Salı Mayıs 7, 2024

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

 

“Bilginin iktidarla ilişkisi

sadece uşaklıkla değil,

hakikâtle de ilgilidir.”[1]

 

“Bu hükümet muhafazakâr demokrat bir hükümettir. Dünyanın hangi ülkesine bakarsanız bakın her iktidarın belli hedefleri vardır. O ülkedeki gençlik üzerinde, insanlar üzerinde hedefleri vardır. Anayasamızın 24. maddesini, bunu yazan çizenler şöyle bir açar okurlarsa, devlete nasıl görev verdiğini orada gayet iyi görürler. Bu devlet şu anda hükümetimizin elinde bir hedefe doğru yürüyor. (…) Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?”

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri, sanırım Türkiye’de eğitim-öğrenim alanında son yıllarda hızlanan gelişmelerin yönünü tayinde fazla söze gerek bırakmıyor. Ve bu ülkedeki tüm ilk/ orta öğrenimi ilgili taraflarla (öğretmenler, veliler, taban örgütleri, sendikalar vb.) en küçük bir istişarede bulunulmaksızın, sakar bir acullukla yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelen şu mahut “4+4+4” düzenlemesinin arkaplanındaki “devlet aklı”nı olanca açıklığıyla ortaya koyuyor: “Milli-manevî değerlere bağlı, bir istikameti ve bir meselesi olan” bir gençlik yetiştirmek. (Bu “istikamet” Başbakan tarafından sonradan “dindar ve kindar nesil” olarak tavzih edilecekti!).

Yıllardır ülkeyi yönetegelen “ılımlı sağ” hükümetlerden ne farkı var diye sorarsanız, on yıllık AKP iktidarı süresince devletin dümenindeki kontrolünü güçlendiren hırslı, acul ve gözükara “yeni burjuvazi”nin dünya tahayyülleriyle daha uyarlı bir uygulama bu. Bir yanıyla kamu hizmetlerinin maliyetini artan ölçülerde “kullanıcılara” yükleyerek kamu gelirlerini özel sektöre yönlendirilecek tarzda serbest bırakmayı öngören neo-liberal açgözlülükle yüklü… [Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, öğrenci maliyetinin bir kısmının devlet tarafından karşılanacağı, üstünün de aile tarafından tamamlanacağı bir özel okul formülü üzerinde durduklarını açıkladı, örneğin. “Sağlık alanında gerçekleştirilen sağlık hizmetinin büyük oranda özel sektörden alınmasını öngören ve büyük ölçüde işe yarayan uygulama”yı örnek göstererek. 1739 sayılı yasanın 22. Maddesinde yer alan “İlköğretim kız ve erkek bütün çocuklar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır” ibaresi bu amaçla kaldırılmadı mı?]

Diğer yanıyla ise, “ucuz ve mütevekkil emekçi kuşakları” üretmeye yönelik bir tasarımdır 4+4+4… Kur’an-ı, Sünnet’i, İslâm peygamberinin hayatını ezberlemiş, küçük yaşta tezgâha yönlendirilmiş bir “şükür nesli”… (“Cemaat” toplantılarında kendilerine sendikalaşmanın “günah” olduğunun söylendiğini aktaran Tuzla sanayi işçileri, Diyanet ile füzyona giren Milli Eğitim’de nasıl bir insan tipini biçimlendirmeye kalkıştığı konusunda yeterli fikir veriyor.)

A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Profesör Necla Kurul, “4+4+4 düzenlemesi, bir boyutuyla siyasal iktidarın, işçi ve emekçi sınıfların ve yoksulların sisteme yabancılaşmasının giderek artması nedeniyle bir şeylere sarılma ihtiyacını öngörür.” diyor. “Bir yandan kapitalizmin günahlarını öbür dünyaya havale ederken, aynı zamanda bu dünyada olan bitene ilgisiz dindar bir kuşak yetiştirmeye dönük bir projedir. Kapitalist yaşamlık alanın işsizlik, açlık, açıkta kalma ve güvencesizlik korkusunu, muhafazakâr yaşamla perdeleyerek ‘rıza üretmek’ yoluyla çocukların ve gençlerin sömürülmesi amaçlanıyor: Ucuz, eğitimli ve itaatkâr kuşaklara sahip olmak.” Haksız mı?

İlk ve orta öğretim de hâl böyle iken (öğrencilere tablet bilgisayar dağıtılmasını öngören “Fatih projesi”, okul binalarının satılmasına olanak veren düzenlemeler vb. “akçalı ve buram buram yolsuzluk kokan kalemlere ise yer darlığı nedeniyle değinemiyorum[2]) 2012 yılının eğitim/öğrenim alanındaki “sürprizi”, YÖK’ün tartışmaya açtığı “Yeni bir Yükseköğretim Yasası” taslağı oldu…

YÖK’ün değiştirilerek yükseköğrenimde yeni bir yapılanmaya gidilmesi girişimleri, TÜSİAD’ın “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı “ünlü” raporuna, yani 1994 yılına dayanır. O günden bu yana hepsi şu ya da bu nedenle akim kalan onlarca taslak, tasarı, proje üretilmiş olsa da, tümü yükseköğrenimin neo-liberalizmin talepleri doğrultusunda, piyasanın entegre bir unsuruna dönüştürülmesini öngören düzenlemeleri öngörmekteydi. Gökhan Çetinsaya’nın YÖK’ünün hazırladığı taslak da bu hattın dışında değil. Ancak MÜSİAD’cılar, TÜSİAD’ın “neo-liberal üniversite” hayalini hayata geçirmede bu kez çok kararlı gözüküyorlar. YÖK’ün “tartışılsın” diye yayınladığı taslak metnin gereklerini şimdiden hayata geçirmeye başlamışlar bile. Örneğin TÜBİTAK’ın öncülüğünde başlatılan “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi”… Endeks kriterleri arasında yer alan “ekonomik katkı ve ticarîleşme”, egemenlerin üniversiteye dair tasavvurlarını açıkça ortaya koyuyor. “Henüz yeni YÖK yasası çıkmamışken, üniversitelerimizin ticarileşmenin temel kriterlerden olduğu bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunu görmek şaşırtıcı. Biz henüz taslağı tartışıyor olsak da, hazırlıklar tamamlanmış gözüküyor,” diyor Raşit Tükel Hoca, şık bir “tecahül-ü arifane”yle…

Kurumsallaşmış üniversitelerin rektör ve dekanlarının, aralarında kentin vergi rekortmeni ya da üniversitenin en büyük bağışçısının bulunduğu, seçimine siyasal iradenin dâhil olduğu “ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar ver”me yetisiyle donanmış bir “Üniversite Konseyi”nce atandığı[3] bu yeni “girişimci, serbest piyasacı, rekabetçi, vb. vb.” üniversite modeline, çoğunu Abdullah Gül’ün atadığı rektörler “bile” karşı çıksa da,[4] korkarım atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti…

Aslına bakılırsa, taslağın, neden yeni bir üniversite yasasına gereksinim duyulduğunu anlatan ilk dört sayfasında tam 12 kez geçen sihirli sözcük, “rekabet”, bu “yeni” yönelişin “geist”ını olanca çıplaklığıyla açığa çıkartmakta. “Rekabet” kavramı üniversiteler alanına yabancı, piyasaya değgin bir terim, bilindiği üzere. Aslına bakılırsa, Bologna sürecinin de tetiklediği yeni yönelişin özü, tam da bu: yükseköğrenim kurumlarını piyasanın bir aparatı kılmak. Taslağın kendisi, baştan başa ibretlik, ve yükseköğrenim camiasında esaslı değerlendirmelere tabi tutuldu. Ama sanıyorum, onu en iyi, yine kendisi anlatıyor: Üniversitelerde “Bilgi Lisanslama Ofisleri” kurulmasını öngören bölümü okurken insan Yükseköğretim Kurulu’na ait bir metin değil, bir şirket faaliyet raporu okuyormuş duygusuna kapılmadan edemiyor:

“Ayrıca, Yükseköğretim kurumlarında Bilgi Lisanslama Ofisleri kurulması önerilmektedir. Amaçları arasında, araştırmacıların yapacağı tanıtım faaliyetleri ile bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirmek, pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleme çalışmalarını yürütmek, araştırma sonunda üretilen bilgilerin ticari potansiyelini belirleme çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgileri fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alma çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgilerin kullanıcı kişi, kurum ve kuruluşlara pazarlama, lisanslama veya devir ile transferini yapmak, bilgilerin sanayi şirketlerinde veya AR-GE merkezlerinde ürüne dönüştürülmesi çalışmalarına destek hizmetleri sunmak, bilgilerin satışından elde edilen gelirlerin yönetilmesi konularında faaliyet göstermek sayılabilir.”[5]

Evet, YÖK başkanının “bütün ideolojik mülahazalardan, misyonlardan arındırılmış bir yeni yükseköğretim alanı” yaratacağını söylediği yeni yasa taslağı, buram buram ideoloji kokuyor: üniversitenin mantığını tümüyle piyasaya tabi kılan ve yükseköğrenim kurumlarının ürettiği iki temel hizmeti (öğretim ve araştırma) tümüyle piyasaya endekslemeyi hedefleyen “neo-liberal ideoloji”…

 “Yeni Yükseköğretim Yasası taslağı”, Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda yükseköğretim gençliğine apansız bir kararla sunduğu “elma şekeri”ni de böylece boşa çıkarmış oldu: yükseköğrenim harçlarının kaldırılmasından söz ediyorum.[6] [Hakkını yememek için şu gerçeği teslim etmek gerek: birinci öğretim harçlarının kaldırılması, devlet üniversitelerini ikili bir açmazla karşı karşıya bırakmaya yönelikti: mali kaynakları açısından tümüyle hükümete bağımlı olmak[7] ya da açığını “piyasaya açılarak” kapatmak… Böylelikle iktidar partisi, YÖK kurulduğundan beri “parasız, bilimsel, anadilde eğitim” için mücadele eden öğrencilerin talebini nasıl üniversiteleri “terbiye” aracı olarak kullanabileceğini göstermiş oldu…]

Özetle, 2012 yılında eğitim-öğrenim alanında belirleyici gelişmenin, piyasanın dışında hiçbir kurum ya da alan bırakmamaya yeminli neo-liberal tasallutun, eğitim-öğrenimin tüm evrelerinde yeni mevziler kazanması olduğu söylenebilir. Bu “kazanım”ın devletin dümenindeki “İslâmcı burjuvazi” eliyle olması ise, eğitim sistemine yerel “İslâmî” rengini verecekti.[8]

 

30 Kasım 2012 15:35:44, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Sosyal Demokrasi, No:24, Aralık 2012…

[1] Thedor W. Adorno.

[2] İlişkin bir tartışma için bkz: Sibel Özbudun, “1 Mayıs’a Giderken, Eğitimde de ‘Ya Basta!’”, Kaldıraç, Nisan 2012, sayı 131, ss.70-76.

[3] Bozkurt Güvenç’in şu sorusu yerinde ve “taslak”ta karşılıksız kalıyor: “Konsey üyelerinin gazabından üniversiteyi kim koruyacak? Dekan ve rektör kendisini atayan konsey üyesi istemlerine karşı durabilecek mi?” (Bozkurt Güvenç, “YÖK’ün Önerdiği ‘Üniversite Konseyleri’…” Cumhuriyet, 13 Kasım 2012, s.2),

[4] İşte “yeni” üniversite modeline karşı görüş bildiren üniversiteler: Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Düzce Üniversitesi, Abdullah Gül Üniversitesi… (Sinan Tartanoğlu, “Üniversiteler YÖK’ün Taslağına Karşı Çıktı”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2012, s.5.)

[5] “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru”, http://yeniyasa.yok.gov.tr/files/ f4d9443230c3873365 db82f6212617 b1..pdf

[6] Aslına bakılırsa, Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Adnan Gümüş’ün Türkiye’de yükseköğretimin yüzde 70’inin “paralı” olduğunu sergileyen araştırması, “yükseköğretim harçlarının kaldırılması” manipülasyonuna verilmiş çarpıcı bir cevaptır. (Bkz. Halil İrmek, “Paralı Yükseköğretim”, Evrensel, 27 Kasım 2012, s.3.)

[7] Aslına bakılırsa şu haber, devlet bütçesinden üniversitelere aktarılan kaynak miktarının saptanmasındaki tercihlerin nasıl biçimlendiği konusunda açık bir fikir veriyor: “Üniversitelerin 2013 yılı bütçelerinde en büyük artışın ‘Necmettin Erbakan’ adının verildiği Konya Üniversitesi’nde olması dikkat çekti. (…)

2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası Tasarısı’na göre, üniversitelere ayrılan bütçe 2011 yılına göre yaklaşık 2 milyar TL artırılarak 15 milyar TL’yi geçti. Necmettin Erbakan Üniversitesi’ne bütçeden ayrılan pay, 9 kat artırılarak 15 milyon TL’den 145 milyon TL’ye çıkarıldı. (…) Devletten aldığı desteği kat kat artıran üniversiteler listesinde Necmettin Erbakan Üniversitesi’ni Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi ve İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi izledi. Diğer üniversiteler payını yaklaşık 1 kat artırırken bu üniversiteler desteğini 2 buçuk kat artırdı. Payını en çok arttıran yükseköğretim kurumlarından Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nin rektörü Prof. Dr. Metin Doğan’ın AKP Genel Sekreteri Haluk İpek’in eşinin kardeşi olduğu belirtilirken, Doğan’ın akademik kariyer basamaklarını çok hızlı tırmanması ve rektör olması tartışma yaratmıştı.” (N. Yasemin Yalım, “… ‘Üniversite’ Bitti!”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1306, 30 Mart 2012, s.18.)

[8] Bu “reng”in üniversitelerdeki son yansıması ise, “Mabetsiz üniversite kalmasın” sloganıyla, “hayırsever cemaatler ve Diyanet İşleri’nin işbirliğiyle tüm üniversite kampuslarına birer cami inşa edilmesi hamlesidir. (İrfan O. Hatipoğlu, “Mabetsiz Üniversite Kalmasın!”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2012, s.2.) Bundan sonraki adım, Çetinsaya’nın “ideolojisiz ve özerk” üniversitelerinin ders saatlerini ibadet saatlerine göre ayarlaması olsa gerek…

 

104636

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar