Çarşamba Kasım 13, 2024

Son sığınağımız; Anılarımız!

Anılar… Anılar ve yine Anılar… Onlar, yaralardan daha uzun yaşarlar! Bizim yoldaşlarımızla olan anılarımız belleğin en temiz, yüreğin en tırmanması, en ulaşılması güç zirvesine çıkarsız, namuslu, dürüst ve sevgiyle kazınır hiç çıkmayacasına. İZ belgeselinin çekimi için gittiğimizde, beni ve ekibimi işte böyle karşıladı Zeynep arkadaş. Evinde konuk ettiği sürece de bu duyguları en küçük hücrelerimize ve yüreğimize işledi.

Dünyanın en kötü şöhretli 10 zindanından biri olan Diyarbakır 5 No’lu zindanında kalan ve direnen kadınlardan biriydi. Belgeselin teması da 5 No’lu zindanında yaşananlardı. Çekim stüdyosunu Zeynep ve Kazım arkadaşların evinde kurduk. Almanya’dan gelenlerde olduğu için kalabalık ve uzun çekimler aralıksız iki-üç gün sabahtan gece yarılarına kadar sürdü. Bu süre içinde bizimle yaşam alanlarını paylaşanlardan bir diğeri de Kamber Akbalık’tı. Bu üç insan Strasburg çekimlerinin gerçekleşmesinde muazzam katkılar sundular. Zeynep arkadaş onca insana yemekler hazırlıyor, alış-veriş yapıyor, kalacak yer ayarlıyor, ara molalarda elinde demlikle veya meyve tabağıyla peşimizden dolaşıyor, çekimde ışık patlamalarını engellemek için konuşmacılara makyaj bile yapıyor, içten ve samimi gülümsemesi ise hiç eksik olmuyordu.

O zaman kanser hastalığını önemli oranda yenmişti. Fakat nasıl ki bir radyasyon sağanağı geçtiği her yerde canlı ne varsa yok ederde geçer ve o sağanağa bir tek açelya çiçeği direnir, işte öyle açelya kadar narin ve direngen duruyordu. Fakat rengi soluktu. Ölümle giriştiği o büyük muharebeyi yenerek yaşamla çıkmış ama yorulmuştu. Bizleri rahat ettirip her fırsatta bir anne düşkünlüğüyle bizlere bir şeyler yedirip içirme çabaları ve koşuşturmasından dolayı;

·         “Yoldaşım kendini yorma bu kadar. Bak hastaymışsın da dinlen lütfen. Biz ancak o zaman rahat ederiz. Böyle yaparsan rahat edemeyiz” dedim.

·         “Siz rahat etmezseniz ben hiç rahat olamam. Ayrıca ben hastalığı yendim. Hem de kaçıncı yenişim bu. Fakat bir türlü yakamı bırakmıyor. Ancak unuttuğu bir şey var ben  inatçı ve kararlıyım.”

Son sözcüklerine kadar yüzünde sevecen bir ifade vardı. “Unuttuğu bir şey var ben de inatçı ve kararlıyım” derken yüzündeki mimikler ciddileşti, göz bebekleri biraz büyüdü ve bakışları ağzından çıkan sözcükle uyumlu bir kesinlik kazandı. O bakış ve bakışta ki kesinlik, sözcüğü havaya üfüren sesinde ki o kararlı ton, mimiklerindeki netlik; hapiste en zor şartlarda direnen bu kadının, kanser karşısında da öyle kolay kolay beyaz bayrak dalgalandırmayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Sonrasında birkaç kez telefonla görüştük. H.Hayri ve Kamber yoldaşlardan öğrendim hastalığın tekrardan boy gösterdiğini. En son telefonla görüştüğümde sesindeki o kararlılık yerini sakin bir yorgunluğa bırakmıştı. Konuşurken kendimizi duygusal sözcükler kurmaktan sakındık. Ben hadsizlik yaparak “diren-bırakma kendini” demek istedim. Sonra “ben olsaydım bu kadar güçlü, bu kadar uzun bir direniş sergileyebilir miydim” diye sordum kendime. Yanıtını veremeyeceğim şeylerin çok daha büyüğünü, hayal dahi edilemeyecek kadarını başarmış insan(lar)a bu tür söylemlerde bulunmak hadsizlik olacaktı. Günümüzde sıkça yapılan bu hadsizliğe ve saygısızlığa düşmemek küçük bir empati yapmakla mümkündü. Nasıl ki 5 No’lu zindanında direniş bir gün-bir ay-bir yıl ile sınırlı değildiyse, kanserle mücadelesi de onun için böyle uzun, acılı ve yorucu oldu. 17 yıl boyunca teslim olmayan bir direnişle karşı koydu. Bu yüzden sanki anlaşmış gibi hiç hastalıktan bahsetmeden onların kuşaktan konuştuk yalnızca. Gençliklerinden. Kısa-kısa anlattı gençliklerinden kesitleri. Anlatırken bir yolculuğa çıkmak ister gibiydi. Uzun, sessiz ve yalnız bir yolculuğa. Çıkmak istediği yolculuk kendi ruhunaydı. Çocukluğuna, gençliğine, özlem duyduğu topraklara, çıktığı dağlara, yoldaşlarını karşıladığı illegal randevularınaydı. Annesine, babasına, kardeşlerineydi… Hiçbir kirlenmişliğin leke süremediği geçmişin saf, dürüst ve samimiyetine doğru uzun bir yolculuk yapmak ister gibiydi.

Sonra belgeselden konuştuk. Avrupa vizyonları başlayacak o zaman izleme şansları olacağını söyledim. Mutlu oldu. Strasburg gösterimine kendisi de katılacaktı. Ne yazık ki olmadı, izleyemedi.

Zeynep yoldaş görünüşte genç ve güçlüydü. Ancak zorlu bir yaşamın yorgunluğunu taşıyordu. Her defasında yendiği kanser sinsice saklandığı yerden çıkıyor onu içten içe tüketip, direncini zayıflatıyordu. Onca yıl direnip her defasında yendiği, kendi bünyesinde ki ölümü küçültüp zaferle yaşama tutunan bu dev çınarı bu güzel insanı bu hastalık en sonunda 18 Ekim çarşamba, 2017 tarihinde devirdi…

Onu yitirmeden bir gün önce Strasburg’dan Kamber Akbalık aradı. “Zeynep’in durumu ağır, hastanede ve konuşamıyor” dedi. Bir gün geçmişti ki tekrar arayarak “Zeynep artık yok” dedi. Ardından Hasan Hayri Aslan’ın “Merhaba Hakan, sana beklenen bir olayı haber vereyim. Zeynep Akkuş yoldaşı maalesef kaybettik.” mesajıyla sözlü ve yazılı gelen bu acı haberle toprak sarsıldı. Rüzgar, dalında ayrılan yaprağın bahanesi oldu. Sonbaharın sararan yaprakları gibi toprağa düşen bahar gülüşlü bir insanı daha yitirmenin hüznü kapladı bizi. Mevsim sonbahardı ve biz bütün yapraklarımızı döküyorduk yer yüzüne. Mevsim sonbahar, havadan ve topraktan bir hüzün taşıyor yüreğimize. Sonbahar hüznün ve acının saklandığı mevsim oluyor. Mevsim sonbahar ve Zeynep’i yitiriyoruz. Acısına kanat kırıyor göçmen kuşlar, başka diyarlara doğru akıp gidiyorlar.

Her şey, Hasan Hayri yoldaşın ifadesiyle o “beklenen” gerçekliğin beklenmesine karşın neden bu kadar ağır yaşanıyordu?! O acı ve ağır yoğunluğun altında ezilen duygular arasında bir soru belirmişti cevap veremediğim “İnsan bir yıla kaç tanıdığı insanın yitimini sığdırabilir?” Sonra acıyla saymaya başladım. Yetiş, Yılmaz, Serdar, Güzel ana, Zeynep… İsimler böylece uzayıp gittikçe hayat o an anılarla gerçek arasında daraldı. O eşsiz insanlarla o güzel yaşanmışlıklar acı ve hüzne dönüştü.

Anılar dizginini koparmış deli taylar gibi üstüme-üstüme geliyordu. Çocukluğumun geçtiği mahallede elektrik işlerinde yetenekli bir arkadaş pillere takılmış bir düzenek oluşturmuştu.  Bu düzenekte tutunca düşük voltajlı elektrik akımına kapılırdık. Biz mahallenin çocukları bu düzenekte “kim uzun süre tutacak ve direnecek” diye birbirimizle yarışırdık. Bilmezdik, ‘büyüdüğümüzde’ bedenlerimizin gerçek elektrik akımlarına maruz tutulacağını. Hayatta böyle bir şey. İnsanın yalnızca kemiklerine değil, duygularına verir elektriği. Bu yüzden yitirdiğimiz yalnızca tanıdığımız insanlardan ibaret şeyler değil; yaşanmışlıklarımız, anılarımız ve duygularımızdır…

Mevsim sonbahar ve varsın sızlatsın acılarınız yüreğimizi. Biliyorum bir gün hüzün yitirecek dilini, bahar yağacak yine bu yüreklere. Hayat, yitenlerin güzel anılarının sağanağında nice baharlar yağdıracak. Daha nice yaralara tuz basılıp sarılacak,  acıları dinecek yüreğimizin, matemi bitecek yıldızların… Kalanlar sizlere dair özlemlerin derinliğini duyumsayacak, anılarınızın şeridinde tüketecek yaşamı…

(Zeynep Yalçınoğlu/Akkuşa anısına…) 

50261

H.Gürer

H.Gürer sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

H.Gürer

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de  aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)

Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..

“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)

7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor

Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.

Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?

Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)

Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7

Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler

Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve  bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde  emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek

Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi

Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)

Sayfalar