Çarşamba Kasım 6, 2024

Yek, du, sê, çar..Leylan- Sevilay Çelenk

Cezaevinde yazmanın kendisi başlı başına yaşamanın ağırlığından bir kaçış, bir hafiflik arayışı ve duvarları her yönden aşma çabasındaki bir “yer değiştirme” değilse nedir? Demirtaş yazarak yer değiştiriyor. Kapatılamıyor. Tutsak alınamıyor. Şimdi de Leylan...
Selahattin Demirtaş inatçı üretkenliğiyle ve içimizi ferahlatan o güzel neşesiyle yazıp duruyor. İşgal ettikleri mevkilerde, her Allah’ın günü sözün itibarını biraz daha eksiltenlerden farklı olarak, söze ve dile itibarını siyasetle olduğu kadar edebiyatla da iade ediyor. Demirtaş’ı evinden, ailesinden, “Başak’ından ve buğdaylarından” 1600 km uzakta tutan o cehli mürekkep ve o yüz karası zulüm, cevabını Seher’le, Devran’la, Leylan’la alıyor. Adeta “Size benzemeyeceğim” diyor Demirtaş, “Çocukken de benzemiyordum.”

Bu dediğimi romanının daha en başında şöyle dile getiriyor: “Küçükken de Kürt’tük biz, hatta daha Kürt’tük (…) Esmer kulaklarımızdan tutulur, siyah başımız kara tahtaya çarpılırdı. İçimizden sayardık her çarpmayı; yek, du, sê, çar…”. Diyarbakır’ın kûçelerinden yola (ve aşka) düşerek dünyaya açılan Leylan’ın birçok satırında o çarpma sesinin yankısı var…

Leylan, Selahattin Demirtaş, Dipnot Yayınevi, 2020. 300 syf.

İyi eleştirinin esere eğilirken yazarın kimliğini paranteze alan ve unutmaya çalışan bir eleştiri olduğu söylenir. Bununla birlikte bu görüşün her durumda doğru ve geçerli olduğunu düşünmüyorum. Bazı eserleri yazarın biyografisinden sıyırarak ele almak o kadar da mümkün olmayabilir. Üstelik bu yazıyı bir eleştiri faaliyeti değil, mütevazı bir tanıtım olarak görmenizi diliyorum. Eleştirebilmek için romanın içeriğine daha ayrıntılı değinmek gerekir ki bu sonraki iş. Zira büyük sürprizlerle dolu bu roman okuyucunun eline henüz dün geçmişken, heyecan kaçıracak ölçüde ayrıntılı bir değerlendirmeye girişmek haksızlık olur.

Leylan, Kudret adındaki bir oğlan çocuğunun, doludizgin aşık olduğu kızın adının anlamı. Adı değil, adının anlamı. Kızın adı Serap. Serap Kürtçe’de ‘leylan’ kelimesiyle karşılık buluyor. Diyor ki oğlan, “Serap’ın Kürtçesi ‘leylan’dır. Adını ‘Leylan’ koysalardı, onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım.”

Kudret’in Serap’a aşkı, iki vefalı arkadaşının muhafızlığında -ben diyeyim yirmi yıl, siz deyin ki sonsuza dek- sürüp gider. Serap’a yönelik bu büyük aşkı ‘üstlenen’, esasen Kudret’in bütün dünyasıdır. Bütün mahallesi ve bütün ‘çetesidir’.

EKMEĞİ BALA DÜŞEN…

Kudret daha ilkokul sıralarındayken sevdiği kızdan kenarları yeşil dantelli beyaz bir mendil çalar. Bununla da kalmaz hemşerisi Ahmet Arif’in külliyatından da Serap’a vermek üzere bir şiir çalar. Yıllar geçip giderken, aşık olduğu kız, yakın bir sokakta bir kuaförde iş bulduğunda, “ekmeğim bala düşmüştü” diyerek şansını kutsar. Kudret iyidir, iyimserdir ve ne okurun, ne sevdiği kadının ne de hayatın üzerine çullanan, kendi halinde ve kendi aşkında bir genç kişidir.

Demirtaş’ın Leylan’ının geçtiği kûçelerde, okul yollarında ve pencere diplerinde gürül gürül bir aşk çağıldar. Küçücük hayatlar içinde yaşanan, kavuşmayı ummayan, tutkulu ve çocuksu bir aşk. O yüzden de birdenbire o küçücük hayatların toplamında görülmemiş bir acı ve yıkım o sokaklara çöreklendiğinde ve Sur’da yer yerinden oynadığında, “Kendine Başbakan diyen bir adam ille de buraları ‘Toledo’ yapacağım diyerek bütün tarihimizi, anılarımızı, çocukluğumuzu başımıza yıktı” der Kudret.

Sevdiğini yakınına getiren küçük tesadüfü, “ekmeğinin bala düşmesi” olarak gören bir iyimserlik ve hafiflik romanın ilk bölümünün duygusal iklimini de belirler. Leylan beklenmedik bir hafiflik getiren bir roman. Dilsel, anlatısal ve türsel seçimler romanı bir uçtan diğer uca yalayıp geçen serinliğin ve hafifliğin kaynağı. Dünyanın en ağır meselelerini romanlarına kuş tüyü ile aktaran Italo Calvino, edebiyatın varoluşsal işlevini ‘hafiflikle’ açıklamıyor muydu zaten? Calvino’ya göre, edebiyat, “yaşamanın ağırlığına tepki olarak hafifliği arayış”tır (s.42).Calvino hafiflik arayışını, masallar üzerine çalışmış Rus halk bilimci Vladimir Propp’a göndermeyle bir şekilde kahramanın yer değiştirmesine de bağlar. Sözlü edebiyatta, masallarda kahraman hep “yer değiştirmektedir”. Çünkü “aranan nesne genellikle, yatay olarak çok uzakta veya dikey olarak çok yüksekte ya da çok derinlerde bulunan ‘’başka’ farklı bir yerdedir” (s.43).

Cezaevinde yazmanın kendisi başlı başına yaşamanın ağırlığından bir kaçış, bir hafiflik arayışı ve duvarları her yönden aşma çabasındaki bir ‘yer değiştirme’ değilse nedir? Demirtaş yazarak yer değiştiriyor. Kapatılamıyor. Tutsak alınamıyor. Öykü kitapları son yılların en çok satan kitapları arasında yerini aldı ve hızla başka dillere çevrildi bile. Şimdi de Leylan… Çünkü okurlar bir siyaset insanı olarak Demirtaş’ın zihin ve duygu dünyasını, hayallerini, özlemlerini ve hayatın siyaset dışı alanlarına dair düşüncelerini merak ediyor. Ondan gelecek sözü özlüyor. Kısacası gerçekten de Demirtaş’ı hapiste tutmak her geçen gün daha imkansız bir hal alıyor ve fatura kabarıyor.

Tutsaklıkta ve hapiste roman yazmanın romanın tarihi kadar eski bir tarihinin olduğunu da bu vesileyle hatırlayalım. Modern Batı romanının ilk örneği sayılan Don Kişot’u (1605), Miguel de Cervantes’in hapislik yıllarında kaleme aldığı bilinir. Bunun gibi İngilizce yazılmış ilk roman olan John Bunyan’ın Hac Yolunda (The Pilgrim’s Progress, 1678) adlı dinsel alegorisi de yine yazarı hapisteyken yazılmıştır. Bu eser en çok baskı yapan İngilizce eserdir ve 200’den fazla dile çevrilmiştir.

İKİ DİLİN ARASINDAKİ UÇURUMA DÜŞEN…

Romana dönecek olursak, Leylan dil, anlatı yapısı ve tür bakımından şaşırtıcı ve ustalıklı bir eser. Dil derken aslında daha çok birinci bölüme hakim olan esprili ve oyunlu dil ile genele hakim olan sarih ve akıcı dilden söz ediyorum. Birinci bölümde esmer kafasına vura vura Türkçe öğretilen çocukların, iki dilin arasındaki uçuruma düşerken kelimelere sımsıkı sarılmaktan başka çareleri olmadığını da görürsünüz. Türkçe yazan Kürtlerde sık rastladığımız anlatım ve ifade yetkinliği, mizah gücü ve dil oyunları özellikle birinci bölümde çok belirgindir: “Serap’ı ilk orada gördüm, labirentin içinde. İp atlıyordu kızlarla. İpin Kürtçesi ‘ben’dir. Göz göze geldik, ‘ben’ ayaklarına dolandı, yalpaladı, düşer gibi oldu; ‘ben’i tuttu sıkıca, bırakmadı.”

Anlatı yapısına gelince burada fazla aşina olmadığımız biçimde neredeyse apayrı iki kısımdan oluşmuş bir roman çıkıyor karşımıza. Diyarbakır kûçelerinde fırtına gibi esen Kudret’in aşkını anlatmaya nokta koyulurken, ikinci bölümde İstanbul’da Esenler Otogarı’nda yepyeni bir hikaye başlıyor. Otobüs terminalinden başlayınca bu hikayenin bir öncekine dönebileceği çeşitli yollar da tahayyül ediyorsunuz. Fakat okuyucu otogarda birdenbire beliren, beş parasız evini terk etmiş o genç kadını tanımaya çalışırken, hikaye daha daha uzaklara, orta yaşlardaki, başarılı beyin cerrahı Sema ile ihraç bir akademisyen olan kocası Bedirhan’ın üst-orta tabaka hayatlarına açılıveriyor. Romanın devamında bu hikaye başka hikayelerle kesişecek ve İstanbul’da da kalmayıp Zürih’e doğru uzun ve zahmetli bir yola koyulacaktır.

Romanın iki kısmının birbirine nereden ve nasıl bağlanacağı konusundaki gizemi başarıyla sürdüren anlatının, zamanı gelince hikayenin ayrı yakalarını sıkı bir Ahmet Kaya göndermesi ile birbirine teyellediğini söylemekle yetineyim. Romanın yayınına birkaç gün kala, Devran için yapılan okuma tiyatrosu üzerinden kendisini hedef alan saldırılara, Demirtaş’ın, “Fırlattığınız çatallar bıçaklar artık bizi yaralamıyor…” demesi, Ahmet Kaya’nın hikayesi ile kurulan özdeşliği de gösterir. Fakat ‘ötekinin ötekisini’ kimsesiz düştüğü yerde bularak ona anlatıda yer açan çok güzel bir Ahmet Kaya göndermesine rağmen, iki hikayeyi bağlamak konusunda tercihen gevşek bırakılmış bir teyel söz konusudur. Sosyoekonomik ve kültürel olarak uzak düşmüş hayat küreleri çoğu kez ancak ötekiler aracılığıyla birbirine değer. Fakat bu hayatların yeniden yakınlaşması veya iç içe geçmesi çoğu kez mümkün değildir. Kitabın anlatısal kurgusunu bu bakıma başarılı bulduğumu da eklemek isterim.

OHAL süreçlerinde bir yandan kurumsal/toplumsal kimliklerini kaybederken öte taraftan yeni politik özneler olarak tarih sahnesinde belirenler de romanın asli karakterleri arasındadır. Bu konuda ‘bizim mahalleyi’ iyi bir sürpriz bekliyor. Aynı konumu paylaşanlar arasında vazgeçenler veya yollarını ayıranlar da vardır. Romanın bu ayrılışa dair tutumunun ya da etik politik yargısının hararetli tartışmalara yol açacağını ve hatta ahlakçı bulunacağını da tahmin ediyorum. Ne de olsa, bir roman güncel bir meseleyi merkezine koyuyorsa o noktada yazarın düşünceleri ile karakterlerin düşünceleri arasında paralellik kurmak doğal ve kaçınılmazdır. Fakat bu noktada, yazarın bu konuya dışarıdan ve cezaevinden baktığı, çatışmayı ve yüzleşmeyi ise roman karakterlerinin en nihayetinde kendi bağlamlarında yaşadığı da düşünülebilir.

Leylan’ın açıldığı uzun yolculuklar bugünün dünyasının imkan tanıdığı yolculuklarla da sınırlı değil. Roman bir yandan “gerçekliğe” sımsıkı demirlemişken, bir yandan da o gerçekliğin sınırlarını “türsel” olarak aşarak ve bilimin imkanlarını geleceğe dönük bir gelişme tahayyülü etrafında ilerleterek, bilimkurgu türünün kodlarından da yararlanıyor. Zihin dünyaları ve “bilinçler” arasında “çoklu” ortamlar yaratma imkanı ve bu sayede hakikati ışığa çıkarma çabası şaşırtıcı, sürükleyici ve yenilikçi bir girişim.

Romanı okurken zihnin ve düşüncenin rüya benzeri durumlardaki işleyişine, bu özel işleyiş anlarında birbirinin yerine geçen kişilere, birden fazla anlamı yoğunlaşarak kendinde toplayan imgelere ve nesnelere tanıklık ediyoruz. Hakiki yaşantılarımızı “rahatsız eden” ve çoğu kez engellenmelerden ya da travmatik bir hafızadan kaynaklanan “farkında olmadığımız düşüncelerimizi” de yeniden fark ediyoruz. Romanda bunların “yek, du, sê, çar” diye diye arka planda yankılanan çarpma sesleriyle ilişkisini sezebileceğimiz çok an var…

Son olarak hakikati görmenin fiziki bir görme yetisini aşan boyutu, gören ve görmeyen meselesi de politik psikanalizden yararlanan bir edebi eleştirinin konusu olmak üzere romanda yerini alıyor.

Leylan her şeyden evvel görsel imgelemi güçlü biçimde harekete geçiren bir anlatı kuruyor. Leylan’ı sinemaya taşımak isteyenlerin çıkacağı kesin de ben daha çok beş ya da sekiz bölümlük bir televizyon dizisinin hikaye çizgilerini gördüm bu anlatıda. Bunu da belirtmeden geçemedim.

Haydi yek, du, sê, çar… Yolu açık olsun Leylan’ımızın. 

5057

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de  aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)

Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)

Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?

Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.

SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..

“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”

“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)

7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.

İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor

Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.

Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.

3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?

Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.

Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)

Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.

Emperyalizm Üzerine Notlar-7

Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler

Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve  bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde  emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.

Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek

Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.

Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi

Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)

Sayfalar