KKB Savaşçısı Avaşîn Ateş: LGBTİ+ları saflarımıza katılmaya çağırıyoruz!
Onur ayı vesilesiyle Rojava’dan KKB’li savaşçı Avaşîn Ateş’le LGBTİ+lara yönelik saldırıları, emperyalist politikaları, devrimci ve komünistlerin LGBTİ+lara bakışına dair konuştuk.
– Merhaba, öncelikle seni tanıyalım. Bize kendinden bahseder misin?
– Merhabalar, başlamadan önce faşist bir saldırıda katledilen Deniz Poyraz şahsında yitirdiğimiz tüm na-trans heteroseksüel kadınları ve LGBTİ+ları anmak istiyorum. “İçimi soğuttum” diyen faşistin ve onun şeflerinin gözündeki yokoluş korkusunu ve sistemlerinin yıkılışını görmeden içimiz soğumayacaktır. Deniz Poyraz’ın katli intikam andımızı büyütmüştür.
Ben Avaşîn Ateş, ismimi Til Temir cephesinde ölümsüzleşen eşcinsel siyahi savaşçı Avaşîn Tekoşîn Güneş’ten ve transfobik bir saldırıda katledilen Esra Ateş’ten aldım. Komünist Kadınlar Birliği üyesi ve TİKKO savaşçısıyım. Faşist Türk devletinin ve ona bağlı çetelerin saldırılarına karşı Rojava Devrimi’ni savunmak için buradayım.
– Trans bir birey olarak neden Rojava alanındasın, bunu biraz açar mısın?
– Aslında ben sadece açık kimlikli bir transım burada. Birebir tanıdığım başkaca örgütlerden de yarı açık kimlikli siper yoldaşlarımız var. Bunun dışında şundan eminim ki, geçmişte de vardı bugün de açık kimlikli olmayan, olamayan LGBTİ+ savaşçılar zaten var. Yalnız olmadığımın bilincindeyim bu anlamda, dünyanın hiçbir yerinde yalnız olmadığımız gibi. Ben de diğer bütün devrimci savaşçılar gibi devrim iddiamızı gerçekleştirmek için buradayım. Yine yukarıda belirttiğim gibi Rojava Devrimi’ni savunmak için buradayım.
Faşizm, LGBTİ+ların kapısını çaldığında bizlerin Arap, Türk, Kürt ya da Ermeni olup olmadığımıza bakmıyor; Alevi, Müslüman ya da Hıristiyan olup olmadığımıza bakmıyor; yoksul halk kitlelerinden mi yoksa üst ve orta sınıftan mı olup olmadığımıza bakmıyor. Bizlere sırf cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerimizden kaynaklı saldırıyor. Bu hepimizin aynı şekilde ezildiğimiz anlamına gelmiyor. Tabii ki bir Kürt ya da Alevi daha katmerli bir saldırıya maruz kalıyor. “Hem Kürt hem ibne” olmak günahların en büyüğü oluyor. Yine işçi sınıfının yoğunluklu yaşadığı semtlere, köylük alanlara baktığımızda da gördüğümüz şey, homo/transfobinin çok yaygın ve şiddetli olduğu. Bu da tamamen sistemin politikaları ile ilgili. Medyası, eğitim sistemi, ayrımcı dini ve kültürel politikalarından halk kitleleri daha çok etkileniyor. Ancak faşizmin giderek şiddetlendiği bugünlerde önümüze başka bir imkan daha çıkıyor; halk kitleleri arasında, bu kitlelerle buluşma ve temas gerçekleştirme imkanı…
– Temas derken?
– Mesela TEKEL direnişi sırasında Ankaralı trans kadınlar, çorba yapıp dağıtmışlardı direnişçilere. Seks işçiliği yapan trans kadınlarla belki ilk defa bu kadar sıradan bir temas sağlayan işçilerde ciddi bir kırılma oldu. Yine Gezi İsyanı sırasında homo/transfobiye rağmen alanları terk etmememiz; Kars’ta, Antep’te, Çorum’da, Sivas’ta, Trabzon’da ciddi bir değişim gücü sağladı bizlere. Bunu görmemiz gerekiyor. Kitlelerde değişim büyük oranda bu temasa bağlı. Bu anlamıyla her türlü saldırı ve baskı politikasına rağmen sokakları terk etmeyen LGBTİ+lar, örülen geleceğin mütevazi birer tuğlası oluyorlar.
Ancak bu yetmez, devrimci ve komünist örgütler artık daha cesur olmak zorundalar. Zira LGBTİ+ politikalarının kaybettireceği korkusu aslında sadece homo/transfobinin bahanesi. Bu korkuyu, Rojava alanına geldiğimde ben ve yoldaşlar da yaşıyorduk. Ancak gördük ki, attığımız cesur adımlar, yalnızca kendi örgütümüzde değil başka örgütlerde de değişimlere neden oluyor. Tartışmaların açılması, ilerleme anlamına da geliyor. Mao yoldaşın “Yol ne kadar uzun olursa olsun ilk adım atılmalıdır” sözü bizler açısından ilkesel olmalı. Bugün yürüdüğümüz yol, yarın savaş alanlarına gelecek olan LGBTİ+ların daha ileriye gitmesini sağlayacak. Üstelik sadece kendi örgütümüzde de değil, bugün LGBTİ+lara en uzak olan örgütlerde de bu değişim sağlanıyor olacak. Burada tek tek ya da örgütlü attığımız bütün adımlar ve görünürlüğümüz önemli bir yerde duruyor.
– Halk kitlelerinden bahsettin. LGBTİ+ politikaları bağlamında sınıf sorunu hakkında ne düşünüyorsun?
– İlk olarak şunu belirtmekte fayda var. Biz komünistler, heteroseksizmi özel mülkiyet sisteminden bağımsız ele almıyoruz. Ciddi bir iç içe geçmişlik söz konusu. Homo/transfobinin ortaya çıkışı bir gecede olmamıştır. Ev içi emeğin ikinci sınıf emek sayılması, kadınların ezilen konumuna gelmesi, tek eşli heteroseksüel aile yapısının ve ataerkinin ilerleyişi ve devletin kurulmasıyla birebir ilintilidir cinsel çeşitliliğin yok edilmeye çalışılması. Ancak bugün gerek ana akım LGBTİ+ hareketi içinden gerekse de devrimci hareketlerden sınıf sorunu sanki kuir hareket için geçerli değilmiş gibi davranan çevreler var.
– Tam burada şunu sorabilir miyim, madem sınıfsal bir kökeni var neden Onur Yürüyüşleri’nde emperyalist tekeller sponsor oluyor?
– Bu bizim ülkemiz açısından geçerli değil, biliyorsun. Gökkuşağı içeren ürün satışları bile yasaklandı. Ancak bakalım, Onur Yürüyüşü’nü başlatan Stonewall Inn direnişinden bugüne Onur etkinliklerinin emperyalist ülkelerde geldiği hal nasıldır? Onur Yürüyüşü’nü yaratan direnişi, en yoksul kesimden gelen çoğu Afrika ve Latin Amerika kökenli göçmenler, seks işçileri, maskulen lezbiyenler, feminen geyler, trans kadınlar başlatmış ve sürdürmüştür. Marsha P., Silvia ve ismini bilmediğimiz bu zırıl lubunyaları saygıyla anıyorum bir kez daha. Ancak bugün en yoksul LGBTİ+lar “Pride Fest”lerde düzenlenen dev konserlere katılım için yeterli parayı denkleştirememektedir. Liberal politikalar aynı zamanda sınıfsal bir direnişi de simgeleyen Stonewall Inn’i kendi gerçekliğinden uzaklaştırmaktadır. Devrimci hareketlerin sahip çıkmaktan imtina ettiği böylesi bir direniş tarihi, emperyalistler tarafından çalınıyor.
Gerçekte büyük şirketlerin LGBTİ+lara dostmuş gibi görünen yüzleri aslında kirli bir pazarlığın ikinci yüzüdür. Dönüp bir tikizdiğinde ülkemizde de çokça bilinen markalar LCW, Adidas, H&M… Bu markalar işçi sömürüsünün en yoğun olduğu atölyelerde üretim yaparken bu işçilerin cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri ile ilgilenmezler. 400’ü aşkın fabrikası bulunan H&M işçi sömürüsü ve homo/transfobik politikaları ile nam salmış Çin’de ürettiği “renkli” ürünleri getirip batıda LGBTİ+ toplumuna pazarlamaktadır. LCW, Türkiye’deki faşist rejimin çağrısına uyarak “Gökkuşağı içeren ürünlerinin” satışını burada durdurdu. Emperyalist tekeller, şirketler yalnızca kârlarıyla ilgilidirler. Bu nedenle NYC Pride’a sponsor olup geçit törenine katılırken atölyelerinde yaşanan homo-transfobik saldırıların kendisiyle ilgilenmezler. Onlar madidirler. Sürüngen diyoruz lubunyalar arasında takılıp, dost yüzlü-dost gülücüklü görünür sırtımızdan geçinen erkeklere. Ben bu emperyalist tekelleri de böyle değerlendiriyorum. Lubuncadaki karşılıkları tam bu sürüngen ama devinden. Oysa durum bizler için farklı olmak zorunda. İstanbul’da Onur Haftası’na katılırken Antep’te örgütlenmenin öncülüğünü yapmıyorsak samimiyetimizi/devrimciliğimizi sorgulamamız gerekir.
– Senin deyiminle dev sürüngenlerden yani emperyalist tekellerden bahsetmişken, “Pinkwashing” denilen bir terim dolanıyor ortalıkta. Ne düşünüyorsun bu konuda?
– Bizim yıllarca mücadele edip kazanıma dönüştürdüğümüz şeyler var. Emperyalist ülkeler, bu kazanımlarımızı sahiplenip içini boşaltıyorlar. Dünyada birçok kuir teorisyen çokça şey söyledi ve söylüyor bu konunun üzerine. Pembe sermaye denilen bir şey var örneğin. LGBTİ+lara pazarlanan ve sürekli tüketime dayanan bir kültür üzerine kurulu. Sözde kendimizi gerçekleştiriyoruz filan. Pinkwashing tanımı da ona benziyor. Ama burada bahsedilen, yarattıkları pazardan çok bu pazarla neyi örttükleri. İsrail örneğin çokça gündemdir uzun yıllardır. Filistinlilerin vatanını işgal ederken, evlerini yıkıp zeytin bahçelerini sökerken “Bu da kuir bir Filistinli, karışmayalım” mı diyor? Demiyor. Hatta diyor ki “Filistin pis, çünkü Araplar homofobik”. İşte bahsedilen şey tam olarak bu ve o kadar doğru ki. Biraz önce H&M’den bahsettim. Biz daha bilinçsiz şovşak lubunyalarken bile biliyorduk hem ucuz hem de zırıl zırıl olan bu elbiselerin hangi kandan damıtılıp bize pazarlandığını. Bu anlamıyla LGBTİ+ toplumu, kendisini yeniden sorgulamalı. Kimse bakmıyor o Çinli işçinin kuir olup olmadığına, yorgunluktan ve bıkkınlıktan ev denilen küçücük bir odada kendini astığında. “Depresyon” diyorlar, sanki kendiliğinden girilmiş gibi depresyona. Oysa biz ülkem lubunları olarak ne kadar da tanışızdır bu faili sistem depresyonlarla ve gidişlerle.
– Onur Yürüşüyü’nden, bu yürüyüşün yaratıcılarından bahsettin biraz önce. Oraya dönecek olursak?
– Dipten gelen dalganın heteropatriyarkayı sarstığı direnişi anmanın ve mücadeleyi yükseltmenin günü olan Onur Yürüyüşleri biz komünistler açısından zafer nişanımızın yıldızlarından birisine dönüşmelidir. Faşizm koşullarında Onur Haftası etkinliklerine katılmak elbette önemlidir. Ancak bu yeterli midir? Mümkün değil! Homo/transfobik sistem temsilcileri kurşunlarımızın, bombalarımızın hedefi olmalıdır. Kendi içimizde LGBTİ+ları “anlamaya başladığımız” etkinlik ve tartışmalar yetmez. Bulunduğumuz birliklerde de homo/transfobik yaklaşımları mahkum etmek zorundayız. Çeşitli konularda nasıl polemikler yürütülüyorsa bu alanda da korkmadan, “utanmadan” devrimci bir duruş sergilemek görevimizdir.
– Ben aslında “sizde nasıl oluyor bu işler” demek istedim biraz da. Genel şeyler söylüyorsun, bunlar güzel elbette. Peki “politiktir” dediğimiz “özel olan”da neler oluyor?
– Biraz madilik diyorsun? LGBTİ+lara yönelik nefret politikaları bu sistemin bir sonucudur. Bu nedenle bugün bir sonuç olan durumlara değil sorunun kaynağına dikkat çekmek zorundayız. Özel mülkiyet sisteminin ve sınıfların ortaya çıkışıyla cinsel çeşitliliğin yargılanmaya başlaması, tek tipleştirme ve en sonunda devletin kimliğinde somutlaşan “günah, suç, hastalık” tanımları nasıl-nereden ortaya çıktıysa esas hedefimiz o olmalıdır. Şüphesiz bugün örgütümüz içerisinde kendisine zar zor bir yer bulan, her şeye rağmen buralara tutunmaya çalışan lubunyalarla devrimci dayanışmayı, yoldaşlığı büyütmek önemlidir. Şimdilik tam anlamıyla oluşturulmuş bir politika olmasa da bakışımız böyledir.
Örgüt içerisindeki tekil varoluşlarımız bazıları tarafından “E tamam işte, artık LGBTİ+lar da örgütlenebiliyor” gibi sanki eşit bir zeminde örgütleniyormuşuz gibi bir algıya çekilmek isteniyor. Kuirler için örgütlenme zemininin “eşitlenmesi” na-trans heterolarla aynı ayrıcalıklara sahip olduğumuz ya da aynı sömürü biçimlerine maruz kaldığımız anlamına gelmiyor. Ayrıca bu “eşitlenen” zeminde olan kuirler zaten toplumun çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Bunların farkındayız ve yoldaşlar arasında da bu farkındalığın artmasını sağlamaya çalışıyoruz.
– Burayı biraz açabilir misin?
– Demem o ki, bugün devrimci ve komünistler öyle homo/transfobiyi “aşmış” filan değiller. Zaten değişim öyle hızlı olan bir şey de değil. Şunu biliyoruz; mesela bu alanlarda da legal faaliyet alanlarında da na-trans hetero bir erkeğin avantajları bizlere oranla çok yüksek. Onların bilerek ya da “bilmeyerek” yaptıkları her yanlışın bahanesi “5 bin yıllık erkek egemen sistemin devrimciler üzerindeki etkisi” ancak bizim en ufak hatamızın büyük bedelleri oluyor. Na-trans hetero kadın yoldaşlarımızla bir kesişimsellik söz konusu bu anlamda. “LGBTİ+lar zaten böyleler” gibi birimizin yaptığı bir hata bütün LGBTİ+ toplumuna mal edilebiliyor. Hata olmasına da gerek yok üstelik. Na-trans heterolar için çok olası olan şeyler sizin için “Nasıl olabilir böyle bir şey. Buna izin veremeyiz” şeklinde karşılanabiliyor. Yine devrimciler arasındaki politik rekabetin “kurbanları” da olabiliyoruz.
Ancak tüm bunlar yaşandığında bunlardan korkup geri çekilmiyoruz. Bu savaş sadece düşmana değil onun yaşamımıza, kültürümüze ve benzeri yansımalarına karşı içimizde de yürüttüğümüz bir savaş. Ahlakçılığa karşı devrimci kültürü inşa ediyoruz.
– Devrimci ve komünist örgütlerden bahsetmişken LGBTİ+ mücadelesi içinde tartışma konusu olan Lenin sonrası Sovyetler Birliği’nde ya da Mao’nun önderlik ettiği Çin Devrimi’nin homo/transfobik uygulamalarına dair çeşitli iddialar var… Bu iddialara rağmen LGBTİ+lar neden bugün hala Stalin’i ve Mao’yu önder kabul eden devrimci ve komünist örgütlere gelsinler? Ya da sen neden geldin?
– Aslında bu soruyu kendime çok sık sordum. Politik olarak daha geri olduğum dönemlerde bile cevaba çok net ulaşıyordum. Biz, az sayıda zenginin milyarca yoksulun kanını içerek beslendiği, özü itibariyle her daim ezenler ve ezilenler barındıran bir sistemi değiştirmeye çalışıyorsak neden bu sistemi yıkmak isteyen örgütlerin içinde mücadele etmeyelim? Homo/transfobinin de kökenlerini barındıran özel mülkiyet sistemini yok etmezsek homo/transfobi hep farklı biçimlerde varolmaya devam edecek. Madem öyle, geçmişte devrimci önderlerin zaferlerini nasıl sahipleniyorsak -mesela Stalin’in ve kahraman Sovyet halkının Hitler faşizmi karşısındaki zaferini- onların tüm alanlardaki varsa bu konuya dair de hata ve eksiklikleri, bunları da sahiplenip özeleştirisini vermek zorundayız. Bizim geleneğimizde özeleştiri pratikle verilir. Bu pratiği gerçekleştirmek de bugünün ve yarının devrimci ve komünistlerine düşüyor. Bu anlamıyla bu tartışmayı bizleri devrimci mücadeleden uzak tutmak isteyenlerin tartışması olarak görüyorum. Bu iddialara yönelik “Dönemin koşulları öyleydi, bilmiyorlardı, tek Stalin mi aldı bu kararları o dönemki partiye bakmak lazım, emperyalistlerin anti-propagandası” gibi argümanları da yerinde bulmuyorum, tüm bu tüketici tartışmaların yerine konuyu daha kapsamlı araştırıp, karşımıza çıkan olumsuz uygulamaların pratikte özeleştirisine yönelmeliyiz.
Ben “Dünyayı yerinden oynatacaksak ben de yerimden oynamalıyım” diye geldim aslında. Buralar “güvenli ve homo/transfobiden arınmış alanlar” değil az önce de söylediğim gibi. Savaş yıllarca heteropatriyarkanın elinde şekillendi. Şimdi bizler ona yeni bir form veriyoruz. Yıllarca halk savaşı dedik. Şimdi ırkçı, homo/transfobik, eril düşüncelerden yani sistemin ideolojisinden arındırarak bu savaşı tam anlamıyla tüm halk kitlelerinin savaşı haline getiriyoruz. Durum böyleyken ben sorayım, neden gelmesinler?
– Aslında en başta sormuştum. Ama biraz daha konuşmak istiyorum. Yıllarca LGBTİ+ hareketi hep barışçıl protestolarla özdeşleştirildi, böyle gördük en azından. Şimdi eline silah almak, askeri kuralların geçerli olduğu bir alana gelmek zor oldu mu?
– Homo/transfobik katiller ve onların devletleri bizlere şugariyet dağıtmıyor. Ve gerçekten yıllarca ailelerimize, topluma rağmen inşa ettiğimiz kimliğimizi yaşamaktansa savaşa katılmak zor bir tercih oluyor. Ancak şunu çok iyi biliyoruz; yaşamımız zaten savaşla geçiyor, o kadar da yabancı değiliz savaşmaya. Yine trans bir seks işçisi sokakta kendini savunacak aletleri üzerinde barındırmak zorunda. O kadar da “pembe” bir dünyada değiliz yani. Hatta şöyle diyelim “pembe sizin zannettiğiniz gibi bir renk değil”. Sonra Kürdistan’da, Filistin’de hiçbir LGBTİ+ ya da kuir, özgürce ve doya doya yaşayamıyor kimliğini. Kaçabilenler kaçıp “kendini kurtarıyor”. Burayı tırnak içinde söylüyorum. Çünkü aslında bir “kurtulma” durumu filan yok. Gittikleri sözde “ileri demokrasi” ülkelerinde farklı zorluklarla karşılaşıyorlar. Bir de arkadaşlarını, ilk aşklarını, belki de çok sevdiğin bu çorak toprakları terk etme zorunluluğu oturuveriyor insanın göğsüne. Sevgili kuir sosyalist Sarah Hegazi’yi anmadan geçemeyeceğim burada. Gittikleri ülkelerde kendisine yabancılaşmak zorunda olan ve “entegrasyon” politikaları ile hayatları çalınmaya devam eden milyonlarca LGBTİ+yı da… Bu nedenlerle aslında “savaş”, LGBTİ+ toplumuna ters bir şey filan da değil. Hareketin çok güzel bir sloganı vardı “Adalet yoksa barış da yok” diye. Tam böyle işte; adalet yoksa bizde hesapları namlular sormaya devam etmeli.
– Biliyorsun İstanbul Onur Yürüyüşü gerçekleştirildi. Buna dair görüşlerini ve lubunyalara söylemek istediğin bir şey varsa onu da alarak bitirelim.
– İstanbul Onur Yürüyüşü yine saldırı altında geçmiş. Haberleri geç de olsa görmüş olduk. Öncelikle faşizm koşullarında sokağı terk etmeyen bu cüreti selamlamak gerekir. Ne İstanbul Sözleşmesi eylemlerinden ne Boğaziçi Direnişi’nden ne çevre eylemlerinden vazgeçmeyen bu cüret bir kez daha faşizmin tüm baskılarına rağmen yer yer dağılarak, yer yer birleşerek başarıyla gerçekleştirilmiş. Tam bir gerilla taktiği değil mi? Yıllar evvel “Her trans bir gerilladır” diye bir yazı çıkmıştı. Sonra çeşitli kaygılardan kaldırıldı. Ama onu hatırlıyorum her defasında. Bir dönem bizlerin de bulunduğu bu alanların hala kalabalık ve cüretkar olduğunu görmek ne umut verici. And olsun ki kitlelerden aldığımız bu umut, faşizmin üstüne yağacak, döktükleri kanda boğacağız onları. Ancak bu, birlikte mücadeleyle mümkün. Bu anlamıyla LGBTİ+ların milis güçlerine ve savaş alanlarına katılımı oldukça önemli bir yerde duruyor. Biz KKB’li savaşçılar olarak LGBTİ+ları birbirimizden öğrenecek ve birlikte ilerleyecek çok yolumuz olduğu inancıyla Türkiye ve Kürdistan’da halk savaşını kuirleştirmeye ve saflarımıza katılmaya çağırıyoruz.
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)