Cuma Kasım 15, 2024

Halk saflarındaki çelişmeleri ele almadaki hastalıklı bakış açısı, aczin ve ahlaki kokuşmuşluğun devrimci saflardaki izdüşümü olarak ŞİDDET!

Türkiye devrimci hareketinin tarihi, bu başlığı doğrulayan örneklerle dopdoludur. Olayları ve sonuçlarını tarihin büyük terazisinde ölçmek yerine düşünce darlığı üzerinden ele almak, devrimci saflardaki çelişmeleri çözmede ikna ve          demokratik yöntemi kullanmak yerine zorbalığı işe koşmak, devrimci saflardaki hastalıklı bir bakış açısının dışa vurumudur, kendisine devrimciyim diyenler için utanç ve devrimci sorumlulukların bittiği duraktır. Bu konumlanış, Maoizm tabelası “altında” duranlar için yozlaşma ve dejenerasyon halidir.

Devrimci hareketin 1970’lerin ortalarından bu yana arkasında bıraktığı bunca olumsuz örneğe karşın, hala bu sorunda “sorunlu” bir bakış açısına kapıları ardına dek açmak, geçmiş deneyim zenginliğinden ders çıkarılmadığının, bilimsel sosyalizmin bu konudaki olumlu geleneklerinin özümsenmediğinin kötü bir doğrulanışıdır. Yakın zamanda İstanbul’da Özgür Gelecek ve Partizan bürolarına karşı önceden tasarlanarak girişilen planlı ve örgütlü saldırı, kolayca zorbalığa kapılanların ve yön verenlerin hala bu bakış açısında durduklarının canlı bir örneği olarak Türkiye devrimci hareketinin tarihe düşülen en yeni, en yüz kızartıcı, en pespaye not oldu. Çaresizliğin çaresi! 

Şu apaçık bir gerçektir ki, toplumsal yaşamın odağı sınıf mücadelesidir; bu mücadele, çelişme ve uzlaşmazlıklar üzerinde kendisini üretir. Bu mücadelede bizimle sınıf düşmanlarımız arasındaki çelişmelerle, halkın kendi saflarındaki çelişmeler nitelik olarak farklı çelişmelerdir ve çözüm yolları da farklı nitelikteki yöntemleri gerektirir. Elbette ki bizimle düşmanlar arasındaki çelişmeler uzlaşmaz nitelikte çelişmelerdir ve Mao’nun isabetlice saptadığı gibi, bu, “bizimle düşman arasına kesin bir çizgi çekme sorunu”dur, oysa ikincisi, yani halk saflarındaki çelişmeler “doğruyla yanlış arasına kesin bir çizgi çekme sorunudur”, doğru ile yanlış sorununu içermesine karşın. Birinci türden çelişmeler, yani bizimle düşmanlarımız arasındaki çelişmelerde kullanacağımız yöntem uzlaşmaz karşıtlık doğasındaki çelişmelere uygulayacağımız yöntemdir, yani devrimci şiddettir. Bu konuda hiçbir belirsizliğe yer olmadığı açıktır.

Ne ki asıl sorun halk içindeki, devrimciler arasındaki ve devrimci örgütün kendi içindeki çelişmeleri ele almada kullanacağımız yöntem sorunudur. Mao’nun hiçbir muğlaklığa yer bırakmayacak biçimde söylediği gibi, “İdeolojik sorunları ya da halk içindeki tartışmalı sorunları çözmenin yolu, zorlama ya da baskı yöntemi değil, sadece demokratik yöntem, tartışma, eleştiri, ikna ve eğitme yöntemidir.”

Mao’nun bu son derece anlamlı ve yakıcı önemdeki yargısının her zaman devrimci pratiğe yön vererek yaşamın yaşayan gerçeği halini aldığını söyleyemeyiz. Bazen bu yargı, son saldırı olayında olduğu gibi, salt “asma yaprağı” rolünde yer edinir; devrimin alışılageldik geleneklerini, alışkanlıklarını, sloganlarını, değerlerini ve ahlaki duruşunu içselleştirmede tökezleyenler için... Ve böylece de on yılların yoldaşlığı, aynı yolda yürüyenlerin kardeşliği, devrimci ve yoldaş kanına basa basa, adım adım yoldaş katilliğine dek merdivenleri tırmanmada tereddüt etmez.

Tam da bu anda her şey zıttına dönüşmüştür, normal dönemin kardeşçe yoldaşlığı yerini düşmanca “yoldaş”lığa bırakmıştır. Palalar bilenip, kılıçlar keskinleştirilerek ve hatta mermi namluya sürülerek bir sürek avıdır başlar, köşe başları tutulur, pusular, “adam” çevirmeler, baskınlar ve patlayan silahlar... Ve on yılların yoldaşlığı bir anda öfke dolu patlamalar eşliğinde düşmanca cebelleşmeye yerini bırakmıştır. Ve Mao’nun, ideolojik sorunları ve halk içindeki tartışmalı sorunları çözmenin yolu, zorlama ya da baskı yöntemi değil, tartışma, eleştiri ve ikna yöntemidir formülü, uygulayıcılarının elinde patlamaya hazır bir silaha, vahşi bir çeteciliğe dönüşmüştür. Geriye kalansa akıtılan devrimci ve yoldaş kanı olmuştur! Baskın yapanlar, zafer kazanmanın huzuru içindedir  ve verilen görevi layıkıyla yerine getirmenin öz güveni ile yeni görevlere amade haldedir. Toprağa dökülense devrimci ve yoldaş kanıdır.

Başa dönelim... Sorun şudur: Bizimle düşmanlar arasındaki çelişmeler, antagonist niteliktedir ve bunların çözüm metodu, halkın ve devrimcilerin kendi aralarındaki çelişmelerin çözüm metoduyla aynı olamaz, olmamalıdır. Birincisinde çözüm yolu devrimci şiddettir,  ikincisinde ise ikna, eğitme ve inandırmadır. Karşı-devrimciler için geçerli olan şiddet yöntemini halk ve bu arada devrimcilerin saflarında uygulamaya çalışmak, sermaye üzerine kurulu iktidarların yararına proletarya ve müttefiklerini güçsüz bırakmak ve devrimci harekete zarar vermek demektir. Şüphesiz ki, halk saflarında da, bu arada devrimci saflarda da çelişmeler, anlaşmazlıklar, doğru ile yanlış arasında sınır çekilmesi gereken konular, günlük pratik konularda görüş ayrılıkları vb. olabilir ve olmaması da devrimci diyalektik gelişmeye terstir.

Bütün sorun, bu ayrılıkların, çelişme ve anlaşmazlıkların aşılmasında kullanılan yöntemin, düşmana yöneldiğimiz zamanki yöntemle karıştırılmaması ve bunun şiddet sınır taşına dek taşınmamasıdır. Şu ya da bu gerekçe hiçbir zaman devrimciler arasında şiddeti haklı çıkarmaz, yapay gerekçeler üzerinden bir kez bu yol açıldı mı bunun halk ve devrimcilerin saflarında süreğen bir biçim olarak yer edinmesi kaçınılmaz hal alır. Tartışmaya yer bırakmayacak bir şey var ki, o da, bu zorbalığın, yoldaşlarımıza uygulanan şiddetin, karşı-devrime hizmet ettiği ve nitelik olarak gerici bir şiddet olduğudur. Kolektifin devrimci geleneklerini ve değerlerini kirleten “sol” örtü altındaki darbeci-sağ revizyonizmin yapay dayanaklar üzerinden aklamaya çalışmasının ne Maoizm’le ve ne de mantıkla bir ilişkisi olabilir. Karşı-devrime hizmet eden şiddet olayında Maoizm’in kendisini değil, gölgesini bile görmek mümkün değildir.

Elbette ki, halk saflarındaki çelişmelerin doğru ele alınması sorunu, bir yanıyla da devrimciler arasındaki ve hatta verili güncel örnekte olduğu gibi bir tek devrimci örgütün kendi içindeki sorunu da içinde alacak genişliktedir. Devrimciler ya da aynı örgüt çatısı altındaki farklı düşüncelerin, farklılıkların ya da ideolojik ve siyasi görüş ayrılıklarının ya da örgütsel sorunlardaki farklı duruşların çözüm adresi herdaim iknadır, inandırmadır, dönüştürmedir ve dahası; işin iliği ve özü olarak eleştiri-özeleştiridir.

Ve çok daha önemlisi; saflardaki çelişkiler mücadele ile aşılır. Ne ki bu mücadele, kimilerinin anladığı mücadele değildir elbette. Bu mücadele, tam kapsamlı ve tam geliştirilmiş ideolojik ve siyasi mücadeleyi işin esası haline getiren mücadeledir. Aslolan, zorbalığı işin esası haline getirmek değildir; aslolan, ilkesel mücadele sürecinde farklı düşünceleri ideolojik ve moral olarak parçalamaktır diyordu Stalin. Unutulmamalıdır ki, “ideolojik mücadele öteki mücadele biçimlerine benzemez. Bu mücadelede kullanılacak biricik yöntem, kaba baskı yöntemi değil, sabırlı ikna yöntemidir” diyen Mao’nun yargıları, Maoizm elbisesi içinde gerici şiddeti meşru görerek, yönetimin büyüsüne kapılanlar için inandırıcılığını yitirmiş gözüküyor. Anlaşılır ki, bu çizgideki kaba kuvvet ve şiddet yalnızca düşmanı sevindirir ve yalnızca devrimci örgütleri düşmana açık hale getirir. Bu en basit ve en gözle görülür gerçeği bile görememek, görmek istememek için insanın tavuk zekasına sahip olması gerekir.

Anlaşlılan, ideolojik olarak yeniden kalıba dökülmeye fena halde gereksinimi olanlar için, bu, boş kubbede hoş bir seda gibi yankılanmaktadır.

İdeolojik mücadelenin bir kenara bırakıldığı durumlarda örgütsel tedbirler ve giderek şiddet başat rolde gözükmeye başlar. Bu, çürümenin, yozlaşmanın, maddi ve moral olarak parçalanmanın yoludur. Kolektifi giderek bir kast örgütüne, içinde her türlü fikir ayrılığının yasaklandığı tek düze bir tarikata dönüştüren yoldur bu. Kolektifi zaptu-rapla yola getirme düzenidir ve fikirlerin zincire vurulduğu dini bir cemaat halidir. Kurum içinde ona yabancı ruh halinin alttan alta ve maskeli bir biçimde ve kendine uygun kanallar aracılığıyla yeraltının derinliklerinde gizli bir mayalanmanın giderek derinlik ve genişlik kazanması ve kendisine uygun ortam sağlaması, tam da böylesi durumlarda, böylesi örgütlenmelerde gerçeklik halini alır.

Yakın zamanda Özgür Gelecek ve Partizan bürolarına yapılan saldırı ve faaliyetçi yoldaşlarımıza uygulanan zorbalık ve şiddetin, dava insanlığına, devrimciliğe, Kaypakkaya geleneğine aykırı bir davranış bozukluğu, sağlıksız bir ruh hali olduğu apaçıkken, hala, sahte radikalizm üzerinden sabun köpükleri uçurarak heyecanlı açıklamalarla kendini aklamak ve bu arada devrimci örgütleri yanıltmaya çalışmak, bunun için uğraşmak “hokkabazın kılıcı yutması” değil de nedir?

Bugüne dek bu konuda TDH’de örnek bir tutum sergileyerek devrimci bir gelenek bırakarak deniz feneri rolü gören tutumumuzla, yanlışa doğru bu yön değişikliği arasındaki bu tutum yokluğu arasına derin bir hendek kazılmıştır bu son şiddet eylemiyle.

Bu olayın failleri ve bunlara yön verenler kendilerini Kaypakkaya geleneğinin iz sürücüleri olarak adlandırsalar da aslolanın kullanılan tabela değil, durulan yer ve içinde bulunulan pratik olduğu deneyimlerle kanıtlanmış bir gerçektir. Bu olaya yön verenler, “hizip” vb. sıfatlar üzerinden baskın olayına teorik ve pratik dayanak noktaları bulmaya kalksalar da yaptıklarının Kaypakkaya çizgisiyle, geleneğimizle, bilimsel sosyalizmin bilenegelen tutumuyla fena halde bir karşıtlık içinde bulunduğu gerçeğini örtbas edemezler.

Sürdürelim.

Sulandırarak durmadan sömürdükleri, pratikten yoksun parlak laflarla süsledikleri Kaypakkayacılık, yalnızca sahte radikalizmi gizleyen bir örtüdür, “sol” gösterip sağ revizyonizmde konaklayan anlayış sahipleri için. Bu örtüyü kaldırıp attığınızda içerikten yoksun “sol revizyonizmle”, devrimci mücadele gerçekliği arasındaki derin uçurum hemen beliriverir. Ve geriye, alevleri sönmüş bir saman alevi kalır.

Saflarımızdaki çelişmeleri ele almada doğru bakış açısını terk edenler, Mao’nun sözleriyle, “saman altında su yürütenler, çalışmalarında bilimsel bir tutuma sahip olmayanlar kendilerini çok becerikli ve zeki sanırlar, oysa aslında son derece aptaldırlar ve beş para etmezler.” Öyle ki bu türden  kimseler  “yoldaşlar arasında, böbürlenmeye, dalkavukluğa ve ispiyonculuğa başvurarak, burjuva ve siyasi partilerinin aşağılık usullerini Komünist Partisine bulaştırırlar. Dürüst olmadıkları için de başarısızlığa uğrarlar.”

Ve devam ediyor Mao: “Ben her şeyde dürüst olmamız gerektiğine inanıyorum, çünkü bu dünyada dürüst bir tutum olmadan hiçbir şey başarılamaz. Kimler dürüsttür? Marks, Engels, Lenin ve Stalin dürüsttür, bilimden yana olanlar dürüsttür. Kimler dürüst değildir? Troçki, Buharin, Cen Du-Siu ve Çang Kuo-tao kesinlikle dürüst değildirler; kişisel çıkarlarını ya da kendi kısımlarının çıkarlarını her  şeyin üstünde tutarak ‘bağımsızlık’ ilan edenler de dürüst değildir.” Bunlar, “şöhret ve mevki peşindedirler; herkesin hayranlığını toplamak” ve daha da önemlisi partide kendilerine bir “soyluluk konumu” yaratmak istemektedirler.

Saflarımızda hatalar, yanlışlar vb. olduğunda bile bizim tutumumuz Mao’nun şu yargılarında ifadesini bulmalıdır: “Dolayısıyla, hata yapan bir yoldaşla ilgilenmek için iki elimiz vardır; bunlardan biri onunla mücadele etmek için, diğeri ise onunla birleşmek içindir. Mücadelenin amacı, Marksizmin ilkelerini savunmaktır, yani ilkeli olmaktır; bu birinci eldir. Diğeri ise, onunla birleşmek içindir. Birliğin amacı, onun bir çıkış yolu bulmasını sağlamak, onunla uzlaşmaktır; bu da esnek olmak demektir. İlkeyle esnekliği birleştirmek Marksist-Leninist bir ilkedir ve karşıtların birliğidir.”

Ve şunu söyleyen de Mao’dur; “düşman unsur ya da bozguncu olmadıkları sürece kim olurlarsa olsunlar, bütün yoldaşlara karşı birlik tutumu almamız gerekir.”

Bizler bugüne kadar birlik tutumu almada ısrar ettik -her şeye karşın. Yani uzlaşma uğruna taviz üstüne taviz dahi verdik ama bu, bizim zayıflığımız olarak algılandı ve meşru olmayanlar, iradeyi temsil etmeyi yitirenler, bir zamanlar iradeden aldığı erki kolektife karşı kullanmada tereddüt etmediler ve verdiğimiz tavizleri darbeciliğin dayanağı haline getirdiler. Ne ki, bizim birlik tutumumuz “soyluluk statüsü”nden bir türlü kopamayanlar, iradenin yalnızca soluk bir karikatürü haline gelmiş olanlar tarafından reddedildi.

Elbette ki ve haklarını teslim edelim ki verili statüyü, yani soyluluk konumunu güvenceye alan önerilere de açık durdular. Bu da bizim tarafımızdan reddedildi, çünkü bizler kolektifte bir soyluluk konumu yaratmak için devrim istemiyoruz, bu konumu kaldırmak için mücadele ediyoruz. En son olarak bu konumlarının tehlikeye girdiklerini gördüler. Çünkü bölgelerin ağırlıklı bölümü bu tasfiyeci azınlığa karşı ayağa doğrulmuştu ve son çare gerici şiddet ile tehdit ve bundan medet ummak oldu. İşte tam bu anda Özgür Gelecek büroları saldırı ve gaspa uğradı. Tabandan yükselen selin önünde duramayacaklarını anladıkları anda da çaresizliğin çaresi olarak bürolara saldırgan bir mantıkla baskın düzenleyerek  aşılmaması gereken sınır çizgisini aştılar ve böylece de birlik çabasının kendisini her yerinden zincire vurarak amaçlarına, kestirmeden, “cesur aptallık” üzerinden ulaşmış oldular. Zira birlik isteğinden yola çıksalardı eğer, bu yola başvurmayı akıllarına getirmezlerdi bile.

Onlar için “birlik-eleştiri-birlik” formülasyonu yok hükmündedir. Ve Mao hiç yaşamamıştır!

Mao’nun şu sözleri de: “... Halk içindeki ve Parti içindeki bütün meseleler, zor kullanılarak değil, düzeltme yoluyla, eleştiri-özeleştiri yoluyla çözülecektir.”

Denebilir ki şimdi ne yapılabilir?

Tavrımız su kadar berraktır: Özeleştiri, büroların derhal boşaltılması ve de hizip vb. bildirilerin geri çekilmesi ve hesap verilmesi. Tersi girilen yolda ısrar, yani saldırıda ısrar, ahlaki kokuşmuşluğun devrimci saflardaki dışa vurumu olarak şiddet de ısrar, yalnızca, ipin asılan adamı desteklediği gibi destekleyecektir sağ oportünizmi “sol” maskeyle gizleyenler için. Ve dahası; bu “destek” sizi çürümüş ağaç kabuğu gibi parça parça dağıtacaktır. Heba olan da devrimci güçler olacaktır. Devrimin nefesi de her zaman ensenizde olacaktır.

Ve son bir nokta: Darbeci-çeteci “sol” maskeli sağ revizyonistler “örgütsel sorunlar eksenine oturmuş” bir mücadeleden söz etseler de (ki, buna gelişme olanağı sağlayan da kendileridir) örgütsel sorunlar zemininde kilitlenmiş gibi gözüken mücadelenin derin temelinin ideolojik ve siyasal sorunlar olduğu ve dahası uzun süreli  devrim çizgisi gibi temel konulardaki dereceli kutuplaşmalar, yaklaşımlar, bakış açıları ve verili çizgiyi pratiğe geçirmedeki bu kutupsal zıtlıklardan uç verdiğinin altını çizmekte fayda var. Salt kendi başına örgütsel sorunlar eksenine oturmuş bir yarılmanın, gıdasını aldığı ideolojik ve politik temel olmadan, uzun zamana yayılan bir sürece damgasını basması düşünülemez. Örgütsel sorunları ayakta tutan politik çizgidir ve bölünmenin maskelenmiş aşil topuğu da buradadır -şimdilik sahne ışıklarının önüne çıkmasa da. Örgütsel sorunlardaki kör düğümün kahredici gücü buradan gelmektedir. Fırtınanın asıl kopacağı yer örgütsel sorunlar örtüsü altında gizlenmiş haldedir. Bu unutulmamalıdır.

44882

12 Eylül’ün 33. yılında, 33 hikaye“Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”

Zaman geçiyor, dünya değişiyor ve hayatlarımız yeni ufuklara açılıyor günbegün. Ama bir şeyler kalıyor geçmişten, bir türlü kabuk bağlamayan ve inceden sızlayan bir yara gibi, 12 Eylül gibi. “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”, işte bu yaraya dokunuyor. Yakın tarihimizin bu en travmatik toplumsal dönüşümünün ve baskı rejiminin yeni bir kaydını tutarak, cezanın yalnızca cezaevlerinde çürütülenlere değil, onların ailelerine ve aslında toplumun tamamına da kesilmiş olduğunu, kısacası bir mahpusluk halinin dışarıda kalanlar için de oluşturulduğunu gösteriyor.

İbrahim Kaypakkaya Okuldan Dağa

Yedi yıllık yakın yoldaşlık ilişkisinin bende bıraktığı izlenimler karmaşıktır. Siyasete, edebiyata ve sanata derin ilgisi olan, çok yönlü bir kişilikti İbo. Tabi her şeyden önce devşirdiği bilgilerini ve hayallerini, minyatür inceliği ile yeni düşüncelere dönüştürmeyi seven aykırı bir kişilikti.

Teoriye ve pratiğe yönelik, ikiz bir ilgiye sahipti. Varlığının ya da bilgi dağarcığının yerinde sürekli bir bilgi boşluğunu duyumsuyormuşçasına okuyordu. Devlet tarafından "oku" diye dayatılan ders kitaplarının dışında tüm kitaplara ilgi duyuyordu.

Solda Tükenmişliğin Üretimi

Son yılların en gözde iş alanları.
İş kazaları: Bini geçkin.
Süriye' de, Irak' ta... : On binleri geçkin.

Türkiye solu: ?
Acıları yaşamayan insanların acılarını espiri haline getiren insanları anlamasını ne kadar bekleyebiliriz ki ?

Hadi iş kazalarında vaz geçiyorum.
Ferdi davranışların yaşanabilecekleri engelleyebilmede ne kadar muktedir olabileceği sorusundan da.
Ya, yurtseverler olmasıydı ?

Yardım toplama çılgınlığı.

Sermayenin Cennet Devleti

TC,  kuruluşundan bugüne, işçi sınıfı ve köylülerin ve tüm ezilenlerin karşısında gericiliğin kalesi oldu. Bir taraftan emperyalizmin ileri karakolu olurken, bir taraftan ise işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin karşısında yerini aldı. Hem ülke burjuvazisinin ve gericiliğin savunucusu olurken, hem de emperyalist burjuvazinin çıkarlarının koruyucusu oldu.

Özellikle SSCB’nin komşusu olması, emperyalist burjuvaznin daha fazla bu ülkenin kontrolünü elinde tutmaya itti. Bu nedenle de ideolojik ve pratik olarak da komünizm karşıtı bir politika izlemeyi hep ön planda yürüttü. 

Türkiye’de ulusal azınlıklar sorunu

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil, bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

TKP/ML TİKKO Dersim Bölge Komutanlığı Basın Birimi ile röportaj

1 Eylül 2014 Tarihinde, Dersim-Ovacık’ta Bulunan Mercan HES’e Yönelik Baskını Gerçekleştiren TKP/ML TİKKO Gerillalarıyla Röportaj

- Bu eylemi neden gerçekleştirdiniz?

Süleyman Cihan Yoldaşın 12 Eylül Faşizmi tarafından Katledilmesi TKP/M-L’de Yaşanan Deprem

Yıl 1980 yılında askeri faşist diktatörlük Türkiye ve Türkiye Kürdistan devrimci hareketine ağır darbeler vurarak ezici çoğunluğunu yenilgiye uğrattı. Önemli darbeler almalarına rağmen ayakta kalan ve örgütlü mücadeleyi kesintisiz sürdüren iki devrimci yapılanma kalmıştı. Biri Kürdistan ulusal kurtuluş örgütü PKK idi, diğeri ise Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ında faaliyet yürüten TKP/M-L idi. Daha sonralar PKK tamamen kadrolarını Ortadoğu’ya çekerek Türkiye ve Kürdistan’ında örgütsel çalışmalarını askıya aldı denebilir.

Bir yaratıcılık hali:Yazmak

“Yararsız olmak,ölü olmaktır.”[1]

“Sanatsal”, “estetik”, “edebî” bir yaratıcılığı değerlendirirken; çok düşünmek, tartıp-ölçmek; çok az konuşmak gerekir.

“Eleştiri”, taraflılığını asla gizlemeden, ayan beyan tavrıyla, böyle bir şey olabilirse anlamlıdır.

Bir “Radikal Demokratik Devrim” Deneyimi: ROJAVA DEVRİMİ!

Suriye’de 2011 yılında başlayan iç çatışmalar sonucunda, Suriye Kürdistanı’nda (Rojava) rejim güçleri çekilmiş ya da kovulmuş; esas olarak Suriye Kürt Ulusal Hareketi’nin önderliğinde, 19 Temmuz 2012’de Cizirê, Kobanê ve Êfrin bölgelerinde kanton adıyla tek yanlı biçimde “demokratik özerklik” ilan edilmişti.

Etyen Mahçupyan: Tayyip Erdoğan'ın son danışmanı

Mahçupyan'ın söyledikleri

İzmir'i yakan Mustafa Kemal ve askerleridir :Tamer Çilingir

Tarih 13 Eylül 1922… Son kalan Rum ve Ermeni varlığını da yok etmek için resmen ateşe verilir koca bir kent… Ege’nin incisi İzmir ateşler içinde kavrulur, yanar… 2 milyon 600 bin metrekarelik bir alanda 20 binden fazla ev, işyeri, hastane, kilise ve okullar yok edilir, ateşler içinde binlerce insan yanarak son nefeslerini verir…

Yaşanan planlı bir hareketle yapılmış korkunç bir katliamdır… Ama o kibriti çakanlar, alçakça ve vahşice çıkardıkları ‘yangını’n sorumluluğunu üstlenmez…

Sayfalar