‘Nenemin Masalları'

Bazı kitaplar sadece içerikleri ile değil, yaratım süreçleri açısından da övgüyü hak eder. Çünkü içerikleri kadar üretildikleri koşulların ağırlığına da direnmişlerdir. 1980 darbesinin en korkunç işkencehanelerinden birine dönüşen Diyarbakır Cezaevi’nde kalan bir tutuklu olarak Serdar Can’ın, 1991 gibi bir tarihte, 1915 Ermeni Soykırımı hafızasını neredeyse ilk defa ele aldığı ‘Nenemin Masalları’ kitabı tam da bu bağlamda övgüyü hak ediyor.
İdam cezasına mahkum edilmiş bu genç devrimci devletin soykırıma yönelik inkar duvarında bir gedik açmayı başardı. Ne mutlu ki, yalan perdesini aralamak isteyen cesur insanlar günden güne çoğaldı. Bu yüzden soykırım inkârına atılan ilk taşlardan birinin sahibi olan Serdar Can ile kitabın yayınlanmasından 24 yıl sonra, kitabın yazılış hikâyesini konuştuk. Hem bu iyi yürekli insanları hatırlamanın sorumluluğundan, hem de onların bu hakikat arayışlarının bize yeni umut patikaları açmasından dolayı...
‘Nenemin Masalları’nın ilk baskısı 1991’de çıktı. Ermeni Soykırımı üzerine yazılan ilk hafıza kitaplarından birisi olabilir. Kitabın hikâyesini anlatabilir misiniz?
Ermeni Katliamı, 20. yüzyılın dünya çapındaki ilk ve en büyük insanlık kırımı. Bir tarafta ırkçı ve kafatasçı Turancı bir cellatlık, diğer tarafta ise köylüsü, rençperi ve zanaatkârıyla bir halk. İnsanlık düşmanı bir milliyetçi akım, kültürü bin yıllara dayanan, ağası, beyi dâhil çoluğu çocuğuyla bir milleti topraklarından sürüyor. Ülke boydan boya bir insan mezbahasına dönüyor. Her taraf kan, her taraf kıyamet. Atasının, dedesinin topraklarından köpek gibi kovuluyor insanlar. Bir yılan, bir çıyan gibi başı eziliyor insanlığın. Böylesine büyük ve utanç verici bir rezalet varken, ortada bunun edebiyat literatürüne girmemiş olması da aydınlar için ayrıca bir utanç vesilesidir. Bu çok büyük bir eksiklikti. Öte yandan, beni bu konuyu yazmaya iten kişisel hikâyemden de bahsedeyim. Anneannem katliam zamanında yani bizim Kürtlerin ‘qefle’, Türklerin ise ‘tehcir’ dediği olaylar esnasında 13-14 yaşında imiş. Dedemin üçüncü eşi oluyor. Anneannem tam olarak nerelidir bilmiyorum. Yer isimleri de değiştirilince hepten kaybettik izini. Ama Bitlis Ermenilerinden olduğunu söylerdi hep. Ermenice adı Xelat imiş. Daha sonra Rindê oluyor ismi. Dedemle evlendiğinde ise bu defa Ayşe olarak değiştiriyor adını. Orda bu isimde bir dağ da varmış. Çocuk yaşta alıkonulduğu için iyi hatırlamıyordu. Ailesinden zorla alınıp bir adama verilmiş. Bir abisinin duvar ustası olduğunu ve ortağı Kürt usta tarafından öldürüldüğünü söylerdi. Biz sekiz kardeştik ve nenem bizi büyüttü. 1970’te, doksan yaşında iken vefat etti. Ben o zaman on yaşındaydım. Onun Türkçesi yoktu, biz de iyi Kürtçe konuşamadığımız için sağlıklı bir iletişimimiz de olmadı maalesef. Nenem başından geçenleri sürekli anlatırdı, hayal meyal aklımda kalmış bazı şeyler. Bir de o dönemde geleneksel aile ortamında sürekli bu mesele konuşulurdu. Diyarbakır’da hangi ortama girsen mutlaka Ermeni Katliamı konuşulurdu. Kürtlerin bu soykırıma nasıl alet edildikleri anlatılırdı.
İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm.
Kitabı yazmanızı sağlayan anneannenizin hikâyesi miydi?
İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm. Bu yüzden 1985’ten itibaren hikâyeleri toplamaya başladım. Benim koğuşta Urfalı, Muşlu, Vanlı Kürt arkadaşlarım vardı. Hepsinden çokça soykırım hikâyesi dinledim. Sonra bazı isim ve yerlerin adlarını değiştirerek edebi bir formda kurguladım. Beni yazmaya iten temel neden cezaevinden çıkamayacağımı düşünmemdi. Zaten öleceğim, bari bu konuda bir yazılı belge kalsın istedim. Ermeni toplumuna karşı bir Kürt olarak özeleştiri sunmak istedim. Kitabı yazarken dili ile çok uğraştım. Mümkün olduğunca bir edebiyatçı duyarlılığı ile yaklaştım. Tekrarlardan kaçındım. Kitabı yazdığım esnada aynı zamanda kaçmak için tünel kazıyorduk. Geceleri tünel kazmayla geçiyordu. Gündüz yorgunluğa rağmen ara ara kitabı yazmaya çalışıyordum. Tüneli bitiremeden bizi Adana Ceyhan’a sürgün ettiler. Kitabı orada bitirdim. Zaten 1985’ten itibaren notlar tutmaya başlamıştım bu konuda. 1991’de son haline kavuşturup yayınladık.
Kitabı yazarken Türkiye’deki Ermeni tabusunun farkındaydınız. Bu sizi korkutmadı mı?
Kitap baskıya gittiğinde ölüm orucundaydık. Dedim ki bun son çıkış. Ya bu kitap çıkacak ya da mesele yazılı hâle gelmeden kaybolacak. Ölmeden basılı hâlini görmeyi hayal ediyordum. Kitabı yazarken Ermeni kelimesini doğrudan kullanamazdım. Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerinden dolayı bunu yapamazdım. O yüzden kitabı masalsı bir formda kurgulamaya karar verdim. Misal Ermeniler için ‘sarıputseverler’, Müslümanlar içinse ‘yeşilputseverler’ ismini kullandım.
Kitap nasıl basıldı?
1991’e gelindiğinde artık cezaevindeki baskılar kısmen azalmıştı, o yüzden yazdıklarımı dışarıya çıkarmak zor olmadı. Kitabı Umut Yayınevi’ne yolladım, hemen basmaya karar verdiler ama kitap çıktıktan sonra Adnan Özyalçıner’in yazdığı arka kapak yazısı beni çok rahatsız etti. Benden habersiz yapılmıştı bu. Kapakta Türklerin bu katliamda hiçbir rolleri olmadığına dair bir şeyler yazmıştı Özyalçıner. Hâlbuki ben soykırımı planlayan Türk liderlerinin dışında kimseden bahsetmemiştim kitapta. Benim derdim bir Kürt olarak kendi halkımın soykırımdaki rolünün özeleştirisini yapmaktı. 1991’den 2012’ye asker kaçağı olduğum için legal alanda hiçbir etkinliğe katılamadım. Kitabın ilk baskısı hemen bitti, ikinci baskısı 1993’te yapıldı. O dönemde çok fazla sayıda kitabın Fransa’ya gönderildiğini biliyorum.
Hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana ‘Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?’ diye sormuştu.
Kitap çıkınca nasıl tepkiler aldınız?
Genelde olumlu tepkiler aldım. Örneğin hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana “Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?” diye sormuştu. Ayrıca kitap 1991’de çıktıktan kısa bir süre sonra Hrant Dink tesadüfen denk geliyor ve hemen Umut Yayınevi’ni arayarak yazarı ile tanışmak istediğini belirtiyor. Kaç defa arıyor ama yayınevi benim örgütsel faaliyetlerimden dolayı bilgi veremiyor kendisine. Daha sonra bana bu durum aktarıldı. Bir gün Beyaz Adam Kitabevine gittim, Hrant’la tanıştık orda. Sonra bir gece Kör Agop Meyhanesi’nde Hrant, Margosyan ve diğer bazı arkadaşlar ile oturduk. Dostluğumuz Hrant katledilene kadar da devam etti.
Kitabın içeriği ile ilgili kısa bir soru sormak istiyorum. Son yıllarda tanıklıklara dayanılarak yazılan kitaplardan farklı olarak öne çıkan birkaç farklı tema var çalışmanızda. Örneğin tüm hikâyelerde kıtlık, merkezi bir tema olarak öne çıkıyor. Ayrıca komitacılık ve kırsal bölgelerdeki Ermeni direnişlerinden de bahsediyorsunuz. Bunlar dinlediğiniz insanlardan duyduğunuz şeyler miydi?
Anneannem kıtlık zamanını hep söylerdi. Ayrıca annem de İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan kıtlıktan sürekli bahsederdi. Sıradan insanların soykırıma yönelmesinde kıtlığın önemli bir etkisi olduğu izlenimine kapıldım, o yüzden kitapta da işledim bunu. Komitacılık ve yerel direniş konusunda ise genelde şöyle bir yaklaşım vardı: Sanki bundan bahsedilse Ermeniler haksız görülür gibi bir korku vardı ama ben böyle düşünmüyorum. Her halkın örgütlenme ve kendi bağımsızlığını talep etme hakkı vardır. Her örgütlenen halkı soykırımdan geçirmek, soyunu mu kurutmak gerekiyor? Örgütlenmenin ve zulme direnmenin ne kadar doğal ve evrensel bir hak olduğunu vurgulamak için komitacılıktan ve yerel düzeydeki küçük direnişlerden bahsetmeyi tercih ettim.
Sizin kitabın basımı üzerinden 24 yıl geçti. Bu alanda ciddi bir sözlü tarih ve hafıza literatürü oluştu. Kürtlerin 1915’e dair yaklaşımları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kürtlerin 1915’teki rolleri ile ilgili bugüne kadar konuştuğum hiçbir Kürt ile ihtilafa düştüğümü hatırlamıyorum. Hiç kimse Kürtler haklıydı gibi bir savunmaya girişmedi. Herkes bir soykırım yaşandığını düşünüyor ve bununla yüzleşmek için çaba sarf ediyor. Bugün de Kürtler dünyanın demokrasi bayraktarlığını üstlenmiş konumdalar. Bu noktada Ermeni Soykırımı’na yaklaşımları da onları daha fazla sempatikleştiriyor dünyanın gözünde.
Kitabın baskısı uzun zamandır tükenmiş durumda. Yeni baskısını yapmayı düşünüyor musunuz?
Evet. Bazı ufak tefek düzenlemeler yaptıktan sonra kitabın üçüncü baskısını yapacağız.
Serdar Can kimdir?
1961 doğumluyum. Babam 1920’lerin başında Kulp ilçesinin Araşka köyünden Amed’e göç etmiş. Amed’de büyüdüm. 1976’da politika ile ilgilenmeye başladım. Önce TKP ile tanıştım. Sonra Doktor Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi ile ilişkilendim bir süre. 1978’de Ankara’daki eğitimime ara verip Diyarbakır’a döndüğümde İbrahim Kaypakkaya’nın eserleriyle tanıştım. Kürt sorununa bakışı beni derinden etkiledi, hele Kemalizm tahlillerini okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Kemalist devlet ideolojisiyle ‘eğitim’ görmüş biri olarak ve katıldığı diğer ‘sol’ hareketler içinde de Kemalizm konusunda pek de matah bir şey duymamış biri olarak ‘Kemalizm eşittir faşizm’ formülüyle karşılaşınca adeta abandone oldum. 1970’lerde 23 yaşlarındaki biri nasıl bu tahlilleri yapabilmişti? Cumhuriyet tarihini ve Kürt ulusal hareketlerini ince detaylı ve doyurucu açıklamalarla anlatmıştı. Böylece İbocu oldum. Yine o dönem için hem Kürt meselesinin çözümü hem de Türkiye’deki devrimci kurtuluş açısından bana en yakın hareket oydu. 1978’de örgütün aktif bir militanı oldum ve 94’e kadar da devam etti bu. 1980 darbesinden önce gerilla faaliyetlerine başlamıştık. Amed’de ilk gerilla birliği TİKKO’nun idi. 1979-80’de Hazro bölgesinde gerilla faaliyetleri yürütmeye başladık. Darbeden sonra Hazro’da girdiğimiz bir silahlı çatışmada iki arkadaşım hayatını kaybetti, ben yaralı olarak askerin eline geçtim ve Ocak 1981’de TKP-ML/TİKKO davasından cezaevine girdim. 1983’te idam cezası aldım. 1991’de Özal affı ile idam cezası almış ve on yıldan fazla cezaevi yatmış kişiler bir defaya mahsus serbest bırakıldılar.
Son Haberler
Sayfalar

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)