Cumartesi Mart 1, 2025

Garbis Altınoğlu’nun anısına. /Yaşar Ayaşlı

Erken 68’li devrimci, sosyalizmin ve proleter enternasyonalizminin yılmaz savunucusu Garbis Altınoğlu’nu 14 Ekim 2019 günü kaybettik. Arkasında devrimci hareketin tarihinde her zaman saygıyla anılacak bir ad ve miras bıraktı.

Türkiye solunun tarihi, Traverso’dan ödünç deyişle, “bir yenilgiler tarihidir.” Ne yazık ki 1920’lerden itibaren her dönem yükselen sınıf mücadelesinin karşılığı ağıtlarla andığımız katliamlar oldu. Yaraları hala kapanmamış ağır hasarlı mağlubiyetler yaşadık.

Elbette bu kayıtsız kalınacak kısır bir tarihimiz olduğu anlamına gelmiyor. Eğer şimdiye müdahale edilecek ve eski hatalardan arınmış bir yol izlenecekse, yine geçmişten güç alınarak yapılacaktır. Tarihimize kök salmış devrimci gelenekler ve direniş örnekleri esin kaynağı olacaktır. Yenmeyi, yenilgilerden öğrenmek bir devrim kanunudur.

Hayatı polisle kovalamacalar, ağır işkenceler, uzun hücre cezaları, idamla yargılanmalar içinde geçmiş Garbis’in, en önemli özelliklerinden birinin polisteki, cezaevlerindeki ve mahkemelerindeki direnişleri olması, tarihimizin bu özelliğini yansıtır.

Garbis Altınoğlu ana baba Ermeni bir ailenin çocuğu olarak, Amasya’da (yanlış hatırlamıyorsam Gümüşhacıköy ilçesinde) doğdu. İlkokulu Amasya’da okuduktan sonra, başarılı ve yoksul ailelerin çocuklarının okutulmasına yardımcı olan bir rahip tarafından İstanbul’a götürüldü ve burada tam burslu kazandığı Robert Koleji bitirme şansı elde etti. Devrimci görüşlerle 1965 sonrasında tanıştı ve gençlik eylemlerine katıldı. 1969’da kısa süreliğine Aydınlık hareketi içinde yer aldı.

Küçük bir çevreyle birlikte Hindistanlı Maoist Çaru Mazumdar’ın görüşlerini savunarak edilgen bulduğu Aydınlık’tan ayrıldı. Aşağı yukarı aynı aylarda biz de “pasif” bularak Aydınlık’tan kopmuş bir gruptuk. Onlar İstanbul’da, biz (“Basın Yayın Komünü” veya “Aktancılar”) Ankara’da ikamet ediyorduk.

Sonradan dönek olan Ümit Necef, Çaru Mazumdar çevirilerini okumamız ve tartışmamız için bize de verdi. Bu yazılarda öylesine keskin ve aşırı sol görüşler savunuluyordu ki, ülkemize uymaz gerekçesiyle itibar etmedik.

Zaten fazla tutulmadı ve Garbis arkadaşları arasında yer aldığı TKP-ML’nin kurucusu İbrahim Kaypakkaya ile birlikte hareket etmeye başladı. 1976’da TKP-ML içindeki bölünmede TKP-ML Hareketi tarafında yer aldı.

Aydınlık tarafından Adil Ovaloğlu adındaki devrimciyi öldürenler arasında bulunduğu gerekçesiyle haksız yere suçlandı ve hayatı boyunca bu grubun asılsız karalamalarına maruz kaldı.

***

31 Aralık 1981 günü kendisini zapt etmeye çalışan polislerden birinin elinde patlayan silahtan çıkan mermi sağ gözünün kör kalmasına sebep oldu. İki ay İstanbul’da, 70 gün de arkasından götürüldüğü Maraş’ta işkence gördü. Garbis’i itirafçı yapmak isterlerken, işkencecilerinden biri itirafçı oldu.

İtirafçı polis Sedat Caner, Nokta dergisinde yayınlanan itiraflarında Garbis’in, Hamit Kapan’la birlikte çok ağır işkenceler gördüğünü ve ikisinin de direndiğini anlattı. “Kaplumbağa hücresi” denen özel yöntemi işkenceci polis şöyle tarif ediyordu: “İlk olaraktan Garbis Altınoğlu’na uygulanmıştı. Çömelerek sokulur suçlu içerisine. Kendisi tuvalet ihtiyacını falan gideremez yani, ancak altına yapacak. Kıpırdama imkânı da yok. Tüm eklemlerde kireçlenme olur. Garbis bir hafta tutulmuştu. Çıktığında kamburumsu yürüyordu.”

Devrimci Savaş’tan Hamit Kapan ortak direnişlerini şöyle anlattı: “Garbis’in benim için özel anlamı var. İşkenceye karşı iradesi kırılmadı. Bize işkence yapan polisler bile bize saygı duyardı. Bizden sonra gözaltına alınanlara bile buradan Hamit Kapan, Garbis Altınoğlu geçti diyorlarmış.”

Maraş’tan sonra Metris, Davutpaşa, Sultanahmet ve Sağmalcılar cezaevlerine, 1984’te ise Antep E Tipi Cezaevine gönderildi. Burada TTE (tek tip elbise) giymediği ve dayatmalara uymadığı için gardiyanlar tarafından kalaslarla ölesiye dövüldü, yerlerde sürüklenerek meydan dayağından geçirildi.

Bunu, yıllar sonra gittiğim Gaziantep F Tipi Cezaevinde daha önce E Tipinde bizzat bu işkencelere tanık olmuş, Garbis hayranı ilerici görüşlü bir gardiyanın ağzından dinledim. Garbis bir söyleşisinde bunu şu cümlelerle anlattı: “2 Şubat 1984’te sevk edildiğimiz Antep E-Tipi Cezaevi girişinde tek tip elbise giymediğim için vahşice dövüldüm. Ardından ağır bir rahatsızlık geçirdim ve uzun süre bir şey yiyemedim. 2 Mart’ta helikopterle Çukurova Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırılmasaydım, belki de ölebilirdim.”

1985’te yakalandıktan sonra ilk götürüldüğüm Metris Cezaevi’nde aynı davadan yargılanan bir yoldaşından edindiğim pelür kâğıda karınca harflerle yazılmış savunmasını beğenerek okumuştum. Tam bir suçlayan savunma örneğiydi.

Savunmasının bir yerinde “it ürür kervan yürür” atasözünü kullanmıştı. Bunun birçok yaldızlı laftan daha etkili olacağını düşünerek savunmamda ben de kullandım ve basit dört kelimelik atasözünün ne kadar etkili bir kamçı olduğunu mahkeme heyetinin yüzünde okuma imkânı buldum. Garbis’e verilen idam cezasında eylemlerinden ziyade, işkence, cezaevi ve mahkemedeki devrimci tutumunun etkili olduğu söylenebilir.

Garbis’le, biri Adana diğeri Antep, iki defa aynı cezaevinde kaldık. Adana Cezaevi’nde idamlık ve müebbetlik devrimciler müşahede hücrelerinde tutuluyorlardı. O arka cephede kaldığı için yüz yüze görüşemedik, sadece birbirimize karşılıklı selam gönderebiliyorduk. Biz gelmeden önce yargılandığım davadan Bektaş, Rıza ve kadın tutukluların başlatıp genelleştirdikleri direnişle başa çıkamayan Adalet Bakanlığı çareyi, herkesi Ermenek, Kırşehir, Kastamonu, Eskişehir gibi cezaevlerine sürmekte buldu. Garbis en kötü cezaevi olan Sinop’a sürüldü.

Bizlerden, yani Türk, Kürt, Arap kökenli devrimcilerden farkı Ermeni olmasıydı. Kendisinin de kinayeli bir şekilde ifade ettiği gibi her zaman tersinden “ayrıcalıklı” muamelesi gördü: Hem komünist hem Ermeniydi.

Mayıs 1986’da Sinop Kapalı Cezaevinde iki buçuk yıl kaldı. Bunun 210 gününü Sinop Cezaevi’nin rutubeti, fareleri ve kötü ortamıyla ünlü yeraltı hücrelerinde geçirdi. Bunu bir söyleşisinde “Ekmeğimi, işte tam bir izolasyon ortamında geçirdiğim bugünlerde yeraltında yaşayan ve cardon denen iri farelerle paylaştım” diye özetledi. Yine yargılandığı Maraş

Katliamı davası iddianamesinde savcı Selahattin Karagöz, “Her nasılsa Türkiye’de doğmuş, Türk tabiyetinde olan kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hasılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefsinde yaşayan bu ermeni oğlu ermeni” diyerek bunu tarihleştirdi.

İkinci karşılaşmamız Gaziantep F Tipi Cezaevi’nde oldu. 1990’a doğru cezaevi koşullarımız iyi sayılırdı. Siyaseten birbirimize yakın olmanın da etkisiyle zaman zaman TKP-ML Hareketi’nden arkadaşlarla birbirimize gider gelirdik.

Garbis, insanda saygı uyandıran ağırbaşlı, ölçülü, alçakgönüllü, direnişçiliğiyle böbürlenmekten ve boş sohbetlerden hoşlanmayan, ilkeli bir devrimciydi. Bu özelliklerini ve katı kuralcılığını bilmeyen biri onun soğuk bir insan olduğu izlenimine kapılabilirdi.

***

Bizim bilemeyeceğimiz, yakın mücadele arkadaşlarının bilebileceği başka olumlu/olumsuz özellikleri, hataları olabilir. Fakat dışarıdan bakan biri olarak Garbis’i sadece iyi direnen biri diye tanımlamanın eksik olacağı düşüncesindeyim. Öne çıkan en önemli iki özelliğinin Marksizm-Leninizm’e sıkı bağlılık ve proleter enternasyonalizminden sapmamaktaki kararlılık olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Devrimci hayatına bakıldığında 69 bölünmesinde Aydınlık saflarında başlayan devrimciliği hep ileriye gitmiş, öğrenci devrimciliğinden radikal devrimciliğe ve profesyonelliğe, küçük burjuva sosyalizminden Marksizm-Leninizm’e yükselen bir hat izlemiştir. Araştırıcı, dürüst, nesnellikte ve sınıf bakış açısında ısrarlı, özeleştiri yapmaktan kaçınmayan devrimci kişiliği ve devrimci teori üzerine engin bilgisi onu moda teorilere kapılmaktan korumuş, Leninizm’i sahiplenmeyi ve düşmanlarına karşı korumayı ayrılmaz bir özelliği haline getirmiştir.

Örgütünden koparak yaşamaya başladıktan sonra da yaşantısında ve çizgisinde bir sapma olmamış, hatta daha tutarlı görüşler savunmaya başlamıştır. Çeşitli dergilerde, sitelerde ve kendi bloğunda yazdığı yazılar bunun kanıtıdır.

Bunlar Marksizm-Leninizm’i, sosyalizm davasını karalılık ve inatla savunduğunu gerek dünyada gerek Türkiye’de karşılaşılan toplumsal ve gündelik sorunlara devrimci teorinin ışığını düşürdüğünü kanıtlıyor. Bu konuda gündemin can alıcı sorunlarını yorumlamaktan aciz, ülkedeki ve dünyadaki politik gelişmelere kayıtsız, ekonomist sendika gazetesi kılıklı kimi sitelerden daha başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Eğer Garbis eleştirilecekse devrimci teoriyi cıvıltan post-Marksist ideolojilere kapı aralamakla değil, Ortodoks Marksistliğini zaman zaman dogmatizm boyutuna vardırmakla eleştirilmelidir.

Diğer bir özelliği her çeşit milliyetçiliğe karşı proleter enternasyonalizmi yanında saf tutmasıdır. Garbis’in anne tarafından dedesinin bütün kardeşleri ve yakınları Ermeni katliamında öldürülmüşlerdi. Bu yetmemiş gibi hayatı boyunca ulusal kökeni dolayısıyla egemen siyaset ve devlet kurumları tarafından şeytan muamelesi görecektir.

Bu öyle bir düşmanlıktı ki, Kahramanmaraş katliamı ile hiç ilgisi olmadığı halde, sıkıyönetim komutanlığı ve emniyet tarafından “Ermeni terörist” diye afişe edilen Garbis’in üzerine yıkılmaya çalışıldı. Türk şovenizminin yüz yıllık nakaratı olan “bebekleri, kadınları, yaşlıları katleden Ermeni” tipi olarak gösterilmek istendi.

Atalarından başlayarak çocukluğundan itibaren bu tür aşağılayıcı muamelelerle karşılaşmış, resmi dilde “Ermeni oğlu Ermeni” diye arşivlenmiş Garbis Altınoğlu, hiçbir zaman Türk halkına düşmanlık gütmedi. İçinde yer aldığı Türkiye soluna ve mücadelesine omuz verdiği Türk halkına hasmane duygular beslemedi.

Bütün öfkesini egemen sınıflara ve arkasındaki emperyalizme yöneltti. Ne kendi kökenini inkâr ederek egemen sınıfların merhametine sığındı ne de Ermeni milliyetçilerinin kendisini kullanmasına izin verdi.

Ömrünü, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğine prim vermeyen enternasyonalist bir Türkiye devrimcisi olarak tamamladı.

İyi ki bu dünyadan Garbis geçti. 

10320

Yolsuzluk

2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.

Hukuk Mu Dediniz?

Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, emperyalist bir tekelin çıkarları uğruna maden işçilerinin katledilmesi (16.08.2012)

Burjuvazi ve onu hizmetindeki kalem erbabı; “hukuk”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “bağımsız Türk mahkemeleri”, “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramları çok sever. Her fırsatta bunları dile getirirler. Burjuvaziyi tanımayanlar; “bunlar ne kadar da adalet ve hukuk düşkünüymüş” diye hayret içinde kalır ve alıkışlarlar, kendi zayıf “hukuk düşkünlüklerinnden" ve  zayıf “adaletli” oluşlarından utanır olurlar.

 

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya

“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…

Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Beşikçi ve Kürd resmi ideolojisi

Ömrünü Türk resmi ideolojisiyle mücadele etmekle geçirmiş,Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin kırk yıllık emektarı İsmail Hoca’nın Apocu resmi ideolojinin yeniden üretiminden ve propagandasından sorumlu Ferda Çetin üzerinden eleştiri adı altında saldırıya uğraması hazin olmanın ötesinde Kürdistan’da Kürdistanlıların iktidarından yana kesimlerle Türkiyelileşme sevdalısı entegrasyoncu kesimler arasındaki ideolojik cephe savaşının başlangıç düdüğü olma potansiyeline de sahiptir.

 

Edebiyatin Latin Cephesine kenar notlari[*]

“Adını değiştir,öykü seni anlatsın.”[1]

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre: 

Latin Amerika'dan barış süreçleri 'El Salvador’ örnegi

  * Anlaşıldı:Savaş artık Barış demek.Öyleyse bundan böyle domuzlara at,kız çocuklarına erkek deyip geçelim...”[1]

 

El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır.

Kanlı parseller

Bugün 2014'ün ilk günü. Hastalar sağlık, yoksullar varlık, mahpuslar özgürlük, âşıklarsa kavuşmayı diler her yeni yılda. Ben nice hayaller kurarak binlerce yıl öncesine gittim yeni yılın bu ilk dakikalarında. Hayal bu ya, Tanrı ilk yarattığında dünyayı, sihirli bir değnekle dokunsaydı eğer hayatın zümrüt yeşili bahçelerine, atalarımız olan ilk insanlar cennet bir dünyaya açacaklardı hayretle gözlerini.

Muharrem Erbey'in suçu ne

  Geçenlerde Diyarbakır cezaevine gidip bazı dostları ziyaret ettim. Uzun yıllardır tutuklu olan Senanik Öner, Hatip Dicle, Şırnak belediye başkanı Ramazan Uysal, Muharrem Erbey ve İdil belediye başkanı Resul Sadak'la kısıtlı bir zamanda da olsa hasret giderdim. Hepsi yıllardır hapiste; hapislik adeta yaşamlarının bir parçası haline gelmiş. Kendisini meselenin tarafı olarak gören mahkemeden herhangi bir beklentileri kalmamış, hukuk ve adalet duygularını haklı olarak yitirmişler. Rehin olarak içeride tutulduklarını düşünüyorlar.

Ecdat(iniz)in VukatU(lar)i[*]

“İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”[1]

 

Hepimize Stephen Hawking’in, “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değildir, bildiğini zannetmektir,” sözünü anımsatan bir “Ecdat” yaygarası aldı başını gidiyor…

Semih Gümüş’ün, “Tarihi anlar yaratamaz”; Giorgio Agamben’in, “Tarih asla anda yakalanamaz, sadece bütüncül süreç olarak yakalanabilir,”[2] uyarılarını kavrayamayan “ecdat körlüğü” dört yanı sarıp sarmalıyor…

Umutlarımızı Büyütüyoruz

 

“... komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”Marx-Engels

Sayfalar