TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesiyle Röportaj: “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir”
” Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.”
– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
– İsmim Özgür Aren. TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.
– 24 Nisan 1972 tarihinde kurulan partiniz 52. mücadele yılını geride bırakıyor. Bu vesile ile partiniz adına sizinle bir röportaj gerçekleştirmek istiyoruz. Sorularıma geçmeden önce bu kapsamda ilk olarak neler söylemek istersiniz?
– Evet, yarım asırlık bir mücadele tarihini geride bırakmış olmak dile kolay. Bu süre, toplumlar ve sınıflar mücadelesi açısından kısa sayılabilen bir zaman dilimi olmasına rağmen bir yandan da oldukça uzun bir süre. Bu 52 yıl içerisinde yıldızlaşanlarımızın, başta partimizin kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya, halk ordumuzun ilk ölümsüzü Ali Haydar Yıldız ve komünist kadın örgütümüzün ilk ölümsüzü Meral Yakar olmak üzere tüm yoldaşlarımızın mücadele yaşamları ve anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Yine yarım asrı aşan bu can bedeli mücadele içinde gazi olan, tutsak edilen, işkence gören yüzlerce, binlerce yoldaşımızın emeklerine minnet duygularımızı da ifade etmek istiyorum.
Şu anda başta Türkiye coğrafyası olmak üzere mücadele içinde olan, zindanlarda tutsak olup tecrit-tretman işkencesine karşı direnen, Ortadoğu ve Batı Avrupa’da tüm mücadele alanlarında partimizin, halk ordumuzun, komünist kadın örgütümüzün ve komsomolumuzun militanlarını selamlıyor, 53. mücadele yıllarını kutluyoruz.
Bize bu fırsatı verdiğiniz için de size teşekkür ediyoruz.
– Biz teşekkür ederiz. Partiniz 2019 yılında 1. Kongresini gerçekleşti. O süreçten günümüze genel olarak çalışmalarınız hakkında neler söylemek istersiniz?
– Evet, partimiz uzun bir dönem sonra Kongresini gerçekleştirdi. 1. Kongremizin parti tarihimiz açısından tarihsel önemde olduğunu ifade etmek gerekir. Bunun güncel –o dönem de çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi– anlamı hem düşmanın dıştan hem de darbeci tasfiyeciliğin içten partiye yönelik saldırılarına karşı proletaryanın ilkelerine ve parti hukukuna sahip çıkarak partimizi yeniden örgütlemesi olmuştu. Ancak bu güncel öneminin yanında diğer bir önemli nokta da, yarım asırlık mücadele tarihinde hep ertelenmiş olan parti programımızı oluşturmasıydı. Bu program, kurucu önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın programatik görüşleri ile günümüzde Türkiye toplumunun ve sınıflar mücadelesinin içinde bulunduğu durum analiz edilerek ve sentezlenerek oluşturuldu. Bu, parti tarihimiz açısından tarihsel önemde bir gelişmeydi.
Bununla bağlantılı olarak yine partimiz açısından önemli olan, Türkiye toplumunun günümüzde içinde bulunduğu durumu tahlil edip başlıca çelişmelere yeni çelişmeler eklendiğini ifade etmesiydi. Kongre, ulusal sorun, ekoloji mücadelesi, ataerki vb. konuların Türkiye toplumu içinde başlıca çelişkiler haline geldiğini vurgulamıştı.
Bunların yanında parti tüzüğü, darbeci tasfiyeci süreçten çıkartılan derslerle güncellendi. Ve örneğin ataerkinin komünist parti saflarını da etkileyeceği bilimsel yaklaşımından hareketle çeşitli idari hükümler geliştirildi. Kadınlara ve cinsel yönelimlere dair net ve somut bir örgütsel yaklaşım ortaya konuldu.
Yine partimiz ve Türkiye sınıf mücadelesi açısından tarihsel önemde olan Komünist Kadınlar Birliği’nin (KKB) kuruluşunu ilan etti.
Bütün bu adımlar, görüşümüzce önemlidir. Ki bu önemi, Kongre sonrasında Türkiye toplumu içinde sınıflar mücadelesinde yaşanan gelişmelerden de fazlasıyla gördük. Sınıf mücadelesinin pratiği içinde deneyimledik.
“Ataerkiye karşı her kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve faşizmi gerileteceği açıktır!”
– Komünist Kadınlar Birliği’nin kurulduğunu söylediniz. Türkiye’de iktidar partisinin politikalarından bağımsız olmayacak şekilde kadınlara yönelik katliamlar, cinsel kimliklere yönelik nefret söylemi ve cinayetlerin arttığını görüyoruz. Bu nedenle yukarda anlattıklarınızı biraz daha açar mısınız?
– Partimizin yarım asırlık tarihi düşünüldüğünde bu konuda kapsamlı bir eksikliği olduğunu söylemek gerekir. Bu eksiklik nedeniyle partimiz özeleştirisini, ataerkinin saflarımızdaki etkisine karşı sadece söylemde değil pratik olarak-örgütsel olarak verdi ve kadın çalışmasını özerk bir örgütlenme şeklinde ele alacağını ilan etti. Böylece kadın ve LGBTİ+ yoldaşlarımızın 8. Konferans’tan itibaren yürüttükleri özverili çalışma, pratikte örgütsel olarak da yaşam buldu.
Coğrafyamızda sınıflar mücadelesi ve TC devletinin ve hakim sınıflarının krizinin süreğen hale geldiği koşullarda ataerkiyle kurduğu ittifak, burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkide, proletarya ve ezilen sınıflar arasında erkeği ezen olarak, kendi sınıfsal çıkarının savunucusu haline getirmeyi amaçlıyor. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla erkeğin ezen, kadının ezilen toplumsal cinsiyet rolü, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yeniden üretiliyor. Sınıf savaşımı bu alanda da doğrudan ya da örtük bir biçimde ama tüm hızıyla sürüyor.
Yaşanan çelişkilerin keskinliğine paralel, kadınlara yönelik sömürü, baskı ve katliamların daha fazla olduğu, bir günde ortalama üç kadının katledildiği bir gerçek. TC devleti her ne kadar resmi olarak kadın cinayetlerinin azaldığını propaganda etse de veriler –diğer pek çok konuda olduğu gibi– örneğin bir günde 8 kadının erkekler tarafından katledilebildiğini göstermektedir. Bunun sınıflar mücadelesiyle ilgisi olduğu kadar coğrafyamızın tarihsel, sosyal, kültürel kimi özellikleriyle şekillenen sınıflı toplum gerçeği ile de ilgisi bulunmaktadır. Bu durum, Türk hakim sınıflarının faşizmi, ataerkillikle güçlendiren politikası nedeniyle kadınlara yönelik başta sınıfsal, ulusal ve cinsel olmak üzere sömürü ve katliamların daha boyutlu olmasına neden olmaktadır.
TC faşizmi, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik sömürü, baskı ve katliamlarını; emekçi halk içinde ataerkinin güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümümün ve kadın cinsinin ezilmesi, taciz, tecavüz ve şiddete maruz bırakılıp ve katledilmeleriyle sürdürülmektedir. Başta Kürt ve Suriyeli göçmen kadınlar olmak üzere ezilen ulus ve milliyetlerden kadınlar ayrıca ulusal baskılara da maruz bırakılmakta ve faşizmin doğrudan ya da dolaylı olarak hedefi olmaktadır. Toplumsal üretimde ve aile kurumunda kadın-erkek ilişkilerinin süregelen varlığı dikkate alındığında bu mücadelenin sürekli olduğu unutulmamalıdır.
Bu nedenle ataerkiye karşı mücadele, sınıf mücadelesinin asli görevlerinden biridir ve dahası bu mücadelenin coğrafyamızın sınıflar mücadelesi içinde çok çok önemli bir yerde durduğu açıktır. Partimizin ve halk kitlelerinin saflarında ataerkiye karşı her kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve faşizmi gerileteceği de açıktır.
Dolayısıyla partimizin, coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından son derece yakıcı olan bu çelişkiye yönelik sadece ideolojik ve politik bir tutum geliştirmesi değil aynı zamanda somut bir örgütsel adım atması gerekiyordu. Biraz önce de değindim; Partimiz bu konuda eksik bir yaklaşıma sahipti ve bu eksikliğimizi somut örgütsel bir planlama ile giderme noktasında bir adım atmış olduk.
Komünist Kadınlar Birliği sadece kuruluşunu ilan etmekle yetinmedi. Partimize bağlı özerk bir örgütlenme olarak program ve tüzük kongresini de gerçekleştirdi ve partimize sundu. Görüşümüzce bu adım da partimiz ve coğrafyamız komünist devrimci hareketi açısından önemli bir adımdır.
“Planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde istediğimiz sonuçları almaktayız!”
– Bu süre içinde partinizin kuruluşunun 50. yıl dönümünü kutladınız. Bazı faaliyet alanlarında bu kutlamalar kitlesellik ve coşkusuyla öne çıktı. Bu konuda ne söylemek isterseniz?
– Evet vurguladığınız gibi iki yıl önce partimizin 50. kuruluş yıldönümünü kutladık. Sadece bu da değil. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yıl da kurucu önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın, TC devleti tarafında katledilişinin 50. yılıydı. Partimiz; hem 50. kuruluş yıldönümünü hem de önder yoldaşımızın katledilişinin 50. yılını bir kampanya şeklinde ele aldı. Bu kampanyalarımızı kimi eksikliklerimize rağmen partimizin yarım asırlık mücadele tarihine ve ideolojik çizgisine uygun bir şekilde ele aldığımızı düşünüyoruz.
50. kuruluş yıldönümümüzü, ülkemizde faşizmin ağır baskısına rağmen günün koşullarına uygun biçim ve içeriklerde çeşitli etkinliklerle ele aldık. Ortadoğu alanında askeri eylemler ve kitlelerle birlikte kutladık. Yine Batı Avrupa alanımızda yaygın kitle çalışması ve etkinlikler örgütledik.
Bu vesileyle partimizin 50. kuruluş yıldönümü için faaliyet yürüten militanlarımızın, taraftarlarımızın yoğun emeklerine bir kez de sizin aracılığınızla teşekkürlerimizi iletmek istiyoruz. Ayrıca partimizin 50. kuruluş yıldönümü etkinliklerine mesaj gönderen, katkı sunan bütün devrimci dostlarımızı da bir kez daha selamlıyoruz.
Geçtiğimiz yıl ise önder yoldaşımızın işkencede katledilmesinin 50. yılında onu her alanda çeşitli şiarlarla bir kez daha andık. Ülkemizde faşizmin ağır baskısı altında, koşullara uygun anma ve etkinlikler gerçekleştirdik. Yine örneğin Ortadoğu alanında askeri eylemler ve anma etkinlikleriyle birlikte ele aldık bu süreci. Bu alanda İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerinin kitleler ile tanıştırılması ve yaygınlaştırılması için “Seçme Yazılar”ın Arapça çevirisi yayımlandı ve dağıtıldı. Ayrıca Batı Avrupa’da da yaygın kitle toplantıları ve sonrasında merkezi ve kitlesel etkinliklerle önder yoldaşımızı andık.
Denilebilir ki, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişinin 50. yılı vesilesiyle birçok alanda yaygın ve merkezi olarak gerçekleştirilen etkinlikler, son yılların en kitlesel eylemleri oldu. Bu vesileyle önder yoldaşın katledilişin 50. yılı nedeniyle eylem birliği temelinde birlikte emek harcadığımız MKP’li devrimci dostlarımıza da teşekkür ediyoruz. Yine önder yoldaşımızın anmasına katılan, katkı sunan başta HDBH ve KBDH’daki siper yoldaşlarımız olmak üzere bütün devrimci dostlarımızı bir kez daha selamlıyor; bütün yoldaşlarımızı ve taraftarlarımızı, bu süreçte gösterdikleri çaba ve emek nedeniyle tebrik ediyoruz.
Her iki kampanyamızın da gösterdiği gibi planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde ve devrimci dostlarımızla birlikte, devrimci eylem birlikleri temelinde ortak hareket ettiğimizde istediğimiz sonuçları almaktayız. Pratikten çıkardığımız bu devrimci dersi önemsiyoruz.
“Güçlü devlet” propagandalarının içi boş!”
– Bahsini ettiğiniz bu süreçte hem uluslararası alanda hem de coğrafyamızda sınıf mücadelesini etkileyen önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmeler parti faaliyetinizi nasıl etkiledi?
– Evet. Örneğin korana virüs nedeniyle dünya çapında pandemi yaşandı. Dünyada ve ülkemizde hakim sınıflar, “önlem” adı altında sokağa çıkma yasakları ilan ettiler. Tabii önlem diye işçi sınıfına ve halka dayattıkları bu yasaklar, gerçekte önlem değildi. Çünkü diğer yandan “çarkların dönmesi gerekiyor” denilerek işçi sınıfı çalışmaya zorlandı. Halen dünyada ve ülkemizde pandemi nedeniyle kaç kişinin öldüğünü tam olarak bilmiyoruz. Parti faaliyetimizi de doğrudan etkileyen bu süreçte, asıl önemli olan budur. Dünya çapında milyonlarca insan, kapitalizmin aşırı kâr hırsının ürünü olarak ortaya çıkan pandemi nedeniyle katledildi.
Kapitalizmin bütün dünyayı ve canlı yaşamını yok oluşa sürüklediği, insan ve canlı yaşamının kapitalizmin kâr hırsı için bir önemi olmadığı net olarak görüldü. Düşünün, milyonlarca yıldır doğada var olan bir virüs, kapitalizmin daha fazla kâr elde etmesi için doğal yaşama müdahalesi nedeniyle evrim geçirerek öldürücü hale geliyor. Bu yetmiyor, bilimin ve sağlık sektörünün kapitalist kâr hırsının aracı haline dönüştürülmesi nedeniyle milyonlarca insan aşıya ulaşamıyor ve bir kez daha katlediliyor. Pandemi döneminde yaşananlar kapitalizmin bütün canlılar için gerçek bir sömürü ve ölüm düzeni olduğu bir kez daha kanıtlanmış durumdadır.
Yine geçtiğimiz yıl 6 Şubat tarihli depremler nedeniyle resmi rakamlara göre 50 bin, gerçekte ise yüzbinlerce insanın göz göre göre yaşamını yitirdiği bir toplu katliam yaşadık. Gerekli önlemler alındığında az hasarla geçebilecek olan bir doğa olayı, devlet ve düzen eliyle tam bir felakete dönüştürüldü. 6 Şubat depremleriyle daha bir görünür olan devlet gerçeği, AKP-MHP hükümetinin bütün “güçlü devlet” propagandalarının içinin boş olduğunu da gözler önüne serdi. Bu propagandaya rağmen devlet, deprem sonrasında günlerce enkaz altında kalan halkı kurtarmak ve sonrasında yardım bekleyenlere yardım ulaştırmak yerine camilerden sela okutmuş ve TV programlarında canlı yayınlarla “yardım şovları” düzenlemiştir. Deprem anı ve sonrasında yaşananlar özellikle de enkaz altında kalanların kurtarılmayarak ölüme terkedilmesi ve arama-kurtarma yapmak yerine, apar topar enkazların kaldırılarak yeni inşaatlar için ihalelerin düzenlenmesi, TC devletinin Erdoğan iktidarı dönemindeki “Türkiye Yüzyılı”nı özetlemektedir. TC devleti yüz yıllık tarihinde olduğu gibi halkı katletmeyi sürdürmekte, bir katliamlar devleti olduğunu kanıtlamaya devam etmektedir. Halk düşmanlığı ve faşizm nedir sorusu, 6 Şubat depremleri sırasında ve sonrasında yaşananlarla bir kez daha görülmüş durumdadır.
Yüz binlerce insanın göz göre katledildiği bu sürecin, partimiz açısından da zor ve yoğun geçtiğini ifade etmek isterim. Bir yandan faşizmin ağır baskılarının yarattığı güvenlik sorunları diğer yandan yaşanan katliamın büyüklüğü ve etkilediği alanın çapı faaliyetimizi ister istemez etkilemiştir. Buna karşın yoldaşlarımız, yaratıcı devrimci çözümler geliştirebilmişlerdir. Kaldı ki, bu süreç, ister istemez parti çalışmalarımızı etkilese de, bu, belirleyici değildir. Belirleyici olan, halkımızın yaşamak zorunda bırakıldığı katliam ve bu katliam karşısında devrimci hareketin yükümlülükleriydi. Altını çizmemiz gerekir ki, Türkiye devrimci hareketi, gücü ve etki alanı oranında bu görevi yerine getirmeye çalışmıştır ve buna devam da etmektedir. Bunun önemli olduğunu, devrimcilerin halkın çıkarını savunan, halkın yanında olan tek güç olduğunu ifade etmemiz gerekir. Pratikte bu bir kez daha kanıtlanmıştır.
– Depremden kısa bir süre sonra deyim yerindeyse daha enkazlar orta yerde dururken bir genel seçim süreci yaşandı. Seçim vesileyle Türkiye’deki politik duruma dair görüşlerinizi kısaca aktarır mısınız? TC faşizminin AKP-MHP aracılığıyla kendini yeninden örgütlediği ve “başkanlık sistemine” geçildiği biliniyor. Türk hakim sınıfları içinde iki kampın iktidar mücadelesi var. Son genel seçimlerde de bunu gördük. Kendisine ilerici, devrimciyim diyen bir kesim, Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere, hakim sınıfların muhalif kliğinin arkasında yedeklendi. Ve sonuçta seçimi iktidar partisi ve AKP’nin kazandığı açıklandı. Bu süreçteki gelişmelere dair partinizin görüşleri nelerdir?
– Evet, dediğiniz gibi, TC faşizmi kendini yeniden örgütledi. Ancak burada şunu özellikle vurgulamamız gerekir: TC devleti sadece son süreçte, AKP-MHP faşizmi aracılığıyla kendini halka karşı örgütlememiştir. Kuruluşundan itibaren zaten halk düşmanı bir örgütlenmedir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihinde bunun örnekleri fazlasıyla vardır.
TC devletinin bir diğer önemli özelliği emperyalizmin yarı sömürgesi durumunda olmasıdır. Bu statü, Türk hakim sınıflarının politikalarında belirleyici olmuştur.
Erdoğan’ı ve partisini öncellerinde “farklı” kılan, emperyalizmin uluslararası iş bölümünü yeniden örgütlenmesiyle yarı sömürge pazarların yeniden düzenlenmesini iyi kullanmasıdır. Bunda İslamcı faşizminin pragmatik yapısı önemlidir.
Türkiye toplumunun son yarım asırlık süreci ve bu sürece emperyalist sermeyenin çıkarları doğrultusunda yön veren AKP hükümetleri dönemini değerlendirmek uluslararası alanda emperyalist sermayenin uygulamaya koyduğu politikalardan bağımsız olmadığı gibi, önümüzdeki yıllarda da uluslararası alanda yaşanacak gelişmeler, Türk hakim sınıflarını ve onların sözcülerinin politikalarını doğrudan doğruya etkilemektedir ve etkileyecektir.
Türkiye gerçekliği düşünüldüğünde emperyalist tekellerin bir yarı sömürge pazarı olan Türkiye’de hemen her şeyi emperyalistler belirledi, planladı ve uyguladı demiyoruz. İfade ettiğimiz, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı söylemi kullanarak elde ettiği kitle desteğini, emperyalistlere pazarlamada usta bir tüccar olduğudur. Böyle olduğu içindir ki, emperyalistler açısından Erdoğan “kullanışlı bir ortak” olarak görülmüştür. Bu süreçte halkımız yoksullaşırken (burjuva iktisatçılar bile emeğin milli gelirden aldığı payın önemli oranda düştüğünü ifade ediyor) hem emperyalistler hem Türk hakim sınıfları kazanmıştır. Erdoğan’ın hem kişisel hem de yakın çevresindekilerin servetinin bu süreçte muazzam attığı bilinmektedir.
Türkiye’nin son çeyrek asırlık tarihi AKP hükümetleri ve Erdoğanlı yıllar olarak özetlenebilir. Gelinen aşamada ortaya çıkan sonuçlardan AKP’nin emperyalist sermaye ve TC rejimi açısından “basit” bir “hükümet etme” rolü oynamadığı ifade edilebilir. Bilineceği üzere AKP, Türk hakim sınıflarının iki kampı içerisinde muhalif kanatta yer alan, İslamcı söylemli bir politik dil kullanan “Milli Görüş” çizgisi içerisinden örgütlendi. AKP’nin özel olarak desteklenip örgütlendiği ve girdiği ilk seçimleri kazanıp tek başına hükümet kurduğu 2002 Genel Seçimleri öncesinde emperyalist sermayenin Türk hakim sınıflarının özellikle ekonomik alanda bir “yol temizliği” yaptığı bilinmektedir.
“Hakim sınıf temsilcileri, sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr katmıştır!”
– İktidar partisinin TC devletinin kurucu ideolojisiyle özde bir sorunu olmadığı ve hatta eskinin kimi halk düşmanı uygulamalarını eleştirerek, kitleleri kendi arkasında yedeklediği ve bunun da sistemin yeniden örgütlenmesini sağladığını ifade ediyorsunuz, değil mi?
– Evet tam olarak bunu ifade ediyoruz. Günümüzde Türkiye toplumunu eleştirel ve yer yer devrimci temelde analiz eden yaklaşımların büyük çoğunluğunun hareket noktası “salt AKP karşıtlığı”dır. Kuşkusuz bu eleştirel yaklaşımların temelinde, Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi Kemalizm’den etkilenme vardır. AKP hükümetleri döneminde, hakim sınıfların muhalif kanadının iktidar mücadelesinde Kemalizm’in paslı bir silah olarak kullanılması, kendisine devrimciyim diyen pek çok çevre üzerinde etkili olmuştur.
Esasen Türkiye devrimci hareketinin TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm ideolojisinden etkilenmesi, bu faşist ideolojiden devrimci temelde bir kopuş sağlayamaması daha önceki tarihlere dayanıyor olmakla birlikte, kendini İslamcı olarak tanımlayan AKP hükümetlerinin M.Kemal ve Kemalizm’in özellikle “aydınlanmacı” kimliği nedeniyle ön plana çıkan kimi yanlarına yönelik söylemleri, (ve TC faşizmin bu politikalarının halk üzerindeki tepkisini kullanarak belli bir kitle desteği sağlamaları) kendisine muhalif diyen kesimlerin iktidar karşısında burjuva muhalefetin arkasında yedeklenmesine yol açmıştır.
TC devletinin kuruluşundan günümüze Kürt ulusu üzerinde uygulayageldiği ulusal baskı politikasına karşı Kürt ulusal mücadelesinin yükselişi Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi Kemalizm karşısında belli bir sorgulamaya neden olmakla birlikte, AKP iktidarının İslamcı söylemi Kürt ulusal hareketinde de de bir beklenti yaratmış, adına “çözüm süreci” denilen bir politika izlenmesine neden olmuştur.
Günümüzde TC devletinin içinde bulunduğu durumu ve özellikle iktidarı- muhalefetiyle hakim sınıfların politikalarını analiz etmek, işçi sınıfı ve emekçi halka dayatılan politikaları devrimci temelde çözümleyebilmek için Kemalizm meselesinde net olmak gerekir. Bu netlik, günümüzde kendisini “Kemalizm karşıtı” olarak tanımlayan AKP iktidarı için de geçerlidir.
Bu, genellemeci bir yaklaşım değildir. TC rejiminin kurucu ideolojisi Kemalizm’in yüz yıllık Türk devlet geleneğinde tayin edici bir önemi vardır. Dolayısıyla iktidardaki hakim sınıf kliğinin İslamcı söylemlerle “Kemalizm karşıtı olarak” görünmesi ya da kendini bu şekilde propaganda etmesi, TC rejiminin kurucu ideolojisinden farklı bir ideolojik zeminde olduğu, farklı sınıfları temsil ettiği anlamına gelmez. Aksine yüz yıllık TC rejiminde Kemalizm’in özüne, sınıfsal kimliğine değil de, kitleler nezdinde teşhir olmuş ve yıpranmış kimi politikalarının eleştirilmesiyle, kurucu ideolojinin kendini sürece göre yeniden ürettiği anlamına gelir.
Bu nedenle TC rejiminin kurucu ideolojisinin, iktidarıyla muhalefetiyle bütün hakim sınıf kliklerinin temsilcisi olduğu, bu anlamıyla da bir bütün olarak hakim sınıfların sınıfsal çıkarlarının temsil ettiği bilinmelidir. TC rejiminin son çeyrek asrında iktidar olan AKP hükümetlerinin İslamcı dinci duruşu ve “Kemalizm karşıtı” söylemleri, kurucu ideolojinin sınıfsal temsiliyetine karşı olmadığı gibi aksine orta ve küçük burjuvazinin temsilcisi muhalif parti ve örgütlerin kendisini Kemalist olarak tanımlayan muhalif burjuva kliğin arkasında yedeklemesini sağladığı için düzenin bekası açısından yarar dahi sağlamaktadır.
TC rejiminin son çeyrek asırlık sürecini ve günümüzde aldığı biçimi analiz etmek ve AKP hükümetleri döneminde uygulanan politikaların TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in sınıfsal temsiliyetiyle özde bir karşıtlık barındırmadığını bilmek, örneğin yüz yıllık cumhuriyet rejimi tarihinde ön planda olan Koç, Sabancı vb. gibi komprador büyük burjuvaların AKP hükümetlerinin yanında olduğunu açıklar. AKP hükümetleri döneminde bu hakim sınıf temsilcileri, sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr katmıştır.
Dolayısıyla günümüzde iktidar olan AKP’nin Kemalizm karşıtı söylemi, yanıltıcı olmamalıdır. Bu açıdan Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in sınıfsal niteliğinin doğrudan sonucu olarak iki noktanın altı önemle çizilmelidir. Birincisi, TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalist ideoloji, öncelikle Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve halkın düşmanıdır. Hakim sınıfların ideolojisidir ve ilerici-demokratik her gelişme ve pratiğe düşmandır. İkinci olarak Kemalist ideoloji, emperyalizm işbirlikçisidir. Emperyalizmin yarı sömürgelik koşullarına razı olmaktır. Kemalizm’in “milli kurtuluşçuluğu” büyük bir yalandır. M.Kemal ve ardından gelen bütün Türk hakim sınıf temsilcilerinin “tam bağımsızlık” ve günümüzde Erdoğan’ın “van minut” çıkışları, “yerli ve milli” söylemleri gerçekte emperyalist sermayeye teslimiyet yarı sömürge koşulları kabul etmektir.
Bu iki temel noktanın bilinmesi, Türk hakim sınıf iktidarlarının kendilerini Kemalist, Muhafazakar, İslamcı, “Sosyal Demokrat” vb. hangi politik sıfatla adlandırırlarsa adlandırsınlar gerçekte sınıfsal duruşlarının ne olduğunun analiz edilmesi açısından tayin edicidir. Bu yapılmadığı içindir ki; son genel seçimlerde AKP’den kurtulmak, “rahat bir nefes almak” adına -partimiz ve az sayıda devrimci örgüt dışında- hakim sınıfların muhalif adayı desteklendi. Bunun doğru bir politika olmadığı ise seçim sonuçları açıklandığında bir kez daha görüldü.
Bu nedenle Türkiye siyasetini değerlendirirken, hakim sınıf partilerinin izledikleri politikaları bu iki temel üzerinden değerlendirmek gerekir. AKP hükümetleri kendilerini İslamcı olarak tanımlamamakla birlikte, Kemalizm’in bu iki temel sınıfsal özelliğini başarıyla uygulamışlardır. Altını çizmek gerekir ki, son çeyrek asırlık süreçte iktidar olan AKP’nin söylemleri, esasta Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisinden, onun sınıfsal çıkarlarından özde bir farklılık arz etmemiştir.
“Bütün o “yerli ve milli” söylemlerinin altı boştur!”
– Özet olarak, iktidar partisinin ve Erdoğan’ın gerçekte Türk devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in emperyalizmin uluslararası işbölümü temelinde yarı sömürge ülkelerin yeniden düzenlenmesinde aktif bir rol oynadığını söylüyorsunuz.
– Evet ama bunu biz söylemiyoruz sadece. Hatırlanırsa Erdoğan’ın kendisi de “BOP eşbaşkanı” olduğunu açıklamıştı. Yine bizzat TC devletinin bir dönem Başbakanı olan kişinin yazdığı “Stratejik Derinlik” isimli kitapta TC devletinin bölgede “alt-taşeron” olarak kullanılabileceği ifade edilmişti. Ve Suriye iç savaşında bir taşeron devlet olarak kullanıldı da.
TC devletinin batı emperyalizmiyle bağımlılık ilişkisine dair birçok örnek verilebilir. Güncel olarak İsveç’in NATO’ya katılımına verilen onaydan, bizzat Erdoğan’ın “NATO’nun güvenliklerinin bir garantisi” olduğuna dair açıklamalarına kadar…
TC devleti bulunduğumuz bölgede, emperyalizmin ileri karakolu konumundadır. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma siyaseti onu asla bağımsız bir devlet yapmamaktadır. Nitekim bu anlayış doğrultusunda TC devleti Suriye iç savaşına müdahil olmuş, cihatçı çeteleri doğrudan örgütlemiş ve desteklemiş, bu çeteler yeterli olmadığı yerde kendi askeri gücünü devreye sokmuştur. Kuzey Suriye’yi işgal etmiştir. Amaç, bütün bölgenin önce işgal sonrasında da ilhak edilmesiydi. Ne var ki bölgede özellikle Kürt ulusunun diğer halklarla birlikte direnişi, TC faşizminin planlarını engellemiştir.
TC devleti hem sınır içinde hem de bulunduğu coğrafyada sınır dışında halka karşı örgütlenmiş bir devlettir. Emperyalistlerin askeri örgütü olan NATO üyesidir. NATO’ya üye bir devlet olarak ordusu, bu paktın parçasıdır. Bu ordunun kurmayından emir almaktadır!
Hatırlanırsa 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, Erdoğan’ı kurtaran Putin’e minnetini göstermek ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizmine şantaj yapmak için Rusya’dan alınan hava savunma sistemleri depolara kaldırılmıştır. Yine Türkiye’nin birçok yerinde bu paktın üsleri vardır. Dolayısıyla bütün o “yerli ve milli” söylemlerinin altı boştur. TC devletinin özellikle bulunduğu coğrafyada kendi bağımsız çıkarları için hareket ettiği yanılgısının kaynağı, TC devletinin emperyalist kamplar arasındaki çelişkilerden kendi bekaası adına yararlanma siyasetidir. Bu ikili oynama ve şantaj siyaseti, Türk hakim sınıflarına belli bir hareket alanı sağlamakla birlikte, TC rejimi emperyalist kapitalist sistemin bir parçası ve coğrafyamızda ileri karakolu durumundadır. Gerçek olan budur.
TC devletinin emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi ve doğal olarak bu şekillendirmeden aracılık payını alan Türk hakim sınıflarının AKP’li yıllar aracığıyla izlediği politikaların başarı şansı için öncelikle toplumun en ileri ve bilinçli kesimleri hedeflenmiştir. Sadece ekonomik alanda değil, bir bütün olarak Türkiye toplumuna yönelik “topyekûn bir saldırı” başlatılmıştır. Böylelikle AKP’li hükümetlerin işçi sınıfı ve emekçi halk karşıtı politikalarında olası yol kazalarına karşı önlem alınmıştır.
AKP hükümetleri, bu görevin başarılması amacıyla kurulmuştur. Türkiye’nin son çeyrek asırlık tarihi, Erdoğan önderliğinde Türkiye pazarının emperyalist sermayenin çıkarlarına göre yeniden şekillendirilmesi, emperyalist sermayenin sömürü ve hammadde talanından Türk hakim sınıflarının pay alması üzerine kuruludur. Geleneksel Türk komprador büyük burjuvalarının yanında, “yandaş” olarak tanımlanan ve kamuoyunda “Beşli Çete” olarak telaffuz edilen ve gerçekte sayıları daha fazla olan “yeni yetme” burjuvazinin de emperyalist sermayeyle işbirliği içinde, devlet ihalelerinden, teşviklerinden yararlandırılarak palazlanması sağlanmıştır. Erdoğan’ın kişisel servetinin muazzam artışı ve yakın çevresinin dünya milyarderler listesine girme haberleri bile Türkiye halkının emperyalist sermayeyle işbirliği içinde nasıl bir soygunla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Türkiye pazarının ve halkının, emperyalist mali sermaye ve Türk hakim sınıflarının aracılık payı karşısındaki bu dönüşümünün, Türkiye toplumsal formasyonunu doğrudan belirlediği, sınıf mücadelesinin dinamikleri üzerinde etkileri olduğunu ifade etmek gerekir. Sadece ekonomik alanda değil, ideolojiden kültüre, askeri sanayiden spor ve sanata kadar kapsamlı bir dönüşümden/şekillenişten bahsettiğimiz anlaşılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda artan bir şekilde “kara para aklama” iddialarıyla, uyuşturucu ve mafya örgütlenmeleriyle anılmaya başlaması bu değişimin sonuçlarından sadece birisidir.
Üstelik bu değişim ve dönüşüm sadece Türkiye pazarının emperyalist sermayenin uluslararası işbölümü doğrultusunda yeniden düzenlemesinin sonucu olarak sadece ekonomik altyapıda değil örneğin yine emperyalist kampların birbirleriyle rekabetinin ve bu rekabette Türk hakim sınıflarının kendilerine pay kapma çabalarının ürünü olarak, Suriye iç savaşında doğrudan taraf olmaları, bir yandan Suriye’nin kuzeyini işgal etmeleri (ki bunda Türk devletinin Kürt ulusal kazanımlarını kendisine tehdit olarak görmesi de etkilidir) ve milyonlarca Suriyeli sığınmacının Türkiye topraklarına kabulüyle yaşandı.
Bir yandan Suriye’de işgal edilen topraklar yağmalanırken diğer yandan ise Suriyeli sığınmacılar ucuz iş gücü olarak kullanılmaya başlandı. Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere göçmenler ağır bir sömürüye maruz bırakılırken aynı zamanda ırkçılığın ve şovenist saldırganlığın hedefi oldular. Türk hakim sınıfları, AB emperyalistlerinden sığınmacılar için para alıp Avrupa emperyalizminin sınır bekçiliğini yaparken, diğer yandan göçmen işçiler Türk kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaktadır. Göçmen işçiler, azgın bir sömürüye maruz kalırken toplum içinde sığınmacıların ekonomik krizin, işsizliğin, düşük ücretlerin vb. sorumlusu olarak hedef gösterilmesi, şovenizmin körüklenmesi sağlanmaktadır.
– Bahsini ettiğiniz bu gündemler son süreçte Türk hakim sınıflarının iktidar mücadelesinde çok sık kullandıkları argümanlar. Bir yıl arayla yapılan genel ve yerel seçimlerde de bunlar sıklıkla gündem oldu.
– Az önce de işaret ettiğim gibi TC devleti kuruluşunda itibaren, emperyalizme bağımlı, halk düşmanı ve faşist bir örgütlenmedir. Bütün burjuva partiler bu hakim genel siyasete uygun davranırlar. Bazı akademisyenler bunu “Türklük Sözleşme”si olarak adlandırmışlardır. Gerçekte bu; çok uluslu, ezilen milliyet ve inançlara sahip ülkemizde devlet aygıtına sahip hakim sınıfların ezen ulus (ezen inanç) imtiyazını elinde tutmasıdır. Kürt ulusuna yönelik ulusal baskının, Alevilere yönelik hakim inanç baskısının sürdürülmesidir. Devletin bekası adına sürdürülen düpedüz faşizm, ırkçılık ve şovenizmdir. Türk hakim sınıfları şimdilerde kimi çevrelerde dillendirilen hilafet, saltanat vb. aksine cumhuriyet rejimi üzerinde anlaşmışlardır. Bu cumhuriyet, büyük komprador burjuvazinin, komprador bürokrat burjuvaların, büyük toprak ağalarının faşist cumhuriyetidir.
Türk hakim sınıflarını birleştiren bu ortak ideolojik temel bilince çıkarılmadan, dahası “Kemalizm ideolojisi faşizmdir” tespiti yapılmadan, halkın ve devrimin çıkarları için doğru politik bir tavır geliştirilemez. Az önce de ifade ettiğim gibi genel seçimlerde iktidardaki AKP’yi geriletmek için burjuva muhalefetin adayını açıktan ya da dolaylı olarak desteklemek bununla ilgilidir. TC devletinin tarihi hakim sınıfların iki burjuva kliğinin kendi sınıfsal çıkarları için halkın düzene olan öfke ve tepkisini yedekleme politikalarıyla doludur. Deyim yerindeyse bütün hakim burjuva partilerinin temsilcileri ve sözcüleri ayırt etmeksizin dolandırıcıdır.
Sonuç olarak genel seçimleri AKP-MHP kliği kazanmıştır. Burjuva muhalefetin bütün umuduna rağmen bu sonuç, emperyalistlerin ve Türk hakim sınıflarının sınıfsal çıkarlarıyla uyumludur. Erdoğan hem emperyalistler hem de Türk hakim sınıfları açısından son derece başarılı bir temsilcidir. Değiştirmeleri için hiçbir gerekçe yoktu. Burada sorun, halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşullara isyanının, özgürlük ve demokrasi istemlerinin burjuva muhalefete kanalize edilmiş olmasıdır. “Yalancı bahar” vaat edilmesidir.
Genel seçimler, hakim sınıfların krizini çözmemiş, hatta ötelemeyi bile başaramamıştır. Gelinen aşamada bu kez de yerel seçimler vesilesiyle bir kez daha rant paylaşımı mücadelesi vermektedirler.
“Kitlelerin tepkisi gerçektir!”
– Yeri gelmişken yerel seçimler sürecini dair görüşleriniz de kısaca aktarır mısınız?
– 31 Mart yerel seçimleri sonuçlandı. Genel anlamda burjuva muhalefet partisi CHP’nin kazandığı, AKP-MHP’nin ise kaybettiği açıklandı, tartışmalar böyle yürütülüyor. En genel anlamıyla bu seçim sonuçları bize, hakim sınıf klikleri arasında önümüzdeki süreçte iktidar mücadelesinde seçimlerin gündemde olmaya devam edeceğini göstermektedir. Bu durum, iktidar veya muhalefet farketmeksizin bütün burjuva hakim sınıf kliklerinin seçim aracına yükledikleri anlamla ilgilidir. Seçimler, hakim sınıfların bütün klikleri açısından, halk kitlelerinin düzene yedeklenmesinin bir aracı olarak ele alınmıştır.
Bizce bunların yanında yerel seçim sonuçlarının bu denli tartışılmasının nedeni, propaganda edildiği gibi burjuva muhalefetin elindeki belediyeleri tutması ve yenilerini ekleme “başarısı” ve “oy oranını artırması” değildir. Asıl üzerinde durulması gereken, geniş halk yığınlarının içine düşürüldükleri duruma yönelik tepkileridir. Özellikle halka sıra geldiğinde “ekonomik kriz” olarak adlandırılan ama aslında Türk hakim sınıflarının bütün kliklerinin servetlerine servet kattığı sürecin seçim sonuçlarına yansıdığı görülmektedir.
Diğer yandan Erdoğan hem seçim öncesinde hem de hemen seçim sonrasında terör söylemini sıcak tutarak dillendirerek “Kürdistan’a sefer hazırlığı” içinde olduğunu ifade etmiştir. Seçim sonuçlarının iktidar partisi açısından yenilgiyle sonuçlanması, diğer yandan, faşist iktidar açısından bu faturanın genelde emekçi halka özelde ise Kürt ulusuna çıkartılacağı anlamına gelmektedir. Faşist iktidar, kitleler nezdinde aldığı desteğin azalmasını tersine çevirmek için ırkçılık ve şovenizmin dozunu artırmakta tereddüt etmeyecektir. Yani önümüzdeki aylar, sınır içinde ve dışında saldırganlık içinde geçecektir.
Seçimin hakim sınıfların gündemini değiştirmeyeceği, aksine işçi sınıfı ve halk söz konusu olduğunda aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakıp, sınıfsal çıkarlarında rahatlıkla ortaklaşacaklarını da ifade etmemiz gerekir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Seçimleri burjuva muhalefet partisinin kazanmasının, önümüzdeki süreçte sol ve hatta devrimci hareketin bir kısmının burjuva muhalefetin arkasında yedeklenme pratiğini güçlendirecektir. Elbette bu parti ve örgütlerin seçimlere yönelik tavırları, onların temsilcisi oldukları sınıfların ideolojik duruşlarından bağımsız değildir. Ancak halk saflarında yer alan ve özellikle kendisine devrimci, sosyalist ve hatta komünist diyenlerin önce genel ve ardından ise yerel seçimde ortaya çıkan pratik tutumları, bizce sıkıntılı yanlar içermektedir.
Son bir yıl içinde önce genel ardından yerel seçimlerin gerçekleştirilmiş olması, kitlelerin gündeminde seçimleri belirleyici bir unsur olarak ön plana çıkarmıştır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Yerel seçimlere katılım düşmüş olmakla birlikte, halkın sandığa ilgisinin sürdüğü görülmektedir. Sandığa gitmeyen de esas olarak AKP tabanıdır. Bu kitle sandığa gitmeyerek ya da Yeniden Refah Partisi’ne yönelerek CHP’nin birinci parti olmasını sağlamıştır.
Diğer yandan seçimlerin önemli bir yerde duruyor olması, Türk hakim sınıflarının kitleler üzerinde seçim ve sandık araçlarıyla ideolojik hegemonyasını sürdürme başarısına işaret etmektedir. Bu ideolojik tahakküm kırılmadığı oranda önümüzdeki yıllarda da sınıflar mücadelesi açından seçimler gündem olmayı sürdürecektir.
Halk kitleleri hakim sınıfların siyasetinden bağımsız olarak kendi gündemiyle alternatif olma mücadelesi vermediği oranda, hakim sınıf klikleri arasında devam eden bu iktidar dalaşında birine yedeklenme tehlikesinin ortadan kaldırılması olanaksızdır. Bu perspektif silikleştiği ve araç amaç haline geldiği oranda, hakim sınıfların siyasetine yedeklenmek de kaçınılmazdır.
Seçim gündemi devrim mücadelesini güçlendirdiği oranda anlamlıdır. Bunun tersi olduğu koşullarda son yerel seçim gündeminde de örneklerini gördüğümüz üzere, devrimci mücadelenin salt seçim mücadelesi olduğu yanılgısı ortaya çıkar ki bunun coğrafyamız sınıflar mücadelesinde gerçekliği ve karşılığı yoktur.
Daha da fenası halkın düzene olan tepkisini yine düzen içinde tutmaya yaramaktadır ve affedilemez bir politik suça karşılık gelmektedir.
“Bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan güvenini sarsmayı amaçlamaktadır!”
– Yerel seçimlerden bahsetmişken Dersim’deki faaliyetinize yönelik bazı çevrelerden olumlu ve olumsuz tepkiler oldu. Özellikle partinizden ayrılan grup, daha önce de kullandığı “kaçtılar”, “düşmana silah teslim ettiler” vb. propagandalarını Dersim yerelinde yeniden devreye soktu. Buna dair ne söylemek istersiniz?
– Partimiz devrimde ve devrimci mücadelede ısrar ve kararlılığını sürdürdükçe ve örneğin Dersim’de de ileriye doğru adımlar attıkça bu türden yalan üzerine inşa edilen kara propagandalar olacaktır. Bu konuda TC devletinin bir hayli tarihsel tecrübesi olduğu ve “Özel Harp” operasyonları adı altında psikolojik savaş yürüttüğü bilinmektedir.
Ancak bu türden bir propagandanın devrimciler tarafından yapılması üzücüdür. Zira hem gerçeği yansıtmamaktadır hem de yalana dayalı hiçbir propagandanın devrimi ve devrimci safları güçlendirmeyeceği, halk güçlerinin ortak mücadelesine yararına olmayacağı son derece açıktır.
Bilenler bilir. “Büyük Yalan” tekniği ile ilgili, Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebbels’e isnat edilen meşhur bir cümle vardır: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır.”
Partimize yönelik bu ithamlar, bu cümleyi tekrar tekrar hatırlatmaktadır. Bir kez daha tekrarlamak isteriz ki, bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan güvenini sarsmayı amaçlamaktadır, buna hizmet etmektedir.
– Eğer böyleyse neden böyle bir propagandaya tekrar başvuruldu ve neden ısrarla sürdürülüyor?
– Neden böyle bir kara propagandaya tekrardan başvurulduğu sorusu esas olarak sözkonusu örgütün yanıtlaması gereken bir sorudur.
Ancak bizim de bir yanıtımız vardır elbette. Bizce bu tür bir kara propagandadan medet umanların –sadece bu örnek açısından değil genel olarak da böyledir bu– sorunu, kendi yanlış-hata-suç ve zaaflarıyla yüzleşememeleridir. Bütün bunların hedefe konulmadığı, bunların tartışılıp masaya yatırılmadığı, bu cesaretin sergilenemediği durumlarda kolay olan “başkasına”, “dışarıya” yönelmektir. “Ben değil, diğeri” demektir. Kanımızca bu çevrede de yaşanan budur.
Oysa gerçekler devrimcidir. Nedir bu gerçekler? Partimiz taraftarlarının ve devrimci kamuoyunun tanık olduğu üzere, 2015 yılında Türk faşizmi ve Alman emperyalizmi tarafından partimize yönelik merkezi düzeyde karşı devrimci bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu karşı devrimci saldırıyı partimiz içinde bir fırsat olarak görenler, “kızıl bayrağa karşı kızıl bayrak sallayıp” parti hukuk ve işleyişini ayaklar altına alarak, partimizin iradesine yönelik bilinçli ve planlı bir darbe gerçekleştirmişlerdir. Ve bu suçu işleyenler devamında bununla yüzleşme cesaretini göstermek yerine çeşitli faaliyet alanlarımız ve yoldaşlarımız ile ilgili dedikodu, kara propaganda ve itibarsızlaştırma pratiklerine girişmişlerdir.
Dersim bölgesinde yoldaşlarımızın “silahları gömüp kaçtıkları” ya da “düşmana teslim ettikleri” yalanı da bu dönemde ortaya atılmıştır.
Açıkça söylemeliyim ki, bu ya da benzeri propagandalar ne ortaya atıldıklarında ne de şimdi gündemimizdir. Tüm bunlar partimiz açısından 1. Kongremizde tartışılmış, çözümlenmiş ve geride bırakılmış meselelerdir. 1. Kongremiz, partimizin birliğine yönelen bu saldırının neden ve niçinlerine dair gerekli tartışmayı yürütmüş, kamuoyuna dönük olarak da çeşitli açıklamalar yapmıştır. Ancak bu yaklaşımımıza rağmen özellikle Dersim yerelinde ısrarla bu kara propagandanın sürdürülmesi partimize karşı işlenen suçu gizlemek amaçlıdır. Yinelemek isteriz ki, dedikoduya, yalana dayalı siyasetin devrimci çalışmada yeri yoktur. Bu yöntemin, devrimcilere ve halka bir yararı olmadığının artık deneyimlenmiş olması gerekirken sürdürülmesi devrimcilik iddiası açısından vahimdir.
– “Gündemimiz değil” dediniz ama sizin dışınızda propaganda devam ettiği için kısaca Dersim bölgesinde yaşananları özetleyebilir misiniz?
– Çok kısaca özetlemek gerekirse; Dersim gerilla alanında bulunan yoldaşlarımız, kış üslenim sürecinden çıkıp ve partiyle bağ kurduklarında, partinin darbeci tasfiyeci saldırıyla karşı karşıya kaldığını öğrenmiş, parti güçlerimizle durum değerlendirmesi yapmıştır. O andan itibaren görev bellidir: Partinin iradesine yönelik bu iç saldırıyı hukuk ve ilkelere bağlı kalarak karşılamak ve kendisini yeniden örgütlemek! Öncelikli devrimci görevler, bunlar olarak tespit edilmiştir.
Dersim’deki yoldaşlarımız da bu görev nedeniyle, partimizin bilgisi ve talimatları doğrultusunda hareket etmişlerdir. Partimiz, bu alandaki yoldaşlarımızı 1. Kongre örgütlenmesine katmak için bir planlama yapmış ve yoldaşlarımızı başka bir alana geçmeleri için görevlendirmiştir. Yaşanan budur.
Bu gerçek bilinmesine rağmen kara propagandadan medet ummak kendisini devrimci bir zeminde örgütleyememenin sonucudur diye düşünüyoruz.
Açıktır ki, herhangi bir gerilla gücünün koşulları değerlendirmeden hareket etmesi ve gerektiği yerde ve zamanda geri çekilmeyi bilmemesi imha olması demektir. Partimizin gerilla savaşı pratiği, bu gerçeği defalarca kanıtlamıştır. Hal böyleyken, partimizin gerilla gücünü, bir başka savaş alanına çekmesi üzerinden ve düşmanın tamamen tesadüfen ele geçirdiği askeri malzemeden, kendi hanesine bir “başarı” hikayesi yazmak ve düşmanın karşı devrimci propagandasını olduğu gibi kullanarak haklılığını ispat etmeye çalışmak devrime ve devrimci mücadeleye hizmet etmemektedir.
“Ordumuz savaşın günümüzde aldığı biçimlere yoğunlaşmaktadır”
– Bu noktada partinizin şu andaki savaş gerçekliğine dair bir soru yöneltmek isterim. Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO) Konferans gerçekleştirdiğini açıkladınız. TİKKO’nun çalışmalarına ve planlamalarına dair ne söylemek istersiniz?
– Evet partimiz 1. Kongresinde, halk ordumuzun durumunu da tartışmış ve çeşitli kararlar almıştır. Bu kararlar içinde partimizin gerilla savaşı tecrübesini özetlemek ve TİKKO Yönetmeliği gibi bazı gündemleri ele almak vardı.
Partimizin önderliğinde Halk Ordumuz tarihinde bir ilk olan TİKKO 1. Konferansını “Devrimin Zaferi İçin Halk Savaşı’nda Derinleş, Gerillada Uzmanlaş!” şiarıyla gerçekleştirmiştir. Halk Ordumuz Karadeniz, Dersim ve Rojava’da ve büyük şehirlerde vb. her alanda yürüttüğü gerilla savaşının ders ve deneyimlerini özetlemiş, başta TİKKO Yönetmeliği olmak üzere bir dizi örgütsel konuda kararlaşmalara gitmiş ve de konferansından çıkardığı dersleri parti iradesine sunmuştur.
Partimiz, TC devletinin Rojava’ya yönelik işgal saldırılarına karşı, gücü oranında konumlanmış ve savaşın içinde yer almıştır. Başlangıçta sınırlı sayıda olan gücümüz, zaman içinde daha örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Özellikle bu bölgede soykırımdan kurtulan Ermeni halkı içinde çalışmış, onların öz savunma güçlerini sıfırdan başlayarak önce Tabur sonra da Tugay düzeyinde örgütlemiştir.
Partimize bağlı halk ordumuz hem kendi askeri çalışmalarını hem de Ermeni halkı içindeki çalışmalarını sürdürmektedir. Hem kitle çalışması ve yeniden inşa çalışmaları yaparken, diğer yandan da askeri olarak uzmanlaşmakta, eğitimlerini geliştirmektedir. Askeri gücümüz orada bulunduğu süre içinde, Kobanê’den Afrin’e, Rakka’dan Serekaniye’ye kadar tüm savaşlarda yer almış ve askeri kapasitesini savaş içinde geliştirmiştir.
Bugün ordumuzun belli bir gücünün konumlandığı Ortadoğu kritik bir dönemden geçmektedir. Devrimci savaşın niteliğinde kuşkusuz bir değişim yaşanmamıştır. Emperyalizmin varlığı onun yerel işbirlikçi sınıflarla beraber geliştirdiği yarı sömürge ya da Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde doğrudan işgal üzerinden izlediği sömürgeci siyaset bugün devrimci savaşın belli başlı özelliklerinin değişmediğini, devrim ve karşı devrim güçlerini daha da belirgin hale getirdiğini belirtmek gerekir.
Bölgenin neredeyse tümüne yayılan fakat farklı güçler arasında devam eden çatışmalı bir süreç yaşamaktadır. Yaşanan bu çatışmaların emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla bölgesel bir savaşa evrilme ihtimali güçlüdür. Bunun içerisinde bölgede Türk devletinin yayılmacı ve ilhakçı politik yönelimiyle geliştirmiş olduğu askeri saldırganlık onu bölge halkaları nezdinde bölgesel bir düşman haline getirmiştir. Buna bağlı olarak devrimci savaş farklı bölgelerde farklı biçimlerde sürdürülmektedir.
Türk devletinin sınırları içerisinde gerilla ve milis savaşı öne çıkarken işgal ettiği Ortadoğu sınırları içerisinde bölgenin kendine has özelliklerinden kaynaklı farklı silahlı mücadele biçimleri öne çıkabilmektedir.
Türk devleti savaş tekniğinin özellikle drone ve gözetleme sistemlerinde kaydettiği ilerleme ile tüm savaş taktik ve stratejini bunun üzerinde şekillendirmeye çalışmaktadır. İHA ve SİHA’larla savaş üstünlüğünü elinde bulundurmak istemektedir.
Türk devletinin bu araçları yaygın kullanmaya başladığı ilk dönem açısından gerilla mücadelesi yürüten güçlerin ağır kayıplar verdiğini, bu araçların özelliklerini anlayana ve karşı tedbir geliştirene kadar belirli bir zorlanma yaşadığını kabul etmek gerekir. Fakat farklı alanlarda ve farklı biçimlerde sürdürülen devrimci savaşın bunun karşında taktik olarak kendini yenilediğini bir bütün harekat tarzını bu yeni duruma göre değiştirdiğini belirtelim. Bu durum devrimci savaşın son on beş yılı açısından önemli bir gelişmedir.
Gerilla savaşının belirli branşlarda geliştirdiği taktik donanımı daha küçük birimlerin özelliği haline getirerek tim savaşı olarak tarif edilebilecek bir savaş yöntemi geliştirmiştir. Bu savaş tarzı özellikle bölgede oldukça yaygınlık kazanmış ve düşman üzerinde sonuç alıcı bir hale gelmiştir. Bu tarz sadece gerilla alanlarında değil savaşın sürdüğü tüm cephelerde devrimci savaşın bugünkü özelliği haline gelmiştir.
Gerilla gücümüz savaşın günümüzde aldığı bu biçimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Son on beş yılda savaşımızın sürdüğü coğrafyada savaşın biçimleri üzerinde önemli ve kalıcı değişimler yaşanmıştır. Ordumuz bu değişimleri yakından takip edip ve buna uygun olarak örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmeye çalışmaktadır. Bölgede savaş özelikle Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile TC unsurları arasında geçmektedir. Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi gerillalarının bu savaşta edindiği tecrübe diğer devrimci savaşı yürüten hareketler açısından oldukça önemlidir. Hiçbir kaygı gütmeden bu savaş derslerinden ve pratik tecrübelerden öğrenmeye çalışıyoruz.
Ordu konferansımız savaşın değişen yapısı ve özelliklerine karşı kendi cevabını oluşturması açısından tarihsel değerdedir. Esasta konferansımız savaşın değişen yapısını anlamaya odaklanan bir konferans olmuştur.
“Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici güçlerden biridir!”
– Önümüzdeki sürece dair ne söylemek isterseniz?
– Açıkça söylemek gerekir ki, önümüzdeki süreç Türk devletinin halka karşı saldırılarını artıracağı bir süreç olacaktır. Türk devleti, seçimler aracılığıyla gerçekleştirdiği demokrasi müsameresi sonrasında gerçek gündemi olan halk düşmanlığına hız verecektir. Önce genel ardından da yerel seçimlerle halka vaat dağıtan hakim sınıflar, şimdi ekonomik krizin bütün yükünü halka yüklemek için rasyonel dedikleri politikaları tüm hızıyla sürdüreceklerdir. Ekonomik krizi yaratanlar, krizi çözmek adı altında halkın sofrasında kalan ekmeği de gasp etmeyi amaçlıyorlar.
Türk devletinin Türkiye toplumunu daha da yoksullaştırıp, asgari ücret denilen ve açlık sınırının altında olan ücreti ortalama ücret haline getirme yönelimi devam edecektir. Bunun anlamı özellikle ekonomik alanda halkımızı daha zor günlerin beklediğidir.
Türk hakim sınıfları, sömürü ve soygunlarının gizlemek için uluslararası alanda yaşanan ekonomik krizi ve yüksek enflasyon oranlarını örnek olarak göstermektedir. TC devletinin egemenlik sınırlarının emperyalizmin yarı sömürge pazarı olması nedeniyle, uluslararası alanda kapitalist emperyalizmin yaşadığı ekonomik kriz elbette Türkiye ekonomisini de etkilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki, Türkiye ekonomisinde yaşanan krizin çapı, uluslararası alanda yaşanan ekonomik krizin çok üstündedir. Yüksek enflasyon oranları ve halkın alım gücünün çarşı pazarda hissedilir düzeyde düşmesinin nedeni Türk hakim sınıflarının sömürü, soygun ve hırsızlığının boyutuyla doğru orantılıdır.
Tam bir soygun ve gasp ekonomisiyle karşı karşıyayız. Sahte cennet vaadiyle halka “verin yetkiyi görün etkiyi” diyen Erdoğan iktidarı, uluslararası tekellerin kârlılığının devam etmesi ve kendi yandaşlarına ihale ve teşvik verme, kaynak aktarma politikasını sürdürmüştür. Bunun sonucunda halk daha da yoksullaşmıştır.
Türk devletinin halkı daha da yoksullaştırması karşısında yaşanan öfke ve tepki ise en bilinen yöntemlerle savuşturulmak istenmekte, devlet, beka sorununu dilinden düşürülmemektedir. Halk kitlelerinin iktidara yönelik tepkisi, ırkçılık ve şovenizmle saptırılmak ve bastırılmak istenmektedir.
Dünya çapında yıkılma ve parçalanma tehdidini bu kadar çok ve sıklıkla kullanan başka bir devlet var mıdır bilmiyoruz ancak Türk devletinin içinde bulunduğu durum ve var olan çelişkilerin keskinliği, bu türden açıklamalara neden olmaktadır.
Öte yandan uluslararası alanda, emperyalist tekellerin birbiriyle rekabeti arttıkça, emperyalist devletler arasında çelişkilerin keskinleşmesi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde olduğu gibi doğrudan savaşa evrilmesi ve 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı tartışmalarının yapıldığı bir süreçteyiz. Uluslararası alanda yaşanan bu durum, coğrafyamızı da doğrudan etkilemektedir. Bölge gerici devletleri, emperyalist kamplar arasında yaşanan çelişkilerden kendi çıkarları için yararlanmaya çalışıyor.
Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici güçlerden biridir. Bu niteliğine uygun olarak özellikle sınır ötesinde yeni bir işgal hazırlığı yapıyor. Bölgemizdeki bütün gerici devletler ve güçlerle ilişki içindedir. Örneğin “mazlum Filistin halkı” propagandasına rağmen İsrail Siyonizmi’yle askeri ve ticari ilişkilerini devam ettirmekte ve “Filistin’e dua, İsrail’e gemi” politikası kararlılıkla sürdürmektedir.
Türk devleti uluslararası alanda yaşanan çelişki ve kamplaşmaları kendi çıkarları açısından bir avantaja dönüştürmek istemekte, bir kez daha Irak Kürdistanı’na ve Rojava’ya yönelik daha kapsamlı sefer hazırlığı yapmaktadır. Böylelikle içte ekonomik kriz ve derin yoksullaşmayı, halkta oluşan tepkiyi, “terörle mücadele” diyerek ötelemek istemektedir.
TC faşizmi, bu işgal ve saldırganlığını her ne kadar “terörle mücadele” olarak propaganda etse de, meselenin sadece Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının geriletilmesi olmadığı açıktır. Bu saldırganlığın arka planında, bir yanda Türk devletinin giderek şiddetlenen ve artık çarşı pazarda daha da hissedilen ekonomik krizin kitlelerde yarattığı tepkinin bastırılması varken; diğer yanda ise başta iktidar kliğinin temsilcilerinin sermaye birikiminde önemli rol oynayan silah sanayisinin kârının artırılması vardır.
Ancak esasta elbette TC faşizminin kendi varlığına tehdit olarak algıladığı Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi hedeflenmektedir.
Türk hakim sınıfları, emperyalist tekeller arasında yaşanan rekabetten ve artan çelişkiden sadece içte değil dışarda da bölgesel düzeyde yararlanma politikasını sürdürmek istemektedir. Tıpkı Suriye iç savaşının başlangıcında ve devamında yaşandığı gibi Suriye halkının yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, fabrikalarının sökülüp, petrolünden zeytin ağaçlarına kadar çalınması vb. örneklerinin devam ettirilmesi hedeflenmektedir. Hem Suriye’nin doğusunda hem de Irak Kürdistanı’nda işgalin genişletilmesi hedefi, Türk hakim sınıflarının açgözlülüğüyle ve yağmacı sınıfsal niteliğiyle doğrudan ilişkilidir.
Türk hakim sınıflarının bütün açıklamaları, ulusal ve uluslararası durum önümüzdeki süreçte TC devletinin kendi halkına ve bölge halklarına yönelik saldırganlığını artıracağını gösteriyor. Bu saldırganlığa kaşı hazır olmak ve devrim mücadelesini kararlılıkla sürdürmek gerekiyor.
Öte yandan son yerel seçim sonuçlarından da görüleceği üzere işçi sınıfı ve emekçi halk, kendisine yaşatılan koşullara tepkilidir. AKP’nin kitle desteğinde bir gerileme vardır. Halk propaganda edilenle yaşadığı gerçeklik arasındaki derin uçurumu bilince çıkarmamakla birlikte, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmektedir. Bu nedenle AKP’nin etkisinde kalan kitleler yerel seçimlerde sandığa gitmeyerek, ya da muhalif olarak tanımlayan partilere oy vererek tepkisini göstermiş durumdadır.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın özellikle alım gücünün düşmesi ve yoksulluğu daha fazla hissetmesi beraberinde umut olarak burjuva muhalefet partilerine yönelmesine neden olmaktadır. Halkın içinde bulunduğu duruma tepkisi, bir kez daha hakim sınıfların muhalefetteki kliğinin arkasına yedeklenmek istenmektedir.
Bu nedenle halkın iktidardaki ya da muhalefetteki burjuva hakim sınıf partilerinin siyasetinden ayrı kendi bağımsız siyasetini örgütlemesi gerekmektedir. Politika bir güç sorunudur. Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.
Hakim sınıf partilerinin sözcüleri ve özellikle de muhalefetteki partilerin 1 Mayıs açıklamaları, CHP gibi işçi ve halk düşmanı bir partinin Taksim tartışmasında öne çıkıp rol çalmaya çalışmasının nedeni, işçi sınıfında ve emekçi kitlelerde var olan tepkiyi görmeleri ve kendi klik çıkarları arkasında yedekleme çabasının ürünüdür.
İktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi bağımsız siyasetini örgütlemesi ve bir güç olarak ortaya çıkması karşısında, bir yandan faşist yasaklar, zor ve baskı, diğer yanda “demokrasi”, söylemleri eşliğinde hareket etmişler ve edeceklerdir.
Bu gerçeklerin ışığında partimiz, halk ordumuz, komünist kadınlar birliğimiz ve Komsomol örgütümüz TC devletinin halkımıza ve bölge halklarına yönelik faşist saldırganlığına karşı mücadelesini karalıkla sürdürecektir.
– Son olarak ne söylemek istersiniz?
– TC devletinin yüzyıllık halk düşmanı karakteri biliniyor. TC devleti sadece halkımız açısından değil coğrafyamızdaki bütün halklar açısından faşist ve saldırgan bir güçtür. Partimiz yarım asrı aşan tarihinde TC faşizmine karşı mücadelesini kesintisiz olarak sürdürmüştür.
Partimizin 53. mücadele yılına girerken halkımıza, örgütlenmek ve mücadele etmekten başka kurtuluş yolu olmadığını yinelemek istiyoruz. Partimiz mücadelesini kararlılıkla sürdürecektir. Koşulların zorluğu, faşizmin ağır baskısı, halkın daha iyi bir yaşam, özgürlük ve demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü biz biliyoruz ki; partimiz ve halk kitleleri varolduğu müddetçe her türlü mucize yaratılabilir.
Bu vesileyle yoldaşlarımızın 53. kavga yılını kutluyor, önümüzdeki süreçte halkın fırtınası içinde birer damla olma kararlılıklarını selamlıyoruz.
– Teşekkür ederim.
– Ben de Partimiz adına teşekkür ediyorum.