Krize Savaş Şalı; Geleceğine Sahip Çık, Direnişi Büyüt, Rojava’yı Savun!
9 Ekim günü, Türk ordusunun Suriye’nin Kuzey ve Doğusuna, Rojava’ya yönelik başlattığı işgal girişimi ve bunun karşısında gelişen görkemli direniş gerek Türkiye’de gerekse Ortadoğu ve dünyada kısa sürede gündemin ilk sırasına yerleşmiş bulunuyor.
Türk devleti, daha önce Afrin’de gerçekleştirdiğini şimdi çok daha geniş bir alanda hem içeriye hem de dışarıya “derin” mesajlar vererek yapmaya çalışıyor. Elbette tank paletleri ve savaş uçakları, işgal ve katliamlarla yürürlüğe sokulan bu senaryonun hedefinde Rojava devrimi var.
Türk devleti, bir kez daha nerede olursa olsun Kürtlerin olası herhangi bir kazanımına yönelik düşmanlığını bütün dünyaya ilan etmiş oldu. Faşizm, azgın bir şovenizm ve Kürt düşmanlığı üzerinde inşa edildiği gerçekliğini, her politik başlıkta tekrar tekrar ispatlıyor. Söz konusu Kürtler ve onların kazanımları olduğunda yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını, büyük bir vahşet eşliğinde yeniden güncelleyerek gösteriyor.
Vahşi Türk ordusu, havadan ve karadan yerleşim yerlerini, sivillerin bulunduğu konvoyları hedef alıyor, öne sürdüğü cihatçı çeteler Gire Spie’den Serekeniye’ye, Kamışlo’ya kadar geniş bir alanda Kürt, Arap, Ermeni ve Süryani köylerini yağmalamanın hülyalarını görüyor!
Türk devleti, bir kez daha savaş konusunda ne denli acımasız ve vahşi olabileceğini dosta düşmana ispatlıyor; Rojava ve Ortadoğu halklarının, tüm dünya halklarının öfkesi ve düşmanlığını kazanıyor.
İşgal Girişimi AKP’ye Can Simidi
Türk devletinin, uzunca bir süredir hazırlıklarını yaptığı ve “Güvenli Bölge” adıyla ambalajlayarak uluslararası alanda pazarlamaya sunduğu işgal planlarında nihayetinde amacına ulaştığı anlaşılıyor. İçerde ve dışarda koşulların, pazarlık masasına sunulabilecek argümanlar ve masadaki diğer aktörlerin mevcut durumunun, işgal girişimi için uygun bir korelasyon oluşturduğu görülüyor. Türk devletinin işgal girişimini ve saldırılarını bunca rahat bir şekilde yapabilmesinin başkaca izahı yok! İşgal saldırılarını olanaklı başka bir açıdan zaruri hale getiren tamda bu iç ve dış koşulların kesiştiği doğrultu!
İçerde giderek çözülen, kitle desteği ve mobilizasyonun da ciddi bir gerileme yaşayan, yerel seçimlerde Türkiye’nin önemli büyük kentlerini kaybetmiş bir parti gerçekliği karşımızda duruyor. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun çıkışıyla kısa sürede R.T. Erdoğan’ın deyimiyle “fitnelerin bayağı bir etki altına aldığı” bir iktidar partisi söz konusuydu. Egemenlerin, ekonomide iyice batağa saplanan gemiyi güvenli sulara çıkarmak için yeni arayışlara girdiği bir politik iklim oluşmuştu. En önemlisi de devletin çelik çekirdeği ile stratejik kurumlarında etkinliğini sürdürse de geniş kitleler nezdinde çok ciddi bir erime yaşayan AKP gerçekliğinden bahsetmek mümkündü.
Uzunca bir süredir AKP, rakipleri karşısında eli giderek zayıflayan ve rıza üretiminde performansı zayıflayan, sendeleyen bir parti konumuna düşmüştü. Bu durum, geminin asli sahibi egemenlerin de kaptan köşkü için yeni arayışlarını beraberinde getirmişti. Tüm bu gelişmeler ile bunlara eklenebilecek çok sayıda faktör, AKP/R.T. Erdoğan’ı, iktidar koltuğunu taşıyabileceği, egemenler ile emperyalistlerin tasarruflarını yerine getirebilecek başka bir deyişle hala bu ülkedeki çıkarlarını garanti altına alabilecek yegâne güç olduğu konusunda bir ispatı zorunlu kıldı.
Bu işgal girişimi, açıkça AKP iktidarının hayatta kalma, politik ömrünü uzatma bağlamında bir ölüm-kalım operasyonudur. İşgal, kendini hâkim sınıflar katında yeniden ikame etme, sarsılan tahakkümünü yeniden tesis etme hamlesidir. Gücünü ve etkinliğini, hâkim sınıflara gösterme ve onların olası başka tercihlerinin önünü kesme adına yaşama geçirilmiş bir operasyondur. Bu bakımdan, işgal girişiminin bahsini ettiğimiz nedenlerle de erkene alındığını söylemek mümkündür.
AKP iktidarı, en sıkıştığı anda bir kez daha, Türk devlet geleneğinde önemli bir tarihsel birikimi barındıran ‘savaş’tan sonuna kadar nemalanma politikasına yönelmiştir. Ekonomide yaşanan daralmayla baş edemeyeceğini artık kendi ağzıyla deklare etmek zorunda kalan AKP iktidarının, krizin yarattığı toplumsal erimeyi durdurmasının başka bir yolu yoktu. Ekonomik alanda hızla gerileyen, elindeki tüm kamu kaynaklarını sonuna kadar kullanan AKP iktidarı, gelinen aşamada kamuoyuna da yansıdığı gibi İMF’siz bir İMF paketiyle bir kez daha Çiller döneminin zam ve yoksulluk girdabına sarılmıştır.
İşçi ve Emekçilerin Taleplerine Şovenizm Bariyeri
Ne var ki zaten sefalet içinde yaşayan geniş emekçi kitleleri daha fazla açlığa razı etmek kolay değildi. Savaş ve işgal girişimi tam bu süreçte ilkin geniş kitlelerin razı edilmesi ikinci olarak İMF programının uygulanması için devreye sokuldu. Bir başka açından AKP, savaş çıkararak işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerinin çalışma yaşamındaki tüm kazanımlarına göz diken Yeni Ekonomi Programı’nın (YEP) hedeflerini gerçekleştirmek için harekete geçmiş oldu. Savaş olgusunun cevaz vereceği sıkıyönetim rejimiyle, işçi sınıfı ve geniş kesimlerin, söz konusu programa, yoksulluk ve sefalete ses çıkarmasının da böylelikle önüne geçilebileceği hesaplandı.
Diğer yandan, geniş emekçi kitleler, savaş, işgal gerçeğiyle birlikte tıpkı Afrin’de olduğu gibi bir kez daha şovenizm zehrinin, kör edici, düşmanlaştırıcı etkisi altında, devletin ideolojik hegemonyası altında bir kez daha bir araya getirildi. İşçi sınıfı ve ezilenlerin, sisteme duyduğu öfke; milliyetçi ve şovenist histeriyle, “vatan”, “millet” ve “sakarya” edebiyatıyla çarpıtılmış ve Kürt düşmanlığı temelinde başka bir yöne akıtılmış, böylece bahsini ettiğimiz sinerji yeniden sisteme entegre edilmiş oldu.
En azından planlanan buydu!
Şimdi işgal girişimleriyle ortaya çıkan milliyetçi ve şovenist iklimde, işçi sınıfının değişik alan ve bölgelerde sürdürdüğü direniş ve sesler kısıldı, ekolojik alanda yaşanan yıkımın üstü örtüldü. Nitekim daha işgal girişiminin ilk günlerinde bu politika sonuç almaya başladı; Kazdağları Koordinasyonu’nun Çanakkale’de düzenlemeyi planladığı miting, örgütleyicileri tarafından iptal edildi.
İHD sokağına hapsedilen Cumartesi Anneleri’nin eylemine yönelik saldırıyla faşizm; işçi sınıfı ve ezilen tüm kesimlerin; hukuksuzluklara, işten çıkarmalara ve hak gasplarına dahası söz, eylem ve örgütlenme haklarına, savaş bahanesiyle nasıl bir tutum takınacağına dair de bir mesaj göndermiştir. Türk devleti, işgal girişimiyle, muhalif ses ve duruş bir yana, “vatan” demagojisiyle çektiği hatta hizaya girmeyen herkesi hedef tahtasına koymuş bulunuyor.
Kuşkusuz tüm bu saldırganlık ve işgal girişimi, Türk hâkim sınıflarının Osmanlı’dan devraldığı ‘fetihçi’ ve işgalci karakterini de bir kez daha orta yere serdi. Osmanlı’nın yaptığı gibi Türk devleti de hazinesi boşaldığı oranda, yeni seferlere yönelmekte, kendine yeni nüfuz ve hâkimiyet alanları açarak, krizini atlatmaya çalışmaktadır. İşgalin hedefindeki bölgelerde yer alan petrol ve diğer yer altı kaynakları, Türk hâkim sınıflarının Rojava’ya yönelik saldırılarının ekonomik gerekçelerini oluşturuyor.
Buna koşut bir şekilde çoğu zamanda bunu aşacak bir boyutta ise, Rojava’da Kürtlerin önderliğinde, hem de burunlarının dibinde açığa çıkan alternatif sistemden duyulan öfke ve korkudan söz etmek gerekir. Türk devleti, 84’ten bu yana savaştığı Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin sınırları boyunca bunca geniş bir alanda devletsel bir oluşuma gitmesine, bunu da demokratik temelde özgürlükçü ve cinsiyet eşitlikçi bir paradigma ile yapmasına tahammül edemedi/edemezdi.
Nitekim Esad’ın devrilmesi ve Emevi Camisinde namaz kılınması muradıyla çıkılan yolculukta, dümen kısa sürede Kürtlerin söz konusu kazanımlarının yok edilmesi, önüne geçilmesi yönünde kırıldı. Bunun için dünyanın dört bir yanından cihatçı çetelere kucak açıldı, her türlü destek sunuldu. Türk devleti, değişik renk ve tondaki cihatçı-selefi örgütlerin hamiliğini üstlendi, onları silahlandırarak Rojava devrimine karşı sahaya sürdü.
Türk hâkim sınıflarının, toplumun hemen her başlıkta biriktirdiği büyük öfke ve sinerjiyi, Kürtlerin topun ağzında olduğu şovenist, ırkçı ve milliyetçi bir rüzgârla bastırma veyahut başka bir kanala akıtma stratejisi izlediği anlaşılıyor. Bu tarz-ı siyasetin, Osmanlı’dan TC’ye, devletin genlerinde, tarihsel tecrübelerden damıtılan karanlık bir birikime dayandığı, bunun da sürekli bir şekilde yeni hamlelerle güncellenerek geliştirildiği görülmektedir.
ABD ve Rusya’nın İcazetiyle İşgal
AKP iktidarının, söz konusu işgal saldırısını, ABD’ye “posta koyarak”, “rest çekerek” gerçekleştirmediği ise şovenist histeriden az da olsa kurtulabilen herkesin malumu!
Türk devletinin, ABD emperyalizminin izni ya da zımni de olsa ‘oluru’ olmadan böylesi bir operasyona kalkışmasının olanaklı olmadığı açık. R.T. Erdoğan’ın BM Genel Kurulunda elinde haritayla oluşturmayı planladığı “Güvenli Bölge”de inşa edeceği TOKİ binalarının projeleriyle arzı endam ettiği ve bölgenin Kürtlerden arındırılmasını merkezine alan bir demografik yapıyı planladığı unutulmamalı.
Türk devletinin, ABD ve Rusya olmak üzere NATO üyesi ülkeler ile bölgenin büyük gerici devletleriyle saldırı öncesi yoğun bir diplomasi ve pazarlık trafiği işlettiği bir gerçek. BM’de TC’nin işgal girişiminin kınanması talebinin farklı nedenlerle de olsa, ABD ve Rusya’nın itirazıyla veto edilmesi de bu gerçeğe işaret ediyor. Türk devletinin, işgal saldırılarına bugün ses çıkaran veya destek veren emperyalistlerin ve bölgedeki devletlerin bu süreçten, bölgeye dair emelleri adına, pazarlıkta elini güçlendirmek mottosuyla adım attığı, hiçbirinin Rojava halklarının yaşadığı acı, zulüm ve katliamı umursamadığı bir gerçektir.
Dile getirilmeli ki işgal girişiminin en önemli hedeflerinden birini de, etkinliği kırılan ve dağılan IŞİD’e can simidi atılması ve bölgede Esad ve Kürtlere karşı denge bozucu ve kullanışlı bir aktör olarak sahada diri tutulması oluşturuyor. ABD ve Türk devlet yetkililerinin açıklamaları da bu konuda bir anlaşma ve bir planlama olduğuna işaret ediyor.
Öte yandan yaşananlar, TC’nin saldırı öncesi Rusya ve İran’ı ikna etiğini veyahut söz konusu bu iki gerici devletin, bölgeye yönelik TC hamlesini uzun vadeli politikaları açısından daha kullanışlı bulduğunu gösteriyor. Nitekim 16 Eylül’de TC, Rusya ve İran arasında gerçekleşen Astana toplantısı sonrası terör vurgulu açıklamalar bu konuda belli bir konsensüs sağlandığına işaret ediyordu. ABD’nin bölgedeki varlığının Esad Rejiminin hareket alanını sınırladığı bunun da Rusya’nın bölgedeki çıkarlarını zora soktuğunu söylemeye gerek yok.
Böyle bir tablo için de, Rusya’nın bir yandan ABD’nin çekilmesi sürecini tetikleyecek, hızlandıracak diğer yandan SGD’yi Esad’a ve kendilerine mahkûm edecek bir proje kapsamında, Türk devletinin işgal girişimine sessiz kalmış olması mümkün görünüyor.
Nitekim işgal girişiminin 6. gününde SGD ile Esad arasında varılan anlaşmada bu hedefe işaret ediyor. Esad rejimi de, Rojava’da TC tarafından hırpalanmış ve darbelenmiş bir SGD ile yüz yüze gelebileceği bir senaryoyu tercih etmişe benziyor. Kuşkusuz Rojava’da ortaya çıkan sistemin, gerici Suriye devletini endişeye sürüklediğini de eklemek gerekiyor.
Nihayetinde SGD ile Esad arasında, rejim güçlerinin tüm sınır boyunca yayılmasına dair varılan mutabakat, ABD bölgedeki güçlerini çekeceğine dair açıklama yapsa da tansiyonun yeni aktörlerle daha da yükseleceğini anlatıyor. Rusya’nın Esad ile SGD arasında varılan anlaşmaya paralel hava sahasını kapatması da ihtimal dâhilinde görünüyor. Bu adımların Türk devletinin işgal girişiminin boyutu ve derinliğini de doğrudan etkileyeceği açık. Bugünkü durumda, Türk devletinin 30-35 km derinliğinde, 480 km uzunluğundaki bu hatta parantezine, Kobani, Tel Ebyad, Serekaniye (Ras’ul Ayn), Dırbesiye, Amude, Kamışlı, Tirbespiyê (Kâhtaniye) ve Derik’in(Malikiye) bulunduğu bir alanı işgal ederek, ilhak etmeyi planladığı anlaşılıyor.
R.T. Erdoğan, 2-3 milyon makbul mülteciden oluşan bir kitlenin dönüşü için ikinci aşamada gözüne Deyr el Zor ile Rakka’yı dikmiş bulunuyor. Kuşkusuz söz konusu hedefler veyahut daha ilerisi için hayaller kuran TC’nin, saldırganlık ve işgalinin sınırlarını ise temelde Rojava halklarının direnişi olmak üzere, bölge güçleri arasında kurulacak dengeler belirleyecek.
Geleceğin İçin Rojava’ya Sahip Çık!
Türk devletinin Kürtlerin kazanımlarının hedefte olduğu ve sınıf mücadelesinin tüm parametreleri üzerinde sarsıcı ve ağır etkiler yaratan söz konusu tasarrufları da bir kez daha Rojava Devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki kopmaz bağlara, kader birliğine işaret ediyor.
Bu kapsamda, direniş ve mücadelenin bugün geldiği aşamayı, bu dinamiğin Türkiye devriminde kapladığı alanın büyüklüğü ve çapını görmemek için gözlerin ancak şovenizmle örtülmüş olması gerekiyor. Başta Kürt ulusu olmak üzere diğer tüm milliyetlerin, imha, inkar ve asimilasyonunu varlık gerekçesi kılan Türk devletinin, bu başlıktaki her tasarrufu açık ki Türkiye devrimini doğrudan etkileyecek sonuçlar açığa çıkaracaktır.
İçerde işçi ve emekçilere zam, yoksulluk ve sefaletten başka bir şey getirmeyecek olan sıkıyönetim rejimi bile tek başına, geniş emekçi kesimler için Rojava’da yaşanan işgal savaşına neden karşı çıkılması ve Türk devletinin yenilgisi için niçin mücadele edilmesi gerektiğini yeterince anlatıyor. Devrimci ve komünistler tamda bu gerekçeyle 2015’ten bu yana Rojava topraklarında direnişin ve mücadelenin bir parçası olma gayreti ve çabasında!
Bugün Türk savaş arabasının tamda kendi topraklarında tekerinin kırılmasına ve darbelenmesine ihtiyaç vardır. Zira Rojava’da, YPG ve devrimci, komünistler ile Rojava halkı üzerine düşeni yapıyor, tüm dünya halklarına bir direniş destanı armağan ediyor!
İşçi sınıfı ve emekçiler, devrimci, demokratik ve yurtsever güçler, bu zulüm karanlığını parçalamak için işgale karşı direnişi daha fazla büyütmeli ve daha güçlü bir şekilde harekete geçmelidir!
Şimdi, bu faşist, ceberut, işgalci ve katliamcı zulüm ordusuna dur demek için direnişi geliştirme zamanıdır!