Cumartesi Kasım 9, 2024

Tecavüzün Omerta’sı veya Öl(dür)me Biçimleri

Mina Urgan vaktiyle “sırası çoktan geldiği” halde kendisinin yaşıyor olup genç insanların peş peşe ölmesine içerlediğini söylemişti. Konumuz intihardı ve Urgan’a göre intihar bir suçlama, dile getirenin çekip gitmesi nedeniyle cevap verilemeyecek olan ağır bir ithamdı. İntihar hakkındaki rivayet muhtelif. Yücelteni de, aşağılayanı da bol. Bu satırların yazarı intiharı bir hak olarak görüyor ve ölümle kişi arasına girilmemesi gerektiğini düşünüyor. Yüceltene de, aşağılayana da pek hoş gözle bakmıyor. Bir insanın intiharı kaybı daha acı, acıyı da daha derin, başa çıkılmaz kılıyor belki. Peki karşısında dilsiz kaldığımız bu yok olma tercihi, fail var iken işlemiş olduğu suçları affettiriyor mu? Ömründe tek bir suç işlemiş olması, suçun niteliğini değiştirebiliyor mu? Öyleyse, bu ne alt edilemez bir kudrettir yâ rab!

Metin Kaçan’ın varoluşuna son verişi (yahut bunun kabullenilişi, diyelim) son günlerin, çoğumuzun haddimizi de aşarak, bolca tartışılan konularından biri oldu. Kabaca, Metin Kaçan’ı derinliğiyle, inceliğiyle, dehlizlerin, sokakların ilmiyle yoğrulmuş bir insan olarak selamlayanlarla ismini Güneş K. olmaksızın düşünemeyenler bu tartışmaların iki tarafını oluşturdular. Taraflar, meşreplerine göre Kaçan’ı yahut Güneş K.’yı sonsuz görünen bir hararetle savundular yahut yerin dibine batırdılar. Gelgelelim, ölüm, hele ki intihar karşısında konuşmak, laf etmek de zordu. Belki intihar eden Roman Polanski olsaydı canlar bu kadar yanmayacak, belki çoğunluk hiç sektirmeden mağdurun yanında yer alacak, aradan geçen yıllara bakmayıp o 13 yaşındaki çocuğu sahiplenecekti yeniden. Polanski bunca sitayişle anılamayacak; anmak isteyen de daha çekingen olacaktı. Kim bilir… Ancak suç ve suçlu bu kadar yakınımızda, hatta içimizde olunca işler değişebiliyor. N.Ç.’ler konusunda tereddütsüz olabilenler, suçlu kendi dostları, yakınları olunca hanelerindeki bu intihar karşısında sonsuz bir affedicilikle yaklaşabiliyorlar yaşanmış olanlara. Susma haddimiz hemen geriye çekiliveriyor, aşmamız durumunda derhal sindiriliveriyoruz. Çifti yakından tanıyanlar “ölünün arkasından konuşulmaz,” “o bunun bedelini ödedi,” “siz olanları bilmiyorsunuz”la çıkabiliyor karşımıza. Memleket genelinde sol argümanlar nasıl hızla çürütülüyor ve alay konusu olabiliyorsa, feminizmin kadına şiddete karşı geliştirdiği argümanları, söylemi hızla “geyik” tabir edilebiliyor, çürütülebiliyor. Suça, suçluya susmayı vazeden o bildik dil adeta dokunulamaz bir konuma çıkarılırken, suçu hatırlatan neredeyse zalimlikle suçlanabiliyor. Temel mesele ise mıh gibi kalıyor ortada: tecavüz, taciz ve genel olarak şiddet failleri bu memleketin en kolay affedilen insanları olmaya devam ediyor; affedememekse bir kişilik kusuru, bir araz olarak kodlanıyor. Kaçan’ın derin, incelikli, hassas dünyasına karşısına Güneş K.’nin tekinsiz kişiliği çıkarılabiliyor. Arkasından geleceği de biliyoruz: “O iş bildiğiniz gibi değil.” Canı yanmış insana, “başına gelenler korkunç”un hemen ardından “ama” diye cümle üstüne cümle yüklemek, o işteki cürümü failin sırtından alıyor, mağdura yüklüyor, ona cümle cürüm, bir kez daha saldırıyor. “O iş bildiğiniz gibi değil”, “kol kırılır yen içinde kalır”ın tıkabasa rızası, göz yumma dolu suskunluğundan başkası değil. “Özel hayat, karışılmaz” diyerek kaçıverdiğimiz, sınırları ince, ama bir kere girildi mi duvarları ses, ışık geçirmez olan o kalın duvar, ev içi şiddeti onaylıyor ister istemez. Ölümse, bu duvarı hepten aşılmaz, cürümü “ama”lı cümle, failiyse dokunulmaz kılıyor. Kendimizi, duvarın dibinde mağdurun tekinsiz kişiliğini didiklerken buluyoruz birdenbire…

Omerta ve Sorular

Velev ki mağdur dünyanın en berbat, en dengesiz, iftiraperver, kötü insanı… Bu neyi aklıyor? Neyi hafifletebiliyor? Bunun, fahişeye tecavüze indirim uygulanmasından bir farkı var mı? Hadi yine uzaklara gidelim: Franca Rame’ye tecavüz edenler faşist polisler değil de, saygın yoldaşları olsaydı ne düşünebilecektik? Bu “ölünün arkasından konuşulmaz”lar, “bilmiyorsunuz”lar bir tür susturma eylemi, terörize etmek değilse, ne? Dışarıdakilerin, uzağımızdakilerin değil, asıl yakınımızdakinin, sevdiğimiz insanın uygulamış olduğu şiddete karşı bu suskunluk, suçun onaylanması değil mi? Bu suskunluktan toplumsal bir farkındalık devşirilmesi nasıl mümkün olabilir? Diyelim ki, olaylar gerçekten bildiğimiz gibi değil, böylesi bir susturma iradesi karşısında hakikate nasıl ulaşılabilir? Bu “çevire çevire hakikati ararken yalanı bile kaybetme”* iradesi nasıl aşılabilir?

Oysa bilinmesi gerekir ki, özür dilemeyi erdemli bir eylem kılan, affedilmemeyi de göze almaktır. Yine bilinmesi gerekir ki, suça denk bir ceza almak, tüm bedeli ödemek anlamına gelmeyebilir. O bedel, ölümün kişinin arkasından konuşulmasına engel olamamasıdır bazen.

Ölüye saygısızlık edilmez? Peki ya bedene?

Ölünün arkasından konuşulmaz. Peki ya tecavüzün? Şiddetin?

Bir adamın döve döve canını çıkardığı karısına çiçek götürmesinin, değil affedilmesine, hiçbir zaman suçlanmamasına yettiği; şiddete dayalı güce saygıda kusur edilmediği, kadın düşmanlığında hiçbir konuda olmadığı kadar kolayca ortaklaşılabilen bu topraklarda cevap da belli:

“It’s oh so quiet, shh shh!”**

Hamiş: Konuyla ilgili olarak Ayşe Düzkan’ın tanıklığı, üzeri bir kez daha ve bir an evvel kapatılmak isteneni başka bir ışık altında görmemizi sağlıyor: http://www.baskahaber.org/2013/01/bir-kadn-ugruna-tadmz-kacmasn-agalar.html

______________________________________

* Şule Gürbüz, Zamanın Farkında, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 26.

 

* “Aman her taraf çok sessiz; şişş, şişş!”, Betty Hutton, “It’s Oh So Quiet,” Murder, He Says, 1951. Bu şarkı, Björk tarafından, 1995 tarihli Post adlı albümünde yeniden yorumlanmıştır.

Zeynep Arıkanlı

1747