneklerden ikisini teşkil etmektedir.

Kürtler, öz yönetim hakimiyetlerini kaybettikten sonra değişik yönetimlerin hakimiyetleri altına girdiler. Osmanlı İmparatorluğunun nüfus alanlarını genişletmesiyle birlikte Kürdistan toprakları da işgal edildi. Selçuklu, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve onların takipçileri olan tüm Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca Kürtleri farklı uygulamalara tabi tutuldular. Yavuz ve Kanuni Kürtlerin güçlerini iyi bildiğinden, Kürtleri hemen yok saymadı. Hatta otonom deyebileceğimiz bazı haklarda tanıdılar. Bununla hem iç istikrarı sağlamak, hem de Osmanlıya ödenen vergiler bizzat Kürt Bey ve Mir’leri vasıtasıyla toplanması dönemin yönetimlerinin işine gelmiştir. 1830’lara gelindiğinde Osmanlı Kürtlere karşı yeni bir saldırıya geçti. Dönemin padişahı Sultan 2. Mahmut, Kürdistan’daki yarı otonom yönetimine son vermek için harekete geçti. Amacı tüm toprakların Osmanlı İmparatorluğunun denetimi altına sokulmasıydı. Osmanlı İmparatorluğunun yarı Kürt otonom bölgelerine son vermesinden sonra Kürtlerin Osmanlıya karşı olan direnişi daha da arttı. Osmanlı merkezi yönetimini güçlendirme adına yaptığı saldırlar sonrasında umduğunu bulamadı. Osmanlı İmparatorluğu bu dönemde, yaptığı saldırılarda merkezi hükümeti güçlendirse de, Kürtleri sindirmede başarılı olmadı. Kürdistan’ın coğrafik yapısı da bunda etkin oldu. Ulaşılması güç yerlerde, Kürtler direnişlerini sürdürdüler. Osmanlı İmparatorluğunun saldırıları sonucu, Baban, Soran, Bahdinan, ve Hakkari beyliklerine ait topraklar daha küçük olan aşiretlerin denetimine geçti.

19.yy.lın başlarında Osmanlı İmparatorluğu zayıflama dönemine girdi. Osmanlıya baş kaldıran bir çok halk bağımsızlığını kazandı. Devletleşmeyen bir tek Kürtler kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, zayıflayan otoritesini daha da merkezileşerek sağlamaya yöldi. Bunun için Kürdistan bölgesini yönetmek için buraya kadı, vali gibi yöneticiler atayarak otoritesini sağlamaya çalıştı. 19 yy. aynı zamanda uluslaşmanın tamamlandığı yy. da oldu. Kürtlerin işgal edilmiş toprakları, feodal yapından dolayı bölünmüşlüğü, belli bölgeleri ellerinde tutan aşiretlerden dolayı uluslaşmayı sağlayamadılar.

Osmanlının zayıflaması, İttihak ve Terakki’nin iktidarı ele almasından sonra dengeler iyice değişmeye ve yeni bir döneme girilmeye başlandı. Bu aynı zamanda Osmanlılıktan Türklüğe geçişin de başlangıcı olmuştur. 1915 yılında Ermenilere karşı büyük soykırım uygulanmıştır. Soykırım sadece Ermenilerin mal varlıklarına el koymayı amaçlamıyordu. Bu, aynı zamanda daralan topraklara Ermeni topraklarının eklenmesini hedeflemiş, yeni bir vatan yaratma bu soykırım üzerinden sağlanmaya çalışılmıştır. Ermeni katliamında Kürtleri kullanan Osmanlı, Ermenileri katledip sürgün ettikten sonra, sıra Kürtler gelmiştir. Kürtlerinde olası bir baş kaldırısına karşın Kürtlerin örgütlülükleri dağıtılıp sürgün edildiler.

1.Emperyalist paylaşım savaşında Osmanlı Almanya’yla aynı saflarda savaşmış olduğu için, savaş sonunda Osmanlı Mondros Mütarekesi ile paylaşıldı. Kemalistlerin dönemin yeni önderliği olarak ortaya çıkıp, güdük bir işgal karşıtı savaş yürütmelerinin ardından emperyalistlerle Lozan’da anlaşarak yeni Türkiye ‘’Cumhuriyetini’’ kurdular. Savaş boyunca Kürtleri savaşa dahil eden Kemalistler, Lozan’da Türkler ve Kürtler adına masaya oturmalarına rağmen, sonrasında Kürtlere en küçük bir hak tanımadılar. Kürtler bunu her hatırlattığında kanla bastırıldılar, sürgün edilip yok sayıldılar. Kürtler bu yok sayılmaya ve baskılara karşı ayaklandılar. Bu ayaklanmalar günümüze kadar aralıksız olarak sürdü.

Bu ayaklanmalar şunlardır.

Osmanlı İmparatorluğu Dönemindeki Ayaklanmalar

Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı (1806- Musul), Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul), Şerefhan isyanı (1831- Bitlis), Bedirhan isyanı (1835- Botan),Garzan isyanı (1839- Diyarbakır), Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari) , Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre),Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan), Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin), Şeyh Selim Şebabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis), Koşgari isyanı (1920- Koşgiri)

T:C’nin Kuruluşundan Sonraki Ayaklanmalar

Nasturi isyanı (1924- Hakkari), Jilyan isyanı (1926- Siirt), Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır),Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli),Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır),Eruh’lu Yakup Ağa ve oğullan (1926-Pervani),Güyan isyanı (1926-Siirt), Haco isyanı (1926- Nusaybin), I. Ağrı isyanı (1926), Koçuşağı isyanı (1926- Silvan), Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926),Mutki isyam (1927-Bitlis),IL Ağrı isyanı, Biçar harekatı (1927- Silvan),Zilanli Resul Ağa isvanı (1929- Eruh),Zeylan isyanı (1930- Van), Tutakli Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulamk-Hims), Oramar isyanı (1930- Van),IIL.Ağrı harekatı (1930), Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis), Abdurrahman isyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt), Sason isyanı (1935-Siirt), Dersim isyanı (1937-Dersim), 1984 PKK baş kaldırısı

Yukarıda Kürtlerin feodal dönemdeki dağınıklığı, ve üzerlerindeki baskı, katliam ve sürgünlerden dolayı bir ulus devlet kuramadıklarını belirttik. Bunu gerçekleştirmeyen Kürtlerin bugün neden bir ulus sayıldıklarını biz Stalin’in şu tarihi belirlemesiyle açıklayabiliriz. Stalin ulus devletlerini kuramayan uluslar için şu belirlemeyi yapmaktadır ‘’Devletlerin bu kendine özgü kuruluş biçimi, geri plana itilmiş milliyetlerin uluslar biçiminde örgütlenmek için iktisadi bakımdan sağlamlaşmaya henüz vakit bulamamış olduğu, henüz tasfiye edilememiş feodalizm ve zayıf gelişmiş kapitalizm koşulları altında mümkündü’’ diyerek, ulus devlet dışında almış diğer ulusların artık kapitalizm şartlarında ulus devletlerini kuramamış olsalar da, bir ulus kategorisi içine alındıklarına açılık getirmektedir.

Kürtlerin kökeni ve Kürt sözcüğünün tarihi hakkında da bazı bilgileri şöyle verebiliriz

Kürtlerin tarih sahnesine çıkışlarını ve ilk atalarının kimler olduklarını yukarıda kısacada olsa anlatmaya çalıştık. Şimdi anlatacaklarımız ise Kürt sözcüğünün ilk kez ne zaman kullanıldığına ilişkin tarihi, bir bilgi olacaktır.

Şunu belirtmeliyiz ki, Kürtlerin yaşadıkları topraklar sürekli olarak çalkantıların olduğu, savaşların meydana geldiği, göçlerin yaşandığı bir coğrafya olmuştur. Çeşitli medeniyetlerin bu topraklarda yaşaması ile oluşan muazzam bir kültür meydana gelmiştir. Kürtler bu değişimlerden sürekli olarak etkilenmiş, kendilerine bir şeyler katmış bir ulustur. Örneğin fiziksel olarak Kürtler arasındaki farklılığı  tarihçiler fetihlere bağlamaktadırlar. Kürt dilinin değişik izler taşıması da uzun bir tarihi dönem olarak değişik haklarla iç içe yaşamış olmalarının sonucudur.

Kürdistanın ilk yerleşik hakları olarak, Zagrosların ve Doğu Toroslarda yaşayanlar gösterilmektedir. Zagros dağlarında yaşayanlara Gutiler, Lulular ve Kasiler gösterilmektedir. Bunların Elamlarla akraba oldukları konusunda güçlü kanıtlar ileri sürülmektedir. Doğu Toroslara yerleşen ilk halk olarak da, Hurriler bilinmekte ve bu halk grubunun da Elemlarla akraba olduğu konusunda tarihçiler anlaşmaktadır.

Kürt sözcüğünün en iyi kanıtı etimolojik ve tarihsel olarak incelendiğinde ortaya çıkan kanıtlarda bulmak mümkündür. Tüm bilim adamlarının üzerinde hem fikir oldukları kanıt araştırmacı Driver’in Kürt sözcüğünü incelerken ortaya çıkardığı belgelerdir. Driver Kürtlerin ilk kez M.Ö 3000’li yıllarda bir kıl tablette bahsedildiğini ortaya çıkarmış ve bu kanıt bilim insanları arasında genel bir kabul görmüştür.

Kürtlerin kökenine ilişkin araştırmacı Davit McDovall ise şu bilgileri aktarmaktadır. ‘’Kürtlerin çoğunluğu büyük bir olasılıkla MÖ ikinci bin yılın ortalarında İran’dan batıya doğru hareket eden Hint-Avrupa göçerlerinin soyundan gelmektedir. Fakat onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Kürtler henüz söz konusu olmadan çok önceki dönemlerde, Kürdistan’ın eski devletlerin sınır boylarındaki sorunlu bir bölge olduğunu biliyoruz. MÖ yirmi birinci yüzyılda bir dönem boyunca Sümer Erbil’i yakarak, Kürdistan’a karşı neredeyse her yıl sefer düzenlemiştir. MÖ dokuzuncu yüzyılda Persler, muhtemelen esas olarak Kafkasları aşıp.Urmiye bölgesinden Fars’a geçerek güneye doğru ilerlemişlerdir. MÖ dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde Kürdistan’ın çoğu bölgesinde, Asur ve kuzeydeki baş düşmanı Urartu ile Tahran ve ‘tahran ve Hamadan arasında kurulmuş bulunan Medler arasındaki tampon bölgede, Urmiye Gölü’nün güney ve batıısnda Mannai kralığı bulunuyordu. Dokuzuncu ve sekizinci yüzyıllardan önce III. Shalmanesere, ardından da Sargon Urartu’ya karşı Kürdistan’a yürümüşlerdi. Yedinci yüzyılda Sakız’ın Iskiderin kendi isimlerini verdikleri başkentleri olduğu anlaşılıyor. Altınci yüzyılda Persler birleşik bir imparatorluk haline geldiler. Zagros dağındaki nüfusun bu gelişmelerden etkilenmemiş olması mümkün değil.ama bu etkilerin neler olduğu konusunda hiçbir bilgimiz bulunmuyor.’’

Kürtler ilk kez açıkça MÖ ikinci yüzyıldan sonra ‘Cyrti’ adıyla kayda geçmişlerdir. Değişik yollardan ve farklı zamanlarda bölgeye gelen Hint-Avrupa aşiretlerinin bileşenlerinden biri oldukları neredeyse kesindir. Bu dönemde Sami aşiretlerin de Zagros’a yerleşmiş olmaları mümkündür. ‘Cyrti’ terimi ilk kez Zagros’ta yaşayan Seleucid ya da Parth parah okçular için kullanılmıştı, ancak bunun o tarihte tutarlı bir dil ya da etnik grup anlamına gelip gelmediği belirsizdir. ‘Kürt’ teriminin aradan bin yıl geçtikten sonra İslam’i fetihler sırasında ve muhtemelen biraz öncesinde etnik bir anlamdan çok sosyo-ekonomik bir anlamı içerdiği kesindir. Bu terim İran yaylasının batı ucundaki göçerler ve muhtemelen aynı zamanda Mezopotamya’daki çoğu köken olarak Sami olması gereken ve Sassanian diye bilinen aşiretler için kullanılıyordu.’’

Keza araştırmacı Ksenofon’un Anabasis Onbinlerin Dönüşü eserinde Kardukların bugünkü Kürt sözcüğünün o dönemdeki ifadesi olarak genel bir kabul görmektedir. Ve Karduklar Kürtlere dair en güçlü referanslardan biridir. Bu sözcük sonraları Yunan ve Romalı yazarların bir çok eserinde görülmektedir. ‘’Kardekes’’ sözcüğü, Kardukların yaşadıkları bölgelerde paralı askerler için kullanılmıştır. Bu sözcüğün anlamını Driver ‘’erkekçe’’ ve ‘’savaşçı’’ anlamları taşıdığını belirtmektedir. Bu arda Asur dilinde Kardu’nun ‘’güçlü’’ veya ‘’kahraman’’ anlamına geldiğini belirten önemli kanıtlarda ileri sürülmüştür. Tüm bu sonuçlardan hareketle araştırmacı Wadie Jwaideh kesin bir ifadeyle şunları belirtmektedir ‘’Ister Sami ırkından olsun ister eski yerli halklardan olsun, Karduklann ya da Karduların bir zamanlar bugün Kürtlerin yaşadığı topraklarda yaşamış olması, bizi kaçınılmaz olarak bu insanların aynı halk olduğu sonucuna götürür’’ demektedir.

Tüm tarihi gelişmelerden süzülerek gelen Kürtlerin yaşadıkları bölgeye ‘’Kürdistan’’ denmesi ilk kez on ikinci yy. da coğrafi bir terim olarak Selçuklular döneminde kullanılmıştır.

Biz Kürdistanın dört ayrı parçaya bölünmesinden kaynaklı olarak, her bir parçasını belirlemek için Türkiye Kürdistan’ı, İrak Kürdistan’ı, İran ve Suriye Kürdistan’ı belirlemesini kullanmaktayız. Bugün, objektif olarak Kürdistan dörde bölünmüş ve dört ayrı ulus meydana gelmiştir. Bu tartışma ayrı bir konu olmakla birlikte, görüşlerimizin bilinmesi açısından bu tespit oldukça önemlidir.

Şimdi Kürdistanın bölünmeden önceki coğrafi yapısını inceleyebiliriz.

Konuya ilişkin olarak, Kürt ulusu hakkında geniş bir araştırmaya sahip yazar Wadie Jwaideh’in görüşlerine baş vuracağız.

 

’Kürdistan’la İlgili Genel Bilgiler:Coğrafya, Tarih Ve Kültür

Coğrafya

Sınırlar

‘’Kurdistan Ortadoğu’nun merkezinde, geniş, hilal şeklinde bir bölgedir. Bu bölge Türkiye’nin doğusunun büyük bölümünü, kuzeybatı İran’ın hatırı sayılır bir parçasını, kuzeydoğu Irak’ı, kuzey ve kuzeydoğu Suriye’nin bir bölümünü ve Sovyet Ermenistan’nin güney ve güneydoğu topraklarının bir bölümünü içerir. Hilalin oyuk iç kenarının bir ucu, güneybatıda İskenderun Körfezi’nin yakınındaki Kürt Dağı’nm batı yamaçlarına dayanırken, diğer ucu Luristan Dağları’nın kuzeybatı uzantısındaki Maniş Kuh’dur.

Kürdistan’in sınırları şöyle çizilebilir: Kürt Dağı’ndan başlayan sınır, Amanos’un doğu ucu ve Toros dağının otlakları boyunca kuzeydoğu yönünde, Maraş ve Malatya’nın yanından geçerek Fırat’ın batı kıyısı boyunca kıvrılır. Kuzeye doğru ilerler ve Dersim yaylalarını içine alarak Karasu’nun (Fırat’ın batısı) oluşturduğu halka boyunca doğuya döner. Buradan Karasu’nun yukarı kısımları boyunca, Erzurum’un içinden geçerek genişler. Bu noktada Kars ilinin bazı bölümlerini içine alarak kuzey-kuzeydoğu yönüne kayar, Türk-Sovyet sınırını geçerek Ermenistan’daki Alagöz Dağı boyunca ilerler.Sovyet Ermenistan’ında Nahçivan’ı içine alacak biçimde  keskin bir dönüşle Erivan’ın güneyine yönelir. Bu noktadan güneye yönelir, Koy’un doğusundan geçerek Salamas, Urmiye ve Uşnu’yu içine alacak biçimde Urmiye Gölü’nün batı kıyısı boyunca ilerler. Urmiye Gölü’nün güneyinden küçük bir açıyla doğuya yönelir, Miyandub ve Bicar’ın etrafını dolanır. Uzun Kızıl Nehir’in yukarı kısmını keserek Kangavavar’a değin gider. Buradan güneybatıya doğru büyük bir yay çizerek Kirmanşah’ı içine alır ve Luristan’ın kuzey sınırındaki Manişkuh’ta sonlanır.

Bu noktadan sonra, hilalin iç kenarını oluşturacak şekilde kuzeybatı yönünde ilerler, Hanekin’de Irak-lran sınırının yakınından geçerek Zohab ve Mahidaş ovalarını içine alır. Kızıl Ribat yakınlarında Diyala nehrini geçerek kuzey kuzeybatı yöyöne Kifri ve Kerkük yakınlarından geçerek Altun Koprü’de Küçük Zap’ı keser. Buradan batıya dönerek Karaçok Dağı’nı ve Erbil Yaylası’nı içine alır. Eski Kellek’te Büyük Zap’ı geçerek Duhok’a değin Maglub Dağı’nın güney ucunu takip eder ve Simayl’e ulaşır. Ardından Dicle’yi kesip önce güneye sonra kuzeye yönelerek Habur yakınlarından geçer ve Sincar Dağı’nı içine alır. Daha sonra batıya yönelerek Yukarı Cezire’nin kuzeyinden geçer. Oradan Tur Abdin ve Karacadağ’nın güney yamaçlarını izler, Türkiye-Suriye sınırı boyunca batıya doğru ilerleyerek Mardin, Viranşehir, Urfa ve Kisil yakınlarından geçer ve Kürt Dağı’nda son bulur.’’

Dağlar

‘’Kürdistan’in üç temel dağ sırasından oluştuğu söylenebilir: Ermeni Torosları ya da Orta Toroslar’ın güneybatı-kuzeydoğu doğrultusu, Doğu ve iç Toroslar’da genel olarak doğu-batı yönünde değişir. Başlangıçta birbirine paralel giden son iki dağ sırasının arasındaki mesafe sonraları gittikçe açılır. Van Gölü’ünün kuzeyinde bir yay gibi kıvrılan iç Toroslar daha sonra kuzeydoğu yönünde uzanırken, gölün güneyinde hafifçe dönen Doğu Toroslar güneydoğu doğrultusunda genişler.

İç Toroslar, üzerinde çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı Dersim dağları, heybetli Munzur Dağı ve onun doğu-batı hattındaki uzantısı Mercan Dağı ile başlar. Bu bölgenin kuzeydoğusuna uzanan bir hat üzerinde sırasıyla Bingöl, Tendürek ve Ağrıdağları yer alır. Güneydoğuya doğru ise Nemrut ve Süphan dağları ile Aladağ sıralanır. Bunların hepsi volkanik dağlardır. Malatya ve Elazığ’daki dağlarla başlayan Doğu Toroslar yada Ermeni Torosları, Van Gölü’nün güneyinde görkemli Agherov Dağı, Arnest Maleto ve Beşit Dağı ile devam eder. Bu noktadan sonra, güneydoğuya doğru, çok sayıda yüksek dağ, derin vadi ve kanyonun yer aldığı dağlık Hakkari bölgesi başlar.Bu bölge, yükseklikleri 4250 metreye (14,000 feet) ulaşan Cilo ve Sat dağlarıyla sona erer. Bu noktadan sonra Doğu Toros1ar aniden güneye yönelir ve Zagroslarla birleşir.’’

Akarsular

‘’Dicle’nin kaynağı, Gölcük Gölü’nün (Hazar Gölü) güneyinde Deveboynu denilen yerdedir. Deveboynu’nun Ergani’ye yakın olması nedeniyle buradan kaynaklanan su bazen Ergani Suyu diye de adlandırılır. Bu su, kaynağın yaklaşık 32 km. aşağısında Dipni Çayı ile birleşir. Bu iki su Dicle’yi oluşturur. Dicle’nin ana kolları. Doğu Toroslar ya da Ermeni Torosları güney yamaçlarını sularlar. Cuinet, bu noktadan Til yakınlarında Botan Çayı ile birleştiği noktaya değin Dicle’ye otuz dörtten fazla akarsuyun karıştığını belirtir. Botan Suyu ile birleşen Dicle’yi geçer ve geniş bir yatakta akarak Mezopotamya ovasına çıkar. Kolu Hazil ile birlikte Norduz ovasını sulayan Habur Nehri, Habur yakınlarında Dicle’ye katılır. Dicle, Musul’un 55 km. güneyinde Büyük Zap’la, bu noktadan yaklaşık 48 km. güneyde ise Küçük Zap’la birleşir. Küçük Zap’ın Dicl’'ye katıldığı noktanın 130 km. güneyinde Adaym Nehri Dicle’ye katılır. Yukarıdaki havzasında Sirwan olarak bilinen Diyala Nehri de Bağdat’ın 16 km. güneyinde Dicle’ye katılır.


 

Fırat, iki büyük nehrin, Karasu (Batı Fırat) ve Murat Su-yu’nun (Doğu Fırat) birleşmesiyle oluşur. Kaynağını Erzurum’un kuzeyinde, yaklaşık 2630 metre yüksekliğindeki Dumlu Dağı’ndan alan Karasu, Erzincan’a değin güneybatı yönünde akar. Erzincan’dan sonra kayalık bir vadi boyunca Kemah’a doğru devam eden Karasu, burada Kumu Suyu ile birleşir. Murat Suyu ise Diyadin’in güneybatısı güneybatısında, yaklaşık 3500metre yüksekliğindeki Aladağ’ın kuzeyinde doğar. Eleşkin Ovası boyunca batı yönünde akan Murat Suyu, dağlan arısıan geçerek güneybatı yönünde akmaya devam eder ve kendisine katılan birçok akarsuyla büyür. Murat Suyu, Keban (Keban Maden) yakınlarında Karasu’ya katılır.

Bu iki nehrin birleşmesiyle oluşan Fırat, Keban’daki kurşun yataklarını geçerek güneybatı yönün de akar. Muş Dağı’nın çevresinde büyük bir kavis çizen Fırat, Dicle’nin kaynaklarının yakınısına gelinceye dek güneydoğu yönünde akar, Samsat’ın yukarısındaki dağları birkaç mil geride bıraktıktan sonra ani bir dönüşle güneybatıya yönelir. Bu noktadan sonra Fırat’a yalnız iki büyük:akarsu katılır: Balık ve Habur. Büyük oranda Kürt illerinin dışında akan bu iki akarsuya bu çalışmada pek değinilmeyecektir.’’

Bitki Örtüsü Ve Hayvanlar

‘’Van Gölü’nün kuzeyindeki Ermeni Yaylası, büyük bir bolümü oldukça yeni volkanik püskürtü taşlarıyla kaplı olduğundan, genellikle ağaçsızdır. Yine de, en kayda değeri kuzeydeki Soğanlı Dağı olmak üzere, birkaç müstesna bölge vardır. Van Gölü’nün güneyindeki Kurdistan bölgesinde, ormanların yüzyıllar boyunca yok edilmesi ve bakımsız kalmasına rağmen.bitki örtüsü çok daha zengindir. Kürdistan’nın bu kısmındaki birçok bölgede dağlar, ticari bir ürün olan meşe palamudunun kaynağı bodur meşe ağacı türleriyle kaplıdır. Huş ağacı, kavak ve söğüt bölgede rastlanan diğer ağaç türleridir. Bazı yörelerde çam ve köknara da rastlanır.


 

Üzüm, incir, elma, armut, kayısı, nar, şeftali ve dut gibi, ılıman iklime özgü meyveler ve kabuklu yemiş ağaçları Kürdistan’da bolca bulunur. Bölgede önemli bir ticari ürün olan tütünün yanı sıra buğday, arpa, darı ve pirinç de yetişir. Kürdistan’in çoğu bölgesinde meyankökü de bulunur. Kürdistan’da, patlıcan, su kabağı, bamya, ve yeşil fasulyenin yanı sıra ılıman iklime özgü hemen hemen bütün sebzeler yetiştirilir. Baharda bu bölge papatya, düğün çiçeği, gül ve anemon gibi kır çiçekleriyle bezenir. Yüksek yaylalarda ise yılan otu, süsen, altın çiçeği, lale ve gonca türleri görülür.


 

Kürtler, koyun, sığır, at, katır, keçi, köpek (özellikle, Kürt1er tarafından çok sevilen “tanjiy” adında bir cins ve “koçer” denilen çoban köpeği cinsi) ve bazı yerlerde manda gibi evcil hayvanlar ile hindi ve tavuk gibi kümes hayvanlarım yetiştirirler. Kürdistan’da görülen yabanıl hayvanlar arasında kurt, ayı, kar leoparı, vaşak, tilki, çakal, dağ keçisi, dağ koyunu, yaban domuzu, kaya kırlangıcı, gri sincap ve kaplumbağa ile değişik türlerde yılanlar ve büyük kertenkeleler sayılabilir. Kürdistan’daki kuş türleri arasında kırmızı ayaklı ve gri keklik, “ur keklik” diye bilinen büyük keklik, kaya tavuğu, leylek, toy kuşu ve çulluğun yanı sıra kartal gibi değişik yırtıcı kuşlar sayılabilir. Dağlardaki kaynaklarda alabalık türleri, Büyük Zap’ta tatlı su somonu ve sazan bulunur.’’

İklim

‘’Kışlan uzun ve soğuk, yazları kuru ve sıcak geçen Kurdistan, tipik bir karasal iklime sahiptir. Karasal iklim özellikle Van Gölü’nün kuzeyinde. Birinci Dünya Savaşı öncesine değin Ermenilerin yurdu olan bölgede etkilidir. Bu bölgede kışları aşırı derecede sert geçmesi nedeniyle köylülerin çoğu yeraltında inş a ettikleri evlerde yaşarlar. “Türkiye’nin Sibirya’sı” diye de anılan Erzurum’un altı ay süren kışlarında ortalama ısı -10 derecenin altında seyreder. Isının üç hafta boyunca her gece -30 derecenin altına indiği zamanlar olduğu bilinmektedir. Kaydedilen düşük ısı -37 derecedir. Yüksek yaylalarda -40 derece hiç de görülmedik bir soğuk değildir. Van Gölü’nün güneyindeki diğer soğuk bölgelerse, kışın hemen hemen terk edilen Norduz Ovası ile tüm dağlık alanlardır. Yazlar, özellikle kuzey ve doğu-da sıcak ve kurak geçer. Yazın 38 derecenin üstüne çıkan ısı, sıcak vadilerde ise sık sık 43-48 dereceye kadar çıkar.’’

Yer altı Kaynakları

‘’Kurdistan yer altı kaynakları bakımından zengindir. Kürdistan’ın çeşitli bölgelerindeki çeşitli madenlerin varlığı, gezginler ve diğer kişiler tarafından rapor edilmiştir. Ancak bu madenlerin niceliği ve niteliği tam tespit edilemediğinden, bilinen ve halihazırda işletilmekte olan maden yataklarını sıralamakla yetineceğiz. Krom, Van Gölü’nün batısında Guleman’da bulunur. Türkiye’nin toplam krom üretiminin % 60’ını Guleman’daki maden yatakları karşılar. Dicle’nin doğduğu yerin yakınlarında, Ergani Maden’de bakır çıkarılır. Balya ve Keban’daki yataklarda kurşun ve çinko sülfürü bulunur. Bir zamanlar işletilen bu yataklarda kalan filizlerin düşük kalitede olduğu rapor edilmiştir. Kurşun ve az miktarda altın ve gümüşle birlikte çinko bazen bir arada bulunur. Bunlar, Ergani Maden örneğinde olduğu gibi.bazen bakırla birlikte de bulunabilir. Bütün bölge boyunca sülfüre rastlanır. Kars’ta asbest vardır. Petrol yatakları, İrak’ta Kerkük yakınlarındaki Baba Gurgur’da ve İran-Irak sınırındaki Nafthanah-Naftişah bölgesinde bulunur. Ayrıca çeşitli dağınık mahallerde, örneğin İrak’ta Kifri yakınlarındaki Naft Dağı’nda ve Zaho yakınlarında, Tûrkiye’de Botan Çayı civarında petrol bulunur. Kürdistan’da çeşitli kalitede kömür yataklarının olduğu söylenmektedir. Irak’ta Salahiye (Kifri) ve Şaraniş’de maden kömürü yatakları vardır. Granit, kireçtaşı, mermer ve kireç gibi inşaat taşları Kürdistanın her tarafında bulunur. Bölgenin tamamına dağılmış çok sayıda maden ve termal kaynakları vardır. Harmatu’nun civarında çeşitli yerlerde kaya tuzu ve tuz bulunur. Irak Kürdistanın tüm alçak tepelerinde bolca alçı taşına rastlanır.’’

Din

Îslamiyet’in Kürdistan’a gelişinden önce Kürtlerin çoğu muhtemelen Zerdüştî idi. Bazıları pagan yaşantılarını sürdürürken, bazıları ise Hıristiyanlığa ilgi duyuyorlardı, (..) Zerdüşt, Hıristiyan ve pagan inançlar ve gelenekleri Kürler arasında hâlâ yaygındır.

Hıristiyanlık, Kürdistan’a İsa’dan sonraki ilk birkaç yüzyıl içinde girmiştir. Urfa’lı Mar Mari’nin (M.S. 226’da öldü), Şahgert’in “ağaçlara tapan ve bakırdan tasvire kurban kesen” kralın ve halkını Hıristiyan olmaya ikna ettiği belirtilir. İşo Yab’ın da, Cezire bölgesinin yakınlarındaki Şamanin’de “Kürtlerin şeytana kurban kestikleri bir yerde” manastır yaptırdığı rivayet edilir. Zaten Mar Saba (485’de öldü) tarafından 1 Hıristiyanlaştırılan Kürtlerin “güneşe tapanlar” diye nitelendiğini biliyoruz. H.S. 4. yüzyılda yaşamış olan Arap tarihçi el-Medi, Cudi Dağı civanda yaşayan dinsiz Kürtlerden bahseder. Pseudo Majriti’nin (hicretten sonra yaklaşık 5. yüzyılda yazılmıştır.) yazan, büyücü olmaya çalışan dönme bir Hıristiyanın hikâyesini anlatmaktadır.Günümüzde dahi, Hıristiyanlığın bir zamanlar Kürtler arasında ne denli yaygın olduğunu kanıtlayan işaretler bulmak mümkündür. Çağdaş bir Kürt yazara göre, bazı Kürt aşiretleri hâlâ.pişirecekleri çöreklere haç işareti yaparlar. Wigram’in ifadesine göre de, büyük bir göçebe aşiret Herekiler, yıllık göçleri sırasında aşiretin güvenliği için, içinde St. George’un başının bulunduğu varsayılan bir sandık taşırlar. Nikitin de bu hikâyeyi doğrular ve Avdui ve Nisanai gibi diğer Kürt aşiretlerinin benzerleleri olduğunu ekler. Nikitin’e göre, Botan, Midyat, Sason ve diğer bölgelerdeki birçok aşiret, Hıristiyan geçmişlerinin miraslarını hala hafızalarında saklarlar. Nikitin, Sason’daki Kürtlerin “haçı inkar edenler” diye anıldığını iddia eder.

Kürtlerin İslamiyet’e geçiş süreci daha yavaş gelişen bir süreç olmuştur. Müslüman Araplarla ilk temasa geçen Kürtler Fars, Hilvan, Şehrezor, Cezire, Diyarbakır gibi yerlerdeki aşiretler) bir yana bırakılırsa, daha iç kesimlerdeki Kürtler çolunlukla eski Zerdüşt, Pagan ve Hıristiyan inançlarını korumuşlardır.’’

 

Kürt Dili Ve Edebiyatı:

Kürtler yok sayıldığı için, Kürt dili de yok sayılmıştır. Şimdilerde Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim hakkına karşı, Türk devletinin göstermiş olduğu inkarcı ve asimilasyoncu politikaları sonucu, Kürtler kendi dillerini özgürce kullanamamaktadırlar. Günlük konuşmaların dışına çıkamayan bir dilin, Sanat, edebiyat, tarih, tıp ve ekonomik dilini geliştirmesi ve zenginleşmesi güçtür. Faik Bulut Kürt dili üzerinde yaptığı araştırmasında şunları belirmektedir. ‘’Dilbilimcilere göre, bir dilin ölü yahut yaşıyor olmasının birtakım ölçütleri vardır. Her şeyden önce, dilin gelişimiyle toplumsal (o dili konuşan etnik topluluk) gelişimi arasında bağlar kurulur. Tarihsel olayların gidişatına bakılır. Dilin de, diğer şeyler gibi, tarihsel süreç içinde “sürekli bir oluşum halinde (beco-ming) olduğu, türeyip büyüdüğü, canlanıp geliştiği, değişim ve başkalaşıma uğradığı, gerileyip öldüğü” yolundaki genel kuraldan söz eder dil uzmanları. Bu kural, bir dilin iki özelliği üzerinde temellendirilir:

 

Bir: Verili dilin genel canlanma ve gelişme, yani yaşayabilme ortamı.

îki: O dilin özel yapısı. Bunların dışında, söz konusu dilin, onu konuşan toplumun hayatına egemen olma özelliği de aranır. Günümüzde yaşayan dillerin birbirlerinden farklı gelişim düzeyinde oldukları yadsınamayan bir gerçektir. Daha önce ölü diller” sınıfına giren İbranice, İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Tevrat’taki sözcükler temelinde diriltildi. Yüzyıl önce handiyse can çekişen Asurca, İrak Kürdistanı’ndaki son 50 yıllık siyasi gelişmeler sonucu toparlanmaya başladı. Şimdi bu dil, sınırlı sayıda da olsa bir etnik küme tarafından kullanılabiliyor. Asurca’nın en yakın kolu Süryanice ise (ki bağlı olduğu kök İbrahmice’dir) dinsel bir cemaat dili olmaktan öteye geçemiyor. Kürtçe’ninse “ölü diller” değil, “yaşayan diller” kategorisinde değerlendirilmesi gerektiği bizce çok açık. Kürt dilini, hem ölü hem de yaşayan diller kategorisinden ayıran özgünlük şudur:

 

Kürtçe, halkın/toplumun konuştuğu, sözel yönü güçlü bir dil olmasına rağmen günlük yaşamın her alanını kapsayamıyor. Ermenistan ve Gürcistan’da resmen kabul edilmiş veya serbest bırakılmış; ama siyasi hayata egemen değil. Irak’ta ikinci statüsünde; devlet yayın organlarında kullanılabiliyor, fakat  Körfez Savaşı’ndan sonra Kürtlerin de facto kopuşları neredeyse iktidar devlet yerine devlet olmadan, bu bölgedeki Kürtçe’yi hem siyasi iktidar aracı yaptı hem de topluma egemen kıldı. İran’da konuşulmasına izin verilen ve kitle iletişim araçlarında kullanılabilen Kürtçe, sadece kültürel bir dil olma özelliği taşıyor. Suriye ve Türkiyeli Kürtler evde, sokakta anadillerini konuşabiliyor; ancak Kürtçe’nin resmen kabul edilmiş bir statüsü bulunmuyor. Demek ki, yaşayan dil sınıfındaki Kürtçe, daha çok siyasi nedenlerle, toplumsal gelişiminin doğal seyrini izleyemiyor. Yine de, bu dilin “yaşamak için direndiği, son derece dinamik özellikler barındırdığı’’gerçeği yadsınamaz.

 

”Bu dilin özel ve direngen yapısı olmasaydı, çağlar boyunca top yekûn imha (beşeri, kültürel, siyasal) faaliyetlerine ’karşı koyması imkansızlaşırdı.”’ ”Sırf bu yönüyle dahi, Kürtçe’nin özel yapısının ayrıntılı olarak ve iyi incelenmesi gerekir. Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın bölünmüşlüğü, tarihsel süreç içinde Kürtçe’yi olumsuz açıdan etkilemiştir. “Polydialectic (çok lehçeli-çok şiveli) bir yapıda gelişen Kürtçe pekişememiş, bir halkın merkezi dili haline gelememiştir. Deyim yerindeyse, siyaset ve şiddet, Kürtçe’yi dört parçaya ayırmış; Kürtler, katı politik sistemler altında tutulmuştur. Karşılaşılan bu durum, benzeri görülmemiş bir dil olayıdır.’’ Bu gelişmeler Kürtçe’nin zorluklarla karşılaştığını, gelişimi önünde engellerin oldukça çok olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Buna karşın Kürtler Direniyor. Bu direniş Kürt dilinin yaşatılması içinde bir mücadeleyi içeriyor. Tüm baskılara karşın Kürt aydınları Kürtçe, şiir, roman, öykü ve makaleler yazarak Kürt dilinin yaşaması ve gelişmesine katkı sunuyorlar.

 

Bir ulus yok sayılınca tüm birikimleri ve değerleri de birlikte yok sayılmaktadır. Kürtler, kültürel olarak da yok edilmek istenmektedir. Kürt uygarlık tarihleri yok edilip yağmalanıyor. Kürt uygarlık tarihleri hangi egemen ulusun denetimine girmişse, kendilerinin sayılmıştır. Bir ulusun uygarlık tarihi yağmalandığında, ulusun kendisi de yok sayılmaktadır. Bugün Türkiye’de, Eti, Hitit, Lidya, Frigya, Sumer, Asur, Sasani, uygarlıkları hepsi Türk uygarlıkları olarak lanse edilmekte, bu uygarlıklardaki Kürt izleri sürekli olarak inkar edilmektedir. Oysa Zoğros merkez olmak üzere, Mezepotamya’dan Fırat’ıda içine alan bu bölgede, buu uygarlıkların hemen hemen hepsinde Kürtlerin tarihe bıraktığı değerli uygarlık kalıntıları ve eserleri vardır. Örneğin Kürt edebiyatı konusunda araştırmacı Wadie Jwadeh şunları aktarmaktadır.’’Kürt edebiyatının önemi ve içerik bakımından zenginliği edebiyatının önemi ve içerik bakımından zenginliği, Avrupalı ve yerli Kürdologların süregelen araştırmaları sayesinde açığa çıkmıştır. Kürtlerin yazılı ve sözlü edebiyatı hakkındaki bilgimiz yakın zamanda esaslı bir değişime uğradı. Bu yöndeki gelişme hakkında bir fikir edinebilmek için Alexarandree Jaba’nın Recueil de Notices et de Riecits Kourdes (St. Petersburg,1860) adlı eseri ile Alaaddin Sajjad’nin Mejwe Edebe Kürdi Bağdat, 1952) adlı, yeni yayınlanan Kürt edebiyatı tarihini karşılaştırabiliriz. Îlkinde sadece 8 şairden bahsedilirken, ikincişinde 24 şairden etraflıca bahsedilir ve 212 şairin adı verilir. Bugün bildiğimiz üzere çok zengin ve geniş olan Kürt folklorunun bir yüzyıldan daha uzun süre ihmal edilmiş olması derin bir çelişki içerir.

 

Kürt folkloru çok değişik biçimleriyle hikâyeler, fabllar, masallar, epik ve lirik şiirler, atasözleri, anektodlar, büyüler ve bilmeceler içerdiği temalar bakımından büyük bir çeşitlilik gösterir. Aşk, kahramanlık, savaş ve konukseverlik gözde konulardır. Tematik açıdan Kürt folkloru üç kategoriye ayrılabilir: 1) Kürtlerin kendi deneyimlerinin ürünü olanlar; 2) Ortadoğu’nun geleneğinden miras kalan folklorik tabana dayananlar; ve 3) komşu halklardan alınan ve adapte edilenler.

 

Ulusal Kürt destanlarının en ünlüsü Meme Alan’dır. Kürtlerin tüm sözlü edebiyatı içinde, gerçek bir ulusal destan niteliği taşır. Meme Alan Kürt Dağı’ndan Urmiye Gölü’ne kadar her yerde bilinir. Destanın tek bir standart uyarlaması olmadığı burada belirtilmelidir. Uyarlamalar sadece bölgeden bölgeye değişmekle kalmaz, her Kürt ozanının (dengbej) kendi uyarlaması vardır.

 

Ulusal Kürt edebiyatını yaratmaya talip olan büyük Kürt ozanı Ehmede Xani (Hani), muhteşem mesnevisi Mem û Zini için Meme Alan destanını temel alır. Xani, bu destanı yeniden düzenlerken, Pers ve Arap modellerini takip etmiş ve destana baştan sona İslam’i bir hava vermiştir.

 

Diğer halkların türküleri gibi, Kürt halk türküleri de bir hayat tarzının ve onunla beraber giden bir ruh halinin yansıması ve geleneksel hayat şeklinin ve faaliyetlerinin lirik dışa vurumlarıdır. Belirli bir grup insan tarafından bestelenen, belirli zamanlarda, belirli durumlarda söylenen şarkılardır. Pehizok (güz/payiz türküleri), göçebeler yazlık yaylalardan (zozan) ovaya indiklerinde genç erkek ve kadınlarca söylenir. Dans ezgileri, davul ve kavalla söylenen dilok’u ve dans eden gençlerce söylenen belite’yi içerir. Berdolavi’ler, çok renkli kilimler dokunurken ağ makinelerinde çalışan genç kadınlarca söylenen şarkılardır. Löri’ler basitlikleri ve canlılıklarıyla ünlü ninnilerdir. Lavik ya da lavij, Kürtler arasında çok yaygın olan kısa şiirlere verilen addır. Bu şiirlerde kahramanlıklar ve aşk hikâyeleri anlatılır.

 

Popüler halk hikâyelerini ve destanlarını ezberden anlatan, şairlerini, ozanları yetiştiren okullar vardır. Bu ozanlara kuzeybatı Kürdistan’da “dengbej”, güney Kürdistan’da ve Mukri ülkesinde “şair” denir. Okullarda, güzel sesli olduklarına inanılan öğrencilere, zengin türkü, destan ve şiir repertuarlarını ezberlerler. Çoğunun okuma yazması olmadığı gibi, Kürt halk edebiyatı ürünlerinin büyük bir kısmı hâlâ yazılı değildir.

 

Şiir, yazılı Kürt edebiyatının en temel bölümünü oluştur.Okur yazarlığın bu kadar düşük olduğu bir yerde bu çok doğaldır. Diğer meslektaşlarının makale yazarının, eleştirmenin.oyun yazarının ve romancının aksine, şairin okur yazar ve kültürlü dinleyicilere gereksinimi yoktur. Hatırı sayılır bir zenginlik ve çeşitliliğe sahip olan Kürt şiiri, günümüz Kürt edebiyatının yeniden canlanışı sayesinde diğer edebiyat biçimleriyle birlikte daha da gelişmiş ve genişlemiştir.

 

Kürt şairleri geleneksel olarak, romantik aşk ve yurtlarına bağlılık temalarıyla ilgilenmişlerdir. 17. yüzyıl şairi Ehmede Xani ve 19. yüzyıl şairi Hacı Qadiri Koyi en büyük iki şair olarak anılırlar. Hakkari’nin yerlisi olan, Beyazıt’ta yaşamış ve ölmüş Ehmede Xani, yukarıda bahsi geçen Mem’û Zin’in yazandır. İranlılar için Firdevsi ne ifade ediyorsa, Kürtler için de Ehmede Xani aynı şeyi ifade eder. Ayrıca, “Aqida İmane” adlı dini bir şiirin ve Nubar diye adlandırdığı, çocukların kullanımı için hazırlanmış kafiyeli Kürtçe-Arapça sözlüğün de yazandır.”

 

Bunlara ek olarak belirtilmesi gereken bir diğer önemli konuda Kürt dilinin hangi dil ailesine girdiği sorusudur.

 

Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda Kürt dilinin hangi dil ailesine girdiği konusunda çeşitli tezler ileri sürmüştür. Bu tezlerin doğruya en yakını olarak kabul edeceğimiz; Kürt dilinin Hint-Avrupa dil ailesinden olduğudur. Kürtlerin Hint-Ari (İrani) dil kümesine dahil olduğunu belirtmelerine karşın, tersi görüş olarak Kürtçe’nin ilk biçimi olan Med’çenin Kafkas kökenli Anzin diliyle, daha açık bir ifadeyle Abhazca ve Gürcüce ile yakın olduğunu da ileri süren araştırmacılar olmuştur. Ancak yaygın bir kabul olarak Kürtçe’nin Hint-Avrupa dil grubuna dahil olduğudur. Ortak görüşte birleşen çeşitli araştırmacıların Kürt dili konusundaki görüşleri şöyledir;

C.S.A. Edmonds:”Günümüz Kürtleri, Medlerin kral soyundan gelen torunlarıdır. Açıkça anlaşılmıştır ki, Kürt dili, tahrif edilmiş Farsça olmayıp; tersine, diğer Arî diller gibi kendine özgü nitelikleri olan bir dildir.

Prof. Syies:

“Med halkı, sınırları Hazar Denizi’nin güneyine kadar uzanan ve Asur diyarı ile komşu olan Kürt aşiretleridir. Bunlar dil /yönünden Hint-Avrupalı, etnik köken bakımından da Arî ırkına mensupturlar,

Ermeni Tarihçi Masay Xorinsky:”Kürtler, Medlerin torunları değillerse, böylesine büyük ve köklü bir halkın (Medlerin) nereye kaybolup gittiği ve şimdiki Kürtlerin nereden çıkageldikleri sorulmalıdır. Kürtler, diğer zx İranî dil kümesinden farklı ama aynı küme içinde yer alan bir dili konuşmaktalar.”

Theodor Nöldeke:

“Med dönemindeki kabartmalar, nakışlar ve yazıtların bulunmasıyla birlikte, bu bulguların Ahamenidler zamanındaki bulgularla aynı olduğu görülecektir. Sanırım gerek elyazmaları, gerekse dil yönünden Med kavminin Ahamenidler dönemindeki kavimle aynı olduğu kanıtlanacaktır. Hattâ Pars/Pers/Pursuvadenen kavmin, Med halkının bir kabilesinin adı olduğu bilinmektedir.

İngiliz W.C.F. Wilson:

“Kürt halkı, Medlerin torunu olup konuştukları dil ise Batı Asya dil kümesindendir.”

Irakh Prof. Taha Baqr:

‘Hazer Denizi’nin bir taraflarından geldikleri sanılan Medler, Kürt ve Perslerin bölgeye göçleri hakkında kesin bir tarih vermek zor. Bunlardan birincisi doğuya gelmiş olup, en eski tarih MÖ 2000 yıllarına uzanır. İkincisi ise, MO 2000 yılları başlarında gerçekleşmiştir. Medler bu ikinci göçe dahildir ki, başlangıçta Hamedan bölgesine yerleştiler; Persler ise Partia bölgesinde oturdular. Büyük olasılıkla da Kürtler, Medler ile gelen ikinci göç kuşağındandır. Bütün lehçeleriyle birlikte Kürt dili, Hint-Avrupa ailesinden İranî diller kümesine ait olup. Med diline çok yakındır. Bu konuda belki de en iyi görüş şöyle ifade edilebilir:iranî diller iki ana dala ayrılır; Kuzeybatı grubu denilenlerin içine Kürtçe ile Medce, Güneybatı denilen gruba ise Eski Frasça, Eşkanice ve Pehlevice girer.’’

 

Kürtçe, bugün itibariyle çeşitli alt lehçelere bölünmüştür. Bunun neden böyle olduğu konusunda bir çok araştırma yapılmışsa da, net bir görüşe ulaşılamamıştır. Kürtçe lehçelerin en büyük nedeni olarak, Kürtlerin yaşadıkları göçebe hayatı gösterilmektedir. Bir birlerinden uzun yıllar uzak kalan Kürt insanı, zamanla konuşma dillerinde farklılıklar meydana gelmiştir. Aynı dil kökenine sahip olmalarına karşın, bölünmüşlük ve göçebe hayatı Kürtlerin değişik dillerden etkilenmelerini birlikte getirmiştir. Zamanla değişen isimlendirmeler ve adlandırmalar, Kürçe lehçelerin oluşmasında en büyük etkenlerden biridir. Kürtçe’nin Lehçeleri konusunda en eski ve beklide tek güvenilir kaynak Seref Han’ın serfenamsi’dir. Eserde şunlar belirtilir. “Kürt topluluk ve aşiretleri, dil, gelenek ve sosyal durumlar yönünden dört büyük kısma ayrılırlar. Birinci kısım; Kurmac, İkincisi, Lor, Üçüncü kısım, Keltur, Dördüncü kısım, Goran’’dır.

 

Kürtler günümüze kadar değişik alfabeler kullanmışlardır. İlk kez hangi alfabeyi kullandıkları kanıtlanmamışsa da, başlıca şu alfabeleri kullandıkları konusunda bir hemfikirlik de vardır. Faik Bulut bu alfabeleri şöyle sıralamaktadır.

1)Çivi yazısı: Medler bu alfabeye 6 harf daha eklemişler; böylece harf sayısı 36’dan 42’ye çıkmıştır. Soldan sağa yazılan bir alfabeymiş bu.

2)Avesta alfabesi: 44 harften meydana gelen alfabe, soldan sağa doğru yazılırdı. Bazı kaynaklar, harf sayısını 48’e kadar çıkarır.

3)Arami alfabesi: Kürtçe’nin en eski ürünleri bu alfabeyle kaleme alınmıştır. Belgeler, Hewraman yöresindeki mağaralarda bulunmuştur. Mevcut belgeler, ceylan derisi üzerine yazılmış olup, MÖ 88-87 yıllarına aittir.

4)Eski Pehlevi alfabesi: Sasani devrinden kalma bu alfabeyle “Sorani Dinkard” başlıklı bir kitap yazılmıştır.

5)Masi Sorati alfabesi: Arap tarihçi İbn-ü Vahşiye, M.S 855 yılında bitirdiği kitabında, “Kürtlerin, Masi Sorati alfabesini kullandığını ve bu meyanda üç kitap gördüğünü; ancak 36harflik alfabeye, Kürtlerce 6 harf daha eklendiğini” açıklar.

6)Kürtlerin yüzyıllarar önceden kullandıkları alfabenin 31 harfi var ve soldan sağa doğru yazılır. Alfabeye “gizemli” anlamın da”Huruc-ul sır” ismi verilmiştir. Yezidilerin iki kutsal kitabı, Mishefa Res (Kara Mushaf) ile Kitab-ül Cilve bu alfabeyle kaleme alınmıştır.

7)Arap harflerinden oluşan Kürtçe alfabe; Günümüzde İran ve Irak’taki Kürtler tarafından kullanılıyor.

8)Latin harfli Kürtçe alfabe: Avrupa, Türkiye ve Suriye’deki Kürtler arasında kullanımı yaygındır.

9) Kiril harfli Kürtçe alfabe: Daha çok c eski Sovyet yönetimi altındaki Kürtlerce benimsenir.

 

Bu bölüme ek olarak belirtmemiz gereken bir diğer tarihi bilgide başlıca Kürt Hanedanları konusunda bazı bilgilerin verilmesidir.

 

Kürt hanedanlarının 9.10 ve 11. yy da yoğun bir etki gücüne sahip olduğunu görmekteyiz. Bu dönemin güç dengeleri göz önünde bulundurulduğunda anlaşılır bir şeydir. Kürtlerin bu yy lar da nüfus olarak daha etkin olmaları ve hakimiyet güçleri hesaba katıldığında ortaya çıkan bu güçlü Hanedanlıkları daha iyi anlarız. Bir Kürt hanedanı olmasa da, Ebu Müslim Horosani İslam tarihinin en önemli olaylarından sayılan Abbasi Hanedanlığının kuruluşunda yer almış, çok önemli bir Kürt komutandır. Abbasi ordularına komutanlık etmiş olan Ebu Müslim Horasini, Emevi’lere karşı yapılan bir çok savaşı başarıyla kazanarak, Emevi hanedanlığının yıkılışında büyük bir rol oynamıştır.

 

Tarihte en önemli Kürt Hanedanlarından biri Şeddadiler dir.

Şeddadiler, Ezerbaycan da, Musafarid yönetiminin gücünün zayıflaması sonucu M.S 951’de Muhammed bin Şaddad bin Kurtag tarafından kurulmuştur. Şehddadiler, Kura ve Aras nehirlerinin çevirdiği Doğu Transkafkasya da hüküm sürdüler. Şehddadilerin hakim olduğu bu Hanedan’nın iki başkenti vardı. Bunlardan biri Gence’de diğer ise, Ermenistan’ın antik şehri Dvin de idi. Bu Hanedanlık M.S 1075 yılına kadar sürdü. Bu tarihten sonra Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bu hanedanlığa son verdi.

 

Mervaniler kurulmuş ikinci Kürt devletidir.

Kürt Mervani devleti, Hizan yakınlarında Behisni Dağlarında yaşamış, Baz diğer adıyla Badh, Ebu Abdullah el-Hüseyin bin Dustak el-Harbuki tarafından kuruldu. Mervani devletinin en başarılı ve adil yöneticisi olan ve 53 hüküm süren Ebu Nasır Ehmet idi. Mervani Hanedanlığı M.S 1083 de sona erdi .

 

Hasnaviler(Hasanveyh Devleti)

Bu Kürt Hanedanı Barzıkani (Barzini) aşiretinin başı Hasanveyh (Hasanoya) bin Hasan tarafından Büveyh hükümdarı Rüknüevle ile birlikte M:S 959 yılında kruldu. Bu devlete M.S 1095 yılında sona erdi

 

Annaziler (Ben İnaz Devleti)

Bu Kürt Devleti M.S 991 yılında kuruldu ömrü 1117 yılına kadar sürdü. Bu Kürt Devletinin kurucusu Ebu el Fetih Muhammed bin annaz dır. Başkenti Hukwan olan Annaz devletini yedi hükümdar yönetti

 

Eyyubiler

Eyyubiler, en büyük ve en kudretli Kürt devletidir. Tüm tarihçilerin hem fikir olduğu bu Kürt devletinin kurucusu Selahaddin Yusuf bin Eyyub bin Şadi tarfından kurulmuştur.

 

 

Biz burada Bu Kürt devletlerinin yaşadıkları tarihlerde meydana gelen olaylar ve dönemin politik, ekonomik ve kültürel olayları ve gelişmeleri üzerinde durmadık. Buna fazla imkanımızda yok. Burada bunları anlatmamızın nedeni Kürtlerin en eski haklardan biri olduğu, muazzam bir tarihe sahip olduklarıdır. Bugün Kürtleri yok sayanlar karşısında, bunları bilmek ve Kürtlerle ilgili geçmiş tarihi öğrenmek önemlidir. Burada verdiğimiz bu ip uçlarını takip ederek her arkadaş çok daha gerilere giderek Kürt tarihi hakkında daha geniş bilgiye ulaşabilir.

 

Kürt ulusu hakkında bu genel bilgileri verdikten sonra, daha somut olarak ülkemizde Kürt ulusal sorununu incelemeye geçebiliriz.

 

18. yy sonuna doğru batı’da ulusal sorun esas olarak çözülmüştü. Batı’da ‘’Moder ulusal devletlerin’’ ortaya çıkmasıyla birlikte uluslaşma esas olarak çözülürken, 199 yy la birlikte Doğu’da ulusal hareketlere tanık olmaktayız. Doğu’daki ulusal hareketlerin başlangıcı olarak 1905’ler bir çıkış tarihi olarak belirtilebilinir. Bu tarih Doğu’da ulusal başkaldırıların tarihi olarak da önemli bir yer tutar.

 

Ülkemizde bu kapsam içinde çok uluslu bir ülkedir. Ülkemiz, bir çok emperyalist ülkenin ortaklaşa sömürü altında yarı-sömürge bir ülkedir. Feodalizmin çözülme gösterdiği, ancak tasfiye olmadığı yarı feodal bir ülke konumundadır.

 

Ülkemizde ulusal sorunun temelini Kürt ulusal sorunu teşkil etmektedir. Diğer azınlık milliyetlerinde ezildiği ve yok sayıldığı ülkemizde, Kürt ulusal sorunu esas olandır.Kaypakkaya yoldaş ülkemizdeki ulusal sorunun tarihsel gelişimini şöyle anlatmaktadır, ‘’Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hare-ketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam ede gelmiştir. Bulgari, Yunanlılar, Macarlar, Anavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler, Osmanlı devletinde hakim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt harekatının dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hâlâ bir çözüme bağlanmamış olan müh hareket, Kürt hareketidir.’’

 

Ülkemizde Kürt ulusal sorununa karşı proletarya partisinin görüşleri esas olarak şöyledir; Türk egemen sınıfları ülkemizde başta Kürt ulusu olmak üzere tüm diğer azınlık milliyetleri ezmektedir. Pazara tek başına hakim olmak isteyen Türk burjuvazisi, tüm diller üzerinde acımasız bir baskı uygulamaktadır. Ana dilde eğitimi yasaklayan, örgütlenme ve kültürler üzerinde alabildiğince baskı uygulamakta ve devlet kurma ayrıcalığını sadece kendinse bir hak olarak gören Türk burjuvazisi, yıllardır Kürtler üzerinde asimilasyon uygulayarak, katletmektedir.

 

Bu uygulamaların karşında bizim tavrımız şudur; proletarya partisi Türk burjuva ve toprak ağalarının başta Kürt ulusu olmak üzere diğer azınlık milliyetlere uyguladığı ulusal baskının en kararlı düşmanıdır. Ulusal baskıya karşı tereddütsüz karşı çıkar, Türk burjuva ve toprak ağlarının karşısına dikilerek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. Daha açık bir ifadeyle Kürt ulusunun ayrılarak kendi ulusal devletini kurmasını savunur. Proletarya partisi şovenizmin düşmanıdır. Ulusal çitlerin yıkılmasını savunur. Türk şovenizmine karşı çıkar ve teşhir eder.

 

Proletarya partisi, Türk burjuvazisinin devlet kurma ayrıcalığına karşıdır. Devlet kurma ayrıcalığı sadece Türk burjuvazisinin tekelinde değildir. Bundan hareketle, Kürt ulusunun ‘’Bağımsız Kürdistan’’ şiarıyla ayağa kalmasına karşı, Türk burjuvazisinin uyguladığı zorbalığa karşı savaşır. Bu aynı zamanda bir sınıf görevidir. Biz sadece ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmanın yetmediğini söylüyoruz. Bunu biçimsel olarak ilan etmek yetmez. Bunu siyasal bir pratiğe dönüştürmek temel bir ilkedir. Ayrılığı destekleme, yada desteklememe ayrı bär konudur. Bir ulusun ayrılmaya karar verdiğinde ona kayıtsız olarak saygı göstermek ayrıdır.

 

Şimdi önemli ve temel bir noktaya gelmişi bulunuyoruz. Soru şudur; Proletarya partisi somutumuzda, ülkemizde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsı desteklerken, ayrılma sorunu gündeme geldiğinde, bu ayrılığı neden desteklediğimizi yada neden her ayrılığı desteklemediğimize bilimsel bir cevap vermek zorundayız. Bu sorunun cevabını yorumsuz olarak Kaypakkaya yoldaştan dinleyelim. Kaypakkaya yoldaş şöyle demektedir ‘’Kendi kaderini tayin” ile “kendi kaderini tayin hakkı” farklı şeylerdir. “Kendi kaderini tayin” veya “kendi kaderini tayin etme” ayrılma, ayrı bir devlet kurma anlamına gelir. Oysa, “kendi kaderini tayin hakkı” biraz önce de işaret ettiğimiz gibi ayrılma hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Komünistlerin her şart altında ve kayıtsız şartsız savundukları şey,’kendi kaderini tayin hakkı” yani ayrı bir devlet kurma hakkıdır. “Kendi kaderini tayin hakkı” ile “kendi kaderini tayin” veya başka bir deyişle “ayı bir devlet kurma hakkı” ile “ayrı bir devlet kurma” asla birbirine karıştırılmamalıdır. Komünistler birincisini her şart altında savundukları halde ikincisini şartlara bağlı olarak savunurlar. Lenin yoldaşın ifadesiyle, komünist hareket bu ikinci sorunu, “her özel meselede somut olarak, bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder”.Lenin yoldaş, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı, boşanma hakkına benzetir. Boşanma hakkı her şart altında ve kayıtsız şartsız savunulduğu halde, bizzat boşanma meselesi, bilindiği gibi bazı şartlarda savunulur, bazı şartlarda ise savunulmaz. Boşanma hakkı tanınmadan, ailenin birliği nasıl zoraki bir birlik olursa, “kendi kaderini tayin hakkı” tanınmadan da, milliyetlerin birliği zoraki bir birlik olur. Karşılıklı güvene, gönüllülüğe dayanan bir birlik olmaz. Karşılıklı düşmanlığa, ve cebire dayanan, kof ve çürük bir birlik olur. Komünistler, böyle bir birliği savunamazlar; her milliyetten emekçi halk arasında karşılıklı güvene, dostluğa gönüllülüğe dayanan sağlam bir birlik olmasını isterler ve savunurlar. Yine komünistler, genel olarak büyük devletler halinde örgütlenmiş olmayı, küçük küçük devletler halinde örgütlenmiş olmaya tercih ederler. Çünkü geniş bir alana kurulmuş büyük devletler, sınıf mücadelesi açısından, geniş çapta üretim yapılması açısından ve sosyalizmin inşası açısından daha elverişli şartlara sahiptir. Fakat komünistler, belirttiğimiz gibi, büyük devletler halinde örgütlenmenin, milliyetler üzerinde baskıya ve zora dayanmasına kesinlikle karşıdırlar. Milliyetler arasındaki birlik, gönüllülüğe ve karşılıklı güvene dayanan bir birlik olmalıdır. İşte, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, kayıtsız şartsız savunma görevi buradan gelir. ‘’

 

Bu görüşü tamamlayan ve güçlendiren diğer iki soruda şudur, yine Kaypakkaya yoldaştan dinleyelim

Birincisi;’’Türkiye’nin Sınıf Bilinçli Proletaryası, Kürt Milletinin Ayrılmasını Ne Zaman Destekler, Ne Zaman Desteklemez?

 

Hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milliyetinin ayı bir devlet kurması meselesine devrimin gelişmesi, güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt milletinin ayrı bir devlet kurması, Türkiye Kürdistan’ında proletarya önderliğin de demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması imkanını artıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı destekleyecektik. Eğer ayrılma, Türkiye Kürdistan’ında proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesini ve başarıya ulaşmasını geciktirecekse, zorlaştıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir. Ülkemizde gelişen komünist hareketin Kurdistan’da köylüler arasında hızla kök saldığını, toprak devrimi mücadelesini hızla gelişip yayıldığını, devrimci hareketin Kurdistan bölgesinde, Batı bölgesine nispetle daha hızlı geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında Kürt bölgesin Türkiye sınırları içinde kalması, bu bölgede sadece hakim Türk ulusunun burjuva ve toprak ağalarını devletinin çıkardığı engellerle devrimin kösteklenmesine vs… yol açacaktır. Veya Kürt bölgesinde çeşitli alanlarda Kızıl siyasi iktidarların doğduğunu düşünelim ve Batı’da devrimin çok daha yavaş bir tempoyla geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında yine, Türk hakim sınıflarının ve bunların devletinin baskısı, Doğu’da gelişen devrimi geciktirecek, köstekleyecektir. Bu taktirde Doğu’nun ayrılması, devrimin gelişmesini hızlandıracak, güçlendirecektir. (..) öte yandan, eğer Türkiye’nin diğer bölgelerinde devrim daha hızla gelişiyorsa, Kürt bölgesindeki gelişme daha yavaşsa, Kürdistan’ın ayrılması, bu bölgede devrimin gelişmesini daha da yavaşlatacaksa, feodal beylerin, şeyhlerin, mollaların vs… hakimiyetini güçlendirecekse, Doğu’daki devrimci mücadele, Batı’nın desteğinden mahrum kalarak zayıf düşecekse, bu takdirde hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir. Eğer Türkiye’de devrim başarıya ulaştıktan sonra Kürt burjuvazisinin önderliğinde bir ayrılma hareketi baş gösterirse, hangi milliyetten olursa olsun sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektik vs…

İkincisi; ‘’Kürt Milleti Ayrılmaya Karar Verirse, Sınıf Bilinçli Türkiye Proletaryası Nasıl Davranacaktır?

Ayrılma halinde iki durum söz konusu olabilir: Birincisi, ayrılmanın, yukarıda belirttiğimiz gibi devrimin gelişmesini olumlu yönde etkilemesi durumudur ki, bu taktirde mesele basittir. Her milliyetten sınıf bilinçli Türkiye proletaryası.ayrılmayı kesinlikle savunur ve destekler.

İkincisi, ayrılmanın, devrimin gelişmesini olumsuz yönde etkilemesi durumudur. Böyle bir durum varsa ve buna rağmen Kürt milliyeti ayrılmak istiyorsa, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ne yapacaktır? Sözlü tartışmalarda bu soruya Şafak revizyonistlerinin verdiği cevap şudur: Zor kullanmak dahil, her metoda baş vurarak ayrılmayı engellemek. Aynı soruya hareketimizin verdiği cevap şudur: Komünistler böyle bir durumda zor kullanmayı kesinlikle reddederler. Kürt işçileri ve emekçileri arasında “birleşme” lehinde propaganda yürütmekle birlikte, ayrılma isteğinin önüne asla zor çıkarmazlar. “Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nı tanımak, bir millet bu hakkı kullanmak, yani ayrılmak istediği zaman, onun karşısına asla engel ve güçlük çıkarmamak demektir. Komünistler, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurup kurmayacağı kararını tamamen ve kesinlikle Kürt milliyetine bırakır. Kürt milleti isterse ayrı bir devlet kurar, istemezse kurmaz. Buna kara verecek olan başkaları değil, Kürt milliyetidir. Komünistler, bir milliyetin ayrılma isteğinin önüne kendileri asla engel çıkarmayacağı gibi, burjuva ve toprak ağalarının hükümetinin engel çıkarma, zor kullanma girişimleriyle de aktif olarak mücadele eder.’’

Bu görüşlere ek olarak şunu bilmeliyiz ki, tüm milli hareketlerin genel bir demokratik muhtevaları vardır. Milli hareketlerin bir yönüyle kendilerini ezen hakim ulus burjuvazisinin zorbalığına, asimilasyon ve tek yanlı imtiyazlarına karşı verdiği bir mücadele vardır. Milli baskının kaldırılması, milliyetler arası eşitliğin sağlanması, tek yanlı imtiyazların kaldırılması, dil üzerindeki baskıların son bulması, ulusal devlet kurulması hakkı eşitliğinin tanınması, tüm bunlar genel demokratik bir muhteva taşır.

Proleter hareket Programına ulusların kendi kaderini tayin hakkı şiarını koyar, ancak özgülümüzde programına ‘’bağımsız Kürdistan’’ şiarını koymaz. Ulus devlet yaratma görevi proletaryanın değildir. Proletarya ulusal soruna proletarya davasının genel kurtuluşundan hareket eder. Proletaryanın görevi milliyeti bölmek değil birleştirmektir. Türkiye çok uluslu bir ülkedir. Proletaryanın görevi Türkiye sınırları içinde yaşayan tüm milliyet ve azınlık emekçilerini, köylülerini, öğrencilerini birleştirerek ortak bir mücadele örgütlemektir. Demokratik Halk Devrimi sonrasında ise, ulusların kendi kaderini tayin şiarını gündeme getirerek hayata geçirmektir. Evet programımızda bağımsız Kürdistan şiarı yer almaz, ancak programımızda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yer alır. Bundan anlaşılması ne anlaşılması gerektiği yukarda belirtilmişti. Bunun anlamı, siyasal kaderini belirleme, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkıdır. Devam edelim; Ekim Devrimiyle açılan çağla birlikte, tüm dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de devrimimizin çıkış noktası ulusal programın çıkış noktasıdır. Yani Komprador burjuvazi ve toprak ağalarının yıkılışı, Demokratik Halk Devriminin zaferi ulusal sorunun da çıkış noktasıdır. Devrim başarıya ulaşmadan ulusal sorunda çözülemez. Bu anlamda, proletarya programına, bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bütün ülkelerin işçileri ve ezilen hakların birleşmesi.

Proleter hareketin programına ayrılma hakkını koyması yetmez. Ayrılmayı savunmayan, bunu arzulamayan uluslar için proleter hareket programına bazı maddeler koymak zorundadır. Bu özellikle ülkemiz açısından çok daha önemlidir. DHD sonrası Kürt ulusunun ayrılmayı doğru bulmadığı şartlar için çok daha önem kazanmaktadır. Proleter hareket bu soruna daha 1972 yılında Türkiye’de milli meseleye verdiği yanıt da cevaplandırmıştır. Özetle proleter hareketin savundukları ve programı şöyledir. Devrimimizin zaferiyle, isteyen ulus ayrılır, ayrı bir devletini kurar; istemeyen ulus da ayrılmaz, yaşadığı toprak bölgesinde bölgesel-özerklik statüsünde, her bakımdan tam bir eşit hakka sahip olarak birlikte yaşar. Dolayısıyla, proleter sınıfın programında bölgesel özerklikle ilgili bir maddenin olması ciddi öneme sahiptir; ve de zorunludur. Ayrılmayan ulusal topluluklar için her türlü eşitsizliği, her türlü ayrıcalığı ortadan kaldıracak bu madde, proletarya partisinin programını her türlü sapmaya karşı güçlendirir (ulusal sapma).

Anlaşılır ki, program, ayrılmak isteyen uluslar için ayrılma hakkı, Yeni Demokratik Türkiye devleti içinde kalmayı benimseyecek milliyetler için de bölgesel-özerkliği içerecektir.

Her halükarda, Marksistler proletarya önderliğinde demokratik halk iktidarı koşullarında ulusal topluluklara ve özellikle de bütün ulusların işçi, köylü ve diğer sömürülen yığınlara birbirleriyle kaynaşmalarını, yakınlaşmalarını öğütleyeceklerdir.

Özet olarak, proleter Öncünün programı ulusal sorun bakımından şunları içerir.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı.

Bütün ulusal topluluklar için tam hak eşitliği.

Bütün ulusal topluluklardan işçiler ve ezilen halkların kardeşçe sınıf dayanışması, birleşmesi.

Demokratik Halk Devriminin zaferi koşullarında isteyen ulusa ayrılma, ayrı bir devlet kurma hakkı.

Ayrılmak istemeyen uluslar için koşulsuz eşitlik.

Ulusal azınlıkların haklarının tam olarak güvence altına alınıp korunması.

İktisadi, kültürel ve başka esasları da dikkate alarak ulus bazında saptanacak bölgeler için bölgesel-özerklik.

Aynı bölgeler için tam demokratik öz-yönetim.

Öz-yönetime sahip özerk bölgelerin, bu alanların sınırlarını, bölgenin iktisadi, toplumsal koşulları, nüfusun ulusal yapısı çerçevesinde bu bölgelerde oturanlar saptayacaktır.

Dillerin tam eşitliği güvence altına alınacak; resmi zorunlu bir dil olmayacak; halka bütün yerel dillerle öğretim yapacak okullar açılacak.

Tüm bunlar, demokratik bir anayasayla güvencelenecektir.

Tüm bunların yerine getirmesi sorunu Stalin yoldaşın söylemiyle ülkenin demokratikleşmesinden geçer,

Birlikte yaşamak isteyen uluslar için bölgesel özerkliktir demiştik, fakat bir şeyin altını özenle çizmeliyiz o da bölgesel özerlik ile ulusal- kültürel özerlik arasındaki farktır. Bu iki belirleme sadece birer kavram değil, aksine bir anlayış ve bakış açısını içermektedir. Eğer bu iki kavramın anlamını ve içeriğini iyi kavramaz ve bilince çıkaramasak, çok şeyi bir birine karıştırır, ulusal sorunda ilkesel yanlışlıklara düşeriz.

Öyleyse bu iki kavram arasındaki farklılığın ne olduğunu inceleyelim

a-) Ulusal-kültürel özerklik.

Özlü ifadesiyle ulusal-kültürel özerklik programı, eğitimin devletin elinden alınarak, ayrı ayrı ulusal topluluklara bölünmesidir. Bu program, okulu devletin yönetiminden alarak, ulusal-topluluklara göre böler. Her ulusal topluluğun ayrı okulları, eğitim işlerini merkezileştiren ayrı ligaları olacaktır. Eğer teori denecekse, bu teorinin babası Otto Bauer’dir. Teorinin ereği de ulusal gelişmeyi özgürce güvenceleyecek kurumların yaratılmasıdır.

Çeşitli ulusal topluluklardan üyelerinin topraktan bağımsız olarak yerleştikleri, yaşadıkları, yıllarca o yöre halkıyla kaynaşıp on yıllarca yaşamını sürdürdükleri yere bakmaksızın her ulus, birleşmiş ve resmen tanınmış bir ulusal-topluluk olarak ulusal-kültürel işlerini kendisi yürütecektir.

Ulusal ligalar oluşurken, ulusal topluluktan kişinin yerleşim bölgesi asla dikkate alınmaz. Kişi bu ulusal-topluluğa katılıma bu özellik göz önüne alınmaksızın özgürce kendisi karar verebilir.

Stalin’in sözleriyle, ulusal kültürel özerkliğin çıkış noktası, bireylerin, belli bir topraktan bağımsız birliği olarak ulus görüşüdür. Bu teorinin başlıca simaları Otto Bauer ve Springer’e göre, bir tek devletin içinde çeşitli ulusal topluluklara mensup, yaşamın şuraya buraya dağıttığı ve yerleştiği yabancı bölgelerde azınlıklara düşen bu grupları, tüm sınıfları kapsayacak tek bir ulusal birlik biçiminde örgütlemek gerekir. Springer ve Bauer’e göre, yerleştikleri yabancı yöredeki bu grupların kültürel çıkarları ancak bu yolla güvence altına alınıp korunabilir. Bu yolla ulusal anlaşmazlıklara da son verilecektir. Eğitimin devletin elinden alınarak ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal topluluklara göre bölünmesi, aynı şekilde okulun devletin elinden alınıp ayrı ayrı kurulacak olan ulusal ligalara göre uluslar arasında, o okul senin ulusunun, bu benim, şu diğer ulusun biçiminde bölmek hem demokrasinin gerekleri ve hem de proletarya açısından korkunç derecede zararlıdır. Bir kere ve her şeyden önce Marksistler ulus yaratma, örgütleme, kurma işiyle uğraşmazlar. Onların uğraştığı şey, proletaryayı örgütlemektir.

Görevimiz, uluslar arasında sağlam çitler kurmak, onları birbirine yabancılaştırmak değil, ulusları birbirine yaklaştırmadır. Görev, başka başka ulusal topluluktan işçileri birbirinden ayırmak değil, onları yakınlaştırma, en sıkı biçimde birleştirmektir. Bu, aynı zamanda şovenizmi de besleyen zemini de yok etmek yolunda önemli bir temel olacaktır. Milliyetçiliğin ve şovenizmin her türlüsüne tavır her Marksist’in görevidir.

Ulusları uzaklaştırma değil, yakınlaştırma; işçileri ayırma değil, birleştirme.

Stalin konuya ilişkin şunların altını çizmektedir.’’Görüşümüze göre, sınıf mücadelesi sosyalist ilkesi yerine burjuva “milliyet ilkesini” geçirmek anlama gelen, Bauer tarafından kutsanmış o belirsiz “sosyalist milliyet ilkesinin” sözünü bile etmiyoruz. Ulusal özerklik böyle şüpheli bir İlkeden yola çıktığına göre, işçi sınıfına ancak zarar getirebileceğini “teslim etmek gerekir.

Bu milliyetçilik elbette içyüzü kolayca anlaşılabilen bir şey değil, çünkü sosyalist laflarla ustaca maskelenmiştir, ama bu yüzden proletaryaya verdiği zarar bir o kadar büyüktür. Açık bir milliyetçilikle her zaman başa çıkılabilir: onu tanımak zor olmaz. Maskelenmiş ve maskeli haliyle tanınmaz olan bir milliyetçicikle mücadele etmek çok daha zordur. Çünkü koruma yeleği olarak sosyalizmi kullandığından, o daha az : yaralanabilirdir ve daha fazla dayanıklık gösterir. Bu, işçiler arasında nerede görülürse orada karşılıklı güvensizlik düşüncesini ve çeşitli milliyetlerden işçilerin ayrılması yolunda zararlı düşünceleri yayarak havayı zehirler.

Fakat ulusal özerkliğin zararları bununla bitmez. O sadece ulusların birbirlerinden ayrılmasına değil, fakat aynı zamanda yekpare işçi hareketinin parçalanmasına da zemin hazırlar. Ulusal özerklik düşüncesi, yekpare işçi partisinin tek tek milliyetlere göre inşa edilmiş partilere ayrılması için psikolojik ön koşulları yaratır. Parti gibi sendikalar da parçalanır ve tam bir ayrışma meydana gelir. Yekpare sınıf hareketi, tek tek ulusal (Çitlere işte böyle bölünür.’’

Buradan, ulusal sorunun, ulusal-kültürel özerlik ile çözülemeyeceği görülüyor. Dahası: Ulusal-kültürel özerlik, sorunu keskinleştiriyor ve işçi hareketinin birliğinin yıkılması için, işçilerin milliyetlere göre ayrılması için, işçiler arasında güçlü sürtüşmeler için elverişli bir zemin hazırlayarak sorunu karmaşıklaştırıyor. Ulusal özerklik tohumu işte böyle uç veriyor.’’

Sürdürelim.

Bir devletin çatısı altında yaşayan ulusal topluluklar milyonlar on milyonlarca iktisadi, toplumsal vb, bağla birbirlerine bağlıdırlar. Tüm bağlar içinde eğitim nasıl bu bağlardan ayrı tutulabilir ve nasıl devletin yöneticiliğinden çekip alınabilir? Eğer iktisadi ve toplumsal gelişme, eğer yaşamın kendisi bin bir bağla tek bir devletin sınırları çerçevesinde yaşadıkları sürece bunları birbirine bağlamışsa, ulusları eğitim, okul ve dahası kültürel alanda bölüp parçalamak, birbirinden ayırmak yalnızca gerici bir önlem olur. Leninist düzlem, ulusal toplulukları eğitim işlerinde birleştirmektir. Eğer ulusal toplulukları eğitim işlerinde birleştirme değil, ayırma gibi bir yola, Otto Bauerci, Springerci bir yola girilirse, gelişme düzeyleri bakımından eşit olmayan ve daha geri gelişme düzeyindeki ulusal toplulukların durumunu daha da kötüleştirecektir. Bırakalım Leninisti, sıradan demokrat bile, bu Bauerci yolda bu ilkeyi savunmaz; savunmamalıdır da.

Bir Leninist, bu ilkeye çok daha sert biçimde karşı koymalıdır. Zira, bu ilkeyle, işçiler rahatlıkla bölünür, parçalanır, zayıflatılır ve de şovenizmin zehriyle zehirletilir.

Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı bu Bauerci ilkeyle kapı dışarı edilir. Ya da ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi hakkının yerine ulusal-özerklik gibi anlaşılmaz formülü geçirilir. Bir devlet vardır ve bu devlet içinde (dikkat edilsin, bu devlet içinde) ayrı ayrı ulusal topluluklar yalnızca eğitim işlerine göre bölünüp, parçalanmışlardır; diğer bakımlardan değil. Kendi devletleri yoktur ulusların. Oysa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, siyasal kaderi tayinden , yani ayrılma, ayrı bir devlet kurmadan başka bir anlama gelmez. Bu demektir ki, ulusal-kültürel özerklikte milliyetler devletinin birliği vardır ama ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ayrı bir devlet olarak varlaşma hakkı kapı dışarı edilmiştir. Bauerci teori, ilk itiş postulatıyla bu hakkı dışlamıştır. Dolayısıyla, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkı bir ulusu diğer uluslar karşısında her konuda tam hak sahibi yaptığı halde, ulusal-kültürel özerklik, ulusa yalnızca kültürel haklarını kazandırabilmiştir. Tabii kazandırabilirse!

Lenin’in sözleriyle, kültürde ulusal özerklik, kapitalistler tarafından değil, (çünkü onlar daha kaba, daha açık yöntemlerle işçileri bölüyor) Avusturya’nın umutsuzluk çizgisinde kıvranan küçük burjuva alandan gelme bir düşünce olarak, bu ülkenin oportünist dar kafalı aydınlarınca bulunmuştur.

Bu özerklik, sosyalizm maskelidir; ulusalcılığın kaba değil, en inceltilmiş şeklidir. Bu gizlenmiş, perdelenmiş, üzerine sosyalizm pelerini geçirilmiş ulusalcılığa karşı savaşım çok daha zor bir çabayı gerektirir. Açık ulusalcılığa karşı mücadele daha kolay, gizli ulusalcılığa karşı mücadele daha çetindir. Sosyalizmle maskelenen ulusal kültürel özerkliğin, devrimci ve komünist safları rahatlıkla etkileyebileceği, bu saflarda düşünceleri tahribata uğratacağı deneyimle tanıtlanmıştır. Aynı şekilde, bu özerkliğin ulusal sorunu çözmediği daha da karmaşıklaştırıp çözümsüzlüğe gömdüğü de bir o kadar deneyimle saptanmış bulunmaktadır.

İşçi hareketinin birliğini yıkan, milliyetlere göre ayıran, aralarında çelişmeler yaratıp şiddetlendiren ulusal kültürel özerkliğin önerildiği tek ülke Avusturya’dır. Ve bu güzergahı kullanan Bund’dur. Avusturya’da Otto Bauer, Rusya’da Bund. Ama ne gariptir ki, bu teorinin ya da bu programın mimarı Bauer, ulusal özerklik Yahudi işçilerinin isteği olamaz diyerek böyle bir özerkliği Yahudiler için savunmaz. Çünkü der Bauer, kapitalist toplum Yahudilerin bir ulus olmasına izin vermez.

Bauer Avusturya’da, Bund Rusya’da incelmiş bir ulusalcılıkla işçileri yozlaştırma peşinde koşmuşlardır. Bu düşünce tarzına karşı görev, Leninist düzlem şunu ön görür: Ulusların ve dillerin her yönüyle tam eşitliği ve aynı zamanda, özellikle de ayrı ayrı ulusal topluluktan işçilerin birleşik proletarya örgütlerinde kaynaşması. Bauerci ulusal özerklik, enternasyonalizme karşıt ve onunla bağdaşmazken, her ulustan işçilerin ortak işçi örgütlerinde bir araya gelmesini savunan Leninist hat enternasyonalizmle kesenkes bağdaşır.

Bir bölen, bir yozlaştıran, bir incelmiş ulusalcılıktır ulusal-kültürel özerklik!

Leninist hattaysa, ulusalcılığın, bir bölücülüğün (ulusları bölme), bir yozlaştırıcılığın (işçileri bölüp yozlaştıran) zerresi yoktur.

Nedir Leninist plan: Ulusların ve dillerin tam eşitliği; yerli dillerde eğitim, resmi bir dile gerek bile olmaması. Ulus’lar arasında en yakın ilişkiler, tüm uluslar için bir örnek devlet kurumları, bir örnek okul yönetimleri, bir örnek eğitim siyaseti ve her türlü ulusalcılığa karşı ve özellikle de ulusal kültür adı altında maskelenen inceltilmiş ulusalcılığa karşı savaşımda her ulusal topluluktan işçilerin birliği.

İncelmiş burjuva ulusalcılığı Bauerci özerklik, anlaşılacağı gibi, bir ulusun burjuvazisiyle proleterlerini birbirine bağlar, ayrı ayrı ulusların proleterlerini ise birbirinden ayırır.

Leninistler her zaman, her yerde enternasyonalist görüşten yana olmuşlardır. Bu sorunda da öyle. Şu ya da bu ulusun “ulusal kültürünü” değil, her ulusun “ulusal kültürünün” yalnızca demokratik ve sosyalist kısmını içeren enternasyonalist kültüründen yanadır Leninistler; ve yalnızca “ulusal kültürün” bu bölümünü desteklerler.

Proletaryanın ayağa doğrulduğu, sınıf mücadelesinin proletarya raylarında toplumsal yaşamın odağı haline geldiği durumlarda, bir ulusun yalnızca burjuva değil, ama aynı zamanda proleter kültür öğeleri de bu mücadele sürecinde gözeneklerden uç verir.

Egemen kültürün her ulusta demokratik ve sosyalist değil, burjuva kültür olduğunu biliyoruz; ama aynı açıklıkla şunu da biliyoruz ki, egemen olmasa da o ulusun “ulusal kültür”ünde demokratik ve sosyalist kültür de vardır. Mevcut “ulusal kültür” bu bölüğü de içermek durumundadır.

İşte her “ulusal kültür”de desteklediğimiz bu kültürdür.

Egemen burjuva kültürüne karşıyız; burjuva ulusalcılığını güçlendiren bu kültürün daima karşısındayız. Burjuva yalanla bezenmiş ulusal kültürel özerkliğe hayır deriz; tüm ulusal toplulukların her türlü örgütlerde birliğini ise özellikle savunur ve Lenin’in sözleriyle baş tacı ediniriz.

b-) Bölgesel-özerklik.

Tek devlet sınırları çerçevesinde ulusalcılığı öne çıkarıp destekleyen, ulus örgütleyip kuran, uluslar arasında aşılmaz kalın duvarlar ören ulusal-kültürel özerkliğin bu ideolojik temel ve içeriğine karşın, Marksistler ulusalcılığın gelişmesine destek olmayan, tersine ulus’lar arasındaki engelleri yok eden, bağları güçlendiren, tam  bir kaynaşmayı öngören bölgesel-özerklik planını savunurlar.

En özlü anlatımla bölgesel-özerklik, toprağı dikkate alan, bölgeyi hesaba katan, topraksız bir ütopya değil, çeşitli bölgelerin ve özellikle karma nüfuslu bölgelerin özerkliği demektir. Yeni Demokratik Türkiye koşullarındaki devlet’te en uygun çözüm budur. Ayrı ayrı bölgelerin, illerin, ilçelerin toprağa bağlı temelde özerkliğini içerir bu plan.

Bauerci, Bundcu ulusal-kültürel özerklik programına karşı en uygun ve doğru çözüm bu tür özerkliktir. Bu özerklik, Bauerci ulusal özerkliğin toprağı, bölgeyi dikkate almayan planına karşın, belirli bir toprak üzerinde yaşayan belirli bir nüfusu temel alır. Milliyetlere göre bölünmeyi değil, kaynaşmayı öngörür.

Bu özerklik, Bauerci bireylerin belli bir topraktan bağışık, bağımsız birliği olarak ulus görüşüne karşın, bölgesel-özerkliği ve geniş tabanlı özyönetimi, toprağı ve bölgeyi hesaba katarak varlaşır.

Bir örnekle somutlaştıralım.

Varsayalım ki, proletarya önderliğinde demokratik halk iktidarının kurulduğu bir ülkeyle karşı karşıyayız. Ve varsayalım ki, bu ülke Yeni Demokratik Türkiye olsun (geleceğin Türkiye’si). Böyle bir devlet sistemi içinde çeşitli ulusal topluluklar vardır. Türk, Kürt ulusu ve diğer (Arap, Çerkez, Ermeni, Laz gibi) ulusal toplulukların varlığı bir gerçektir. Demokratik Türkiye devleti yönetiminde ayrı ayrı ulusal bileşimli bölgelere bölgesel özerklik verilecektir. Örneğimizde Türkiye-Kürdistanı bir bölgedir; bu bölgedeki toprak parçası üzerinde Kürtler yaşar; bu bölgeye özerklik verilir; tam ve geniş bir öz-yönetime geçilir. Denilebilir ki, Kürtlerin yaşadığı bazı alanlarda başka başka ulusal azınlıklar da yaşıyor ve dolayısıyla bu ulusal azınlıkların durumu nasıl ele alınacak?

Bilinir ki, hiçbir bölge tamı tamına bir ulusal türdeşlik yapısı sunmaz, sunamaz. Böyle bir durumda, Kürt bölgesindeki diğer ulusal azınlıkların hakları anayasayla güvence altına alınır. Yani hangi ulustan olursa olsun her birey yaşadığı toprak parçası üzerinde tüm haklarına sahiptir. Hiçbir ulusal azınlığın hakları kısıtlanamaz, önüne engeller konamaz. Kompradorların ve toprak ağalarının faşist devletinin yönetiminde bu mümkün değildir; ancak aynı şeyin Yeni Demokratik Devlette de mümkün olmayacağı anlamına gelmez. Eski düzende (yani şimdiki) buna asıl engel, ezen ve sömüren kıyıcı egemenlerin devletidir; yeni düzende (yani geleceğin Yeni Demokratik Devletinde) bu engel kaldırılınca, yok edilince yerine yenisi konunca, her türlü kaygı ortadan kendiliğinden kalkacaktır.

Türkiye Kürdistan’nı özerk bölgesinde, Kürtler en geniş ve en tam bir öz-yönetime kavuşmuş olacaklardır. Eğitimde demokratik ve laik, dillerini kullanmada özgür olacaklardır. Herkes ana dilinde eğitim yapacak, ancak ulusal-kültürel özerklik saçmalığında olduğu gibi okullar milliyetlere göre bölünmeyecektir. Ve herkes yerli dillerde okuyup yazacak.

Bu özerklik demokratik merkeziyetçilikle çelişir mi?

Hayır, çelişmez.

Aksine, demokratik merkeziyetçilik ancak böyle bir özerklik uygulamasıyla, yani bölgesel-özeklikle güçlenip yaşam hakkı bulur. Kaldı ki, ayrı ayrı ulusal-toplulukların ya da karma bir nüfusun yaşadığı bir devlette, bölgesel özerklik olmadan demokratik devlet sistemi, yani demokratik halk diktatörlüğü sistemi (bu ikisini özellikle yan yana belirttim, yani devletle, demokratik diktatörlüğü. İkisinin aynılığından kuşku duyulamaz.

Özerkliğin verildiği bölgede hangi dilin kullanılacağına yani devlet ve kamu işlerini yürütmede hangi dilin kullanılacağına bu özerk bölgenin öz-yönetimleri karar verecektir. Bir parantezle  belirtelim ki, bu bölgede yaşayan diğer azınlık uluslar kendi dillerinin korunması hakkına mutlak olarak sahiptirler. Bu öz-yönetim bölgesi bu diller üzerinde her hangi bir sınırlama koyamaz. Devlet ve kamu işlerinde bu ulusal azınlıklar kendi dillerini kullanma hakkına sahiptirler. Örneğin, bir devlet ya da kamu görevlisine kendi dilinde hitap etme ve aynı dilden karşılık alma bu azınlıkların mutlak hakkıdır.

Özet olarak bölgesel-özerklik sisteminde ulus’lar arasında tam bir eşitlik, ulusal azınlıkların haklarının tam bir korunması vazgeçilemezdir. Bunu garantileyen şey de, proletarya önderliğinde devrimci sınıfların ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğüdür.

112919

Metin Atak

Teorik ve inceleme yazıları bulunan yazarımızdır.

metinatak@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)

Metin Atak

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de  aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)

Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..

“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)

7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor

Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.

Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?

Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)

Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7

Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler

Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve  bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde  emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek

Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi

Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)

Sayfalar