Salı Mart 19, 2024

Sibel Özbudun

Antropolog, Akademisyen, Sosyalist, Yazar!

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

 

İletişim :

sozbudun@hotmail.com

http://www.sibelozbudun.blogspot.com/

http://www.facebook.com/SibelOzbudun

https://twitter.com/Sibelozbudun

 

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Orhan Veli Kanık’ın, “Anlatamıyorum/ Ağlasam sesimi duyar mısınız,/ Mısralarımda;/ Dokunabilir misiniz/ Göz yaşlarıma, ellerinizle?”;[3] Nâzım Hikmet Ran’ın, “Ne güzel şey hatırlamak seni:/ Ölüm ve zafer haberleri içinden,/ Hapiste/ ve yaşım kırkı geçmiş iken,”[4] dizelerini anımsatan duyarlılıkla kaleme alınmış bir lahzada keyifle ve sarsılarak okuduk...

* * * * *

“Onun için…” (s.7) ithafıyla başlayan yapıt, bir yanıyla ilan-ı aşk sanki:

“Sevda rayihasi yayan/ Savruklu, kavruklu/ İki acı esintiyiz…” (s.16) diyor.

“Ilgıt ılgıt esersin/ Hücreme/ Ülkem kokulu tenin/ Doluşur birden/ Çepeçevre her yere…” (s.36) vurgusuyla pekiştirilen sevda yoğunluğunu “Ben ki sende bildim sevdayı/ Sende gördüm kavgayı/ Ve tutuşan yüreklerimiz gibi/ Sende tattım acıyı,” (s.103) beyanıyla pekiştiriyor.

Bu kadar da değil! “Sen ki/ İlk durağıydın hayatımın/ Her anıma damga vurandın/ Yıldızlı günlerime/ Işıl ışıl/ Ve pırıl pırıl damlayandın/ Nankörlük olur bunu unutmak/ İhanet olur/ Kalleşlik olur/ Unutmadım hiçbir zaman/ Seni/ Unutmayacağım/ Unutturmayacağım…” (s.100) ya da “Ne dil ile/ Ne gönül ile/ Anlatamam seni/ Bağışla beni…” (s.88) imkânsızlığıyla özdeşleşmiş tutkularla ütopyası iç içe geçiyor -çok ama pek çok şeyi tarif eden- “Sarı sen/ Kırmızı sen/ Yeşil sen…” (s.57) dizeleriyle…

Tam da burası Emil Cioran’ın, “Her şeye rağmen sevmeye devam ediyoruz ve bu ‘her şeye rağmen’ bir sonsuzluğu kapsıyor”; Halil Cibran’ın, “Aşk, mevsimlerin yardımı olmadan büyüyüp açan tek çiçektir”; William Shakespeare’ın, “İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar”; Metin Altıok’un, “İnsan, insana eklenmedikçe hiç bir anlam ifade etmez,”[5] saptamalarını anımsatır…

Aşk, sevda hayata anlam katar, yaşamı değerli kılar. Fuzuli, “Aşk imiş her ne varsa âlemde/ ilim bir kıyl ü kal imiş ancak,” diyerek aşkı tanımlamış; Eşrefoğlu, “Aşk odunu yanmayanın kalbi safi olmaz” teşhisini dillendirmiş; La Fontaine, “Sevgiyi insanları hayallere sürükleyen tutku” biçiminde tarif etmiş; Balzac da “Aşkın insanı alıp sürüklediği”ne dikkat çekmiştir.

Gerçekten de Seyrani’nin, “Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş kıyamete kadar sökülmez” deyişi boşuna değildir.

Aşk, insanın iyiye, doğruya, güzele mahkûmiyetidir; etkili, itici güçtür. Bu bağlamda Bernard Shaw, “Aşk insana ağırbaşlılık, güzellik verir,” diye yazarken; Nurullah Ataç da, “Aşk bizi bencilliğimizden temizler” öngörüsünü dillendirir.

Kimilerine “abartılı” gelse de, “Aşk varsa, gerisi teferruattır; insan(lık)ın içi aşkla, nefesle, şiirle dolarsa, sevincin de içi içine sığmaz.

Kolay mı? Öncesiyle sonrasıyla hayatımızı derin biçimde etkisi altına alan durumdur aşk!

“Nasıl” mı?

“Her aşk insan ruhunu zenginleştirir. Yenildikçe küçülen ekmek parçası değildir aşk, harcandıkça artan bir güçtür. Daima daha derinliğine, daima daha sık ve daima daha fazla fedakârlıkla sevmek, işte büyük gönüllerin çetin yolu”dur.[6]

Çünkü “Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır.”[7]

Bunlar Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’sinde tüm netliğiyle şiirine yansımışken; bir çocuk içtenliğiyle itirazın dizeleri birbirini izler…

* * * * *

“Çocukça yaşamak”tan (s.31) vurgusuyla, “Farklıydık oysa/ Maviden içkindik mesela/ Sevdadan içre” (s.15) der ve ekler: “Çıplak ayaklı, asi bakışlı/ Esmer çocukların/ Kalbindeki sevginin/ Tezahürüyüm/ Ben!” (s.56) “Vatanımı sordular bana/ ‘Yitik Ülke’ dedim”! (s.49)

Devamla “Acıdan pay çaldım/ Zulmün Çernobil’indeyim” (s.17); “Sanıyorlar ki/ İlelebet sürdürecekler/ Bu dayak, bu falakayı/ Bu zulüm, bu ölümü…” (s.20); “Tarihin sayfalarında görüldüğü gibi/ Bu devir kapanacak/ Bu çağ atlanacak/ Ve saraydaki şatafat/ Çocuk kahkahalarıyla sallanacak…” (s.23) haykırışıyla özetler insanlık hâl(ler)ine karşı net duruşunu…

Hasan Şeker’in karşı çıkışı; Cemal Süreya’nın, “Şiir bir karşı çıkma sanatıdır,” saptamasını anımsatır.

Evet şiir, insanlık hâl(ler)i felaketine “Hayır” demekle mükelleftir.

Çünkü “İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.”[8]

“İnsanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. Yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. Yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyorlar dalkavukluğa. Pohpohu bastınız mı, en gülünç, en yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar.”[9]

“Modern insan, kendisinden kopmuştur.”[10]

“Gerçeklik insanın şu ya da bu şekilde içinde bir bitki gibi yaşadığı ve yaşayacağı bir zindandır.”[11]

Özetle: “Dünya sallanıp sarsılıyor, biz bu kalın duvarlı evin içinde işgüzar ve epeyce de heyecanlı vızıldayıp duruyoruz.”[12]

Şiir bu hâle karşı çıkmalıdır.

Çünkü Sabahattin Ali’nin, “Fakat dünya insan olmayan insanlarla doludur”; Louis Aragon’un, “Sakın görünüşe aldanma, görünüşte herkes insandır”; Albert Einstein’ın, “İnsanlar arasında kendi gözüyle gören ve kendi yüreğiyle hissedenler çok azdır”; Özdemir Asaf’ın, “İnsanlar, insanların içinde insana hasret yaşarlar,” betimlemeleriyle malûl tablo insan(lık) dışıdır ve de Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle, “Bir insan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”

* * * * *

“Neresi olursa olsun/ Bir yerde apaçık zulüm varsa/ Onu ifşa etmeli insan/ Ve kabul etmemeli bunu/ Bilakis, isyan bayrağı çekmeli!” (s.128) dizelerindeki üzere, sorgulayan duyarlılığı ile Hasan Şeker’in kitabı bir kez daha Ülkü Tamer’in, ‘Şiir İçin Cevaplar’ını doğrulamaktadır:

“Şiir ölümün gölgesidir,/ yaşamanın örtüsü./ Çocuğun savunmasıdır şiir.//

Şiir ateşin habercisidir,/ yangının kundakçısı./ Yanardağın üstündeki kuştur şiir.”

 

12 Nisan 2023, 20:16:41, İstanbul.

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:262, Mayıs 2023…

[1] Veysel Çolak, “Aslıhan Tüylüoğlu Veysel Çolak ile Eskimiyen İçin Görüştü”, 23 Haziran 2020… https://eskimiyen.com/siirsiz-toplum-eksik-siirsiz-insan-yalnizdir-aslihan-tuyluoglu-veysel-colak-ile-eskimiyen-icin-gorustu/

[2] Hasan Şeker, İki Acı Esinti, Ar Yay., Şubat 2023, 129 sahife.

[3] Orhan Veli Kanık, Garip, Şiir Hakkında Düşünceler ve Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli’den Seçilmiş Şiirler, Yapı Kredi Yay., 2014, s.58.

[4] Nâzım Hikmet Ran, Henüz Vakit Varken Gülüm, Yapı Kredi Yay., 2008, s.46.

[5] Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, Kırmızı Kedi Yay., 2006, s.126.

[6]  “Ben benim, sen sensin; biz yalnızca aşkta tekiz.” (Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974, s.81.)

[7] Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev: Işıtan Gündüz, Say Yay., 1981.

[8] Fyodor Dostoyevski, Budala, çev: Ayhan Aktar, Güven Yay., 2008.

[9] Molière, Cimri, çev: Sabahattin Eyüpoğlu, İş Bankası Yay., 2006.

[10] Allan Megill, Aşırılığın Peygamberleri-Nietzsche Heidegger Foucault Derrida, çev: Tuncay Birkan, Say Yay., 1998.

[11] Cesare Pavese, Yaşama Uğraşı, çev: Cevat Çapan, E Yay., 1984.

[12] Ingmar Bergman, Büyülü Fener, çev: Gökçin Taşkın, Afa Yay., 1990, s.42.

 

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

ırksal üstünlük fantezileri ve toplumsal arılığa yönelik tasfiyeci politikalar sayılabilir.”[1]

 

Aslında sayıları dört değil. Daha birçokları var: kimi iktidarda, kimi ülkelerinin parlamentolarında en büyük muhalefet parti ya da cephesinin başında yer alıyor. Akademik yazın onları 21. yüzyılın “sağ popülist liderleri” olarak tanımlıyor. Ben “neofaşist” tanımının daha uygun olduğu kanısındayım. İki nedenler:

1. “Popülizm” yaftasını yeğleyenlerin “sağ-sol popülizm” nitelemeleriyle, örneğin Chávez ile Trump’ı aynı kefeye koyma ve bu yolla da “liberal demokrasi”yi aklama gibi bir gündemden hareket ettiklerini düşünüyorum.

2. Ve yine, “popülist” liderler tarafından yönetilen ya da bu tip hareketlerin etkili olduğu ülkelerde parlamentoların işlediği, seçimlerin yapıldığı, “gaz odaları”nın mevcut olmadığı vb. gerekçesini öne sürüp “popülizm” (ya da otoriteryanizm vb.) yaftasını yeğleyenlerin, faşizmin bir moment değil bir süreç olduğunu, ve daha da önemlisi, ilk örnekleriyle yukarıdaki Giroux alıntısında da belirtildiği üzere özdeş olmasını beklemenin anlamsız olduğunu gözden kaçırdıklarını düşünüyorum. Az ileride açımlamaya çalışacağım üzere, kapitalizm var oldukça faşizm (ya da en azından ona mündemiç öğeler) de su yüzüne çıkmak üzere bekleyen bir ihtimal olarak her zaman vardır…

Bu yazının son bölümünde kapitalizmin günümüzdeki hâli, neoliberalizm ile (neo)faşizm arasındaki bağıntıları açımlamaya çalışacağım. Böylelikle 21. yüzyılın başlarına damgasını vuran bir “muamma”yı, yani İtalya (Meloni), Brezilya (Bolsonaro), Hindistan (Modi), Rusya (Putin), ABD (Trump), Macaristan (Orbán) ve Türkiye (Erdoğan) gibi çok farklı coğrafyalarda, birbirinin neredeyse karbon kopyası özellikler gösteren sağcı, otoriter, popülist, şoven, dinbaz, “maço” demagogların hemen eşzamanlı olarak yükselebildiği arkaplanı belirginleştirmeyi umuyorum.

Ama önce bu yazı bağlamında dört farklı iklimden seçtiğim ve muadilleri açısından “temsilî” olduğunu düşündüğüm “Mahşerin Dört Atlısı” şahsında “kim” ve “ne” olduklarına bakalım…

 

Latin Amerika’dan Jair Bolsonaro…

 

Brezilya, asker kökenli yöneticilere yabancı değildir. 1889’da monarşinin yıkılmasının ardından göreve gelen ilk devlet başkanı, Manoel Deodoro de Fonseca, bir mareşaldi. Onu izleyen Floriano Peixoto da bir general… Ülke 1964-1985 yılları arasında generaller tarafından yönetildi.

Ancak Jair Bolsonaro Brezilya tarihinde, asker kökenli olmakla birlikte, yüksek rütbeli olmayan tek devlet başkanı. Yüzbaşı iken, “aşırı ekonomik ve mali hırsı” nedeniyle ordudan atılmış[2]… Ardından politik sahnede bulmuş kendisini. Parlamentoda kalmayı başardığı 29 yıl boyunca, O parti senin, bu parti benim derken 9 parti değiştirmiş... Politik kimliğini belirleyen iki vurgusu var: paranoyak bir antikomünizm ve rütbesiz-düşük rütbeli askerlerin, polislerin ve diğer güvenlik görevlilerinin çıkarlarının savunuculuğu. Neoliberal ekonomi-politikaların daha da kırılganlaştırdığı Brezilya’nın demokrasi sahnesinde, demokrasiye güvenmediğini açıkça ilan eden, dikta rejimlerine övgüler yağdıran, 1964-85 yılları arasındaki askeri rejimi “yeterince ileri gitmemekle” eleştirip, “Ben olsaydım askeri rejimin yapmadığı işi yapıp 30.000 kişiyi öldürürdüm…”[3] diyebilen deklare bir faşist. Brezilya siyasal tarihinin belki de en “grotesk” lideri… Nam-ı diğer, “tropikal Trump”…

Brezilya İşçi Partili (PT) Devlet Başkanı Dilma Roussef’in mesnetsiz yolsuzluk iddialarından kalkınan bir “yargı darbesi” ile düşürülmesinin (2016) ardından, 2018 seçimlerinin ikinci turunda, oyların yüzde 55’ini alarak devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Başını çektiği antikomünist çığırtkanlık (“ılımlı bir sosyal demokrasi”yi savunan ve iktidara geldiği 2002 yılından iktidardan düşürüldüğü 2016’ya dek ılımlılaştırılmış neoliberal politikaları uygulayan İşçi Partisi’nin komünizmle uzak-yakın hiçbir ilişkisi olmamasına karşın) işe yaramış, Brezilya halkı 2008 krizinden bu yana ülkenin yakasını bırakmayan resesyonun faturasını İşçi Partisi’ne kesmişti.

Başkanlık yemin törenine üstü açık bir Rolls Royce ile gelen ve törende “aileyi korumaya, eşcinsellikle ve komünizmle mücadele etmeye”[4] yemin eden, ve -tabii ki ilk alkışçısı Donald Trump olan- Bolsonaro’nun iktidarının dört sacayağına dayandığı belirtilir:

Ordu: İktidara geçer geçmez Bolsonaro’nun yaptığı ilk iş, hükümetini askerlerle doldurmak oldu. “Şu ana kadar etrafına generalleri topladı. Onun Savunma Bakanı, askeri diktatörlükten bu yana bu göreve getirilen ilk asker olacak olan emekli General Augusto Heleno oldu. Başkan yardımcısı başka bir general olacak; Hamilton Mourao. Bunların yanı sıra parlamento seçimlerinde başarılı olan PSL adaylarından çoğu ordudan gelen kişiler. Bolsonaro’nun kalelerinden olan Sao Paulo’da parti 15 sandalye kazandı, bunlardan dokuzunda subaylar oturuyor.”[5] Ordu desteği yetmemiş olacak ki Bolsonaro özellikle oğlu senatör Flavio Bolsonaro aracılığıyla paramiliter desteği de arkasına alacaktı.

Aşırı sağcı/faşizan ideologlar ve propaganda: Bu bahiste Bolsonaro’nun “guru”su, kendinden menkul “filozof” Olavo de Carvalho’dan ve onun tilmizlerinden söz etmek gerek. Bolsonaro’nun dışişleri bakanının ilk resmi açıklamasında, “Başkan Jair Bolsonaro’dan sonra Brezilya’nın deneyimlediği devasa dönüşümün en etkili ismi”[6] diye tanımladığı Carvalho, Bolsonaro döneminde dışişlerinden eğitime, ekonomiden çevre sorunlarına, tüm sürece damgasını vuran paranoyak siyasanın mimarıdır: solcuların, uluslararası kurumların, muğlak “küresel güçler”in ülkenin bütün kurumlarına, toplumsal yaşamın her alanına sızarak yıkıcı faaliyetlerini sürdürdüğü, ülkenin ancak “güçlü bir lider” eliyle sürüklendiği felaketten kurtarılabileceği yolundaki komplo teorisi… Carvalho’nun (ve hempalarının) Bolsonaro’nun tüm atamalarında, aldığı tüm kritik kararlarda etkili olduğu aktarılmaktadır.[7]

Bu faşizan akıl hocaları, aynı zamanda usta sosyal medya kullanıcılarıdır da. Facebook, Twitter WhatsApp gibi uygulamalardan İşçi Partisi’ne yönelik nefret söylemiyle yüklü mesajları yayarken, örneğin Bolsonaro’nun seçimlerdeki rakibi, İşçi Partisi adayı Haddad’ın ensesti savunduğu, muhaliflerini öldürtmeyi planladığı vb. yollu düzmece haberleri yayıyorlardı. Uluslararası Basın Özgürlüğü ödülüne layık görülen Brezilyalı gazeteci Patricia Mello Bolsonaro’yı destekleyen “trol ve bot’lar ordusu”ndan ve bunlara dökülen milyonlarca dolardan söz edecek (ve tabii bu teşhirleri nedeniyle taciz ve tehditlere hedef olacak)tır.[8]

Evanjelik Hıristiyanlık: Evanjelik Hıristiyanlık, yakın zaman öncesine dek nüfusunun yüzde 90 kadarı Katolik olan Brezilya’da hızla yayılıyor. Anket ve araştırmalar, son derece reaksiyoner motiflerden hareket eden köktendinci Evanjelikler ile tutucu Katoliklerin büyük bölümünün Bolsonaro’yu desteklediğini ortaya koymaktaydı. Bolsonaro’nun kürtaj, LGBTQI+ hakları, feminizm, Afro-Brezilyalı ve yerli hakları, çevrenin korunması gibi başlıklarda sergilediği açık düşmanlık, bu kesimlerin onun arkasında hizalanmasına yol açtı. Sık sık dile getirmekten hiç çekinmediği nefret söylemi: “Kadınlar evde otursun…” “Sana tecavüz etmek aklımdan geçmez, buna değmezsin…” “Oğlumun gay olacağına mezarda olmasını tercih ederim…” “Bir quilombo’yu (Afrika kökenli kaçak kölelerin torunlarının kurup yönettikleri cemaatler - b.n.) ziyaret etmiştim. Afrika kökenlilerin en hafifi yedi arroba (yaklaşık 100 kg.) çekiyor. Hiçbir şey yapmıyorlar! Üremeye bile yaramazlar.”[9]

Serbest piyasa(cılık): Ancak Bolsonaro’nun en büyük destekçisi, hiç kuşku yok ki en gözükara uygulayıcısı olduğu neoliberal politikalardan nemalanan iç ve dış sermaye idi. Bolsonaro’nun maliye bakanı Paulo Guedes kamu harcamalarını alabildiğine kısıp emeklilik yasasını gerek emeklilik yaşı, gerekse maaş ve diğer haklar açısından kuşa çevirirken, büyük sermayeyi vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle ödüllendiriyor, kamu mülklerini haraç mezat özelleştirmeye açıyordu. Çevre bakanı Ricardo Salles ise Dilma Roussef döneminde kabul edilmiş çevre koruma önlemlerini ilga ediyor, Amazon ormanlarını sığır yetiştiricileri, soya çiftlikleri, kereste şirketlerinin yağmasına açıyordu. Böylelikle, Brezilya Amazonu’nda bir yıl içinde orman yangınları yüzde 85 artacak, yalnızca 2019’un Haziran ayında her 1 dakikada, beş futbol sahası çapında alan yakılarak tarıma açılacaktı. “Bu, bir önceki yılın aynı ayına kıyasla yüzde 278 artış demekti.” [10] Bolsonaro iktidarında 20 bin kilometre karelik Amazon ormanı, katledildi![11]

Uluslararası sermaye, Bolsonaro’dan hoşnutluğunu “coşan” borsa ile gösterdi. Economist dergisi, Bolsonaro’nun birinci yıl icraatını, “Brezilya’nın küresel imgesi kötüledi, ekonomisi iyileşti” cümlesiyle değerlendirecekti.[12]

Tabii ekonomi, hayvancılık, kereste, soya vb. alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu firmalar, mali sermaye, ülkenin kamu mallarını ucuza kapatan yerli-yabancı şirketler, kitlesel işten çıkarmalar, sosyal harcamaların kısıtlanması gibi nedenlerle ucuzlayan işgücü maliyetinden yararlanan şirketler için “iyileşmişti”. 2021 yılında tarihsel bir rekor kırarak yüzde 14.2’ye varan işsizlik oranının (15 milyon işsiz), yoksulluk sınırı altında yaşayan 30 milyon, açlık sınırı altındaki 19 milyon ve yüzde 8’i aşan enflasyon ile, emekçilerin ve halkın “ekonomisi” dibe vuracaktı. Bolsonaro’nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ve Brezilya’ya Covid-19’un dünyanın en kötü yönetildiği ülkelerden biri unvanını kazandırdığı pandemi sürecinde çöküş, katmerlendi. “Ben rakamları ciddiye almıyorum”, “hepimiz birgün öleceğiz” diyen Bolsonaro’nun kamu sağlığı için tek kuruş harcamaya niyeti yoktu; sonuç, pandemi sürecinde Covid-19’dan 700 bini aşkın Brezilyalı’nın yaşamını yitirmesi oldu.

Sonrası… Pandeminin hemen ardından gelen seçimler, Bolsonaro’yu (şimdilik) sahnenin dışına itti. “Şimdilik” diyorum, çünkü 2022 Ekim’inde gerçekleşen Başkanlık seçimini Bolsonaro, Luiz Inácio Lula da Silva karşısında tahmin edilenin tersine, “kıl payı” bir farkla kaybetmişti: Lula’nın yüzde 50,9’una karşılık, yüzde 49.1… Bolsonaro yandaşlarının sokaklara dökülmesi, Kongre, Yüksek Mahkeme ve Başkanlık Sarayı’nı basmaları işe yaramadı, Bolsonaro görevi Lula’ya devretmeyi reddederek her ıskarta diktatörün son durağında, ABD’de aldı soluğu…

 

Bir Amerikan Kâbusu: Donald Trump

 

Bolsonaro’nun şanssızlığı, ABD’deki “rol modeli” Donald Trump’ın, iki yıla yakın bir zaman önce, tıpkı kendisi gibi seçim kaybedip, bir de üstelik darbe girişiminde bulunduktan sonra etkisini -en azından bir süreliğine- yitirmiş olmasıydı…

Ama gelin öyküyü başından alalım…

Donald Trump’ın 2016’daki seçim zaferi, tüm kamuoyu araştırmacılarını, siyasal analistleri, TV yorumcularını, anaakım siyasetçileri şoka uğrattı. Çünkü makroekonomik veriler, hiç de fena gözükmüyordu: sıfıra yakın işsizlik, kesintisiz büyüme… 2016 seçimlerini iktidardaki parti, Demokratların alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Kimsenin aklına Amerikan taşrasında umudunu yitirmiş milyonların hissiyatı gelmemişti anlaşılan. Oysa 2008-2012 resesyonu özellikle zeminin ayakları altından kaymakta olduğunu hisseden düşük eğitimli, beyaz orta-alt sınıfı derinlemesine etkilemiş, statükoya güven yitimi zirve yapmıştı. “Büyük Göller yöresi, Kuzeybatı ve Ortabatının paslı kuşak eyaletlerinde bir zamanların sınai zaferleri ve istihdam olanakları artık yerini yıkım ve umutsuzluğa bırakmıştı. ‘Küreselleşme’ artık kirli bir sözcüktü”[13] Trump’ın seçim zaferinden sonra uğradıkları “şok”tan sıyrılmaya çalışan üniversite ve enstitüler, gözlerini özellikle taşradaki beyaz orta ve alt sınıflara çevirdiklerinde “acı” gerçeklerle karşılaştılar: Amerikalıların yaklaşık yarısının geliri son 30 yılda ya sabit kalmış ya da düşmüş; 10 milyon kadar Amerikalı 2008 krizinin ardından evini yitirmişti; eşitsizlik 1910’dan bu yana en yüksek seviyedeydi. Amerikalıların yüzde 59’u beklenmedik 500 dolarlık bir gideri karşılayabilecek durumda değildi; yüzde 17’si haftada 60 saatten fazla çalışıyordu. “Bütününde işlerin yolunda olduğu bir ülkede -ama eğer bir parçası değilseniz, işlerin iyi gidiyor olması ne anlama gelir ki?- bu umutsuzluk topraklarında isyan rüzgârları esiyordu. Belirtileri başarılı olanlara duyulan nefret, farklı olandan korku, yitirecek bir şeyi olmama duygusu ve bir kurtarıcının zuhuru beklentisi idi.”[14]

Küreselleşmenin konumunu zaafa uğrattığı, kapanan fabrikaların işsiz ve vasıfsız bıraktığı, sosyal güvencelerinden bir bir yoksun kılınan taşra Amerika’sının beyaz işçileri, küçük işletme sahipleri, ürünleri küresel pazarda rekabet edemeyen çiftçiler, durumlarının sorumluluğunu kendilerini görmezden gelen, aşağılayan elitlere ve “hırsız, tecavüzcü, işlerini ellerinden alan” göçmenlere yükleyen, lafa gelince küresel şirketlere kafa tutan, “Amerika’yı yeniden büyük yapma”ktan dem vuran bu TV yıldızı, ağzı bozuk mültimilyarderin arkasına dizildi. Trump göçmen akışını durduracak, ticaret anlaşmalarından çekilecek, korumacı önlemler, vergi indirimleri ve çeşitli teşviklerle “yerli” sermayenin yatırımlarını ülkeye yöneltmesini sağlayacak, böylelikle de istihdam hacmini genişletecek, kısacası “yerli ve milli politikalar” uygulayacaktı…

Donald Trump 2016 seçimlerini yüzde 1’lik bir çoğunluk ile aldı. Başkanlık koltuğuna oturur oturmaz, zücaciyeci dükkânında debelenen fil misali, “müesses nizam”ı, kurumları kırıp dökmeye koyuldu. Ülkeyi kendi şirketlerini yönettiği gibi yönetmeye kalkışıyordu: güçler ayrılığı ilkesine boş vererek, bürokratları baypas ederek, etrafına eş-dostlardan, akrabalardan oluşan bir “çevre” toplayarak[15] (“göreve başlar başlamaz ilk işi kızı Ivanka ile damadı Jared Kushner’i başdanışmanlığa atamak oldu. (…) Beyaz Saray’da personel olarak atadığı diğer kişiler de kendi arkadaş ve akrabalarını göreve getirdi. Örneğin basın sekreteri Kayleigh McEnany’nin baş asistanı kocası Sean Gilmartin’in kuzeni Chad Gilmartin idi. Trump ayrıca 2018 başlarında, aylar boyu Kushner’in yabancı hükümet görevlileriyle içli dışlı ilişkiler içinde olduğu yolundaki kuşkularını dile getiren genelkurmay başkanı John Kelly’e, damadına çok gizli düzeyde güvenlik belgesi verilmesi konusunda talimat verecekti.”[16]), yargı mekanizması üzerine baskı uygulayarak…

“Yalan” Trump’ın yönetim araçlarından biriydi: Washington Post, görev süresi sona erdiğinde Trump’ın başkanlık dönemi boyunca 30 573 kez yalan söylediğini hesaplayacaktı. Günde ortalama 21 yalan![17] Destekçileri pek aldırmıyordu.

Diplomasi Trump’ın üzerinde tepindiği bir başka alandı. Ülke liderleriyle ABD Dışişlerini es geçerek doğrudan ve kişisel ilişkiler kuruyor, görüşmelerinde kendi mutemetleri dışında resmi çevirmen kullanmıyor, tutanak tutturmuyor ve dış politikayı kendi çıkarları doğrultusunda eğip büküyordu: Örneğin ABD’nin Rusya karşısında desteklediği Ukrayna’ya Kongre’den onaylanmış askeri yardımı, Ukrayna hükümetinin, Biden’ın bir Ukrayna şirketinde yöneticilik yapan oğluna karşı soruşturma açması koşuluna bağlayabiliyordu…

ABD hükümetlerinin insan hakları konusundaki çifte standartlılığı malum. ABD ile uyumlu davranan iktidarların kendi halklarına karşı uyguladığı vahşet genellikle görmezden gelinirken, ABD çıkarlarına ters düşen hükümetler “zalim, diktatör, otokrat vb.” ilan edilerek yaptırımlara hedef olur. Ancak Trump’ın “insan hakları” sicili, ABD yönetimini dahi çileden çıkartacak ölçüde bozuktu: Meksika ile ülkesi sınırına ördürdüğü duvardan geçmeye çalışan kaçak göçmen ailelerden koparıp ülkenin iç kesimlerine evlatlık verdiği çocukların çoğu hâlâ anne-babalarıyla buluşturulamadı. Yurt içinde ülkedeki faşist yükselişe karşı protestolarını yükselten gruplara yönelik polis ve sivil faşist saldırılarına, siyahilere yönelik cinayetlere karşı kılını kıpırdatmıyor, dahası, saldırganlara alkış tutuyordu.

Trump’ın “kadın düşmanlığı” biliniyor. Kadınlara ilişkin cinsiyetçi yorumlarıyla dağlar devirirken (Hillary Clinton için: “Eğer Hillary Clinton kocasını tatmin edemiyorsa, Amerika’yı tatmin edebileceğini nasıl düşünüyor?” Kim Kardashian için: “Vücudu güzel mi? Hayır. Kıçı büyük mü? Kesinlikle.” Me too hareketi için: “Sonuna kadar inkâr edip bu kadınları püskürtmelisiniz. Eğer herhangi bir suçlamayı kabul ederseniz, ölürsünüz… Güçlü olmalısınız. Saldırgan olmalısınız. Var gücünüzle yüklenmelisiniz. Sizin için her söylediklerini inkâr etmelisiniz. Asla kabullenmeyin.” Kızı Ivanka Trump hakkında: “Güzel bir vücudu var. Kızım olmasaydı onunla flört ederdim.” Vb. vb.[18]) pratiğiyle de yaşamı kadınlar için daha da sürdürülmez kılıyordu: Kürtaj karşıtı seferberlik, patronların kadınlara eşit ücret verdiklerine ilişkin kontrol mekanizmalarının ilgası, yükseköğrenimde cinsel taciz iddialarının soruşturulmasına ilişkin yönetmeliklerin kadın öğrenciler aleyhine değiştirilmesi, sağlık hizmetlerinde ayırımcılığa yönelik önlemlerin gevşetilmesi vb.[19]

“Muhafazakâr”, “köktendinci” Trump, kadın düşmanı olduğu kadar, LGBTI düşmanıydı da. İktidara gelir gelmez ilk icraatlarından biri, Obama döneminde yürürlüğe girmiş olan, ortaöğretimde trans bireylere destek programını iptal etmek oldu. Ardından trans bireylerin askerlikten yasaklanması geldi. Bu adımı, Sivil Haklar Yasası’nın cinsiyet temelli ayırımcılığı yasaklayan maddesinin “cinsiyet” kavramını biyolojik temelde yorumlayan karar ve uygulamaların teşvik edilmesi izledi: kişinin kadın ya da erkek olduğu için bir işe alınmaması, bir ayırımcılık sayılacak, ancak trans olduğu gerekçesiyle reddedilmesi, biyolojik cinsiyete gönderme yapmadığı için, “ayırımcılık” sayılmayacaktı.[20]

Ve bir “çevre katili”: “Yerli sanayi”nin teşviki, hiç kuşku yok ki çevrenin korunmasına yönelik tüm yasa ve yönetmeliklerin ayaklar altına alınmasını gerektiriyordu. Trump da tam öyle yaptı. “İklim değişikliğine inanmadığı” vurgusuyla, Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi; petrol ve doğalgaz çıkarımını sınırlayan/denetleyen önlemleri gevşetti; Obama döneminde yürürlüğe sokulan ve sera gazı salınımını azaltmayı hedefleyen “Temiz Enerji Planı”nı değiştirdi; Arktik yaban yaşam alanını doğalgaz arama çabalarına açtı; kirlilik denetim kurallarını gevşetti; Tehlike Altındaki Türler Yasasındaki tanımları değiştirdi; Cıva ve hava toksik standartlarını değişikliğe uğrattı[21]

Trump bu uygulamalarıyla, Amerikan toplumunun en ırkçı, köktendinci, reaksiyoner, erkek-egemen, faşizan unsurlarını merkeze taşıdı. Çay Partisi, Alt-Right, Neo-naziler, Ku Klux Klan, Evanjelikler, “Aryen” örgütler… Cumhuriyetçi Parti’yi etkileri altına almış, iktidar organlarında doğrudan söz sahibi hâline gelmişlerdi.

Yabancı gelmiyor, değil mi? Devam edelim.

Bu kesimlerin Trump yönetiminde edindikleri kazanımları terk etmeye hiç de niyetleri olmadığını, “reis”lerinin Demokrat Parti adayı Joe Biden’a seçimi kaybetmesinin hemen ardından, 6 Ocak 2021 günü başkent Washington’da Kongre binasına yaptıkları baskınla gösterdiler. Capitol Hill’de darağaçları kuruldu, yüzleri gözleri boyalı, Nazi dövmeleri taşıyan, elleri sopalı güruh, Kongre binasına dalarak Demokrat partili senatör avına girişti… İddialarına göre Demokratlar seçimleri “çalmıştı”; üç gün süren ayaklanma, beş kişinin hayatına mal olacaktı. İzleyen soruşturmalar, Trump’ın isyancıları teşvik ettiğini ortaya koydu. Ancak Cumhuriyetçi Parti’nin engellenmesi sonucu, bu suçlamadan yargılanamayacak…

Trump 2020’deki seçimleri Biden’ın 81 milyon oyuna karşı, 74 milyon oyla kaybederken, dört yıl öncesine göre oylarını 11 milyon arttırmıştı.. Şimdi sindiği köşede, 2024 seçimlerini bekliyor… Ama bu kadar da değil: hâkim kıldığı gerici iklim, birçok eyalette faşizan yasaların kabul edilmesini sağlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin kürtajı anayasal teminat konusu olmaktan çıkartması sonucu, eyaletlerin kürtajı yasaklamaya başlaması, bu yönelişin göstergelerinden sadece biri. Ama pek bilinmeyen başka göstergeler de var: Örneğin 45 eyalette protesto gösterilerini kriminalize eden 230 yasa kabul edildi. 29 eyalet okullarda ırkçılık ve cinsiyetçilik konularının işlenmesini yasaklayan yasa tasarıları sunulurken, 13 eyalette bu yasaklar yürürlüğe girdi.[22]

 

AB’cilikten “liberal-olmayan demokrasi”ye: Victor Orbán

 

16 Haziran 1989’da Budapeşte’deki Kahramanlar Meydanı’nda 1956 Ayaklanması günlerinin Başbakanı Imre Nagy onuruna düzenlenen “ikinci cenaze töreni”nde uzun saçlı, kot pantolonlu bir genç adam meydanda toplanmış 250 bin kişiye seslendiğinde, adını bilen yoktu, ama genç adamın Sovyet birliklerinin Macaristan’dan çekilmesi ve serbest seçimler çağrısı kalabalıkları derinden etkilemiş ve 1990’da çok partili sistemin ilk Meclis’inin yolunu açmıştı.

Bu, Victor Orbán’ın siyaset sahnesinde ilk boy gösterişiydi. Bugüne dek oradan hiç inmedi - çizdiği politik zikzaklara rağmen…

Mayıs 1963’te Budapeşte’ye bir saat uzaklıktaki bir köyde Protestan bir çiftçi ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Dindar, hatta dinle uzaktan yakından ilgili değildi, ama bu, sonraki yıllarda Hıristiyan değerlerin savunucusu pozlarına bürünmesine engel olmayacaktı.

Budapeşte’deki hukuk öğreniminden sonra George Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın bursuyla İngiltere’ye gitti. “Açık Toplum”un iyi bir öğrencisi olduğunu, yurda dönüşünde liberal bir parti olan Özgür Demokratlar İttifakı’na katıldı. Ama hırsları, gençlik kollarında oyalanmasına elvermiyordu. Kısa süre sonra kendisi gibi genç liberal antikomünistlerle birlikte Macar Sivil Birliği Fidesz’i kuracaktı: “özgürlükçü”, sivil, serbest piyasacı, (neo-)liberal… Sovyet sisteminin göçtüğü 90’ların büyülü birleşimi…

Ama bu pazarda çok satıcı vardı: eski komünist yöneticilerin bile bir kısmı liberalliğe, serbest piyasacılığa soyunmuştu! Orbán’ın bu alanda ikincil, üçüncül rollerden ötesini kapamayacağı belliydi… Eski muhafazakâr başbakan, Macaristan Demokratik Forumu’nun kurucusu József Antall’ın Aralık 1993’deki ölümü, Macaristan sağında büyük bir boşluk bırakacaktı. Orbán’ın kısa sürede getirilerini kavrayarak doldurmaya soyunacağı bir boşluk… AB muhibbi, “liberal” Fidesz, “milliyetçi ve muhafazakâr” bir partiye dönüştürülecekti.

Bunun için önce, ülkeyi “totaliter diktatörlük”ten piyasa ekonomisi ile yönetilen, NATO üyesi “özgür bir toplum”a dönüştüren liberal muhalifler kuşağı Vaclav Havel, Adam Michnik vb.) ile köprüleri atmak gerekiyordu. Orbán bunu, 1989 dönemecini geçmişle gerçek bir kopuş değil, “liberal muhaliflerle sosyalistlerin (eski KP üyeleri) uzlaşması” ilan ederek gerçekleştirdi. Ardından Hıristiyan sağı ve Haider’in faşist partisiyle koalisyon kurarak Batı Avrupa’yı ayağa kaldıran Avusturya Halk Partisi lideri Schüssel’e destek vererek kendi partisinin kimliğini pekiştirdi.

Tabii ABD’ye ve onun savaş örgütüne karşı olmayan bir “milliyetçilik”ti bu: Orbán’ın 1998-2002 arasında başbakanlık yaptığı sağ koalisyon, Macaristan’ın NATO’ya girişine önayak oldu. 2002-2010 arasında ana muhalefet lideriydi; 2010’da iktidara gelen partisi, 2010, 2014, 2018 ve 2022 seçimlerini de kazandığından 13 yıldır kesintisiz olarak oturuyor başbakanlık koltuğunda.

Aslına bakılırsa, ülkenin neo-liberalleştirilme sürecini, 1990’lı yıllarda iktidarda olan “sosyalist”-liberal koalisyonu neredeyse tamamlamıştı. Sosyalist Macaristan’da kamunun elinde olan tüm işletmeler, özelleştirildi. Orbán’a düşen, özel sektör vergilerini ve sosyal sigortalat payını düşürüp sağlık sistemini “reforme” etmekti: tabii “reform” maliyeti emekçilerin, çalışanların sırtına yıkmak anlamına geliyordu…

Başbakan olduğu sürece Orbán’ın yaptığı, özgürlükler alanını adım adım daraltmak olacaktı. Parlamentonun çalışma süresini sınırlandırdı, kritik pozisyonları sıkı yandaşlarla doldurdu, basın üzerine baskıları arttırdı.

Eli, yeniden başbakan olacağı, partisine de Anayasa değişikliğini gerçekleştirebileceği bir çoğunluk sağlayan 2010 seçimlerinden sonra iyice genişleyecekti. Orbán’ın “geleneksel değerlere, milliyetçiliğe, Hıristiyanlığa” bol bol gönderme yapan ve parlamentoyu sayıca ve işlevce sınırlayan yeni Anayasası 2011 yılında referanduma sunularak kabul edildi.

Kaçak göçmenler “sorunu” Orbán’ın faşizan yönelişini daha hızlandırdı. 2015 mülteci krizinin ardından Orbán yönetimi iki ana sınır kapısına, Nazi temerküz kamplarından biraz daha hâllice iki mülteci kampı kurdurmuş, sığınmak için başvuranları aç ve susuz bırakarak caydırmaya çalışıyordu.[23]

Kamplar her ne kadar insan hakları örgütlerinin protestolarına hedef olmuşsa da, “göçmen politikaları” AB’nin takdirine mazhar olacaktı!

Kaçak göçmen akınına pandeminin etkisi de eklendiğinde, Orbán’ın tepkisi, Hitler’in ilk yıllarını aratmayacak nitelikteydi: parlamentodan hükümete zaman sınırı olmayan bir olağanüstü hâl ilan etme yetkisi veren yasayı geçirdi. OHAL süresince başbakan ülkeyi kararnamelerle yönetecek, seçimleri askıya alabilecek, “yalan” haber yayanlara hapis cezası getirilecekti. OHAL iki buçuk ay sonra kaldırılsa da, aynı gün, hükümete “sağlık gerekçesiyle”, parlamentonun onayı olmaksızın OHAL ilan etme yetkisi veren bir yasa kabul edildi.[24]

Otokratik yöneliş, kendisine kişisel çıkarlara dayanan bir sadakatle bağlı bir eş-dost kapitalizmiyle el ele gidiyordu: “Orbán’ın reise sadakatin asli olduğu bir klan sistemini andıran ekonomik yurtseverliğine ise daha az dikkat çekiliyor. Uzun süre Orbán’a yakın duran bir oligark, Lajos Simicsca’nın bunu anlaması kendisine pahalıya mal olmuştu. Orbán’la siyasal anlaşmazlığını açık ettiği an bütün kontratlarını kaybetmişti.

Öte yandan, Orbán çocukluk arkadaşlarından başlamak üzere dostlarına karşı cömert olmasını bilir. Felcsut köyü belediye başkanı Lorinc Meszaros, birlikte büyüdükleri Viktor gibi bir futbol fanatiği. İkibin nüfuslu köyünde bu nüfusun üç katını alabilecek bir stadyum inşa ettirdi, karmaşık bir sulama sistemiyle sulanan çimleri Fifa standardındaydı. Stadyumda Orbán’a tahsis edilmiş bir VIP tribünü de bulunuyor. Stadyuma Avrupa fonlarıyla inşa edilmiş özel bir demiryolu (Macarlar bunun “hiçbir yerden gelip hiçbir yere gittiğini” söylüyor) ile gidiliyor. Başlangıçta bir mekanisyen olan Meszaros’un şikayet edecek bir şeyi yok. 282 milyon Euro olarak hesaplanan serveti bir yılda beşe katlandı (…) Sosyal-liberal ağların yerleştirdiği uluslararası yağmacılar karşısında ekonomik yurtseverliği savunurken, iktidarla bağlantılı bir düzine oligarkın kamusal ihaleleri (kentsel aydınlatma, reklam panoları, yol inşaat malzemeleri vb.) alan şirketleri kontrol ettiği bir sistemin inşa edilişine tanık oluyoruz”[25]

Orbán, rejimini 2014’den bu yana, “liberal-olmayan demokrasi/ illiberal democracy” olarak tanımlıyor. 2010 seçimlerinden önce niyetini “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı”[26] sözleriyle açık ettiği düşünüldüğünde, Orbán’ın “demokrasi”sinin kendisini başbakanlık koltuğunda tutmaya uyarlanmış bir “demokrasi” olduğu görülecektir. (Aklınıza ünlü “demokrasi bir tramvaydır” deyişi gelmiyor mu?)

Ve tahmin edin, Orbán’ın “rol modelleri” kimdir? Doğru bildiniz. Rus lideri Putin ve Türkiye’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a takdirini her fırsatta dile getiriyor. Orbán’a dair yazılmış hemen her yazı, onun Erdoğan’la siyasal akrabalığına değinmeden geçemiyor: “Orbánizm, Avrupa’nın saçaklarında kök salan diğer izm’lere benziyor -Rusya’da (Putinizm) ve Türkiye’de (Erdoğanizm). Kuşku yok ki onun varyantı sulandırılmış: kaba bir otoritaryenlik değil ve genel hatlarıyla AB normlarına uyumlu. Yine de hükümeti STÖ’leri, bağımsız medyayı ve hukuk sistemini, Erdoğan ve Putin’in takdir edeceği tarzda sakatladı. Onlar gibi, içeride ve dışarıdaki muhalifleriyle karşı karşıya geliş tarzı içerideki popüler konumuna güç kazandırdı. Orbán halkının onun sunduğu istikrar ve güçlü liderliği, Berlin duvarının yıkılmasından beri ‘politik doğruluk’ ve ‘anaakım politika’ ve köhnemiş liberalizme tercih ettiğini söylüyor.”

Ve bizzat Orbán, 2014’te Romanya’da yaşayan bir grup etnik Macar’a seslenişinde: “Liberal demokrasi küresel olarak rekabetçi kalamaz…. Bugün düşünce sisteminde en popüler konu, Batılı olmayan, liberal demokrasi olmayan hatta belki de demokrasi olmayan sistemlerin yine de uluslarını başarıya ulaştırdığını anlayabilmektir.” Örnekleri ise, Singapur, Rusya, Türkiye, Hindistan ve Çin’di.[27] Ama hakkını yememek gerek, Orbán’ı “rol modeli” olarak alanlar da yok değildi. Örneğin, Trump’ın yakın arkadaşı, ABD’nin Budapeşte elçisi David Cornstein Trump’ın Orbán’a “Biz ikiz gibiyiz,” dediğini aktarıyor. Ve devam ediyor: “Başkanı 25-30 yıldır tanıyan biri olarak size diyorum ki, Viktor Orbán’ın koşullarına sahip olmayı çok isterdi, ama değil.”[28]

 

… Ve RTE

 

Bu örnekler (ve burada ele almadığım daha niceleri) bize bu “evrende” yalnız olmadığımızı anlatıyor; 2002’den beri bu coğrafyada yaşamak zorunda kaldığımız durumun aslında küresel bir “süreç”in bir parçası olduğunu gösteriyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” diye tanımladığı…

Recep Tayyip Erdoğan (RTE) yukarıda bir kısmını örneklediğimiz faşizan liderler arasında 1999’dan bu yana dönüşümlü olarak Başbakanlık ve Devlet başkanlığı koltuklarında oturan Rusya’nın Vladimir Putin’inden sonra en kıdemlisi.

Yaşam öyküsü artık ilkokul çocuklarına ezberletildi, ama yukarıdakilerle sergilediği paralellikleri vurgulamak için bir daha üzerinden geçelim…

Bolsonaro ve Orbán gibi, o da mütevazı ve taşralı kökenlerden geliyor. Babası Rize’nin Güneysu bucağından. Eşini ve iki oğlunu Güneysu’da bırakarak İstanbul’a göçüp Kasımpaşa’ya yerleşerek Şehir Hatları’nda kaptan olarak işe başlamış. Burada RTE’nin de annesi olan Tenzile hanım ile evlenmiş. Tayyip Erdoğan Kasımpaşa doğumlu (1953). Kozmopolit Pera’nın hemen bitişiğinde, muhafazakâr, mütevazı bir semt. Muhafazakâr, dindar bir aile... RTE o yıllarda pek revaçta olmamasına İmam Hatip okuluna gönderilmiş. Kasmpaşa’da başlayan futbol yaşamı da (o da Orbán gibi bir futbol düşkünü) birkaç yıl sonra, belki siyasallaşması, belki de baba baskısı nedeniyle sone ermiş. Gençlik yılları, işçi sınıfı hareketinin, devrimci yükselişin damgasını vurduğu, onlara karşı reaksiyonun ise din ve milliyetçilik temaları üzerinden örüldüğü 70’li yıllara denk düşüyor.

Erdoğan anti-seküler, Batı karşıtı, Osmanlı ecdadıyla gurur duyan, Kemalist “elitler”e düşman ethos’unu aile çevresinden edinmiş de olsa, ilk siyasal formasyonu, “resmi” biyografisinde[29] gençlik yıllarında “öğrenci kollarında aktif görev aldığı” belirtilen, 1965’ten sonra önce Türkçülüğün, ardından da İslâmcılığın baskın olduğu antikomünist bir öğrenci örgütüne dönüşen Milli Türk Talebe Birliği’nde[30] biçimlenmiş olmalı.

1976’dan itibaren ise önce MSP Beyoğlu ilçe, ardından da İstanbul il Gençlik kolları başkanlığına seçildi. Siyasal İslâm’ın anaakım sağdan kopup bağımsız bir oluşum olarak biçimlendiği yıllar… 1979 yılında gerçekleşen İran İslâm (karşı-) Devrimi’nin derinlemesine etkileyip radikalleştirdiği bir hareket…

Ama öyle gözüküyor ki RTE 12 Eylül darbesini “kazasız belasız” atlatmış, az sayıda da olsa cezaevi/ işkence tezgâhlarından geçen İslâmcılar arasında yer almamış. Hatta özel sektörde danışmanlık, yöneticilik vb. görevlerde bulunarak dünyalığını da doğrultmuş.

Siyasal partilerin yeniden açıldığı 1983’de Refah Partisi saflarında siyasete geri döndü. 1984’te Beyoğlu ilçe başkanı oldu, ertesi yıl ise, partisinin MKYK üyeliğine ve İstanbul il başkanlığına seçildi. 1986’da milletvekili ara seçimlerinde ve 1989’daki yerel seçimlerinde (Beyoğlu belediye başkanlığına) aday olduysa da, seçilemedi.

Adının İslâmcı çevreler dışında da duyulmasını sağlayan, 27 Mart 1994’teki yerel seçimlerde Refah Partisi’nin adayı olarak İstanbul büyükşehir belediye başkanlığına seçilmesi oldu. Başkanlık dönemi, aynı zamanda “yandaş şirketler”e bol keseden dağıtılan ihalelerle[31], yolsuzluk soruşturmalarıyla yüklüdür. Ve adeta 2002’den bu yana yaşayageldiğimiz RTE döneminin bir “provası” niteliğindedir.

6 Aralık 1997’de Siirt’te bir toplantıda okuduğu şu mahut “minareler süngü kubbeler miğfer” manzumesi nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı, hakkında siyasal yasak getirildi. Dört aylık cezasını Temmuz 1999’da tamamlayarak tahliye oldu.

Bu sürede Refah Partisi 1998’de kapatılmış, yerine kurulan Fazilet Partisi de uzun ömürlü olamamıştı: o da 2001 yılında kapatıldı.

RTE tüm bu olaylardan ders çıkarmasını bildi. Selamet-Refah-Fazilet hattının temsil ettiği “Milli Görüş”çü çizgiden kopan arkadaşlarıyla birlikte 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu.

Bu “yenilikçi” hat “gömlek değiştirmişti”; “muhafazakâr demokrat”, “AB’ci”, “ılımlı”, “seküler” vb. söylemlerle girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların yüzde 34.3’ünü alarak iktidar oldu. Ama lider, yasaklıydı. Ona da çare bulundu, Deniz Baykal’ın CHP’sinin verdiği destekle[32] gerçekleştirilen Anayasa değişikliği sonucu RTE üzerindeki yasak kalktı; Siirt milletvekilliklerinden birinin boşalması üzerine yapılan ara seçimle parlamentoya girdi. AKP başkanı ve Başbakanlık görevini yürüten Abdullah Gül emaneti kendisine iade edince de RTE devri resmen başlamış oldu…

İlk yıllar liberallerle AKP arasında “balayı”na sahne oldu: AB ile uyum yasaları hızla geçirilecek, Türkiye AB’ye üye olacak, Kürt sorunu çözüme kavuşturulacaktı. Tabii bunların olabilmesi için ülkedeki “vesayet rejimi”ne son verilmesi gerekiyordu: yani ordunun siyasetteki etkinliği tasfiye edilmeliydi. (“Geriye bakıldığında,” diyecekti yıllar sonra bir Türkiye’de görev yapan bir Fransız görevli, “AKP Avrupa Birliği ile ilişkisini kendini Kemalist “derin devlet”ten koruyabilmek ve onun devlet işlerindeki etkisini azaltabilmek için araçsallaştırmış gözüküyor.”[33]

Bir “devlet krizi”nin ardından AKP hükümetlerinin uyguladığı IMF patentli “istikrar programı” ve haraç mezat yapılan özelleştirmelerin (2002-2010 yılları arasında yabancı sermaye girişi -büyük bölümü özelleştirmeler kaynaklı- 75 milyar dolar[34]) getirisi, AKP’nin 2007 seçimlerinde oyunu arttırarak iktidarını pekiştirmesi oldu (oyların yüzde 46.6’sı). RTE için her şey çok iyi gidiyordu.

Hüsranla sonuçlanacak olan “AB açılımı”nı “Kürt açılımı” izledi:

“2009’da ise Erdoğan ve hükümet çözüm sürecini başlattı. PKK ile çatışmayı bitirmeye yardım edecek bir plan duyuruldu. Bu süre içinde Kürtçe kullanımına izin verildi, Kürtçe şehir ve kasaba isimlerinin yeniden isimlendirilmesine karar verildi. Ayrıca çıkarılan yasayla birlikte silah bırakan PKK’lilerin eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirlerin alınması kararlaştırdı. Hatta Erdoğan Dersim Katliamı için özür diledi. Son olarak Dolmabahçe’de HDP ve Hükümet yetkilileri bir araya gelip bir mutabakat metni oluştursa da Erdoğan bu görüşmeyi tanımadığını belirtti ve çözüm süreci 2015’te sonlandırıldı.”[35]

Bir yandan seçmen tabanını güçlendirmesi, bir yandan AB ve ABD’nin yüreklendirici tutumu, bir yandan içeride liberallerle Kürt hareketinin desteği, bir yandan da devlet içindeki konumunu bir hayli güçlendirmiş olan Fethullah Gülen hareketiyle giriştiği yakın işbirliği, RTE hükümetlerine karşı hoşnutsuzluklarını her vesileyle belli eden “vesayet rejimi”nin (Kemalizm) üçlü sacayağına (TSK, yargı, üniversiteler) karşı “operasyon” başlatmak için uygun zemini oluşturuyordu. Ordunun 2007’de görev süresi biten Ahmet Necdet Sezer yerine AKP’li Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine karşı açık tavır alması ile “start” verildi. Aynı yıl yapılan Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi kararlaştırıldı. 2007’de polisin Ümraniye’de bir gecekonduda gömülü olarak bulduğu el bombalarıyla başlayan soruşturma, devlet içinde örgütlenmiş, asker, polis, gazeteci ve akademisyenlerin üye olduğu, AKP hükümetine karşı darbe planları yapan ve bu amaçla çeşitli terör faaliyetleri gerçekleştiren “silahlı bir gizli örgüt”, “Ergenekon” kurmacasını harekete geçirdi. Yüzlerce asker, polis, gazeteci, bürokrat tutuklanarak, Gülen cemaati mensubu yargıçlarca düzmece kanıtlara dayanan iddianamelerle ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.

“Ergenekon” davası kararları 2016’da Yargıtay tarafından bozulsa da, dava sürecinin kendisi, RTE için birkaç bakımdan yararlı oldu. Öncelikle ordunun siyaset sahnesinden çekilmesine vesile oldu. Ardından, komuta kademelerindeki atamalarla adım adım AKP çizgisine yaklaştırıldı. İkinci olarak, liberallerin ve (ordunun elinden çok çekmiş olan) Kürtlerin desteğini tam istim arkasına alarak siyasal İslâmcı ajandasını topluma yavaş yavaş zerk etmesinin zeminini hazırladı. Ve nihayet, kendisini “tek adam rejimi”ne taşıyacak olan sonraki toplu davalara bir model teşkil etti (“FETÖ” davaları, “Barış süreci”nin duvara toslaması ardından sökün eden KCK davaları, Gezi davaları, ÇHD davaları…)

TSK’nın “evcilleştirilmesini, diğer iki “sacayağı”na nizam verilmesi izledi. Yargı kurumunun yapılan yasal düzenlemelerle hemen tümüyle hükümete bağlanması gerçekleşti. Üniversiteleri ise, 12 Eylül rejimi yadigârı YÖK sayesinde biat ettirmek çok daha kolay olacaktı.

Muarızların birer birer tasfiye edilmesi, toplumun AKP’nin İslâmcı gündemini hoş karşılaması/ dinsel söylemin giderek yaygınlaşması, anaakım medyanın satın almalar, cezalar, vergiler aracılığıyla “havuz medya”ya dönüştürülmesi, ihaleler ve kayırmalar sonucu güçlü bir “yandaş sermaye”nin yaratılması ve bürokrasi içerisinde yoğun kadrolaşma, “liberal vitrin”in sonunu getirecekti.

“Karizma” ilk kez ciddi bir biçimde, ülke sathında milyonların sokağa döküldüğü 2013 Gezi Direnişi’nde çizildi. Genç kent yoksullarını, emekçileri, kadınları, Alevileri, sekülerleri, öğrencileri, çevrecileri, sanatçıları… bir araya getiren bu heterojen ve kendiliğinden sosyal patlama, RTE ve çevresi açısından hiç beklenmedik bir olaydı. Büyük kentlerde sokaklar, meydanlar birkaç günlüğüne de olsa isyancıların eline geçmişti. Ancak kısa sürede toparlanıp büyük bir şiddetle güvenlik güçlerini göstericiler üzerine sürdü. Protestocuların büyük bölümünün hazır olmadığı bu şiddet karşısında direniş kırıldı.

“Seni öldürmeyen darbe, güçlendirir,” derler; bu RTE’nin siyasal yaşamında birkaç kez doğrulandı.

Gezi olaylarının dumanı tüterken, 17-25 Aralık 2013’de Emniyet içerisindeki Gülen’cilerin RTE dâhil hükümet üyeleri ve AKP’li bürokratlarla ilgili başlattığı “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”nda çok sayıda “yandaş” iş insanı, banka müdürü, çeşitli düzeylerde kamu görevlileri, bakanlar, bakan çocukları hakkında rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma, kaçakçılık” gibi suçlamalarla soruşturma açıldı. RTE’nin oğluyla yaptığı, evdeki dolarların “sıfırlaması” konulu telefon görüşmelerinin kayıtları sosyal medyaya sızdırıldı.

Dedim ya, Ergenekon harekâtında, Gezi Direnişi’nin bastırılmasında “bilenmişti”, 17-25 Aralık operasyonuna karşı tepkisi çok hızlı ve kesin oldu: bir yandan havuz medya aracılığıyla Gülen cemaatine karşı şiddetli bir kampanya yürütürken bir yandan da “paralel devlet” olarak nitelenen cemaat hakkında operasyon başlatıldı. Hâkimler Savcılar Kurulu’nu doğrudan hükümete bağlayacak yasa değişikliği yapıldı. Ertesi yıl yapılan yerel seçimlerde AKP oyların yüzde 44’ünü elde ederek zaferini ilan ederken, Ağustos 2014’de gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçiminde RTE oyların yüzde 51.79’unu alarak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu…

Ardındaki popüler destek güçlüydü ama, “Kürt açılımı”nın 2015’de “Hendek Operasyonları” ile birlikte fiyaskoyla sona ermesi, AKP’yi siyaset sahnesinde yalnız bırakmıştı. Bunun sonuçlarını 2015 Haziran ayında yapılan genel seçimlerde hissedecekti. Bu seçimlerde oy oran yüzde 40.9’a düşen AKP ilk kez tek başına hükümet kuracak çoğunluğu yitirmişti. Hükümet kurulamadı; seçimlerin 1 Kasım 2015’de yenilenmesi kararı alındı.

Haziran-Kasım 2015 ülkede “dehşet ayları” oldu: Diyarbakır’da HDP seçim mitinginde patlayan bomba (5 Haziran), Suruç’ta ESP’li gençlere yönelik bombalı saldırı (20 Temmuz), “çözüm süreci”nin tümüyle sonlandırılması ve Kürt bölgesinde TİHV raporuna göre 310’u sivil olmak üzere yüzlerce PKK’li ve güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiği çatışmaların yeniden başlaması (Temmuz-Ağustos 2015), Ankara Garı katliamı (10 Ekim)… 1 Kasım’da gerçekleştirilen seçimlerde oy dengesini köklü biçimde değiştirecek ve AKP bu seçimi de yüzde 49.5 ile kazanacaktı…

RTE 2015’ten itibaren “derin devlet”le barışarak yüzünü Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla tasfiye etmeye çalıştığı “milliyetçi/ faşizan” güçlere döndü. MHP ile “balayı” başlamıştı…

Bu yeni “ittifak”, “Tanrı’nın bir lütfu” olarak tanımladığı, 2016 yılında, Fethullah Gülen cemaatinin önayak olduğu, akamete uğrayan “şaibeli” 15 Temmuz “darbe teşebbüsü” ile iyice pekişecekti.

“Darbe teşebbüsü”nün ardından MHP’nin desteğini arkasına alan RTE “tek adam rejimi”ne gidiş sürecinde tam istim yol almaya koyuldu: İlan ettiği Olağanüstü Hâl ile kendisine tanıdığı “Kanun Hükmünde Kararname” çıkartma yetkisiyle aralarında sendikacıların, sol muhaliflerin de bulunduğu binlerce kamu çalışanı “terör örgütüyle iltisaklı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı, gözaltına alındı, işkenceye uğratıldı. Kurumlara, şirketlere, yayın organlarına el konuldu, bunlar AKP’ye yakın iş insanlarına peşkeş çekildi. 2017 referandumuyla yasamayı işlevsizleştiren, yürütme ve yargıyla birlikte ülkenin tüm kurumlarını Cumhurbaşkanı’na bağlayan “Cumhurbaşkanlığı rejimi”ne geçiş yapıldı. Tek adam rejimi ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı: kitlesel tutuklamalar, kitle örgütleri, Kürt siyasetçiler, sol partiler üzerinde ağır baskılar, Fethullah Gülen örgütüyle ilişkili oldukları gerekçesiyle ve uydurma kanıtlarla sürdürülen gözaltılar…

Günümüzde RTE rejimi, çoğunu yukarıdaki örneklerle paylaştığı birkaç özellikle karakterize olmaktadır:

1. Hamasi milliyetçilik ve dinciliği harmanlayan koyu bir toplumsal muhafazakârlık: Ne RTE, ne de diğerleri, bir toplumun en “düşük” paydaları olarak, akıldan çok duyguları harekete geçirmeye yönelik milliyetçi-dinci muhafazakârlık olmaksızın kendilerini iktidara taşıyan çoğunluk desteğini sağlayamazlar. Yine bu “derin” duygulara seslenmeksizin, yol açtıkları ekonomik-siyasal-toplumsal yıkımı perdeleyemezler. RTE için bu, (Sünni) İslâm ağırlıklı, Osmanlıcılıktan beslenen bir milliyetçiliktir; kendisi pek de dindar sayılamayacak olan Orbán, 2011’de kabul edilen yeni Anayasa’da Macarların “Hıristiyan bir ulus” olarak tanımlanmasını sağlamıştır. Trump ve onun “tropikal” versiyonu Bolsonaro ise fundamentalist Evanjeliklerin desteğini sağlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamışlardır.

2. Milletinin “parlak” geçmişine özlem ve eski güzel günleri geri getirme arzusu, lebensraum iddiaları, fütuhatçılık: Gerek RTE gerekse diğer örnekler, neoliberal ekonomik politikaların ülkelerinde toplumsal çalkantılara yol açan krizlerin yarattığı istikrarsızlık ve belirsizlik koşullarında iktidara gelebilmiştir. Kriz, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların olduğu kadar, küçük ve orta boy sermaye gruplarının durumunu etkiler, konumlarını yitirmelerine yol açar. İşlerin yolunda, kazançların “tıkırında” olduğu, herkesin yerini bildiği, karının kocaya, küçüğün büyüğe, işçinin patrona saygı gösterdiği, mahallenin yabancılarla dolmadığı o “eski” günlere dönme arzusu bu sınıfları (neo-)faşist güçlerin ardında sıralar. Trump’ın MAGA’sı (“Make America Great Again/ Amerika’yı Yeniden Büyük Yap”), Orbán’ın “Büyük Macaristan” söylemleri, RTE’nin “Osmalı’yı ihya etme” hayalleri… bu kaygılara seslenen, küreselleşme süreçlerinin, neoliberal politikaların yerinden ettiği sınıfları ardına dizme gayretleridir.

3. Ateşli ve yağmacı bir piyasaseverlik: Her ne kadar neoliberal politikaların zedelediği toplumsal kesimlerin hoşnutsuzlukları üzerinden yükselse(ler) de RTE (ve diğer örnekler) “serbest piyasa ekonomisi”nin ateşli savunucularıdır. Ancak “rayından çıkmış”, kleptokratik bir serbest piyasacılıktır bu: eşe-dosta dağıtılan ihaleler, bunların karşılığında alınan yüklü komisyon/rüşvetler, mafyavari ilişkiler, çöreklenilen şirketler, borsa manipülasyonları, vb. vb. aracılığıyla yeni (ve yandaş) bir sermaye kesiminin önünü açmak… Yanısıra, çevre koruma önlemlerini, imar yönetmeliklerini, tarihi koruyucu yasaları, sağlık önlemlerini vb. hiçe sayan yağmacı bir sermaye birikimini öngörür. Macaristan’ın “yükselen kapitalist sınıfı”nın Orbán’ın yakın çevresi ve ona biat eden girişimcilerden oluşması, Bolsonaro’nun Amazon ormanlarının “dünya mirası” olduğu yolundaki BM kararını yok sayarak yağmaya açması, Trump’ın sağlık sistemi üzerinde tepinmesi, RTE’nin… hangi birini saymalı ki? Birkaç yılda mütevazı taşra KOBİ’lerinden Forbes’un “Dünyanın en zenginleri” listesine yükseliveren Beşli Çete’yi anmak yetecektir…

4. Kendi iradesini yasaların ve tüm kurumların üzerinde gören, güçler ayrılığı ilkesini hiçe sayan, ihlâl ya da ilga eden bir “tek adam”cılık: Bu da bizim “Reisçi” sistemden tanıdığımız, ama diğer örneklerde ortaya çıkan vurgulu bir özellik. Orbán’ın “Bir kez kazanmamız yeterli, ama bu kitabına uygun olmalı” sözü bu bakımdan çok anlamlı. Ortak strateji, bir kez seçimle işbaşına gelip, ardından bir daha gitmeyecek tüm önlemleri almak, “demokratik işleyiş”i (21. Yüzyıl kapitalizminde “demokrasi” kendi karikatürüne dönüşmüş olması, ayrı bir konu) güvence altına alan bütün kurumları, mekanizmaları zaafa uğratmak, yürütme erkini yasama ve yargı aleyhine alabildiğine şişirmek ve olabildiğince tek elde toplamak, medyayı havuç ve sopa politikasıyla denetim altına almak… Seçimi kaybederse masayı devirecek mizansenleri devreye sokmak… Günümüzde “otoriter” ya da “totaliter” olarak anılan liderler, “gönüllerinde yatan arslan”ın “gelip de bir daha gitmemek” olduğunu pek çok kez gösterdiler.

5. Her türlü muhalefeti şiddet yoluyla bastırmak: “Tek adam”cılık, zorunlu olarak kendisine yönelen her türlü muhalefeti bastırma, muhalefet şiddetlendikçe daha zecri tedbirlere başvurma, her türlü muhalefeti “kriminalize ederek” gayrımeşrulaştırma refleksini geliştirir. Sözü uzatmadan, burada örneklediğim neo-faşist liderlerin iktidar dönemlerinde ABD düşünce özgürlüğü kuruluşu Freedom House’un listesindeki durumlarına bakalım. ABD’de hükümet fonlarıyla desteklenen hükümet-dışı bir kuruluş olan Freedom House’un 167 ülkeyi 60 kriter üzerinden değerlendirdiği 2016 raporunda Trump ABD’si 19. Sıraya gerilemiş, “kusurlu demokrasiler” sınıfına dahil olmuştu. Ertesi yıl, 2017’de ABD listede 21. sıraya, 2019 ve 2020’de de 25. sıraya geriledi.[36]

Freedom House Bolsonaro dönemi Brezilya’sını (2021) “kısmen özgür” kategorisinde değerlendirmekteydi.[37] Bolsonaro’nun başkanlıktan çekilmesiyle birlikte ülke 2023 yılında yeniden “özgür” kategorisine yükselecekti.

Orbán’ın başbakanlığı da, Freedom House’a göre Macaristan’a yaramadı. Ülke, artık “demokrasi” değil, geçiş ya da “hibrid rejim” olarak niteleniyor.[38]

Ve… “Freedom House’a göre Türkiye’nin gerilemesi dünyadaki her ülkeden daha hızlı oldu. Erdoğan’ın yönetimi altında Türkiye kusurlu ama umut vaad eden demokrasiden doğrudan otoriterliğe şoke edici bir hızla düştü. Seçimler Türkiye’de hâlâ önemli, ama barışçıl bir iktidar devriyle sonuçlanabilecekleri eskisi kadar kesin değil.”[39]

6. Anti-elitizm, anti-entelektüalizm: Faşizmi (eskisiyle, yenisiyle) diğer baskıcı rejimlerden ayırt eden yön, bir kitle tabanına dayanması, yığınları harekete geçirebilme yetisidir. Bu yüzden de her daim “popülist” olması gerekir. Burada örneklemeye çalıştığım liderlerin ortak özelliklerinden biri de bu. “Popülizm”lerini biçimlendiren tutumlardan biri, tanımı muğlak bırakılmış olan seçkinlere ve aydınlara yönelik öfkeyi, nefreti körükleme çabasıdır. “Seçkinler” yoksul halkın sırtından geçinen ama onu aşağılayan, ona yabancı, ayrıcalıklı, üst sınıf mensuplarıdır. Rafine mekânlarda takılır, kozmopolit bir yaşam sürerler, halkın kültürüne yabancıdırlar. Tepeden inmeci yöntemlerle halklarını değiştirmeye çalışırlar, bunun için de “dış mihraklarla” işbirliğine girişmekten kaçınmazlar, hatta onların emri altındadırlar. “Dış mihrak” meşrebe göre Bilderberg, Soros, Vatikan vb. olabilir. Her durumda, yalnızca kendilerinin bildiği ulusun saf “öz”üne yabancı ve yabancılaştırıcı bir güçtür ve bu safiyeti bozmak için uğraşır. Aydınlar ile elitler aynı kalem altında sınıflandırıldığında ise bir taşla birkaç kuş vurulmakta, aydınlardan gelen her eleştiri, “dış mihrakların bozguncu faaliyetleri” olarak damgalanıp savuşturulabilir.

Yakın çevresi tarafından “disleksik” (okuma engelli) olduğu söylenecek kertede kitap okumayan Trump, örneğin, milyarder olmasına karşın, halk kitlelerine seslenmesini bilmektedir. “Onlar gibi konuşur, önyargılarını okşamasını bilir. Hâlen örgütlediği ve büyük coşku uyandıran dev mitinglerde onlara seçkinlerden korkmakla, kendilerini onlar tarafından terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmekte, elitlere güvenmemekte haklı olduklarını söylemektedir. Onları dinleyen, sayan ve anlayan yalnızca kendisidir. ABD şaşırtıcı bir durumdadır, tüm dünya onları sömürmekte, milyonlarca potansiyel göçmen, tecavüzcü ve cani ülkelerine akın edip işlerini ellerinden almaktadır. Ekonomi rayından çıkmıştır, ülke hiçbir çıkarı olmayan savaşların batağına saplanmış, hem yüksek maliyetli, hem de işe yaramaz ittifakların tuzağına düşmüştür. Yeni Başkan’ın ilk konuşması böyleydi.”[40]

Diğerleri Trump’dan farklı değil. Viktor Orbán’ın anti-elitizm versiyonu, “uluslararası Soros şebekesi”, “Brüksel’e karşı mücadele”, “göç yanlısı politikalar” dayatan ve “toplumsal cinsiyet propagandası”nı teşvik eden “yabancıların finanse ettiği STÖ’ler”, “muhalefetin sol-liberal Avrupalı şebekelerin kuklası olduğu”[41]üzerinde odaklanırken, RTE’ninki çok daha geniş bir spektrumu kapsar: Milli Görüşçü geçmişinden tevarüs ettiği ve/fakat artık yalnızca en bağnaz taraftarları nezdinde zikrettiği “Mason-siyonist-Bilderbergciler”, “üst akıl”, “ulusaşırı lobiler”, Soros’çular, STÖ’ler, Kemalistler, CHP’liler, Boğaz’a karşı viski içenler, Dışişleri’ndeki “monşerler”, feministler, vesayet rejimi yandaşları vb. vb. RTE’ye göre aydınlar ise bu “şer çetesi”nin kuklası, “mankurt”lardır.

7. Yalanlarla yüklü, demagojik bir söylem; şiddet yüklü bir dil: Neo-faşist liderlerin bir ortak yönleri de dilleri. Anti-elitizm, anti-entellektüalizmlerinin, popülistliklerinin dışavurum araçlarından belki de en önemlisi. ABD medyasının, Trump’ın yönetim süresi boyunca 30 bini aşkın yalanını saydığını yukarıda belirtmiştim; “bizim” medya ne yazık ki böyle bir çetele tutmadı. Ama RTE’nin elli yıllık tesisleri, üniversiteleri kendisinin açtığı, sahte temeller attığı, üniversite giriş sınavında yeterli puan tutturamayan çocuklarını “başörtü nedeniyle/ İmam-Hatiplilere uygulanan katsayı nedeniyle ABD’de okuttukları” iddiası, bir türlü orijinali ortaya çıkartılamayan üniversite diploması ve “klasik” örnek, yakın tarihimize “Kabataş yalanı” olarak geçen hadiseyle birlikte, Trump’la bu konuda da yarışabileceğini ortaya koyuyor. Bolsonaro da yarışta iddialı: BM Genel Kurulu huzurunda, “Brezilya Covid aşılamasında şampiyonlar ligindedir”[42] diyecek kertede…. Hatırlatayım, Bolsonaro’nun Covid’e karşı önlemleri hafife alması, hatta engellemesi, 600 bine yakın Brezilyalı’nın hayatına mal olmuştu…

8. Kadınları aşağılama: Bir ortak nokta daha. Trump, Bolsonaro, Orbán ve Erdoğan dörtlüsünün (ve diğerlerinin) en tipik ortak özelliklerinden biri de “antifeminist” olmalarıdır. Dinden çokça beslenen muhafazakârlıkları, maço popülizmle birleştiğinde, en iyi ihtimalle “en kutsal görevi analık olan, evinde, kocasıyla ve çocuklarıyla ilgilenmekle yükümlü, zorunlu olarak çalışması durumunda ise vasıfsız-güvencesiz-düşük ücretli işlere razı gelmesi gereken, her zaman erkeğe göre ikincil bir varlık” (RTE), ya da “şehvet nesnesi” (Trump, Bolsonaro) bir kadın tahayyülünü biçimlendiriyor. Birkaç sözle perçinleyeyim:

“Beş çocuğum var; beşincisi bir zayıf anıma geldi ve kız oldu.” (Bolsonaro).

“Sana tecavüz etmezdim. Bunu hak etmiyorsun.” (Bolsonaro)

“Çocukları severim. Ama onlara bakmak için kılımı kıpırdatmam. Ben parayı sağlarım, çocuklara o bakar. Onları Central Park’a gezmeye götürmeye yokum.” (Trump)

“(Kadınlar için): Onlara bok gibi davranmalısınız.” (Trump)

“(Esquire dergisi muhabirine:) Güzel bir kıçın olduğu sürece ne yazdıkları hiç önemli değil. Ama genç ve güzel olmalı.” (Trump)[43]

“Ben za­ten ka­dın er­kek eşit­li­ği­ne inan­mı­yo­rum.” (RTE)

“Ka­dı­na şid­det abar­tı­lı­yor.”[44] (RTE)

“Bu eşkiyalar bu teröristler adeta camilerin içini pisletti. Bunlar böyle bunlar sürtük.”[45] (RTE)

Ve bir icraat: RTE başkanlığındaki hükümet, kadına yönelik şiddete karşı bugüne dek hazırlanmış en kapsamlı uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi…

9. Homofobi: Bu yazı çerçevesinde ele aldığımız dört örneğin yanısıra, tüm faşist, neo-faşist, proto-faşist, para-faşist… etiketlerin ortak paydası, bir diğer alamet-i farikasıdır homofobi. Tümü eşcinselliğin bir hastalık, bir “anomali” olduğunda birleşir. Önerdikleri “tedaviler” ise farklı farklıdır. Nazi Almanyası’nda eşcinseller cezaevlerinde, temerküz kamplarında ya da ötenazi merkezlerinde yok ediliyordu. Faşist İtalya’da “ırksal özellikleri bozdukları” için cezaevlerinde tecrit edilmekteydiler.

Günümüzde bu denli ileri gidemiyorlar. Ama “maço” söylemleri bir yana, yasalardaki LGBTI+ bireyler lehine yorumlanabilecek her türlü önleme karşı güçleri elverdiğince savaşıyorlar. Örneğin Trump Haziran 2020’de “LGBT bireylere sağlık alanında ayırım yapılmaması için sağlanan korumaların ortadan kaldırılmasını ve sadece ‘kadın’ ya da ‘erkek’ cinsiyetlerin dikkate alınmasını öngören bir karar”ı imzaladı.[46]

Brezilya’da eşcinselleri “dayakla yola getirmek”ten dem vuran Bolsonaro’lu yıllarda LGBTI+’ların durumu o denli kötüledi ki, Brezilyalı antropolog Luiz Mott’a göre 2020 yılında ülkede 26 dakikada bir, bir LGBTQ+ birey ya kendi canına kıymış, ya da katledilmişti.[47]

Macaristan’da Victor Orbán, “Çocukları Koruma Yasası” başlıklı torba yasaya, LGBTI+ haklarını kısıtlayan bir dizi önlemi yerleştirmişti, gelen tepkiler üzerine LGBTI+ haklarını referanduma götürdü. Hatırlanacağı üzere RTE de Kemal Kılıçdaroğlu’nun “başörtüsüne yasal güvence” önerisini LGBTI+ hakları konusunda bir Anayasa değişikliği referandumu çağrısına dönüştürmüştü.[48]

10. “Öteki” düşmanlığı: Kadınlar, farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler, komünistler gibi “ortak” düşmanların yanısıra, her bir neo-faşist liderin, ortalama yandaşının öfke ve düşkırıklıklarının hedefi hâline getireceği iç ve dış “öteki(ler)”i vardır. Trump için Müslümanlar ve Latin Amerikalı göçmenler, Bolsonaro için Brezilya yerlileri, Orbán için (çoğunlukla Müslüman) göçmenler ve Norveçliler, Erdoğan için (yönetimde kaldığı süreç içinde değişmek kaydıyla) Yahudiler, Ermeniler, Aleviler, Kürtler, laikler… Düşmanlık genellikle sözel düzlemde, ama kimi durumlarda da fiiliyatta vücut bulmaktadır: Göçmen karşıtı politikalar, sınırlarda örülen duvarlar, dil yasakları, azınlık okulları üzerine baskılar, cemaatlerinin iç işlerine müdahaleler, ibadethanelerine saldırılar, yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler…

 

Neofaşizmin Döl Yatağı: Neoliberalizm

 

Biliniyor, neoliberalizm, 20. yüzyıl sonlarında darboğaza giren kapitalist sistemin, kendini kurtarma hamlesiydi.[49] Bir yandan sosyalist bloğun dağılmasının kapitalist sisteme sağladığı moral üstünlük, bir yandan bu yolla Pazar imkânlarının alabildiğine genişlemesi, bir yandan da teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklar (özellikle dijitalleşme) ile birlikte, kapitalist dünyada emekçiler üzerine görülmemiş bir saldırı başladı. İşçi hakları sıfırlanır ve örgütleri dağıtılırken, istihdam güvencesinin yok edilmesi, emeğin deregülarizasyonu, sosyal hakların alabildiğine budanması emekçi kitleleri alabildiğine yoksullaştırdı. Sermaye transferleri önündeki hukuksal ve fiziksel engellerin kaldırılması yani sermayeye tanınan sınırsız serbest dolaşım hakkıyla emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu bölgelere bir sermaye hücumu yaşandı (küreselleşme). Yalnızca hareket serbestisi değil, kamusal bütçelerin özel sektöre, daha doğrusu bir avuç Çokuluslu şirkete yönelmesi, bu kesimlere uygulanan vergi indirimleri, teşvikler, yerel üretimlerin çokuluslu tedarik zincirlerinin taleplerine kurban edilmesi, eğitim ve sağlık dâhil kamu değerlerinin üç kuruşa özel sektöre peşkeş çekilmesini sağlayan özelleştirme furyası… tüm dünyada gelir dağılımını ve varlık dengesini en zenginler lehine dramatik bir biçimde değiştirdi.

Bu politikaların bugünkü sonucu, çok net ve acıtıcı: yeryüzünde sekiz ailenin elindeki toplam servet, dünya nüfusunun yarısının varlığına eşit.[50] Bir başka deyişle, birkaç yüz kişinin elinde, dünya nüfusunun yoksul yarısının (2018 itibariyle 3 milyar 800 milyon kişi) toplam varlığına eşit miktarda bir servet var! Noam Chomsky neoliberal kapitalizmin “40 yıllık sınıflar savaşı”nda, ABD’de en zengin yüzde 1’lik dilimin cebine 50 trilyon doların aktarıldığını söylüyor![51]

Tabii neoliberalizm dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna eşitsizlik, yoksullaşma, işsizleşme, açlık vaat ederek gelmedi iş başına. İdeologlarının elindeki şeker kaplama çok cazipti: bireyler bürokratikleşmiş, köhnemiş, yolsuzluklara belenmiş devletlerin baskısından kurtulup özgürleşecekti! Devinim özgürlüğü, zenginleşme özgürlüğü, kimliğini (etnik, dinsel, cinsel…) özgürce yaşama olanağı… Neoliberal ideologların dilinde “özgürleşme”nin sadece, ama sadece “sermayenin özgürleşmesi” anlamına geldiği bilinmiyordu. Kendilerini 68’in devamcıları, hatta “devrimciler” olarak sunan neoliberalizm guruları, “özgürlük mü istiyorsunuz?” diye soruyorlardı kitlelere. “Zaten öğrenci hareketinin de amacı bu değil miydi? Tamam, size özgürlük vereceğiz, ama öbür talebi, sosyal adaleti unutun.”

“Piyasanın özgürlüğünün en önemli özelliği,” der David Harvey, “eşitlikçi gibi görünmesidir, ama eşitsizlere eşitmiş gibi davranılmasından daha eşitsiz bir şey yoktur.”[52]

“Yalan”, bir dönem moda olan, “devlet” geleneklerini, teamülleri filan hiçe sayan, “babacan”, “laubali” denecek kertede protokol tanımaz, özel hayatlarını sergilemekten bir çeşit haz duyan, sahne yıldızlarıyla içli dışlı bir lider tipolojisi eliyle yaygınlaştırıldı: şortu ve şıpıdık terlikleriyle askeri birlik denetleyen Turgut Özal, İtalya’nın skandallarıyla maruf medya patronu Silvio Berlusconi, Meksika’nın “Marcos’a bir telefonla Zapatista sorununu çözerim” diyen Vicente Fox’u, … Neoliberal dünya sahnesinin, “sınırları zorlayan kültleri”ydi. “Küçülen” bir devlet ve genişleyen bir özgürlük alanı vaat ediyorlardı yurttaşlara. Küçülttükleri, devletin sosyal fonksiyonları, genişlettikleri ise sermayenin erişim alanı oldu oysa, yalnızca…

Bugün neoliberal kapitalizm farklı bir lider tipi üretiyor. Örneklerini yukarıda gördüğümüz. Hiçbiri öncelleri gibi “geniş meşrepli” değil. Diyeceğim, Trump-Bolsonaro-Erdoğan-Orbán vb. rastlantı değil. Sıkışmış bir neoliberal kapitalizmin sahneye sürdüğü “demir yumruklu”lar… Aynı yolsuzluklardan, yalanlardan beslenseler de, artık hiç de “liberal” değiller. Tersine, bu yeni faşist/ faşizan kuşağın parolası, “illiberalizm”! “Örneğin Macaristan’da, Türkiye’de, Polonya’da ve daha birçok yükselen faşist devlette ‘illiberal (liberal-olmayan -bn.) demokrasi’ terimi ‘sözüm ona modası geçmiş bir liberal demokrasi’ biçiminin kodu olarak kullanılıyor. Gerçeklikte, terim hedefi bizatihi demokrasinin temellerine saldırmak olan popülist bir otoriterlik biçimini haklı göstermek üzere kullanılıyor.”[53]

Çünkü yoksullaşma, yoksunlaşma, çevrenin, yaşam kaynaklarının talanı, “kimlik, özgürlük, devletin küçültülmesi” retoriklerinin ardına gizlenemeyecek kertede barizleşmiş, sınıflar arası uçurum, hiç olmadığı kadar açılmıştı. Sistemin yağmacı niteliği iyiden iyiye gözler önüne serilirken, sürdürülebilmesi giderek zorbalığı gereksinir hâle geldi. Dünya kentlerinin sokakları, Latin Amerika cangılları, Güneydoğu Asya megapolleri, Ortadoğu varoşlarında “Yetti Artık!/ Edî Bese!/ Ya Basta!” haykırışları yankılanmaya başlamıştı.

“İyi yönetişim” çağı sona ermişti… “Bu durum yönetici elitleri kamuoyunun büyüyen öfke ve düşkırıklığını elitlerden kırılgan kesimlere yöneltmek için kaba ırkçılık, İslâmofobi, homofobi, bağnazlık ve kadın düşmanlığı taktiklerine başvuran sağcı demagoglarla işbirliğine zorladı. Bu demagoglar bir yandan küresel elitlerin yağmalanmasını hızlandırırken bir yandan da çalışan erkek ve kadınları korumayı vaat ediyorlar.”[54]

Neoliberal kapitalizm ile faşizmin uyumlu işbirliğinin önünü açan etkenlerden biri sınıflar arasındaki gelir uçurumunun görülmemiş ölçüde açılması ise eğer, bir diğeri de neoliberal ekonomik politikaların “burjuva demokrasisi”nin son kırıntılarını da silip süpürmesidir. Özelleştirme furyası yalnızca maddi değerler alanı olarak kamusalı yok etmekle kalmaz, insanların zihnindeki kamusallık ve ona içkin değerler sisteminin bütününü de tahrip eder. Bu anlamda Margaret Thatcher’in “Pek çok çocuk ve insanın ‘Bir sorunum var ve bunu çözüme kavuşturmak Hükümetin görevi’ ya da ‘Bir sorunum var, onunla baş edebilmek için bir burs bulacağım’ veya Evsizim ve hükümet bana bir ev vermeli’ demeye alıştırıldığı bir dönemden geçtiğimizi biliyorum. Böylelikle sorunlarını toplumun üzerine yüklüyorlar. Ama toplum kim? Böyle bir şey yok. Tekil erkek ve kadınlar ve aileler var ve hiçbir hükümet insanlar olmaksızın bir şey yapamaz ve insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır”[55] sözleri, bir dönüm noktasına işaret etmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren, hak ve hak mücadelesi bilinci, dayanışma/paylaşım, empati duyguları, başkaları için kaygılanma, kamusal/toplumsal tasavvurları, eşitlik özlemi, barışseverlik, insancıllık… velhasıl “İnsanım” diyebilmek için muhtaç olduğumuz ve tarih boyunca filozofların, bilim ve sanat insanlarının, yazarların, ozanların yücelttiği tüm değerler bireycilik, bencillik, metalaşma ve narsistik tüketimciliğe tahvil oldu. Kamuculuktan birey-merkezciliğe bu geçiş, başka şeylerin yanında “demokrasi” tahayyüllerini de kadükleştirecekti. Çağımızın narsistik, solipsist, hedonist bireyi için “kamusal” olan herhangi bir anlam ve değer ifade etmediği ölçüde, faşizan yönelişlere karşı etkin bir duruş olanağı da daralmakta, geçersizleştirmektedir.

Ya da, Giroux’nun ABD değerlendirmesinde söylediği gibi, “Demokrasi için kritik fikir, değer ve kurumlar 50 yıldır imal edilen vahşi neoliberalizm altında solup giderken, ırksal üstünlük, toplumsal arıtma, apokaliptik popülizm, hiper-militarizm ve ultra-milliyetçilik yoğunlaşarak, ABD tarihinin bastırılmış gediklerinden devlet ve şirket iktidarının merkezine taşındı. Refah devletine cepheden saldıran onlarca yıllık kitlesel eşitsizlik, ücretli kölelik, imalat sektörünün çöküşü, mali elite tanınan vergi ayrıcalıkları ve vahşi kemer sıkma politikaları faşist söylemleri güçlendirdi. Popülist öfkeyi de nüfusun kırılgan kesimlerine ve kaçak göçmenlere, Müslümanlara, baskı altındaki ırksal gruplara, kadınlara, LBGTQ kişilere, memurlara, eleştirel aydınlara ve işçilere yöneltti. Neoliberalizm yalnızca birbirini güçlendiren ekonomik ve politik eşitsizlik dinamiklerini tırmandırarak demokrasinin temel unsurlarının temellerini oymakla kalmadı (…) aynı zamanda faşist fikir ve ilkeleri daha çekici kılan koşulları da yarattı. Bu hızlandırılmış koşullarda neoliberalizm ve faşizm kapitalizmin en kötü aşırılıklarını otoriter ‘güçlü adam’ idealleriyle -savaş tapımı, akıl ve hakikate yönelik nefret, ultra milliyetçilik ve ırksal saflığın yüceltilmesi, özgürlük ve tartışmanın bastırılması, yalanı, gösteriyi, ötekini günah keçisi ilan etmeyi teşvik eden bir kültür, bozulan bir söylem, vahşi şiddet ve nihayetinde devlet şiddetinin heterojen biçimlerde patlak vermesi- bağdaştıran rahat ve uyumlu bir devinim içinde buluşur ve ilerler. (…) Mevcut tarihsel momentte neoliberalizm bir çeşit hiper-kapitalizmden öte bir şeyi temsil etmektedir: eğer politikanın değilse, demokrasinin ölümünü işaretler.”[56]

Toplumlarda, dipteki çökeltileri suyüzüne çıkartarak değer kazandıran bu koşullar, insanları en kaba “müşterekler”de (yabancı/öteki düşmanlığı, milliyetçilik, dincilik, homofobi, machismo, şiddet düşkünlüğü, aydın düşmanlığı, tek adam kültü, “gemisini kurtaran kaptan”cılık, vb.) buluştururken politik alanı da bir yandan daraltır, bir yandan da sağa kaydırır. “Sol” iki bakımdan sağcılaşır. İlki, taban kazanabilmek için milliyetçi, dinsel söylemlere prim verir hâle gelir. İkincisi, artık başka bir yol düşünemez olduğu “seçimler”le işbaşına gelebilmek için Kapitalist olanın dışında bir yolu tahayyül etmeyi dahi terk eder. Ekonomiler üretimden kopup finansallaştıkça, borsalar belirleyici bir rol üstlenmiştir; başa geçenin birinci görevi, sermayeyi ürkütmemek, sermaye kaçışını tetiklememektir. Bu ise “sol” iktidarların manevra alanını fena hâlde daraltmaktadır: Çipras’dan Podemos’a, Latin Amerika’nın “pembe sol dalgası”na, son 20-25 yılın “sol” deneyimlerinin bizlere gösterdiği budur.

Evet, siyasal alan neoliberal çağda fazlasıyla daralmıştır; neoliberalizm ile neo-faşizmin uyumlu beraberliğinin rasyoneli tam da budur… Çünkü, bir kez daha vurgulamalı, kapitalizmin “liberal”liği asla ve asla sermayenin (ne kadar sınırsız olursa o kadar iyi) özgürlüğünden başka hiçbir şey değildir; ve borsalar ürkmedikçe, her şey yolunda demektir! Savaş çıktığında coşan borsaları ürküten ise milliyetçilik, göçmen düşmanlığı, dinciliğin yükselmesi, LGBTQ+ ya da kadın düşmanlığı vb. değil, emekçilerin mücadelelerinin yükselmesi olasılığıdır…

* * *

Bu bağlamda, “Trump gitti, Biden geldi”, “Bolsonaro gitti, Lula geldi” diye faşizmin geriletildiğini düşünmek ya da “Erdoğan gidip Kılıçdaroğlu gelirse bahar gelir” diye umutlanmak, karşılıksız bir iyimserlikten öte bir anlam ifade etmiyor, ne yazık ki. Neo-faşizm, günümüz kapitalizminin her zaman hazır tuttuğu, sistemin her kaçınılmaz krizinde başvurmaktan çekinmeyeceği bir silahtır. “Faşizmi doğuran kapitalizme ses çıkarmadan, faşizm hakkındaki doğruları nasıl söyleyebilirsiniz?” diye sorar Bertolt Brecht, ve haklıdır.

20. yüzyıl faşizmi gibi, 21. yüzyıl faşizmi de kapitalizmle yan yana, iç içedir; sermayenin daha iyisini bulamayacağı “bodyguard”ıdır. Kapitalizmden kurtulmadan, Trump, Bolsonaro, Orbángillerden kurtulmak, mümkün değildir.

 

15 Mayıs 2023 18:54:43, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:263, Haziran 2023…

[1] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, https://socialistproject.ca/2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

[2] Andre Pagliarini, “Beyond the pale, above the fray”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s.402.

[3] Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[4] “Bolsonaro Yemin Etti: Sosyalizmden Kurtulacağız”, 2 Ocak 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/11185/Bolsonaro-yemin-etti-Sosyalizmden-kurtulacagiz

[5] Alistair Farrow, “Brezilya Faşizme Yenik mi Düştü?”, 12 Kasım 2018… https://marksist.org/icerik/Dunya/10811/Brezilya-fasizme-yenik-mi-dustu

[6] Pagliarini, s.406.

[7] A.y. s.407.

[8] A.y. s.408.

[9] Hayri Kozanoğlu, “Maçoların Baharı Şimdi de Brezilya’da”, Birgün, 9 Ekim 2018, s.5. Ayrıca bkz. Sam Meredith, “Who is the ‘Trump of the Tropics?’: Brazil’s divisive new president, Jair Bolsonaro - in his own words,” CNBC, 29 Ekşm 2018, https://www.cnbc.com/2018/10/29/brazil-election-jair-bolsonaros-most-controversial-quotes.html

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tıkanıklık”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2019, s.11.

[11] Nick Estes, “Yerlilerin Orman İçin Mücadelesi”, Birgün, 20 Eylül 2021, s.5.

[12] “Jair Bolsonaro’s contentious first year in Office”, The Economist, 4 Ocak 2020, https://www.economist.com/the-americas/2020/01/04/jair-bolsonaros-contentious-first-year-in-office?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=CjwKCAjwov6hBhBsEiwAvrvN6JfTSLJEGEzGk2el5lkzcaK9dzJNdQD3qYAq_WtSwGmAlS4gOAnKdBoC0NAQAvD_BwE&gclsrc=aw.ds

[13] Klaus Larres, “Donald J. Trump, The authoritarian style in American politics”, Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, ss.210-11

[14] Alexis Clérel, “Portrait of Donald Trump, President of the United States.” https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-donald-trump-president-united-states

[15] “Çevresinde yalnızca sadık uygulayıcıları tutuyor. Amerikan yönetimi artık başıboş. Öfke nöbetlerini öngöremediği ve yönelişlerini onaylamadığı Başkanı’yla bağlantıları kopmuş durumda, işini yapmaya çabalayan kafası kopmuş bir tavuğu andırıyor.” (Clérel, a.y.)

[16] Klaus Larres, ay. ss.215-216.

[17] Larres, ay. s.215.

[18] Jeva Lange, “61 Things Donald Trump said about women”, The Week, 16 Ekim 2018, https://theweek.com/articles/655770/61-things-donald-trump-said-about-women

[19] American Progress Organization, “Women Have Paid the Price for Trump’s Regulatory Agenda”, https://www.americanprogress.org/article/women-paid-price-trumps-regulatory-agenda/

[20] Selena Simmons Duffin, “‘Whiplash’ of LGBTQ protections and rights, from Obama to Trump”, NPR, 2 Mart 2020. https://www.npr.org/sections/health-shots/2020/03/02/804873211/whiplash-of-lgbtq-protections-and-rights-from-obama-to-trump

[21] “Environmental Policiy of Donald Trump Administration”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Environmental_policy_of_the_Donald_Trump_administration

[22] Jason Stanley, “America is now in fascism’s legal phase”, The Guardian, 22 Aralık 2021. https://www.theguardian.com/world/2021/dec/22/america-fascism-legal-phase

[23] Keno Verseck, “Hungary’s slow descent into xenophobia, racism and human rights abuses,” Infomigrants, https://www.infomigrants.net/en/post/20220/hungary-s-slow-descent-into-xenophobia-racism-and-human-rights-abuses.

[24] “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n

[25] Jacques Rupnik, “Portrait of Victor Orban, Prime Minister of Hungary”, 6 Kasım 2018, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-viktor-orban-prime-minister-hungary

[26] “How Hungary’s leaer Victor Orban gets away with it”, The Economist, 2 Nisan 2020, https://www.economist.com/europe/2020/04/02/how-hungarys-leader-viktor-orban-gets-away-with-it?utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gclid=Cj0KCQjwi46iBhDyARIsAE3nVrYZeFd3_bf0HZ-eKTmyANpD0lRwJMzcwT01qPNHLbcvQ3u2HH5vFL8aAkBnEALw_wcB&gclsrc=aw.ds

[27] Luke Waller, “Viktor Orbán: Hungary. The conservative subversive.” https://www.politico.eu/list/politico-28/viktor-orban/

[28] Jay Nordlinger, “Trump, Putin, Erdogan, Orbán”, National Review, 22.10.2019. https://www.nationalreview.com/corner/trump-putin-erdogan-orban/

[29] Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, “Biyografi”, https://www.tccb.gov.tr/receptayyiperdogan/biyografi/

[30] MTTB’nin 1965-71 dönemi ve reaksiyoner söylemi için bkz. Emine Öztürk, “Milli Türk Talebe Birliğinde Değişen Milliyetçilik Anlayışı ve Antikomünizm (1965-1971)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2016/3, Sayı:25, ss.103-126.

[31] “23 Mayıs 1994: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R.Tayyip Erdoğan, işçilerden oluşan giyim komisyonunun haberi olmadan 1.200 SUSER işçisinin “giyim yardımı” için yandaş Huzur Mağazaları ile anlaştı ve her işçiye 4 milyon 300 bin TL’lık alışverişini bu mağazadan yapma zorunluluğu getirdi.”

“2 Eylül 1994: Albayrak’ın kazandığı İSKİ’nin taşıma ihalesinde usulsüzlükler olduğu ileri sürülüyor: 5 Temmuz’daki ihaleye 5 gün kala Zaman Gazetesi’ne ilan verildi, ihale şartnamesinde R.Tayyip Erdoğan’ın danışmanı ve RP İl YK üyesi Necmi Kadıoğlu el yazısıyla düzeltmeler yaptı.”

“16 Eylül 1994: “Türkiye’deki ilk ve tek şeffaf ihale” söylemiyle açılan, teklif zarflarını davetliler önünde İst. Büyükşehir Belediye Başkanı ve İSKİ YK Başkanı R.T.Erdoğan’ın açtığı İSKİ Ömerli-Çamlıca İsale Hattı ihalesini-keşif bedelinden %43 indirim yapan- (MSP eski milletvekili Korkut Özal’ın ortağı Hasan Kalyoncu’ya ait - bn) Kalyon İnşaat kazandı.”

“28 Eylül1 994 İst. Büyükşehir Belediye Başkanı R.Tayyip Erdoğan’ın”ticari sır” gerekçesiyle açıklamadığı İETT duraklarının reklam panoları ile otobüs ve tramvaylardaki reklam yerlerini 9 gün önce kurulan bir şirkete ihaleye çıkmaksızın büyük ayrıcalıklarla tahsis ettiği ortaya çıktı.”

“18 Aralık1994 SHP’li eski İst. Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen: “Aldığımız duyuma göre Tayyip Erdoğan kaçak yapılardan para alıyor. Boğaz’daki rayicin 4-5 milyar TL arası olduğu söyleniyor. Trilyonluk bir kaçak yapıda 5 milyar verip kurtuluyorsanız, bu imar affı gibidir.”

“2 Haziran 1995: İstanbul/Mecidiyeköy eski İETT Garajı’nın bulunduğu 60 dönümlük alanda “Kültür ve Ticaret Merkezi” inşası için RP’li İstanbul Büyükşehir Belediye ile Cevahirler Grubu anlaştı. (Ve Cevahir AVM yapıldı.)”

vb. vb. Veriler Sol Hafıza sitesinden alınmıştır. (https://twitter.com/GunlukArsiv/status/ 1093139445438693377)

[32] Bkz. “2002’de Erdoğan’ın yolu nasıl açıldı”, Vatan, 30.06.2011, https://www.gazetevatan.com/siyaset/2002-de-erdogan-in-yolu-nasil-acildi-386242

[33] François Livet (müstear isim), “Portrait of Recep Tayyip Erdoğan, President of the Republic of Turkey”, https://www.institutmontaigne.org/en/analysis/portrait-recep-tayyip-erdogan-president-republic-turkey

[34] Alaattin Aktaş, “Yabancı özelleştirme için de gelmiyor”, Dünya 21 Şubat 2011, https://www.dunya.com/kose-yazisi/yabanci-ozellestirme-icin-de-gelmiyor-dogrudan-yatirimlar-6-milyari-asam/9130

[35] “Recep Tayyip Erdoğan kimdir? Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanan politik olaylar ve iddialar...” Evrensel, https://www.evrensel.net/haber/398104/recep-tayyip-erdogan-kimdir-tayyip-erdoganin-hayati-ve-onemli-politik-olaylar

[36] Klaus Larres, a.y. s.207.

[37] https://freedomhouse.org/country/brazil/freedom-net/2021

[38] “Viktor Orbán”, Wikipedia, https://en.wikipedia.org/wiki/Viktor_Orb%C3%A1n

[39] Howard Eissenstat, “Recep Tayyip Erdoğan: “From ‘illiberal democracy’ to electoral authoritarianism”, Klaus Larres (der.) - Dictators and Autocrats Securing Power across Global Politics, Routledge, 2021, s.367.

[40] Alexis Clérel, ay.

[41] Rita Hornok, “Márki-Zay vs Orbán: Will the 2022 Elections be a Tale of Two Anti-Elitisms?”, Populism in Central and Eastern Europe, https://populism-europe.com/poprebel/blog-posts/marki-zay-vs-orban-will-the-2022-elections-be-a-tale-of-two-anti-elitisms/

[42] Tom Phillips, “Bolsonaro vowed to Show a new Brazil but ‘lie-filled’ UN speech cuts little ice”, The Guardian, 21 Eylül 2021, https://www.theguardian.com/world/2021/sep/21/jair-bolsonaro-brazil-un-speech.

[43] Catriona Harvey Jenner, “25 things Donald Trump has actually said about women”, Cosmopolitan, 2 Kasım 2020, https://www.cosmopolitan.com/uk/reports/a42442/donald-trump-women-sexist-quotes/.

[44] “Tayyip Erdoğan’ın kadınlara bakışı”, Sözcü, 9 Ağustos 2014, https://www.sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/tayyip-erdoganin-kadinlara-bakisi-573802/

[45] “Erdoğan’dan Gezi direnişine: Bu eşkıyalar, bu teröristler böyle sürtük”, Dokuz8Haber, 1 Haziran 2022, https://www.dokuz8haber.net/erdogandan-gezi-direnisine-bu-eskiyalar-bu-teroristler-boyle-surtuk

[46] ABD Başkanı Trump’tan tepki çeken LGBT kararı”, Habertürk, 13.06.2020, https://www.haberturk.com/abd-baskani-trump-tan-tepki-ceken-lgbt-karari-2711041.          

[47] “Jair Bolsonaro’s administration is hurting the lives of LGBTQ+ sex workers in Brazil”, The Conversation, 20 Ocak 2022, https://theconversation.com/jair-bolsonaros-administration-is-hurting-the-lives-of-lgbtq-sex-workers-in-brazil-173706

[48] Birkan Bulut, “Erdoğan’ın anayasa teklifi ve Macaristan’daki referandum”: ‘Referandumlar ‘provokatif’ kampanyalardı’”, Evrensel, 1 Kasım 2022, https://www.evrensel.net/haber/473623/erdoganin-anayasa-teklifi-ve-macaristandaki-referandum-referandumlar-provokatif-kampanyalardi

[49] “(Neoliberalizm) bir ekonomi-politik olarak özelleştirme, deregülarizasyon, metalaştırma ve sermayenin serbest dolaşımı ilkelerince yönetilen her şeyi kapsayıcı bir piyasa yaratır. Bu gündemleri dayatırken sendikaları zayıflatır, refah devletini ve ücretleri radikal biçimde aşındırır ve kamu mallarına saldırır. Devletin içi boşaltılırken büyük şirketler hükümetlerin işlevlerini üstlenerek sert kemer sıkma önlemlerini dayatır, serveti zenginlere ve güçlülere doğru dağıtırken toplumu kazananlar ve kaybedenler olarak böler. Yalın bir deyişle, neoliberalizm mali sermayenin dizginlerinden boşalmasını sağlar, piyasayı devletin dayattığı her türlü sınırlamadan kurtarmaya çalışır… Günümüzde hükümetler başat olarak zenginlerin kârını, kaynaklarını ve gücünü azamileştirmek için varlar.” (Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/)

[50] Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism

[51] “The Chris Hedges Report. Noam Chomsky: Neoliberalism and the Roots of Fascism”, https://therealnews.com/noam-chomsky-neoliberalism-and-the-roots-of-fascism

[52] Akt.: Chris Hedges, a.y.

[53] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

[54] Chris Hedges, “Neoliberalism’s Dark Path to Fascism”, 27 Kasım 2018, https://canadiandimension.com/articles/view/neoliberalisms-dark-path-to-fascism

[55] “Margaret Thatcher: There is no such thing as society”, https://newlearningonline.com/new-learning/chapter-4/neoliberalism-more-recent-times/margaret-thatcher-theres-no-such-thing-as-society

[56] Henry A. Giroux, “Neoliberal Fascism and the Echoes of History”, Social Movements, 20 Ağustos 2018, https://socialistproject.ca/ 2018/08/neoliberal-fascism-echoes-of-history/

 

Rosa özgürlüğün ta kendisiydi

“Hareket etmeyenler, zincirlerin

ne kadar ağır olduğunu bilmezler.”[1]
 
“… Bu zehirli kaltak, bir maymun kadar zeki olmakla birlikte sorumluluk duygusundan tümüyle yoksun olduğu ve tek motifi kendini haklı çıkarma yolunda neredeyse sapkınca bir istek olduğu için daha çok zarar verecek,” diye yazıyordu Victor Adler August Bebel’e 5 Ağustos 1910 tarihli mektubunda.
Bebel ise 16 Ağustos 1910 tarihinde şöyle yanıtlıyordu Adler’i: “Bütün o rezil kadınca zehir püskürtmelerine karşın, partiyi onsuz bırakamam.”[2]
Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin bu iki ağır topunun sözünü ettiği “zehirli kaltak”, Rosa Luxemburg’dan başkası değildi. Alman Sosyal Demokrat İşçi hareketine dahil olduğu andan itibaren, Bernstein’dan başlayarak partinin bütün köklü, yerleşik, müessesleşmiş, gerontokratik, reformist, parlamenterist, “âkil” yönetimine savaş açmaktan kaçınmayan o dikbaşlı, uzlaşmaz, uslanmaz, ateşli devrimci kadın.
Rozalia Luxenburg 5 Mart 1871’de, tüccar bir baba ve önde gelen bir haham ailesine mensup bir annenin beş çocuğunun en küçüğü olarak, o dönemde Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan Polonya’nın küçük bir kenti, Zamosc’da doğdu. Aile Yahudi Aydınlanması haskala’dan güçlü bir biçimde etkilenmişti, çocuklarını yurtsever Polonyalılar olarak yetiştirmeyi önemsiyorlardı.
Ailesi Rozalia iki yaşındayken Varşova’ya taşındı. Kendisini yaşamı boyunca aksak bırakacak bir kalça zedelenmesine karşın, sıcak, sevgi dolu bir ailenin içinde mutlu bir çocukluk geçirecekti.
Ama bu mutluluk onun Çar III. Alexander’ın Polonya üzerindeki demir yumruğunu hissetmekten ve tanık olduğu haksızlıklara başkaldırmaktan alakoymuyordu. Polonya 1863’de Rusya’ya karşı ayaklanmış ve yenilmişti. Çarlık o gün bugündür Polonyalılar üzerinde amansız bir Ruslaştırma siyaseti uygulamaktaydı. Yoğun antisemit tonlar içeren bir siyasa… 1881’de Varşova’daki pogroma çocuk gözleriyle tanık oldu. Polonyalı, Yahudi, kadın… Üçlü bir boyunduruk…
Boyun eğenlerden olmadı. Henüz lise yıllarında çarlık karşıtı çevrelere dahil olacaktı. Ama daha o yaşlarda eğilimi milliyetçilikten çok sınıflar savaşınaydı. Zenginlere ve muktedirlere öfke dolu şiirler dökülüyordu yeni yetme kaleminden… Okulu bitirir bitirmez devrimci sosyalist bir gruba katılacak ve kısa sürede çarlık gizli polisiyle tanışacaktı.
O yıllarda Polonya’da üniversite kapıları kadınlara kapalıydı. Pek çok Avrupa ülkesinde de öyle. İsviçre bir istisnaydı; Rozalia ağabeyi Jozef’in yanına yerleşerek Zürih Üniversitesi’ne kayıt oldu. Burada felsefe, tarih, politika, ekonomi, botanik, zooloji ve matematik öğrenimi gördü, 1897’de Polonya’da sanayinin gelişimi üzerine teziyle doktorasını tamamladı.
Ama İsviçre onun için üniversite öğreniminden ibaret değildi. Kent, Avrupa’nın dört bir yanından gelme politik göçmen ve ilticacılarla kaynıyordu. İçlerinden biri, yaşam boyu yoldaşı ve yaşamının bir kesitinde sevgilisi oldu: Litvanyalı Yahudi devrimci Leo Jogiches’le tanışması Zürih’teki ilk yıllarında olmalı. Adını Rosa Luxemburg’a çevirmesi de bu yıllara rastlar. Jogiches ile birlikte Polonya Krallığı Sosyal Demokrasi Partisi’ni (SDKP) kurması da öyle (1893 - Bu parti gelecekte Polonya Komünist Partisi’ne dönüşecekti). 18. yüzyıl sonlarında ülkelerini paylaşan Avusturya, Almanya ve Rusya karşısına Polonya’nın bağımsızlığı talebiyle dikilmeyen “aykırı” bir parti. Bağımsızlık burjuva talebiydi. Bunun yerine, SDKP’ye göre Polonya çokuluslu Avrupa sosyalist devletinin bir parçası olmalıydı.
Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’na karşı duruşu onu dönemin sosyal-demokrat intelligentsia’sıyla karşı karşıya getiren itirazlarının ilkiydi. Bu tutumunu yaşamının sonuna dek sürdürecek, bu konuda Lenin ve Bolşeviklerle ters düşmekten geri durmayacaktı.[3]
Rosa Sosyalist Enternasyonal toplantılarında partisini temsil ediyor, İsviçre ve Paris’te partinin gazetesini yayınlıyordu. 1898’de anlaşmalı bir evlilikle Almanya’ya göçüp Berlin’e yerleşti… Ve yerleşir yerleşmez de (o dönemler dünyanın en güçlü sınıf hareketi olan) Alman işçi hareketinin saflarına katıldı. Teorisyendi, eylemciydi, sözünü sakınmaz bir eleştirmendi; sosyalist devrim hedefinden sapan, düzenle uzlaşıyı seçen hiçbir politik figür, adı ne denli büyük olursa olsun, onun “zehir püskürten” dilinden kaçınamıyordu. “İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek istiyorum,” diyordu Leo Jogiches’e mektubunda. “süslü sözcüklerle değil, görümün genişliği, kanaatlerimin gücü ve ifademin kudreti ile…”[4]
Almanya’daki ilk hedefi, “kapitalizmin temelde bir dönüşümü gerçekleştirdiğini, büyük kriz ve savaşların bu nedenle artık söz konusu olmayacağını, sosyalizme geçişin artık devrimi gerektirmediğini, bunun reformlarla mümkün olacağını”[5] öne sürerek Marx’ı “revize eden” Bernstein çizgisiydi. “Reform ya da Devrim”i, Bernstein’ın revizyonist görüşlerine karşı sert bir polemik niteliği taşıyordu.
SPD’nin ağır topları, yaklaşan tehlikeyi sezinlemiş olmalılar ki[6] onu “kadın sorunu”nda tecrit etmek istediler, başlangıçta.[7] Sığmadı, sığmak istemedi, sığamazdı.
Rosa feminist çevrelerce kadın sorununa, revizyonizme ve reformizme karşı omuz omuza mücadele ettiği arkadaşı, yoldaşı Clara Zetkin gibi kafa yormamakla eleştirilmiştir.[8] Gerçekten de kadın sorunu üzerine, pek de özgün sayılmayacak, dönemin seçme-seçilme hakkının işçi sınıfı kadınlarını kapsayacak şekilde genişletilmesini savunan bir yazısı[9] dışında kadınların kurtuluşu üzerine fazla yazıp çizdiği söylenemez. O, “kadınların kurtuluşu”nu, bu özet yaşamöyküsünde izlemeye çalıştığımız üzere, hem bireysel yaşamında hem de toplumsal mücadelesinde yaşamıştır.
Rosa izleyen yıllarda Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) önde gelen siyasal figürlerinden biri oldu ve Karl Kautsky, August Bebel, Clara Zetkin gibi liderlerle yakın ilişkiler geliştirdi. Aynı zamanda yüzyıl başında Litvanya’daki dengiyle birleşerek SDKPiL adını alan Polonya partisinin önde gelen kuramcısıydı.
1905’te Rusya’da patlak veren ve Çarlık rejimini kökünden sarsan devrim, Polonya’yı da derinden etkilemişti. 1905 kalkışması Rosa için salt bir burjuva devrimi değil, aynı zamanda proleter devrimlerin öncüsüydü. Ve “geri” Rusya proletaryası işçi sınıfının artık grevlerle ve sendikal mücadeleyle yetinmeyip sokağa inmesi, kitlesel gösterilere yönelmesi gerektiğini gösteriyordu, “ileri” ülkelerin proleterlerine. Kitlesel Grev, Parti ve Sendikalar’da (1906) kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin düşüncelerinde kazanmaya başladığı öncelik, belirgindir. Parlamentarizme ve bürokratizme belenmiş sendikacılık anlayışına karşı kitlelerin kendiliğinden eylemini ve radikal çıkışlarını sahiplenişi, onun Paylaşım savaşına destek vererek “dönek” yaftasını yemesinden çok önce, Karl Kautsky ile karşı karşıya getirecekti.
Jogiches, kaynayan Polonya’dadır o sıralar. Hem o, hem de SPD yöneticileri, Polonya’nın “bir kadın için” güvenli bir yer olmadığına ikna etmeye çalışırlar. Ama Rosa pek kulak asmaz. 30 Aralık 1905 günü, Polonya’dadır ve Dunayevskaya’nın deyişiyle, “manifestolar, makaleler, bildiriler ve broşürler kaleme alıp elinde tabanca, matbaacıyı bunları basmaya ikna etmeye, grev ve gösterilere katılmaktan fabrika kapılarında sonsuz konuşmalar yapmaya”[10] yapmadığı şey kalmaz. Ve tutuklanır - Leo Jogiches ile birlikte. Ancak Almanya’daki yoldaşlarının nüfuzu sayesinde birkaç ay içinde serbest kalacaktır. Jogiches ise Sibirya’ya sürgüne gönderilir.
Luxemburg 1906-1914 yıllarını Parti okulunda eğitim verip, çok sayıda kuramsal yapıt ürettiği Berlin’de geçirdi. Bu yapıtlar arasında en önemlisi, 1913’te yayınlanan ve Marx’ın Kapital’i ile bir tartışma yürüttüğü Sermaye Birikimi: Emperyalizmin İktisadi Açıklamasına Katkı idi. Kapitalist sermaye birikiminin kapitalist-olmayan dünyadan değer aktarmaksızın mümkün olamayacağı savıyla bu çalışma, yalnızca 1960’larda yazan Andre Gunther Frank, Immanuel Wallerstein gibi “dünya sistemi” kuramcılarının değil, emperyalizm konusundaki tüm sosyalist yazının öncüsüdür. (Lenin Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nı 1916’da kaleme alacaktı.)
Bu yıllarda Rosa’nın emperyalizm üzerinde odaklanan ilgisi, onu Avrupa’nın tepesinde sallanan paylaşım savaşı tehdidine karşı duyarlı kılıyordu. Avrupalı Sosyalist liderlerin kararlılıkla savaşa karşı çıkıp kapitalizmin ve otokrasinin çöküşü için savaşmayı taahhüt ettikleri Enternasyonal Sosyalist Kongre’nin 1907 tarihli “Stuttgart Kararı”na yaşamı boyunca sadık kalacaktı. 1913’de Alman işçilerine savaş durumunda Fransız ya da Britanyalı sınıf kardeşlerine silah doğrultmayı reddetmeleri çağrısı yaptığı konuşmanın ardından tutuklandı. İddianamesinde kaçma riski olduğunu söyleyen savcıya yanıtı, tarihe geçen cümleleri arasındaydı: “Savcı bey, sanırım kaçacak olan sizsiniz, bir sosyal demokrat asla kaçmaz. İşinin başında kalır ve sizin hükmünüze gülüp geçer. Şimdi verin hükmünüzü!”
Rosa birkaç yoldaşıyla birlikte (Karl Liebnecht, Franz Mehring, Clara Zetkin, Leo Jogiches…) Stuttgart Kararı’na sadık kaldı, ama Avrupalı sosyal demokrat liderlerden çoğu, çark edecekti. Savaş başlar başlar başlamaz, birbiri ardısıra hükümetlerinin savaş politikalarına desteklerini açıkladılar.
İhanete uğramış, yalnız kalmışlardı. Rosa’nın ilk düşüncesi, partisinin kararını protesto için intihar etmek oldu; ama hızla vazgeçti. Bunun yerine, sonradan Spartakist Liga’ya dönüşecek olan Enternasyonal Grubu örgütledi. Savaş karşıtı eylemlerinin sonucu kovuşturmalar ve hapis cezaları olacaktı; Rosa neredeyse tüm savaşı cezaevinde geçirdi. Ama ne yapıp edip düşüncelerini ve mücadelesini dışarıya aktarmayı başarıyordu: “Savaş metodik, örgütlü, devasa bir cinayettir,” diyordu dışarıya sızdırmayı başardığı Junius broşüründe (1915).
1917 Şubat devrimini cezaevinde coşkuyla, Ekim devrimini ise eleştirel tonu biraz daha yüksek bir coşkuyla cezaevinde karşıladı… 1918’de yayınladığı Rus Devrimi’nde Brest Litovsk Barış Anlaşmasını, Bolşeviklerin toprak ve milliyet politikalarını ve Lenin ile Troçki’nin muhaliflerine karşı antidemokratik uygulamalarını eleştiriyordu: “Yalnızca hükümet destekçileri için özgürlük, -sayıları ne kadar çok olursa olsun- yalnızca bir partinin üyeleri için özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman ve münhasıran farklı düşünenin özgürlüğüdür.”
Kasım 1918’de, savaşın yıkıcı ve Sovyet devriminin esinleyici etkileriyle Alman proletaryası ayaklanır; Kaiser II. Wilhelm’i devirerek cumhuriyetin ilanını sağlar. Devrim tüm siyasal tutsakları serbest bırakacaktır, Rosa dahil. Özgürlüğünün ikinci günü, Rosa, 1917’de SPD’den ayrılan Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD)’nin radikal kanadı Spartakist Liga’nın başında, görevdedir.
1918 Kalkışması, Luxemburg’un parti okulundan öğrencisi Friedrich Ebert başkanlığındaki SPD’yi iktidara getirmiştir, ama iyiden iyiye evcilleşmiş, düzen-içileşmiş bir SPD’yi. SPD iktidarının soldan tek muhalifi, bir süre sonra USPD’den koparak Almanya Komünist Partisi (KPD) adını alacak olan Spartakist Liga’ydı.
Alman işçi hareketi yeni kurulan Komünist Parti’ye kulak verdi… Ocak ayı başında asker ve denizci konseyleri Reich’ın başkanlık binasını kuşatarak hükümeti rehin aldı. 5 Ocak 1919 günü Berlin’de 200 bin işçi Genelkurmay’la ittifak hâlinde isyanı bastırmaya çalışan SPD iktidarına karşı yürüdü. SPD yayın organı Vorwärts’ın işgaliyle başlayan “Spartakist hafta” aşağıdan gelen, kendiliğinden bir kitle patlamasıydı; hazırlıksız ve zamansız olduğunu düşünen Rosa’nın kalkışmaya tümüyle destek vermekten başka bir seçeneği yoktu… Öngördüğü ve savunduğu gibi, kitleler inisyatifi ele almıştı…
Karşı devrim ise, dişinden tırnağa silahlı ve hazırlıklıydı. Ebert’in savunma bakanı Noske üç bin kişilik freikorps birliğiyle Berlin’e yürüdü. Yüzün üzerinde isyancıyı öldürüp binlercesini yaralayarak. “Spartakist ayaklanma”, bastırılmış, Berlin’de “düzen sağlanmıştı”…
“ ‘Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Siz budala uşaklar. ‘Düzen’iniz kum üzerine kurulu. Yarın devrim bir kez daha başını kaldıracak ve sizi dehşete salarak haykıracak: Vardım, varım, var olacağım!”
Bunlar kayda geçen son sözleri. 15 Ocak’ta Rosa ve KarlLiebknecht tutuklandılar. Ve vahşice katledildiler. Rosa’nın bedeni, aylar sonra atıldığı kanalda bulunacaktı…
* * *
Yukarıda bir yerde değindim, bir kez daha vurgulayayım. Rosa Luxemburg -Clara Zetkin’le yakın dostluğu ve pek çok konuda aynı görüşü paylaşması dışında- bir “kadın sorunu kuramcısı” değildi, olmadı. Ama emekçi kadınlar tarafından bayraklaştırılmasını gerektiren başka bir şeyi gerçekleştirdi. O safını emekçilerden, ezilenlerden yana seçtiği lise yıllarından itibaren, bizatihi “kadınların kurtuluşu”nu hayata geçirdi. Yaşamını, sevgilisi ve yoldaşı Jogiches dahil, kimsenin iradesine teslim etmeden, özgürce yaşadı… Düşüncelerini hiçbir çekinceye tabi kılmadan, her türlü bedeli göze alarak açıklamaktan çekinmedi. Uzun süre militanı olduğu SPD’nin hiçbir “put”u önünde eğilmedi, Bernstein’lara, Kautsky’lere kafa tutmaktan çekinmedi. Yeri geldi Marx’ın “sermaye birikimi”, yeri geldi Lenin’in “ulusal sorun” konusunda yanıldığını öne sürdü; Bolşeviklerle “muhaliflerini bastırdıkları” için sert polemiklere girişti. Ve hep devrimin saflarında oldu; Freikorps’un sopalarıyla hurdahaş edilen bedeni kanala atılana dek. Ve sonrasında da…
O, özgürleşmeyi başarmış bir kadın, Lenin’in Üçüncü Enternasyonal’in açılış konuşmasında belirttiği üzere, “Bütün hatalarına rağmen bir kartaldı ve bir kartal olarak kalacaktır…”
Gölgesi özgürlüğün peşindeki kadınların üzerinden eksik olmasın…
 
24 Aralık 2022 14:44:07, İstanbul.
 
N O T L A R
[*] Alevîlerin Sesi, No:276, Nisan 2023…
[1] Rosa Luxemburg.
[2] Akt. Raya Dunayevskaya, Rosa Luxemburg, Women’s Liberation and Marx’s Philosophy of Revolution. Sussex: Harvester Press Ltd. 1982: 27.
[3] 1918 yılında kaleme aldığı “Rus Devrimi” başlıklı kitabın üçüncü bölümü, Bolşeviklerin “ulusal sorun” ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerine görüş ve uygulamalarının sert bir eleştirisini içerir. Bkz.: https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1918/russian-revolution/ch03.htm
[4] Rory Castle, “Rosa Luxemburg: A Revolutionary Life”, Rosa Remix, Stefanie Ehmsen ve Albert Scharenberg (der.), Rosa Luxemburg Stiftung, New York, 2016: 15. Rosa’nın biyografisinde Raya Dunayevskaya’nın birinci dipnotta zikredilen kitabının yanı sıra, bu makaleyi esas aldım.
[5] Hilal Onur İnce, “Rosa Luxemburg 150 Yaşında ve Hâlâ Genç”, Bianet, 5 Mart 2021, https://m.bianet.org/bianet/toplum/240326-rosa-luxemburg-150-yasinda-ve-hala-genc
[6] Karl Kautsky 1913’de Bebel’i, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin’i kast ederek, “bu iki kadın ve izleyicileri tüm merkez pozisyonlara saldırmayı planlıyorlar,” diye uyaracaktı. (Dunayevskaya, a.y. s.27)
[7] Dunayevskaya, a.y. s.2.
[8] Bkz. Nancy Holmstrom, “Rosa Luxemburg: A Legacy for Feminists?”, Socialist Studies/ Études socialistes 12 (1) Bahar 2017 ss.187-190.
[9] Bkz. “Women’s Suffrage and Class Struggle”(1908), https://www.marxists.org/archive/luxemburg/ 1912/05/12.htm
[10] Dunayevskaya, a.y. s.5.
 

 

İBRAHİM KAYPAKKAYA’DAN ÖĞRENMEK[*]

 

“İşçi sınıfının

ekmekten çok

onura ihtiyacı var.”[1]

 

Patika Dergisi (PD): İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

 

Sibel Özbudun (SÖ): İbrahim Kaypakkaya’nın 68 devrimci hareketi içerisindeki, onu hem kendi bağlamı, hem de günümüz açısından “özgün” kılan, bence “süreklilik içinde kopuştan kopuş”u temsil etmesidir.

Malûm, dünyada 68 hareketi, kireçlenme emareleri gösteren, bürokratikleşmiş ve sosyalizmi bir “kalkınma/ sanayileşme” edimine çevirmiş (kuşku yok ki bunda İkinci Paylaşım Savaşı’nın ülkede yol açtığı yıkımı onarma çabalarının payı önemlidir) reel sosyalizm anlayışından bir “kopuş” özelliği taşımaktadır. Avrupa-ABD 68’ine damgasını vuran esin kaynağı Anarşizm’dir, çeper ülkelerde ise daha çok eski sömürgelerdeki (Latin Amerika, Asya, Afrika…), köylülüğün başı çektiği antiemperyalist halk savaşları, yani Mao, Che, Castro, Amilcar Cabral, Franz Fanon hattı yol gösterici olmuştur.

Bu kopuşun coğrafyamızdaki izdüşümü, Dev Genç’in reel bir sosyalizm anlayışının sürdürücüsü TKP-TİP hattından kendini ayrıştırmasıdır. Bu ayrışma görünüşte TİP’in “sosyalizme parlamentarist geçiş” konumlanışına karşı, radikal eylemlere ve silahlı mücadeleye daha yakın gözüken MDD etkilenimin ağır basması şeklinde tezahür edecektir - ama kısa bir süreliğine.

Devrimci gençlik, bir süre aynı dergi çevresinde (Aydınlık) toplandığı MDD’den de koparak her biri kendi yolunu çizmeye yönelecektir: THKPC, THKO, PDA (ve bir süre sonra PDA’dan ayrılan, Kaypakkaya’nın TİKKO/TKP-ML’si)

Devrimci gençlik MDD hattıyla yolları ayırmıştır ayırmasına, ama aşamalı devrim stratejisini benimseyen, antiemperyalizme antikapitalizm karşısında öndelik tanıyan, bununla bağlantılı olarak “millicilik” vurgusu yüksek olan MDD’nin bu yaklaşımı, bir başka deyişle Kemalizm’in “sol” versiyonu (“kalpaklı Kuvva’cılık”) ayrılan kesimler üzerinde etkisini güçlü biçimde sürdürecektir. Bu, solculuğu Şevket Süreyya Aydemir, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk vb. okuyarak öğrenmiş bir kuşak için çok da yadırganacak bir durum değil belki…

“Herkesin gözü önünde yükseklere çektiğimiz bayrağın, proletaryanın kızıl bayrağı olup olmayacağı, işaret ettiğimiz lekelerin temizlenip temizlenmeyeceğine bağlıdır. Biz, bütün samimiyetimizle bu lekelerin temizlenmesini istiyoruz,”[2] diyen İbrahim Kaypakkaya’yı bir “kopuş kuşağı” olan kendi kuşağı içinde de istisna kılan, onun Kemalizm’le hesaplaşmayı göze alan ilk devrimci olmasıdır. Kuşağı için “tamamlanmamış bir milli demokratik devrimin önderi”, “antiemperyalist mücadele lideri”, “ulusal bağımsızlığın kurucusu” sayılan Mustafa Kemal’i “hâkim sınıf milliyetçiliği”nin kurucusu, Kemalizmi de “hâkim sınıf ideolojisi” olarak niteleyen, ilk, odur.

 

PD: 21 yıllık AKP iktidarı dönemindeki Ilımlı İslâm ve yeni Osmancılık fikri dolayısıyla Kemalizm yeniden “bir kurtuluş reçetesi” olarak halkın gündemine sokulmuş durumda. Kemalizm’in günümüzde ki durumunu Kaypakkaya’nın tespitleri doğrultusunda değerlendirir misiniz? (Bu soruyu seçimler göz önüne tutularak cevaplanabilir)

 

SÖ: Yukarıda değindiğim konumlanışı İbrahim Kaypakkaya’yı kendi dönemi için olduğu kadar, günümüz için de çok önemli kılıyor. Sizin de dediğiniz gibi, Kemalizm’e karşı bir “rövanş” hareketi olarak nitelenebilecek AKP’nin neo-Osmanlıcılığı’na, siyasal İslâm’ına ve iktidarını konsolide etmek üzere kitleleri tabir yerindeyse “de-sekülarize” etme, laiklikten uzaklaştırma teşebbüsleri, Kemalizm’i bir kez daha “kıymete bindirdi”. Oysa şunu görmek gerek, AKP’ye bu denli geniş bir manevra sahası sağlayan, bizatihi Kemalist yöntemlerdi. Nedir bunlar? Hâkim ideolojinin kaynağı ve propagandisti bir elit eliyle toplumu yukarıdan aşağıya doğru biçimlendirme teşebbüsü, çoğul(cu)luğa cevaz vermeme, bütün inisyatifleri tek bir merkezde, sınırlı bir çevrenin elinde toplama, özerk davranma taleplerini bastırma…

Kemalist bürokrat, Ankara valisi (1929-1946) Nevzat Tandoğan’ın 1944 yılında tutuklanan dönemin namlı Türkçülerinden Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylediği kaydedilen “Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” sözleri bu bağlamda çok tipiktir. Bunu, örneğin Süleyman Soylu’nun, Kürt illerinde kayyım atanan belediyeler konusunda “Cumhurbaşkanımız ‘bu belediyelerden rahatsızım’ dedi, hepsini görevden aldık” ile yan yana getirdiğimizde, her iki yaklaşımın da tekil bir iradeyi topluma dayatma keyfiliğinden malul olduğu görülecektir.

Kanımca bugün bu coğrafyada sorun, burjuvazinin iki fraksiyonundan (“laik”, “Batıcı” Marmara sermayesi ile “muhafazakâr”, “yerli ve milli” denilen ama küreselleşme rüzgârından yararlanarak Orta Doğu’ya, Afrika’ya, hatta Latin Amerika’ya yaptığı açılımlarla palazlanan “Anadolu Kaplanları”) birini tercih etmek değil, sömürülenlerin ve ezilenlerin, yani işçi sınıfının, köylülerin, Kürtlerin, kadınların iradeleriyle yeni, her türlü baskı ve sömürüden kurtulmuş, eşitlikçi-özgürlükçü, sosyalist bir toplumu biçimlendirme uğraşına girişmektir.

Kaypakkaya ezilenlerin ve sömürülenlerin eşitlikçi kardeşliğine işaret ettiği yıllarda da, bugün de hâkim sınıfın her türlü baskı ve sömürüsüne ezilenlerin-sömürülenlerin özerk iradesini geliştirmek ve sahip çıkmak devrimcilerin, sosyalistlerin asli görevidir, böyle olmalıdır.

 

PD: Eskimiş, şablon, modası geçmiş, devrimci bir kaynak, eylem kılavuzu, yaslanmamız gereken deneyim tartışmaları içerisinde 68 kuşağını özelde de İbrahim Kaypakkaya’yı değerlendirir misiniz?

 

SÖ: “Eskimiş, şablon, modası geçmiş” vb. nitelemeler, reel sosyalizmin göçtüğü, neoliberal versiyonuyla kapitalizmin kendini “yegâne, ebedi, değişmez düzen” ilan ettiği yıllarda sosyalist görüş ve anlayışları itibarsızlaştırmak için sıkça başvurulan, deyim yerindeyse “moda” kavramlardı. Neoliberalizmle doku uyumu içindeki “Yeni sol”, “radikal demokrat” vb. görüşler, Marksizm- Leninizmi bu terimlerle damgalamaktan pek haz ederlerdi. Dikkat ederseniz, bugün burjuvazinin nitelikli temsilcileri dahi bu gibi nitelemeleri kullanmaktan kaçınıyor; kapitalizmin başını alamadığı, birbirini izleyen, birbirini tetikleyen krizler, sermayenin seçkin ideologlarını (V. İ. Lenin olmasa dahi) Karl Marx üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

Bunun bir başka veçhesi de Marksizm-Leninizm’i “eskimiş, şablon, modası geçmiş”(!) vb.ilan eden “yeni sol” (radikal demokrat vb.) akımların piyasaya sürüldükleri 1990’lardan bu yana işçi sınıfı-emekçiler adına kalıcı tek bir kazanım sağlamak bir yana, o gün bugündür gemi azıya alan neoliberal kapitalizmin halklar üzerindeki tahribatını hiçbir şekilde hafıfletememiş olmasıdır. Son 20-30 yılın deneyimleri bize sömürü (dolayısıyla da) mülkiyet ilişkilerine son vermeyi, yani iktidarı hedeflemeyen hiçbir yaklaşımın (kimlikçilik, çokkültürcülük, çevrecilik, yatay dayanışma ağları, iktidar ilişkileri dışında küçük komünler yaratma girişimleri) hâl-i hazırdaki yıkıcı eşitsizlikleri gidermeye yetili olamayacağını gösterdi.

Bu durumda, özellikle 68 kuşağının kendisini yeniden donattığı kararlılık, gözüpeklik, eşitlikçi kardeşleşme, özgürlükçülük, dayanışmacılık ruhu ile Marksizm Leninizm’in güncelliği ortadadır. Uzun Yürüyüş’ü Başlatan Mao Zedung’un, Gramma yatında Küba kıyılarına doğru yol alan Fidel’in, Bolivya Cangıllarındaki Che’nin, Japon ve Fransız emperyalizmine karşı gerilla savaşı veren Ho Chi Minh’in tasarımları da budur: Emekçilerin sosyalist coğrafyasını kurmak.

Elbette bu mücadelenin araçları değişebilir. İlkçağ’daki köle ayaklanmalarından bu yana hiçbir devrimci kalkışma, kendini tekrar etmez, edemez, etmemelidir. Benim burada vurgulamaya çalıştığım, yeni, farklı, eşitlikçi, özgür bir dünya kurmak isteyenlerin, bunu ancak sömürü ve tahakküm ilişkilerini, sermaye sahiplerinin mülksüzler üzerindeki sömürü, baskı ve denetim araçlarını ilga ederek gerçekleştirebileceklerini bir kez daha vurgulamak. 68 kuşağının, ve özellikle de Kaypakkaya’nın amacı da buydu.

 

PD: Cumhuriyetin ikinci yüzyılına gireceğimiz bu günlerde “Demoktratik Cumhuriyet” güzellemeleri ve “ulusalcı-cumhuriyetçi” medeniyet paradigmaları ve resmi ideoloji konularını Kaypakkaya’nın fikirleri üzerinden nasıl değerlendirebiliriz.

 

SÖ: Yukarıda da vurgulamaya çalıştım; kapitalist üretim ilişkileri yıkılmadıkça “cumhuriyet”in önüne hangi sıfatı eklerseniz ekleyin, bir egemen sınıfın ezilen-sömürülen sınıflar üzerindeki baskı aracı olma vasfı, süre gidecektir.

Seçimlerin bir “TV şovu”na, demokrasinin bir “fars”a dönüştüğü, ABD’nin dahi Kongre’yi basan neofaşist başıbozukların gövde gösterileriyle ete kemiğe bürünen bir “darbe girişimi”ne sahne olabildiği koşullarda, öznel ya da nesnel olarak sınıflar arası uzlaşmacılığa, konsensüs’lere, ya da “kuruluş mitosları”na, “milli burjuvazi” arayışlarına yaslanan cumhuriyet tasarımları, geçersizdir. Siyasal rejimi ne olursa olsun (krallık ya da cumhuriyet) bağımsızlığa ve emekçiler, sürdürülebilir bir düzeni sağlamaya yetili bir burjuvazi kalmadı yeryüzünde. Bu nedenle, artık üzerinde kafa yorulması gereken, doğrudan demokrasinin “sosyalist cumhuriyet”tir.

 

PD: Dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak 68 kuşağı ve özelde İbrahim Kaypakkaya bize hâlâ neyi öğütlüyor?

 

SÖ: Buna karşın, Kaypakkaya’nın özellikle PDA çevresine yönelttiği eleştirilerde ortaya çıkan, Kürtlerin bir “halk” değil bir “ulus” olduğu ve bir ulus olarak “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nın öznesi oldukları vurgusu hâlen önemlidir.

Kaypakkaya sosyalistlerin, devrimcilerin “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” (UKTH) ilkesini desteklemesi ile ezilen ulusun bu hakkı hayata geçiriş fiiliyatının desteklenmesi arasındaki incelikli ayırımı özenle çizer. Ona göre, UKTH’nin desteklenmesi ilkeseldir; sosyalistler, devrimciler ezen ulusun ezilen ulusun ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayini girişimlerine yönelik her türlü bastırma girişimine amasız, fakatsız karşı durmalıdırlar. Ama bu ilke, ezilen ulusun bütün tercihlerinin kayıtsız koşulsuz desteklenmesi anlamına gelmez.

Yani bir “hak”kı desteklemek başka, o “hak”kın kullanılış biçimine tavır almak başkadır. Ya da şöyle söyleyecek olursak olursam, ezilen ulusun ayrı devlet kurma “hakkı”nın desteklenmesi başka, o ulusun egemen sınıflarının desteklenmesi başka şeylerdir.

Devrimciler, sosyalistler, bir yandan ezilen ulusların ulusal tahakkümden, boyunduruktan kurtulma mücadelelerini, yani ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesini, ama aynı zamanda (her iki ulustaki) tüm ezilenlerin, sömürülenlerin kardeşliğini ve sömürücü sınıflara karşı mücadelesini desteklerler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı ilkeseldir; ancak her iki ulusun komünistlerinin bu hakkın kullanılış tarzı konusundaki tutumlarını, konjonktür belirleyecektir…

İşçi sınıfı ve emekçiler açısından aslolan ise, “farklı milliyetlerden proleterlerin” şu ya da bu ulusal bayrağın değil, kendi sancağının etrafında toplanması, yani “Enternasyonal”dir. Hele ki, yukarıda da altını çizmeye çalıştığım gibi, burjuvazilerin “ulusal” niteliklerini ve halkları açısından sürdürülebilir bir düzeni sağlama yetilerini hemen tümüyle yitirdikleri bir çağda…

 

PD: Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

 

Ben Spartaküs’den Karmatiliğe, Şeyh Bedreddin’den Thomas Müntzer’e, Paris Komünü’nden Sovyet İhtilali’ne, Çin Devrimi’nden Küba’ya, 68’e emekçilerin sömürü ve tahakküme karşı eşitlikçi-özgürlükçü mücadelelerinin, günümüzde neoliberal kapitalizmin yalnızca emeğe değil, artık yeryüzündeki hayata da kast eder hâle gelen egemenliğine karşı bir varlık-yokluk mücadelesi verenlerin yaslanabileceği geleneği oluşturduğunu düşünüyorum.

Bu geleneğe, bu tarihe düşünce ve eylenmleriyle katkı yapan herkesten öğreneceğimiz çok şey var. Bu anlamda, İbrahim Kaypakkaya’nın öğrencisi olmaktan onur duyuyorum. Tıpkı Spartaküs’ün, Karl Marx’ın, V. İ. Lenin’in, Mustafa Suphi’nin, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Behice Boran’ın öğrencisi olmaktan onur duyduğum gibi.

Bana bu paylaşım olanağını verdiğiniz için sizlere teşekkür ediyorum.

 

11 Mayıs 2023 17:18:23, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Patika Gazetesi, Mayıs 2023… https://gazetepatika19.com/kaypakkayanin-50-olumsuzluk-yili-sibel-ozbudun-ibrahim-kaypakkayadan-ogrenmek-135315.html

[1] Karl Marx.

[2] İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yay., 2016, s.350.

 

Seçim Tavrı(Mız): Oyumuz Devrime![*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Vekil inançların

raf ömrü kısadır.”[1]

 

Bir kez daha 14 Mayıs 2023 seçim(sizlik)leri yazısını kaleme alırken öncelikle Theodor W. Adorno’nun, “Seyredilen nesnenin dışındaki her şeye karşı aldırışsızlıkla, hatta küçümsemeyle dolu olmayan bakışın güzelliğe erişmesi imkânsızdır. Ve var olanın hakkını verebilen de sadece karasevdadır,” saptaması eşliğinde Wilhelm Weitling’nun “Kocaman bir ateş yakacağız/ Kâğıt paralardan/ Tahvillerden/ Vasiyetnamelerden/ Vergi dosyalarından/ Kira kontratlarından/ Ve borç senetlerinden/ Ve herkes/ Kendi cüzdanını da bu ateşin/ İçine atacak,” dizelerini aktarıp, ekliyoruz: “Engel insanın önünde değil zihnindedir,” diyen Joseph Murphy’nin uyarısı, önemlidir.

“Neden” mi?

Seçim(sizlik) öncesinde ittifaklardan birliklere hemen her şeyin baş döndürücü bir hızla ilkesizleşip, abartıldığı ortamda Hicri İzgören’in, “Türkiye’de muhalefet cenahında yaşananlar baş döndürücü şekilde hız kazandı… Ciddi ‘değer’ kayıplarının yaşandığı, ‘etik’ kavramının anlamını yitirdiği bu sistemde kimi algı oluşturma yöntemleri kendine geniş bir yaşam alanı buluyor ne yazık ki… Günümüzdeki hâkim anlayış, kendi kokuşmuşluğunu sürdürmek için ya değerleri tümden yok ediyor ya da “değer”lerin taşıdığı anlamın içini boşaltıyor,”[2] saptamaları müthiş değerlidir.

Kim nasıl sunarsa sunsun: “Millet Cephesi’nin önlenemez yükselişi”nden[3] söz etmenin de; “Sandıktaki oyumuz en değerli gücümüz!”[4] ya da “14 Mayıs, tarihi önemli bir kilometre taşı olarak değerlendirilmelidir”[5] veya “Türkiye büyük bir değişimin arifesindedir. Bu süreçte saflar artık netleşmiştir.”[6] “Seçimin sonucunu da Türkiye halklarının geleceğini de Emek ve Özgürlük İttifakı’nın tutumu belirleyecektir,”[7] ifadelerinin de makul olmadığının farkındayız!

Hatta toplum, “İslâmcı faşizan bir diktatörlük ile asgari de olsa hukukun, demokratik hak ve özgürlüklerin yürürlükte olduğu bir rejim arasında tercih yapacak. O nedenle solun, demokrasi ve emek güçlerinin öncelikli hedefi söz konusu yakın ve vahim tehlikeyi bertaraf etmektir. Dinci faşist bloku yenilgiye uğratmaktır. Diğer bütün hedefler bu bağlam ve bu tarihsel dönemeçte ikincildir,”[8] abartılı vurgularla seçim dışında her şeyi “ikincil/ tali” ilan etmek de müthiş bir talihsizlik, aymazlıktır.

Oysa yapılması gereken seçimi bir “faaliyet” olarak görüp, mevcut krizin ağırlaşacağı öngörüsüyle emekçilere güvenip, örgütlenmek ve her türlü sürprize, hamleye hazır olmaktır.

Çünkü “Erdoğan rejimine son verilebilir ancak derin krizden reform yoluyla çıkış kapalıdır ve seçimin hemen ertesinde hem rejimin seçim sonuçlarını tanımamasına, hem de sistem partilerinin ‘devrimci yükselişi’ çalma hesabına karşı çok yönlü hazırlık yapılmalıdır. Bu yazının amacı bir kere daha ‘umudumuz Karaoğlan’ faciasının ve ‘öncüyü tek başına savaşa sürme’ hatasının yaşanmasına karşı uyarıda bulunmaktır.”[9]

Tam da bu ufukta “Emek ve Özgürlük İttifakı olsun, Sosyalist Güç Birliği olsun, komünistlerin içerisinde bulundukları ittifakların yükselişte olacakları bir dönemdeyiz. Bu ittifakların ve bağımsız halkçı çizginin terk edilmesi depremin kendisi kadar yıkıcı olacaktır,”[10] uyarısına uygun davranmak kilit önemdedir.

Akıntıya karşı “farklı şeyler”i dillendirmek, eleştirip/ itiraz etmenin, kimileri için kabul edilebilir olmadığını biliyoruz.

Ancak Fydor Dostoyevski’nin, “Gösterişin, torpilin, kibrin ve sayamadığım binlerce putun kol gezdiği bu çağda; bir bakışın, bir duruşun, bir hayatın sadeliğine inanıyorum,” tutumuna müthiş değer atfedenlerin; Napolyon Bonapart’ın, “Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma, seninle aynı fikirde olmayıp da bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork,” uyarısını dillendirenlerin de olduğu unutulmamalı.

Kim nasıl ve ne kadar rahatsız olursa olsun; biz de onlardanız!

Hani, “Yüzleştiğimiz her şeyi değiştiremeyiz. Ama hiçbir şey yüzleşmeden değiştirilemez. Tarih geçmiş değildir. O, şimdiki hâldir. Tarihi biz taşırız. Biz kendi tarihimiziz. Başka türlüsünü iddia edersek, suçlu oluruz,” diyen James Baldwin ya da “Öyle şeyler vardır ki insanın susmaya, sessizce geçiştirmeye ya da eğretilemenin (istiarenin) örtüsü altına saklanmaya hakkı yoktur. İnsan inandığı şeyi dobra dobra söylemelidir,”[11] haykırışıyla Bertolt Brecht gibi…

Dünyayı değiştirme iddialarını yaşama geçirmek zor ve uzun vadeli bir süreçken; toplumu dönüştürmek isteyenlerin, “gerçekçilik” adına(?) dönüştürülmesi tehdidi hep gündemdedir. Bu da “kitleselleşmek”, “toplumun değerlerine saygı” refleksiyle devreye sokulan popülizmle/ kitle kuyrukçuluğuyla sistemle buluşmaya kapı açarken; olup, bit(mey)enin özeti maalesef budur. Ve onca yılın pasifliğinin, konformizminin, reel politikerliğinin, asli görevlerini ihmalin bedelidir…

 

HÂL VE GİDİŞ

 

Coğrafyamız “ya devlet başa ya kuzgun leşe” anlayışıyla hareket eden, bir hükümetle karşı karşıyadır; CHP Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı’nın, “Seçimlerde paramiliter gruplar devreye girebilir”[12] uyarısı da boşuna değildir.

14 Mayıs seçimleri gerçekleşir ve yeni bir 7 Haziran-1 Kasım süreci yaşanmazsa gelecekte bizleri daha ağır koşullar bekliyor. Faşizmin her halükârda devrimcileri, komünistleri, demokratları ve ilericileri yok etmeyi, etkisiz kılmayı hedefleyerek yoluna devam edeceği not edilmeli. Coğrafyamız kimine göre “100 yılın krizi”ni veya “neo-liberalizmin krizi”ni ya da birikim modeli krizini yaşarken, aslî meselenin sürdürülemez kapitalizm olduğu “es” geçilip, “ehven-i şer” açmazına sarılmamalı!

Mesela “İslâmcı faşizm veya altılı masanın Türkiye’ye sunduğu gelecek tasarımı olan, bir anlamda 2015’e dönüşü hedefle tutucu bir restorasyon... Altılı masanın temsil edeceği bir iktidar seçeneği, tutucu niteliğine rağmen İslâmcı faşizme göre ‘ehven’dir,”[13] söylemindeki üzere!

Evet, “14 mayıs seçimleri, mevcut iktidardan kurtulmak için önemli bir aşama, muhalefetin kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. anketleri, iktidarın seçim sandıklarına ve ysk’ya hâkimiyetini, iktidarı elinde tutmak için yapabileceklerini hesaba katınca bu iyimserliği paylaşamıyorum. diğer yandan, elinin altında militer güçler bulunun bugünkü iktidarın, seçimi kaybetse de memlekete huzur vermeyebileceğini düşünüyorum. yani bizi her türlü sert ve sıkıntılı bir dönem bekliyor; inşallah yanılırım. ‘yine baharlar gelir’ de diyemiyorum çünkü hiç bahar hatırlamıyorum. zaten herhangi bir yeni düzen geçmişin tekrarı olamaz,”[14] diyen Ayşe Düzkan haklı.

Seçim ortamı, “parlamenter” yoldan beklentilere yol açarken; büyük bir krize dönüşecek ortamın zeminini oluşturuyor. Bir yanda “parlamenter hayaller” var, öte yandan da seçim sonrası çatışma/ kaos ihtimali devrede. Seçim(sizlik) ile devletin yeniden dizayn edilmek isteniyor; emekçilerin ve Kürtlerin mevcut Erdoğan hükümetinden çektikleri, gördükleri zulüm bir manivela olarak kullanılıp, sistemin bekasına yönelik restorasyona onayları istenmektedir.

Çetelerin kol gezdiği, düzenin mafyalaştığı, umutların mafya reislerine bağlandığı, yasaların askıya alındığı, kuralsızlığın hüküm sürdüğü sürdürülemez kapitalizmin tablosunda eskinin çürüyüp, yeninin doğamadığı bir canavarlar zamanına kapı açması muhtemel 15 Mayıs sabahında çok şeyin değişeceğini ummak büyük hayalcilik olur.

Kaldı ki “AKP hükümeti, seçim(sizlik)leri hile hurda ile kazansa da bir yıkım riskinin devreye gireceği; kapitalizmin krizi yönetebilmek zorlanacağı öngörülmelidir.

Çünkü ‘Seçim konjonktürünün bir bileşeni, iktidar yapısının artık sürdürülemez olmasıdır: Ülkedeki derin ekonomik krizin, emperyalist ‘yeniden paylaşım’ rekabetinin basıncı altında, siyasal İslâmın çıkarlarıyla, egemen sermayenin çıkarlarını, bağımlılık ilişkilerini bağdaştırmak artık olanaklı değildir. Konjonktürün ikinci bileşeni, ‘yapışkan statüko’ya (algısal kilitler-patika bağımlılığı) ilişkindir: Yukarıdaki ittifakın egemen sermaye (emperyalizm) kesiminin çıkarlarını temsil eden kültürün, aktörlerinin muhalefetin altılı masa ve HDP/ YSP kanadının listelerine neredeyse homojen biçimde dağıtılmış. ‘Süreç olarak faşizmin’ doğuşuna, doğrudan ya da işbirlikçi olarak katılmış beş isim bu durumu çok güzel sergiliyor. Bir tarafta, ekonomide Babacan, dış ilişkilerde Davutoğlu, adalette Sadullah Ergin. Diğer tarafta, ABD ve AB (emperyalizm) ilişkileriyle, AKP karşıtlarına ‘simgesel şiddet’ uygulama, Kürt hareketine sahte umutları satma işlevleriyle Çandar ve Cemal. 

Bu resim bize, egemen sermayenin ‘Her şeyin aynı kalması için bir şey değişmelidir’ ilkesini benimsediğini gösteriyor.”[15]

 

SEÇİM/ PARLAMENTO ABARTILARI

 

Seçimler de, oy kazanmak önemlidir. Ancak devrimci sosyalist siyaset bakımından en önemli şey değildir ve ol(a)maz da; “oy pusulalarını ve seçimleri bırak/ evet/ seçimleri özellikle bırak/ çünkü açlık çoğunluktadır,” dizelerindeki üzere Turgut Uyar’ın (Bu arada Filipinli Devrimciler, “Yoksulluğun cevabı seçim değil, devrimdir” der!)…

“Türkiye, kaderinin yeniden çizileceği bir tarihsel eşikte bulunuyor. Önümüzdeki 14 Mayıs seçimleri bu eşiklerden biri, belki de en önemlisi hâline geliyor. Gericiliği ve faşizmi yenilgiye uğratmak, Türkiye’nin yanı sıra, solun ve emek hareketinin de önünü açacak,”[16] söylenceleri eşliğinde “Neden bu kadar seçimlere umut bağlanır oldu”? Sahi, neden artık “gericiliği, faşizmi yenilgiye uğratmak” için seçimler değil de emekçi kitlelerin örgütlü hareketine güvenmek gerektiğini düşünenlerin sayısı bu denli azaldı?

Parlamentarist hayaller ile birlikte coğrafyamızda yaş(tıl)an siyasal İslâmcı totalitarist “şok” bunda etkili olmuş olmalı!

Bilindiği üzere “Şok Doktrini” ilhamını CIA’in işkence tekniklerinden alır. İnsanlık dışı işkence yöntemleri üzerinde çalışan CIA, 1950’lerden itibaren insanların üzerinde yaptığı deneylerde, beyne elektrik şoku verildiğinde ortaya çıkan büyük acının, insan beyninin yeniden şekillendirilmesini sağlayacak şekilde direncini kırdığını “keşfeder.” CIA uzmanları işkenceyle boşaltılan zihinleri, üstüne yeniden yazılabilecek “boş bir levha”ya benzetir. “Boş levhalar”ın nasıl doldurulacağı ise artık bu yönteme başvuranların iradesine kalmıştır.

CIA’in söz konusu işkence metodu daha sonra neo-liberal teorisyenlere, otokratik yönetimlere “ilham” olur. Milton Friedman’ın Chicago Okulu, bu şokların toplumları etkileyecek boyutlarda olması hâlinde, bir toplumun bütün belleğini, alışkanlıklarını yeni bir ekonomik düzen kurabilecek şekilde etkileyebileceklerini ortaya atar. Bu tezin laboratuvarı ise Şili olur. Pinochet darbesiyle salınan “Şok Dalgaları”yla toplum hizaya sokulur, yeni rejimin inşası için kitleler teslim alınır. Sonrasında dünyanın dört bir tarafında bu “şok dalgaları” ile toplumlar teslim alınır.

Naomi Klein’ın kapsamlı biçimde irdelediği durumda egemenler kriz, korku, felaket, savaş ve travmatik olayları kullanarak, çaresizlikler üzerinden zorla “rıza üretir”ler.[17] Zaman, mekân, aktörler değişse de “Şok”lar yerkürenin dört yanında egemenler için hâlâ bir reçete; coğrafyamızda olduğu üzere!

Şuraya dikkat edilmeli: “Şok reçetesi”ni uygulayan aktörlerin senaryosunu burjuva iktidar yazarken; parlamento ve seçimler de bunun araçları olabilmektedir!

“Parlamento ve seçimler” deyince anımsatmadan geçmeyelim: Seçimler konusunda devrimci yaklaşımıyla Marksizm-Lenizm burjuva parlamentolarını burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devletin bir organı olarak tespit eder. Marksizm-Lenizm’in sınıf egemenliği ve devletle ilgili diğer fikirleri ile bir arada düşünüldüğünde, bu cümle çok şey ifade etmektedir.

Buna göre parlamento burjuva egemenliğine yabancı ya da dışsal bir organ olmayıp, onun organik bir parçasıdır. Nasıl ki günümüzün devleti “tüm halkın devleti” değil de toplumda bir azınlık olan burjuvazinin devletiyse, onun bir parçası olan parlamento da aynı şekilde burjuvazinin parlamentosudur.

Elbette bu, parlamentolara işçi sınıfının ve diğer sınıfların temsilcilerinin, hatta devrimci temsilcilerin giremeyeceği anlamına gelmez. Aksine dünyada parlamenter deneyimin büyük bölümünde bunun sayısız örnekleri görülmüştür. Sorun şu ki, bu tür temsilcilerin varlığı olsun, bunların kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda parlamento zemininde de şu ya da bu biçimde bir mücadele yürütmeleri olsun, parlamentonun sınıfsal özünü değiştirmemektedir. Bunun somut örneği, XXI. yüzyıl başlarında Latin Amerika ya da Avrupa’da işbaşına gelen “halkçı”, “sol”, “sosyalist” yaftalı parti ya da ittifakların, sermayenin, borsaların vb. istemlerine tabi olmaları, üretim ilişkilerine dokunmaya tevessül etmemeleridir.

Karl Marx’ın ifadesiyle, “Her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını” belirleyen seçimlerle oluşturulan parlamento, halk yığınlarının doğrudan canlı eylemine tamamen dar gelecek bir deli gömleği olabilir ancak. Bu yapıda halk parlamentoya seçtiği “vekillerin” orada ne yapacağını belirleyemez, memnun olmadığı “vekili” görevden alamaz, onları denetleyemez.

Dolayısıyla, başka hususlar bir yana, bu bakımdan da parlamentoda çoğunluk elde etmek suretiyle burjuva düzenin ortadan kaldırılamayacağı, işçi sınıfının kendi sınıf iktidarını kuramayacağı açıktır. 

Nitekim V. İ. Lenin, parlamentonun işlevi ve devletteki yerini iyi bilinen şu sözleriyle betimler: “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.”[18]

Evet, “Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez,”[19] vurgusuyla V. İ. Lenin’in, ‘Duma Seçimlerine Burjuva Partilerinin ve İşçi Partisinin Yaklaşımı’ başlıklı yazısında ifade ettiği üzere: “Bizim için önemli olan, tavizler yoluyla Duma’da koltuk kapmak değildir; tersine, bu koltuklar ancak ve ancak kitlelerin siyasi bilincini geliştirmeye, onları örgütlemeye hizmet ettiği ölçüde değerlidir, ‘sükunet’, ‘düzen’ ve ‘barışçıl [burjuva] saadet’ uğruna değil, emeğin her türlü zulümden ve sömürüden kurtuluşu için mücadele uğruna.”

“Proletaryanın, burjuvazinin boyunduruğu altında, ücretli-köleliğin boyunduruğu altında yürütülen seçimlerde çoğunluk kazanması gerektiğini ve ancak bundan sonra iktidara geçmesi gerektiğini yalnızca alçaklarla ahmaklar düşünebilir. Bu, budalalığın, ya da ikiyüzlülüğün doruğudur; bu, eski sistem içinde ve eski iktidar altında, sınıf savaşımının ve devrimin yerine seçimleri koymaktır.”[20]

Aynı konuda Rosa Luxemburg’un da, “… ‘Biz hiçbir zaman formel demokrasi putuna tapmadık.’ Bunun anlamı şudur: Burjuva demokrasisinin toplumsal çekirdeğini, onun siyasi biçiminden her zaman ayrı tuttuk; her zaman tatlı biçimsel eşitlik ve özgürlük kabuğu altında gizli toplumsal eşitsizlik ve özgürlük yoksunluğunun sert çekirdeğini ifşa ettik-kabuğu reddetmek için değil, işçi sınıfını onunla yetinmemeye teşvik etmek için; demokrasiyi topyekûn yok etmek için değil, siyasi iktidarı ele geçirerek burjuva demokrasisinin yerine sosyalist bir demokrasi kurmak için,”[21] notunu düşerken; Gündüz Vassaf’ın, “Seçimlerde vatandaşlara bir şeylerin değişeceğinin düşleri pazarlanıyor, umut tacirleri bir şeylerin değişebileceğinin hayalini satıyor. Gerçekten adil bir dünya düşleriyle yola çıkan politikacılar da var. Onların ayağı kaydırılıyor, kandırılıyor, etkisizleştirilip bazen de öldürülüyorlar”;[22] Anthony Burgess’in, “Seni bir makine biçimine sokmuşlar. Seçme hakkını elinden almışlar. Toplumun kabullendiği davranış türlerine boyun eğmek zorundasın. Seçme hakkına sahip olmayan kişi, kişiliğini yitirmiş demektir,”[23] ifadelerini de aktaralım!

“İyi de parlamentoyu, seçimleri demokrasi için kullanıyoruz” itirazlarına/ fantezilerine de; V. İ. Lenin’in, “İlkeyi değil, sözcüğü savunuyorlardı, bir ilke yanılgısına düşme korkusundan değil, insanlar ne der korkusundan hareket ediyorlardı,”[24] uyarısı eşliğinde; Frantz Fanon’un, “Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan ‘soykırım’ işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz”;[25] Sokrates’in, “Mal-mülk edinmekten, şan ve şöhreti önemsemekten utanmıyorsunuz, ama vicdanınızla ilgilenmekten kaçınıyorsunuz!” “Sorgulanmayan hayat, yaşamaya değmez,” deyişlerini aktarmakla yetinelim…

 

KEMAL KILIÇDAROĞLU(=MİLLET İTTİFAKI)’NA DESTEK!

 

Buradan konuyla ilintili olarak Kemal Kılıçdaroğlu(=Millet İttifakı)’na destek faslına geçersek Wolfgang Pauli’nin ifadesiyle, “Buna doğru değil demek yetmez. Bu yanlış bile değil!”

Öncelikle hangi sınıfın temsilcisi olduğu “es” geçilmeye kalkışılan Millet İttifakı’nın sermaye için bir “restorasyon” olduğunu ve restorasyon “vaadi”nin/ “ihtimali”nin “demokrasi” yaygaralarına mündemiç bir “hüsnü kuruntu”dan ibaret olduğunu belirtelim. “Geliyor gelmekte olan” güzellemeleriyle sunulanın gerçek anlamda bir “restorasyon”a bile muktedir olamayacağı görülecektir. Tabii eğer “gelirse”…

Bu bir kehanet değil! İttifak bileşenlerinin kirli sicili ile ‘Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nin ortaya koyduğu bir hakikât!

Hâlâ bilmeyen var mı? Varsa ne yazık! Altılı Masa’nın programı ‘Ortak Politikalar Mutabakat Metni’, işçi ve emekçilerin, Kürtlerin, Alevîlerin, ezilenlerin taleplerini dikkate almayan sermayenin “mutabakat programı” ve Sinan Çiftyürek’in, “Millet İttifakı, ‘Demokrasi mücadelesinin yükü Kürtlere, mükafatı bize,’ politikasını tekrarlayabilir,”[26] notunu düştüğü politik manevradır.

“Milletvekili olmak için ilkesiz ittifaklar içinde olmayız, kimseye göz kırpmayız, yancılık yapmayız, takiye ise hiç yapmayız!” vurgusuyla Türkiye Komünist Hareketi’nin (TKH) belirttiği gibi, “CHP’nin başını çektiği ve 5 sağ partinin içinde olduğu Millet İttifakı’nın, yayınladıkları metinlere bakarak ülkeyi bu karanlıktan, sömürüden, yağmadan kurtarabileceği beklenmemelidir! AKP’nin içinden çıktığı Saadet Partisi ile, AKP’nin içinden çıkan Deva ve Gelecek Partisi ile ve MHP’nin içinden çıkan İyi Parti ile Türkiye’nin sorunları çözülemez!”[27]

Bu(nlar) böyleyken; “İyi Parti lideri Meral Akşener, yarattığı krizi yine kendisi çözmek zorunda kaldı. Neredeyse bütün iddialarını geri alarak Millet İttifakı’na döndü. İyi de oldu, itirazım yok. Çünkü, artık zaman, muhalefete muhalefet yapma dönemi değildir,”[28] vurgusuyla Millet İttifakı’na kafa yormak sosyalistlerin görevi olamaz, olmamalıdır da!

Ancak buna rağmen “Altılı Masa’nın bize değil, bizim Altılı Masa’ya ihtiyacımız var… Şöyle bir formül açıklayıcı olabilir: Altılı Masa’dakiler için Erdoğan’ın kazanması bir ölüm kalım sorunu değildir, bir savaşın yitirilmesi değildir, Bizim için ise, ölüm kalım sorunudur, Erdoğan’ın kazanması, bir savaşın yitirilmesi, kesin bir yenilgi ve bozgun anlamına gelecektir. Bu nedenle Altılı Masa’nın özellikle de İyi Parti ve ülkücülerin bizim oylarımıza ihtiyacı bizim Erdoğan’ı yenmek için Altılı Masa’nın ve Ülkücülerin oyuna ihtiyacımız gibi değildir. Bunu kısa ve öz olarak şöyle de ifade edebiliriz: Altılı Masa’nın Bize Değil, Bizim Altılı Masa’nın oyuna ihtiyacımız vardır,”[29] diyen Demir Küçükaydın ve onun gibilere İ. Metin Ayçiçek’in, “İki ittifaka da oy vermeyi düşünmedim hiçbir zaman… Onlar birbirine zıt kardeşler değil, bir cismin aynadaki görüntüsü kadar ikizdirler olmaktan öte bir farka sahip değildir,”[30] saptamasını aktarmakla yetinelim!

Millet İttifakı, sermayenin krizini “çözme”ye talipken (ama bunu nasıl yapacağını bir türlü açıklayamazken); emekçi solu yedekleyen ve araçsallaştıran bir politik manevradır. Bu hâliyle de biz(ler)e, “Bıra şêrê rokê be, ne roviyê salekê be/ Bir günlük aslan ol, bir yıllık tilki olma,” savsözünü anımsatan -doğrudan ya da “olaylı”- destek söylenceleri “umut(suzluğ)u”na gelince: Asılsız umudun nedeni umutsuzluktur. Coğrafyamızdaki yaygın umutsuzluk çaresizlikten kaynaklanıyor; “Denize düşen yılana sarılır,” deyişindeki gibi… Umutsuzluk çaresizlik bir teslim olma hâliyken; yıkıcı bir öfkeye zemin hazırlar; “Usancı, bezginliği bir an unutturan bir şey varsa, yaşama sokuverdiğimiz umuttur. Yaşama katabildiğimiz, katmayı becerebildiğimiz umuttur,”[31] saptamasındaki üzere Bilge Karasu’nun…

Örnek mi? TİP Genel Başkanı Erkan Baş, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusunda “Memlekete de ittifaka da hayırlı olsun. En kuvvetli adaylardan biri olarak ismi öne çıkıyordu,”[32] diyen ilk örnek olması yanında; HDP’nin ortak liste önerisine şerh koyup, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının da “desteklenmesi gerektiğini duyurdu.”[33]

 Silivri zindanındaki Ş. Can Atalay’ın, Tek adam rejimine karşı demokratik, çoğulcu bir ortam özlemiyle geniş bir ortak hat oluştu. Elbette bu sürecin her noktasını yalnızca sonuçtan hareketle kutsamamalı, eleştirel değerlendirmelerden muaf tutmamalıyız,”[34] ifadesi de bir başka örnek...

SOL Parti de, seçimlerde Cumhurbaşkanlığında Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini açıklayıp, “Kılıçdaroğlu’na destek vererek tüm muhalefet ile birlikte mücadele edeceğiz” derken;[35] Hayri Kozanoğlu da ekledi: “Biz Sol Partililer, tüm sosyalistler, demokratlar son dönemde halkın artan güvenini boşa çıkarmayacağız, son ana kadar ortak aday etrafında tüm çabamızı harcayacağız.”[36]

Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) Genel Sekreter Yardımcısı Sait Kıran da, seçimlerde Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini duyuranlardandı;[37] “Mustafa Kemal Atatürk, kendi yurdunda onuruyla yaşamaktan başka çaresi olmayanlarındır,”[38] diyen Türkiye Komünist Partisi (TKP), Millet İttifakı’nın ortak cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na oy çağrısı yapıp, “Bir oy Erdoğan gitsin diye, bir oy TKP’ye” çağrını dillendirdi.[39]

Ancak bu kadar da değil! Cumhurbaşkanı seçimlerinde, “Oyumuzu Erdoğan’a karşı kullanacağız.”[40] “Bu oy Erdoğan’a karşı verilmekte ve Erdoğan’ın bir an önce gitmesine odaklanmış geniş halk kesimlerine ‘sizi anlıyoruz, duygunuzu paylaşıyoruz’ mesajını taşımaktadır,”[41] diyen TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan hızını alamayıp, daha sonra da, “Utana sıkıla değil, açıktan söylüyoruz cumhurbaşkanı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na oy vereceğiz,”[42] diye ekledi.

Oysa, “CHP’li değilim. Kılıçdaroğlu’na kerhen oy vereceğim ayrı, asla Babacan, Karamollaoğlu, Akşener, Davutoğlu’na değil oy, selam vermem. Adres, Sosyalist Güç Birliği, oylar TKP’ye,”[43] ifadesindeki üzere Enver Aysever “utanıp, sıkılanlar”dandı!

Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), “Cumhurbaşkanlığı seçimi noktasında… sermaye adaylarına oy vermeme yönünde”[44] tavrı olduğundan söz ederken; bir habere göre, “Fatih Mehmet Maçoğlu, Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı”![45] (Bir tekzip de gelmedi!)

Avrupa Alevî Birlikleri Konfederasyonu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı seçilmesine[46] destek verirken; HDP eski Eş Genel Başkanı -Edirne Zindanı’nda tutuklu- Selahattin Demirtaş, Twitter hesabından “Yürü Bay Kemal!” dedi.

HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye’de ordunun ve elitlerin Kürt halkına kendi kaderini tayin umudu verdiği” gerekçesiyle HDP’nin varlığından rahatsız olduğunu söyleyip, bunun hayali bir inanış olduğu vurgusuyla “Partisinin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesini umduğunu”[47] ifade etti.

Ayrıca HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar muhalefete, “Gelin, ilk turda kazanalım,”[48] çağrısını yaparken; diğer Eş Genel Başkan Pervin Buldan da, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi, Türkiye halklarını nefessiz bırakmıştır. Evrensel hak ve özgürlüklerin tanındığı, demokratik hukuk ilkelerinin geçerli olduğu, sosyal ve ekonomik hakların olduğu bir düzen istiyoruz… Bu iktidardan hesap sorma konusunda kararlıyız. Bu nedenle CB seçimlerini, aday çıkarmayacağımızı tüm kamuoyuna buradan deklare ediyoruz,”[49] diyerek Kemal Kılıçdaroğlu’na dolaylı desteği resmileştirdi.[50] (Bu arada her ne demekse Veysi Sarısözen de, “Benim Kılıçdaroğlu’na vereceğim destek de, “asılacak adama ipin verdiği destekten” farklı olmayacaktır,”[51] sözleriyle “dolaylı” destekçilerdendi.)

Kim nasıl sunar ise sunsun: Kemal Kılıçdaroğlu(=Millet İttifakı)’na destek düzene destektir. Kaldı ki CHP, “Sempre idem/ Her zaman aynı”dır!

Siz bakmayın “CHP, hem Atatürkçü hem de sosyal demokrat bir partidir.”[52] Kemalist olduğu malum da, “sosyal demokrat” olduğu müphemdir…

CHP’nin kaynağında solculuk değil, ulusçuluk/ Kemalizm vardır. Sınıf mücadelesi geleneğine değil; devletin kurtarılması mücadelesine dayanır. Doğası böyledir.

CHP kendine istediği “kimliği” atfedebilir. Ancak, “solcu” ve “demokrat” olduğu sanmak ise tam bir yanılgıdır, yalandır!

Bu bağlamda şurası da çok açık: “Çözüm süreci fiyaskosu” ardından bir kez daha “Fırsat kapımızı çalıyor. Seçimlere barış açısından bakmak gerçekçi olup, imkânsız görünen için mücadeleyi gerektirir,”[53] satırlarındaki Kılıçdaroğlu desteği beklentinin nafile olduğunu ve Arundhati Roy’un, “O düşüş hiç bitmez. Ve düştükçe, düşen başkalarına tutunursun. Bunu ne kadar erken anlarsan o kadar iyi” sözünü hatırlatıp, devrimci itirazların olduğunun da altını çizelim.

Mesela HDP bileşenlerinden Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) “Devrimci ve emekçi sol hareket olarak bizim cephe, kötünün iyisi bir tutumla Millet İttifakı’nın arkasına bağlanmayı tercih etmemeli,”[54] derken; Merkez Yürütme Kurulu (MYK) da, “Başkanlık için oy kullanmayın!”[55] tavrını deklare etti.

Hüseyin Şenol, “Cumhurbaşkanlığı için ise iki adaya da oy verilmemeli… Ben buna “boş oy” diyorum. İsteyen “boykot”, isteyen başka bir şey desin, ama kesinlikle oy verilmesin. Karalayın, buruşturun, slogan yazın veya yırtın Cumhurbaşkanı adaylarının bulunduğu oy pusulasını…”[56] derken; “Seçim tutumunu açıklayan Komün… cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “HDP’nin (ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın), Millet İttifakı’nın adayı Kılıçdaroğlu’ndan yana almış olduğu tutumu desteklemeyecek; emekçi sınıfların ve Kürtlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen, özgürlük taleplerini asgari düzeyde savunmayan hiçbir adayın/ittifakın arkasına dizilmeyecektir,” denildi.[57]

 

YSP/ HDP ABARTILARI

 

Selahattin Demirtaş, “Hayal kurmak, umut etmek, gerçekleştirmek... İlkini herkes yapar, ikincisini direnenler, üçüncüsünü de riski göze alanlar,” derken; Yeşil Sol Parti (YSP)/ HDP’nin seçim abartıları bu haklı tespitin uzağına düşmektedir.

Örneğin UKKTH “sümen altı” edilerek, HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar’ın görüşmesi sonrasında Kılıçdaroğlu, “Kürt sorununun çözüm adresi TBMM’dir,” derken Sancar ise “Yapıcı bir görüşme gerçekleştirdik” ifadesini kullanmaktadır![58] (Yapıcı olan ne acaba?!)

Ayrıca YSP Seçim Beyannamesi’nde, bir “cennet ülke” vaadi eşliğinde İstanbul 1. Bölge adaylarından Kezban Konukçu Kok en az 20 vekil çıkarmayı;[59] temel seçim stratejilerinin “AKP-MHP iktidarına kaybettirmek” olduğunu belirten YSP MYK üyesi Ayşe Erdem de, seçimlerde yüzde 20’lik bir oyu hedeflediklerini söyledi…[60]

Öte yandan 14 Mayıs seçimlerinin dönüm noktası olduğunu belirttiği Seçim Beyannamesi’nde, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını, demokrasinin toplumsallaştığı Demokratik Cumhuriyet yüzyılı yapacağız” vurgusuyla çözüm olarak “radikal demokratik değişim”den[61] söz edilmesi de; adayların seçilmesi de[62] bir hayli tartışmalı görünmektedir.

Siz bakmayın Ali Saim’in “HDP’nin ittifak politikası ‘parlamentarist’ değil, ‘devrimci’ bir politikadır. Seçimlerde oyunu ‘arttırmak’ gibi sığ bir politika değildir,”[63] ya da HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Tuncer Bakırhan’ın, “Ehven-i şer bizde asla olmaz. Millet ittifakı bu noktaya getirmesin bizi. Bu olmasın diye uğraşıyoruz,”[64] demesine! Söz ile eylem arasında ciddi bir açı farkı söz konusu!

Örneğin “HDP, yıllardır kendisine omuzdaşlık yapanların haklı hassasiyetini hiçe sayarak Hasan Cemal, Cengiz Çandar gibi iki çürüğü aday göstermeye karar vermiş. Yerseniz, diyor. İki seçenek var; Yeriz, Yemeyiz,”[65] uyarısı yerindedir. HDP de dâhil, hiçbir şey ve hiçbir kimse eleştiri üstü olmadığını; HDP’nin yaptıklarının anlaşılabilir olsa da, sosyalistler tarafından otomatik kabulünün mümkün olmadığını; Friedrich Nietzsche’nin, “Bazen bir şeyin değeri ona ulaşarak ne kazanıldığıyla değil, ona ulaşmaya çalışırken nelerden ödün verildiğiyle belirlenir,” sözleri eşliğinde hatırlatalım.

Bu arada “Kürtlere akıl hocası olan bayat solculardan bıktık” diyenlerin de olduğunu biliyoruz. Ancak bayatlayan Dengir Mir Mehmet Fırat’lı, vb’li uzlaşma/çözüm(süzlük) aslında ve “Musa Piroğlu’suz, Hasan Cemal’li, Cengiz Çandar’lı listeye, zihniyete ‘Hayır’! Celal Doğan’lı, Altan Tan’lı saçmalığı unutma(dık)!”[66] demek bizim en doğal hakkımız ve görevimizdir!

Konuya ilişkin bir şey daha: Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş dahil, Kobanê Davası’nda HDP’liler hakkındaki tutuklama ve tutukluluğa devam kararlarında, bir zamanlar         çözüm”de etkili olacakları umuduyla milletvekili yapılmış eski HDP’liler, Ayhan Bilgen ve Altan Tan’ın ifadelerinin gerekçe olarak kullanıldığını[67] unuttunuz mu?

Bu arada Özdemir Asaf’ın, “Rengan tevde di heman lezê de dihatin lewitandin./ Yekamînî dane rengê spî// Bütün renkler aynı hızda kirleniyordu./ Birinciliği beyaza verdiler,” dizelerini çağrıştıran; HDP (YSP) milletvekilliğinde iki dönem kuralının, hangi düzeyde olursa olsun, istisnasız herkes için geçerli olmalıydı değil mi?!

 

ALT BAŞLIK OLARAK LİBERALLER

 

YSP/ HDP’nin liberal seçim abartıları, bize ister istemez Blaise Pascal’ın, “Her seçim bir vazgeçiştir,” sözünü anımsatıyor…

Ayrıca “Liberalizm artık sınıflar savaşımını yadsıma cüretini göstermez, ama bu kavramı daraltmaya, güdükleştirmeye, iğdiş etmeye çalışır. Liberalizm, sınıf savaşımını siyasal alana değin kabul etmeye hazırdır, ama devlet iktidarı örgütünün onun eylem alanı dışında kalması koşuluyla. Sınıf savaşımı kavramının bu liberal bozulmasını hangi burjuva sınıf çıkarlarının oluşturduklarını anlamak güç değildir,”[68] uyarısı eşliğinde, “Qantir nazê xwê sin nayê/ Katır doğurmaz, tuz yeşermez,” diyen Kürt savsözünü de anımsamamak mümkün mü?

 “Yetmez Ama Evet”ci liberal atraksiyonların AKP’yi 2002’de “Muhafazakâr Demokrat İnkılap” söylemiyle selamlayıp, 2010 referandumunda da “Evet” dediklerini ya da “İslâmcılardan demokrasi bekleyen”, “AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştireceği”ni söyleyenleri unutmak mümkün mü? Elbette değil!

İvan Sergeyeviç Turgenyev’in ifadesiyle, “Öyle bir an gelir ki, bazı yolların dönüşü, bazı hataların özrü, bazı insanların anlamı olmaz”ken; AKP kurucusu ve eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in KRT TV’de, “İlk yola çıktığımız günden beri bize kredi açan ve bizi her platformda savunan liberal yazarlar vardı. Bunların hepsinin canına okuduk. Hasan Cemal’i yazamaz hâle getirdik, Cengiz Çandar çekti yurtdışına gitti. Altan kardeşleri, Nazlı Ilıcak’ı, Şahin Alpay’ı hapse attık. Öte taraftan Ali Bayramoğlu’ndan Gülay Göktürk’e kadar daha birçok Türkiye’de vicdan sahibi, şu cenahta bu cenahta değil bildiği doğruları yazan bu insanların biz hepsini mağdur ettik ama en zor günlerimizde bunlar bizimle oldular,”[69] ifadesi de not edilsin!

Gelelim “Birtakım sol kuruluşlar da var. Bunlar biraz dekorasyon gibi”;[70] “Faşizan zihniyetli kesimden gelen eleştiriler umurumda değil”;[71] “Gazetecilik serüvenim siyasi bir eylem gibiydi”; “Ömrümün yarısından çoğunu Türkiye’nin, Türkler ve Kürtlerin eşit ve özgür birlikteliği ve Kürt sorununun barışçı çözümü için harcadım,”[72] deyip eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın “Bu seçim döneminde Rusya’ya çok dikkat etmek gerekir” sözüne atıfla, kendisi aleyhine başlatılan kampanyanın Rusya’nın bir operasyonu olabileceğini ifade eden[73] Cengiz Çandar zırvalarına!

Biz(ler)e Friedrich Nietzsche’nin, “Ne çok gülmüşümdür, içinde binlerce kötülük bulunan ama kendini iyi biri zanneden zayıflara,” sözlerini anımsatan Onun için şunları dedik:

“Aydınlık hareketinde yer alıp, TİİKP merkez komitesi üyesi olan; ardından İran mollarşisine göz kırpan; dahası ‘Sabah’ ve ‘Yeni Şafak’ta ‘gazetecilik’ yapan; Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın özel danışmanlığı göreviyle ödüllendirilen; AKP’nin değirmenine su taşıyan zatın konuşmak yerine susması, yüzünün kızarması gerek.

Kaldı ki, her koşulda UKKTH’nı savunan, bedel ödeyen sosyalistlere ‘Faşizan zihniyetli’ demek hadsizliğiyle malûl liberal müsveddenin ‘maruzatları’ da kimsenin umurunda değil.

Çünkü bukalemunu andıran seyr-ü seferlerinde onun gibilerin, sağa sola çamur atmaya kalkışsa da söyleyecek yalanları kalmamıştır.

Biz onu iyi tanırız; o da bizi!

İlla konuşması gerekiyorsa, soruyoruz: ‘Kirli Savaş’ günlerinde ne yaptın, neredeydin?

Sesini kesmesi, susması hayrınadır!”[74]

Bir de, TBMM’ye seçilirse, “Frak giyeceğim. En temel nedeni bir yerde Atatürk’ten gelen bir şey, bu bir gelenek. Meclis’i kuran, Cumhuriyet’i kuran Atatürk o dönemde giymiş,”[75] vurgusuyla “Elimi bizzat taşın altına sokmak için 54 yıllık gazetecilik hayatımı kapatıyorum,”[76] diyen Hasan Cemal’den 17 Şubat 1999 tarihli ‘Dönüm Noktası...’ başlıklı yazısından aktaralım:

“Başbakan Ecevit’in televizyondan açıklamasını dinlerken bir heyecan dalgası yalıyor içimi. Gerçekten tarihi bir an, bir dönüm noktası. Apo’nun yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, 1984’ten beri Cumhuriyet devletinin PKK’ya karşı verdiği haklı ve meşru mücadelede bayrağın zirveye dikilmesi, zaferin tescilidir. Şimdi önemli olan, bir komutanın deyişiyle ‘teröristin geldiği vasatın yok edilmesidir’…

Tarihi bir dönüm noktası! Bir başka deyişle: Apo’nun yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, PKK’ya karşı Cumhuriyet devletinin 1984’ten beri sürdürdüğü haklı ve meşru mücadelesinde bayrağın zirveye dikilmesi ya da zaferin bir yerde tescil edilmesidir.”[77]

Şimdi sormadan geçmeyelim: Bunları diyen YSP/HDP adayı Hasan Cemal değil mi? Bu konuda bir özeleştirisini duydunuz mu? Ya onu “yeni bir çözüm süreci” hayaliyle aday yapanlar?

Tam da bu noktada, “yetmez ama evet”e ilişkin savunmasında hâlâ, “Darbecilere karşı Erdoğan’ın tarafını tuttum çünkü adam iyi şeyler yapıyordu,”[78] diyebilen(!) Hasan Cemal ile Cengiz Çandar’ın “Samimiyetlerinden asla kuşku yok” deniliyor. İyi de bu kuşkusuzluğun kriteri, tarihsel bilgi birikimi(niz) ne?

Cengiz Çandar, ona geç(me)mişini anımsatanlara “Faşist Zihniyetli” diye dursun! Hatırlatalım: “Farklı kimlikleri kabul etmeyen”, UKKTH’na sırt çeviren, halkların kardeşliği şiarıyla yetinmeyip eşitliğini vurgulamayan asla “sosyalist” ol(a)maz; ne derse desinler, zikredilmeye bile değmezler!

Şimdi her şey ne olduğu belirsiz bir “demokrasi yaygarası”na indirgenip; “Sosyalizm’den önce aslî görev demokrasi” vurgularının öne çıkarılması bir mazerettir, incir yaprağıdır; sınıftan kaçışın “devrim olmadı, demokrasi verelim,” maruzatıdır.

Kimse bize Chantal Mouffe’un, Ernesto Laclau’nun bayat(lamış) zırvalarını pazarlamaya kalkışmasın!

Hayır, “Yetmez ama evet”çi liberal “genişlik” vurgusu çok “müphem” olması yanında; sağ arayışların nerede duracağı da flu bir pozisyondur. Soru(n) da tam burasıdır.

Bu sınırları belirsiz (hatta orta burjuvaziyi de içerdiği söylenen!) duruşu da, ‘NATO’ya Hayır’ diyememeyi de tasvip etmek mümkün değil. (NATO bir savaş örgütü değil mi? Vurguyu istediğiniz kadar geniş yorumlayabilirsiniz)

Mesele Cengiz Çandar’lar, Hasan Cemal’ler ile sınırlı falan değil: “Adaylar”dan çok -ve onlar üzerinden- onları aday yapan zihniyeti tartışmalıyız.[79]

Sola “dekorasyon” demesine tepkiler ardından, “Dekorasyon güzelleştiren bir şeydir,”[80] yalanına sarılan Cengiz Çandar’ları, Hasan Cemal’leri savunanlar, kendini dünyanın merkezine koyan el değmezlik “iddia”larından kurtulup eleştiriye, itiraza tahammül etmek ve Sâdi Şirazî’nin “Düşmanın en büyük hilesi, dostluğudur,” sözünü unutmamak zorundadırlar.

Özdemir Asaf’ın, Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek,” saptamasından mülhem tavrım(ız) net: Ne “ulusal solcu”lar ne de “samimi demokrat” payesine layık görülen liberaller! Sahte bir ikilemlere esaret yerine alayına “Hayır”!

 

TİP Mİ? (DEDİNİZ!)

 

Kocaeli Zindanı’ndaki Gültan Kışanak’ın, “İttifak olarak tek liste ile seçime girmenin getireceği avantajlar biliniyor. Tek oyu bile heba etmeye kimsenin hakkı yok,”[81] diye eleştirdiği Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) bu tavrı Kemalist çevreler tarafından, “Cesur bir kararla ağırlıklı kendi listesiyle seçime katılıyor. Yolu açık olsun. Çevremde TİP’e oy verecek insanların çoğaldığını görüyorum,”[82] ifadeleriyle yüreklendiriliyor.

Bir “boşluğu” doldurduğu “iddiası”yla(?!) “AKP’lilerin çocuklarında AKP’den kopuş eğilimi var,” vurgusuyla tutumlarını açıklarken; “Geleneksel kodlar nedeniyle CHP’ye yönelmiyorlar. TİP farklı bir şey gibi gözüküyor gençlere. Adaletsizliğe isyandan bize yöneliş var,’ diyen Erkan Baş’ın elini sıkarken, 60’lı yılların TİP’inin Meclis’te estirdiği ‘Güleryüzlü Sosyalizm’ rüzgârı geliyor aklıma. Meclis’e girmeyi başaran 15 milletvekiliyle, halkın sosyalizm algısını değiştirmeye başlayan... Bu rüzgârda TİP Genel başkanı Erkan Baş’ın büyük payı var,”[83] diye veriyor coşkuyu Tuluhan Tekelioğlu…

Bu öfori içerinde Erkan Baş ekliyor: “İlk defa sosyalizmi insanlara sosyalistler anlatır hâle geldi. TİP bunu başardı. Biz, sosyalizmin değerleri ışığında ülkemizin bugünkü sorunlarına bakıp bunlara ilişkin yanıtlar üretmeye çalıştığımız için insanlar teveccüh ediyorlar.’

 ‘Türkiye’deki bu kurtuluş arayışının her şeyin üstünde olduğunu düşünüyorum. Hiç kimsenin kendisini, kendi partisini ve kendi ittifakını memleket çıkarlarının üstüne koyma lüksü yoktur.’

‘Ben Deniz Gezmiş’in yoldaşıyım. İdam sehpasında tek başına da kalsan doğru bildiğini söyleyeceksin. Galilei, ‘Dünya dönüyor’ dediğinde herkes mahkûm etmeye çalıştı ancak dünya yine de dönüyordu. Halkın yararına olan bir şey önümüze geldiğinde kim yaparsa yapsın, ‘Doğrudur’ diyoruz. Halkın aleyhine bir şeyi kim yaparsa yapsın ‘Yanlıştır’ diyoruz.”[84]

“Sosyalizmi insanlara sosyalistler anlatır hâle geldi. TİP bunu başardı” diyenler; “Ben Deniz Gezmiş’in yoldaşıyım” diyecek kadar komik bir tezat içindedirler! Bir karar vermeliler: bu ülkede insanlara sosyalizmi anlatmaya (yeni) TİP mi başladı, yoksa bundan 50 küsur yıl önce “yoldaşlarım” dedikleri devrimciler, ya da 100 küsur yıl önce komünistler var mıydı?

Polemiğe girmeye bile değmeyen bu hâlin somutu olarak “yeni TİP”, işçi sınıfı lafını ağzına almayan; üretim araçlarının mülkiyetinden zinhar bahsetmeyen; “yurttaş” kavramını sınıf politikasına tercih eden bir oluşumdur.

“Yeni TİP”in ajandası, emek örgütlenmesinden çok kentli küçük burjuvaların yaşam tarzını/ kriterlerini muhafazakâr AKP tasallutuna karşı korumaya ilişkinken; fiiliyatlarıyla da Yunanistan’da SYRIZA, İspanya’da Podemos’u andırıp; HDP ile CHP arasındaki boşluğa yerleşmeyi hedefliyorlar!

“Eski TİP’li” Oya Baydar’ın, “Bu genç ve aktif parti; son zamanlarda adından epeyce söz ettirmesine, tanınmış yüzleri, artistleri, televizyoncuları falan aday göstermesine, yakışıklılık imajı, hitabet gücü ve görece radikal söylemiyle HDP ile pek barışamayan sol muhalif ‘beyaz Türk’leri etkilemesine rağmen, seçim günü geldiğinde umduğunu bulabilecek mi, yoksa İttifaka milletvekilliği mi kaybettirecek? Bunu kendilerinin, ülkeye ve hepimize karşı taşıdıkları sorumlulukla iyi hesaplamaları gerekiyor”;[85] Levent Köker’in, “Eğer bu iş demokrat Türkiye’nin istediği gibi bitmez ve özellikle parlamento içindeki mücadele için olumsuz sonuçlar doğarsa bunun vebali TİP’in sırtında olacak, bunu bilsinler. Önümüz fırtına, aklımızı başımıza toplayalım,”[86] uyarısını dillendiği tabloya ilişkin İrfan Aktan’ın yorumu da şu oluyor:

“TİP’in kısa sürede bir ittifak imkânından ittifak engeline dönüşmeyi, HDP seçmeninin nefret objesi hâline gelmeyi başarmasının şımarıklıkla, kadir bilmezlikle açıklanması zor. Bu bilinçli, ideolojik bir tercihin yansıması olarak görülüyor…

Sahi TİP ne istiyor?

TİP’in ikisi kısa vadeli olmak üzere üç temel hedefi olduğu anlaşılıyor. Kısa vadeli hedefler; Emek ve Özgürlük İttifakı sayesinde ‘barajı yıkıp geçerken’ birkaç yerden milletvekili çıkarmak, yüzde 3 oy alarak Hazine desteği elde etmek ve bu destekle de kapasitesini güçlendirmek. Uzun vadeli hedef ise ‘Kürt hareketinin gölgesinden çıkmak’ ve solun merkezine oturmak.”[87]

TİP’in legal planda ne yapıp, yapamayacağı tartışmalıyken; yaptıkları ya da yapamadıkları 1971 kopuşundaki üzere devrimciler için bir kıymet taşımamaktadır!

Çünkü bir toplama “parti” olarak TİP Başkanı Erkan Baş’ın, “Sevgili Sera bize katıldığında bazı CHP’li arkadaşlar surat yapmaya başlamıştı. Birkaç arkadaşa sorduğumda ‘Yakıştı mı, size’ deyince, ben de ‘20 yıldır sosyalist oyları aldınız, ona sayın’ demiştim,”[88] diye lanse ettiği kişinin, Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan ile Behçet Cantürk’ün ölümlerinde rol oynayan; ayrıca Akın Birdal suikastçısıyla görüşmeleri ortaya çıkan; Ergenekon davasında yargılanan emekli albay Muzaffer Tekin’in avukatı olduğundan söz ediliyor.

Bunlar doğru ise Sera Kadıgil, CHP’den TİP’e iltihak ederken kamuoyuna bir öz eleştiri vermiş midir? Malum böyle meselelerde sosyalist partiler öz eleştiri gerekliliğini “es” geç(e)mezler!

Bu kadar da değil! Bir sosyalistin sırf kadın olduğu için Meral Akşener’e övgüde bulunması olası değildir. Ancak CHP’den milletvekili seçilip daha sonra TİP’e geçen Sera Kadıgil, aynen şu sözleri söylemiştir:

“Sayın Akşener ile de partisiyle de taban tabana zıddız. Ancak ataerkilin iliklerine kadar işlediği Ülkücü camiada bir kadın lider olarak sivrilmesi ve kadın konularında hiç geri basmaması bence kıymetli. Benim için bir kız kardeşlik mefhumu vardır. Çok darda kalmadıkça AKP’li kadın milletvekillerine bile ağzımı açıp cümle kurmam”![89]

Hatırlatalım: Sosyalistler, cinsiyetine bakmadan faşiste faşist derler; bu tartışma ya da te’vil konusu olamaz; hem de Ayşe Hür’ün, “Yetişkin bir insanın hele de sosyalist bir parti yöneticiliği gibi iddialı bir konumdaysa, 2021’den 2023’e ‘katettiği yol’un bu kadar radikal değişimler içermesi bana pek normal görünmedi ama yine de siz bilirsiniz elbette,”[90] ironisine karşın!

Yeri geldi belirtelim: Devrim(cilik), hayatın legal bir merkez etrafında örgütlendiği bir düzeniçi döngü değildir, ol(a)maz da.

Devrimcilik adına, bu rutinin dışında şeylere talip/ taraf olmak gerekir.

Çünkü legaliteden hareketle toplum yeniden biçimlendirilemez.

Ne kadar halisane niyetlerle bezenirse bezensin düzeniçini biçimlendirmeye çalışanlar, düzen tarafından biçimlendirilirler. Düzenin devrilememesi, düzen içinin el değiştirmesiyle karikatürleşir. SYRIZA’lı Çipras, Podemos’lu Pablo Iglesias örnekleri bize bunu anlatır.…

Legalite hep aynı yerinde, düzen içinde durur. Oysa devrim(cilik), bir altüst oluşu gerektirir, tüm değerleriyle yeniden yıkıcı bir inşaya muhtaçtır o.

Özetle devrim(cilik) adaleti özel mülkiyetin tekelinden kurtarma cüretidir.

“Yeni TİP” bunlar ve Tom Robbins’in, “Defter aynı olduğu sürece, yeni bir sayfa açmanın ne önemi var? Bazen defteri değiştirmek zorundasın,” sözüne ne der acaba?

 

NATO PARANTEZİ

 

“NATO, askeri bir mafyadır,” der Fidel Castro; haklıdır da!

Oysa… TBMM’de Finlandiya’nın NATO üyesi olması konusundaki oylamada AKP, MHP ve şürekası “Evet” oyu verirken, CHP ve İyi Parti vekilleri de “evet” oyu verdi.

CHP için “mesele devlet olunca gerisi teferruattır” oldu. Şaşırdık mı? Elbette “Hayır”!

Ancak başka bir durum daha vardı: HDP vekilleri TBMM oturumunda salondaydılar. HDP Dışişleri Komisyonu Sözcüsü Hişyar Özsoy, partisinin oylamaya katılmamasıyla ilgili olarak askeri anlaşmalara hiçbir zaman “Evet” oyu vermediklerini, daima “Hayır” oyu kullandıkları vurgusuyla, “İlk defa askeri bir anlaşmada böyle yapıyoruz,” dedi ve ekledi:

“Şimdiye kadar hepsine ret oyu verdik. Ama bu defa Finlandiya’nın güvenlik kaygılarını meşru gördüğümüz için bu oylamaya katılmama kararı aldık, ‘Hayır’ da demek istemedik!”[91]

Oysa HDP Programı, “Emperyalizme, savaşlara, sömürüye ve hegemonyacılığa karşı mücadele” ara başlığı altında; “Partimizin başlıca uluslararası amacı, savaşsız, sömürüsüz, halkların eşitliğine dayalı yeni ve özgür bir dünya kurulmasıdır. Partimiz, bu amaç doğrultusunda, emperyalizmin halklarımız, Ortadoğu, Kafkasya, Balkan ve tüm dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına; emperyalist askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmalara, askeri üslere ve kurumlara karşı mücadeleyi öncelikli görevi olarak kabul eder. (…) Partimiz, Türkiye’nin ABD ve NATO desteğinde Suriye, Irak ve diğer bölge ülkelerine rejim ihracı girişimlerinin ve müdahalelerinin karşısında yer alır,” demiyor muydu?

Ya TİP? Onun vekilleri ise oturuma hiç katılmayıp; sessizce kararı onaylamış oldular.

TİP Programı da “Ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan tüm uluslararası kurumlardan çıkılır, ülkenin bağımsızlığını ihlâl eden anlaşmalar iptal edilir; eşitlik, barış savunuculuğu ve halkların kardeşliği ilkelerine dayalı bir dış politika izlenir,” demiyor mu?

Kaldı ki “işçi sınıfı partisi, proleter enternasyonalist” olduğunu vurgulayan Behice Boran’ı ve mücadelesini sahiplenmiyor mu?

Behice Boran’ın kurucuları arasında yer aldığı Barışseverler Cemiyeti 25 Temmuz 1950’de Menderes’in Kore’ye asker gönderme kararına karşı çıkan bir bildiri yayımlamıştı. Birkaç gün sonra dernek kurucuları bu nedenle tutuklandılar ve derneğin faaliyetlerine son verildi. Şubat 1966’da Behice Boran bu sefer TİP milletvekili olarak TBMM kürsüsünde NATO’dan ayrılmak gerektiğini savunuyordu. Altmışlarda daha fazla işitilmeye başlayan bu seda büyük bir kamuoyu tarafından karşılık bulmaya başladı, sosyalistlerin öncülüğüyle pek çok kampanya örgütlendi, 6. Filo’nun denize dökülmesiyle daha da yükselen dalga 1971’e gelindiğinde sıkıyönetimle engellenmeye çalışıyordu. O sıralar idam edilmek istenen Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i kurtarmak için Ünye’deki NATO üssüne baskın veren Mahir Çayan ve arkadaşları ise üç İngiliz askerini rehin almış, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de çarpışarak can vermişlerdi. Fakat anti-emperyalist mücadele dinmedi.

Sosyalistler, üzerlerindeki tüm baskılara karşın ilk günden bu yana Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkmaya ve anti-emperyalizm davasını gütmeye devam ettiler. Hatta bu ilkesel tutumdan ödün vermemenin uzun bir müddet sosyalist sol içinde tartışmasız bir ortak kesen olduğunu söylemek mümkündür. (Anti-emperyalizm her ne kadar bir dönemin fazla revaç bulan boyalı “yeni sol”unda “arkaik” olarak nitelenmişse de böyledir bu.) Altmışlardaki çizgiyi anımsatan bir adı alarak anti-emperyalist bir geleneği miras edinen bugünkü TİP de bu ilkesel tutumu benimser. Hatta geçtiğimiz yıl bir konuşmasında Erkan Baş’ın -sosyalist bir vekil olarak- dile getirdiği üzere onlar için de “NATO bir terör örgütüdür. NATO’nun varlığı dünya barışına, dünya halklarına dönük bir tehlikedir ve bugün bu kendisini çok daha açık biçimde göstermektedir”…

Tek bir “ret” dahi çıkmayan oylama yapılırken “sosyalist” olduğu iddiasında olan hiçbir vekil gidip de NATO aleyhinde el kaldırmadı![92]

HDP sözcüsü “Finlandiya’nın haklı güvenlik endişeleri” nedeniyle oylamaya katılmamalarının “dolaylı evet” anlamına geldiğini açıkça itiraf ederken, aynı ittifakta bulunan TİP adına hiçbir açıklama yapılmadı.[93]

Burada durup Cemal Süreya’in, “Hayattan bir şey öğrendiysem o da şudur, herkes her şeyin farkında ve kimse hiçbir şeyi yanlışlıkla yapmadı”; Sümer Atasözü’nün, “Çobanın kaval sesine kanıp yaylaya gittiğini zanneden koyunlar, mezbahaya gittiğini hiçbir zaman öğrenemediler,” saptamalarının altını çizerek ekleyelim:

An, geçmiş ve geleceği birleştirdiği gibi, bölen bir sınırdır da. Bu niteliğinden ötürü Giambattista Vico anı, “Şeytan Geçidi” olarak tanımlamıştır. Sınırı aşabilirseniz, geçmiş ile geleceği, süreklilik içindeki kopuşlar eşliğinde sürdürebilirseniz geleceğinizi inşa edebilirsiniz.

Aksi şimdi için geç(me)mişi tüketerek, geleceği gömmektir! NATO’yu kerhen “onaylayanlar”ın hâli de budur; böyledir!

 

DİĞERLERİ!

 

Şu seçim(sizlik) nasıl bir şeydir ki Doğu Perinçek’e bile, “Türk ve Müslümanım. Allahtan başka bir ilah yoktur, Hz. Muhammed onun kuludur ve Resulü’dür. Bu inançta hepimiz birleşiyoruz. Oruç çok tuttum. Bayram namazlarına gençliğimde gittim. Cenaze namazlarına katılırım. Günde 5 vakit namaz kılmadığımı dürüstçe söylüyorum. Ben iyi bir Müslüman olarak vatanına milletine hizmet eden bir insan olarak dinimizin bana yüklediği vecibeleri yerine getirdim. Cumalara gitmiyorum,”[94] dedirtir!

Şu seçim(sizlik) nasıl bir şeydir ki DTK (Demokratik Toplum Kongresi), DBP (Demokratik Bölgeler Partisi), Yeşil Sol Parti, HDP (Halkların Demokratik Partisi), KKP (Kürdistan Komünist Partisi), PİA (İnsan ve Özgürlük Partisi), PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi), DDKD (Devrimci Demokrat Kürt Derneği), Azadi Partisi’nin oluşturduğu “Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı”nın “Kürtlerin birliği, Kürtlerin özgürlüğüdür” mesajına[95] ilişkin olarak EMEP Genel Başkanı Ercüment Akdeniz’e, “Daha Kürdi bir ittifak ve reflekslerde daha oranın ağır bastığı bir talep söz konusu olabilir. Bu HDP’yi de zorlayabilir, HDP’nin içindeki bazı güçler de bunu zorlayabilir,”[96] ifadelerini kullandırabilir?

Ya da Bülent Forta’ya, “Biz Cumhuriyet’in 100’üncü yılında aynı zamanda Cumhuriyet’in bundan sonraki yönelimine karar verecek bir tarihsel seçimle karşı karşıyayız. Bu ülkede ya siyasal İslâmcı rejimi yeneceğiz ve yeni bir cumhuriyete geçişin imkânları buradan doğacak ya da cumhuriyetin bütün kazanımlarını parça parça ortadan kaldıran ve giderek daha siyasal İslâmcı bir Cumhuriyet yıkıcısı olarak kuran yeni bir dönemle yüz yüze kalacağız. Burada esas olan Cumhuriyet’in getirmiş olduğu kazanımlara sahip çıkan ve onları aşma iradesini ortaya koyan bir muhalefet gücünün Cumhuriyet’i yeniden kurmaya imkân tanıyabilecek bir seçim zaferidir”[97]

Veya Merdan Yanardağ’a, “Türkleri milliyetçi ve ulusalcılara, Kürtleri ezilen ulus milliyetçilerine, Sünnîleri İslâmcılara, aydınları liberallere terk ettiğimiz sürece, sosyalist hareket marjinal bir güç olmaktan kolay kolay çıkamaz. Türk deyince eğer aklınıza 1908 Hürriyet Devrimi değil de sadece ‘Ermeni soykırımı’ ya da 1923 devrimi değil de ‘Dersim katliamı’ geliyorsa; Bayrak denilince Gezi Direnişi değil de sadece 12 Eylül ve Kürt sorunu aklınızı kurcalıyorsa solun tecritten çıkıp ayaklarını bu topraklara basması zor görünüyor”…[98]

Sonra “Eskinin izlerini, mücadelesini gören ama hep yeniyi kurmayı hedefleyen bir çağrının parçası olduğunda cumhuriyet daha anlamlı olacaktır. Bu kavgada yalnızız ama kalabalığız. Yalnızız çünkü cumhuriyeti ve devrimleri, Türkiye Cumhuriyeti devletinin tepesindekiler sahiplenmiyor. Kalabalığız çünkü cumhuriyeti ve devrimleri koruması beklenen birkaç aygıtın ya da kişinin yerini milyonların coşkusu ve iradesi alıyor”… [99]

Ve nihayet Güven Gürkan Öztan’a, “Bu topraklarda cumhuriyet fikrinin filizlenip gelişmesi, Cumhuriyet’in resmi olarak ilânının çok öncesine uzanır. 1923 sonbaharında Cumhuriyet’in ilânı belki pratik bir meseledir ancak II. Meşrutiyet’ten itibaren yapılan tartışmalara bakıldığında halk egemenliğini tesis etme mücadelesinin Osmanlı hanedanının ve dini otoritenin toplum üzerindeki nüfuzunu geriletmekle iç içe geçtiği görülür. Kurtuluş Savaşı esnasında belirli bir olgunluğa ulaşan cumhuriyet fikri, bağımsızlıkla taçlandırılmış yeni bir başlangıç yapma iradesinin sembolü hâline gelmiştir,”[100] dedirtebilir?

“Tarihten aldığımız ders şudur; insanlar tarihten ders almıyorlar,” diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel haksız mı şimdi?!

 

NE Mİ İSTİYORUZ?

 

Hükümet(ler)i değil, sistem iktidarını değiştirmek; bunun da “seçim” ile olmayacağını biliyoruz!

Bunun yolu “Üçüncü Yol” denilen şey falan da değil;[101] emek eksenli toplumsallaştırılmış sınıf mücadelesidir!

“Seçim, seçim süreci ve devrimci tutum” başlıklı bildirilerinde, “Saray rejimi seçimle oluşmamıştır, seçimle gitmeyecektir. Saray Rejimi’ni alaşağı etmenin yolu, toplumsal bir ayaklanmadır. Elbette bu adım adım, an be an örgütlenmelidir,” vurgusuyla cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot çağrısı yapıp, oy pusulası üzerine Gezi direnişçilerinin adının yazılmasını öneren Kaldıraç Hareketi’nin öngördüğü gibi…[102]

Malum “Sınıf savaşımını kabul eden herkesin, en özgür ve en demokratik de olsa, burjuva bir cumhuriyette, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in, emtia sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün dışavurumundan başka bir şey olmayacağını ve hiçbir zaman da olmadığını kabul etmesi gerekir.”[103] “Sınıf savaşımını unutmak demek, emekçilere karşı sermayenin yanına, burjuvazinin yanına geçmek demektir.”[104] “Orta yol yoktur. Deneyim bunu gösterdi.”[105]

Görülmesi, kavranması gerek: “Bugün dünyanın çoğunluğu, on dokuzuncu yüzyıldan önce düşünülmesi mümkün olmayan bir özgürlük uğruna savaşa girmiş durumdadır: sömürüye karşı özgürlük: dünyanın maddi ve manevi ürünlerinden herkesin eşit derece yararlanarak yaşaması özgürlüğü.”[106] “Savaşımızı, belki on, belki yirmi yıl sürebilecek, kusursuz bir disiplin ve enerjiyle yürütülmesi gereken uzun bir çaba olarak düşünmeliyiz.”[107] “Doğal olmayan acıların yaygınlığı, doğal olmadıklarının kabul edilmesi, cesaret kavramını değiştirdi. Yüreklilik artık mutlu bir azınlığın belirli anlardaki özel hakkı olamaz; sürekli direniş içinde bulunan milyonlar adına bir gerekliliktir şimdi.”[108]

Açıkça deklare ediyoruz: İstediğimiz tek şey, sınırları olmayan bir dünyadır.

Bu uğurda vazgeçmemek, yapabilmenin “olmazsa olmazı”dır; Doris Lessing’in, “Her neyi yapmaya niyet ettiyseniz, bunu şimdi yapın! Koşullar daima imkânsızdır”; Jack Kerouac’ın, “Yıldızların arasına ağ örmeye çalışan bir örümcek çılgınlığında, tek bir mumla dünyayı aydınlatmaya kalkanları severim,” uyarısı eşliğinde…

İstediklerimiz konusunda biz(ler)i “topyekûn devrimcilik” ile “suçlayanlar”a yanıtımız da şu:

“Kaba bir Marksistin gözünde burjuva toplumun temelleri o kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca -normal- duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür ve böyle zamanlarda bile mücadeleye asla yenilmez kapitalizm karşısında akıl dışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar. Ona göre, barikatlardaki savaşçılar delidir; yenilgiye uğrayan devrim bir hata ve başarıya ulaşan bir devrimde- bir oportünistin gözünde ancak geçici olarak mümkündür- sosyalizmi kurmaya girişenlerse düpedüz canidir.”[109]

Bu çerçevede Marcel Proust’un, “Asıl korkunç olan, hayal edilemeyen şeyler”; Sokrates’ın, “Dürüst bir insan daima çocuk kalır”; Ahmet Telli’nin, “hangi dağ efkarlıysa ordayız,/ perişan edilen her şey bizimdir./ yağmur oluyoruz hangi ırmak kurusa,/ gülüşümüz çocuk,/ adımız eşkıyaya çıkmıştır bizim”; Edip Cansever’in, “Biz aykırıya,/ ayrıntıya,/ ayrıksıya,/ azınlığa tutkunuz”; Behçet Necatigil’in, “Paraya ne çevrilmez,/ biz onun peşindeyiz”; Halil Cibran’ın, “Arkana bakma…/ Kimin geldiği önemli değil,/ kimin gelmediği de,” ifadelerine değer verenlerin safında olmak onuruyla “Dûr bi nure/ Uzak ışıklıdır,” diyor ve ekliyoruz Edip Cansever’in dizelerini:

“İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz/ Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka/ Coşkuyla çakacaklar her çiviyi, türkülerle dökecekler betonu...”

“İyi de 14 Mayıs seçimlerinde oyumuz kime” mi?

Yanıtımız da Vítězslav Nezval’ın şiirinde:

“Ben oyumu Devrim’den yana kullanıyorum/ (Ben, mutluluğun ölümcül gereksinimini duyanlardanım)/ İnsafsız beyinlere, daha çok zenginlik biriktirenlere/ Ve hayatı yok edenlere karşı.”

 

18 Nisan 2023, 14:14:29, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:262, Mayıs 2023 sayısında çıkacak…

[1] Zygmunt Bauman.

[2] Hicri İzgören, “Siyasette Zihniyet Değişimi Gerek”, Yeni Yaşam, 9 Mart 2023, s.9.

[3] Şükran Soner, “Millet Cephesinin Önlenemez Yükselişi”, Cumhuriyet, 11 Mart 2023, s.9.

[4] Şükran Soner, “Sandıktaki Oyumuz En Değerli Gücümüz!”, Cumhuriyet, 28 Mart 2023, s.9.

[5] Zafer Arapkirli, “Sol’un Önünü Açma Fırsatı”, Birgün, 31 Mart 2023, s.7.

[6] Özgür Müftüoğlu, “Değişimin Öznesi Emek ve Özgürlük İttifakı’dır!”, Yeni Yaşam, 11 Mart 2023, s.4.

[7] Özgür Müftüoğlu, “Yaklaşan Seçimler ve Emek ve Özgürlük İttifakı”, Yeni Yaşam, 4 Mart 2023, s.8.

[8] Merdan Yanardağ, “Tarihin Çağrısı ve Seçimler”, Birgün, 26 Mart 2023, s.5.

[9] Veysi Sarısözen, “Reformizmin İki Yönü”, Yeni Yaşam, 10 Mart 2023, s.10.

[10] Hasan Durkal, “Deprem, Hegemonya ve Restorasyon”, Yeni Yaşam, 7 Mart 2023, s.9.

[11] Bertolt Brecht, Halkın Ekmeği, çev: Asım Bezirci-A. Kadir, Evrensel Basım Yay., 1997.

[12] İklim Öngel, “Seçimde Paramiliter Tehlike”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2023, s.9.

[13] Tevfik Kızgınkaya, “Prof. Dr. Korkut Boratav ile Söyleşi”, “Atatürkçü Düşün Dergisi, No:150, Ocak-Şubat-Mart 2023.

[14] Ayşe Düzkan, “hazır mıyız arkadaşlar?”, 3 Nisan 2023… https://yeniyasamgazetesi4.com/hazir-miyiz-arkadaslar/

[15] Ergin Yıldızoğlu, “Seçimler ve Yapışkan Statüko”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2023, s.9.

[16] Merdan Yanardağ, “Türkiye’nin ve Solun Önünü Açmak”, Birgün, 19 Mart 2023, s.5.

[17] Naomi Klein, Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi, çev: Selim Özgül, Agora Yay., 2010

[18] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[19] V. İ. Lenin, Marks-Engels-Marksizm, çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., 1976, s.285-304.

[20] V. İ. Lenin, Tüm Yapıtları, C:30, 4. Rusça baskısı, Moskova, s.40.

[21] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009

[22] Gündüz Vassaf, Tarihi Yargılıyorum, İletişim Yay., 2008

[23] Anthony Burgess, Otomatik Portakal, çev: Aziz Üstel, Bilgi Yay., 1973.

[24] V. İ. Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1969, s.39.

[25] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev: Bayram Doktor, Burhan Yay., 1984.

[26] Sinan Çiftyürek, “2023 Seçimleri ve Kürt Siyaset Stratejisi -1”, 24 Mart 2023… https://rojnameyanewroz3.com/p27851/

[27] “TKH: Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı Konusunda Komünistlerin Tutumu Nettir: Değiştirirse Düzeni Sol Değiştirir!”, 12 Mart 2023… https://gazetemanifesto.com/2023/tkh-kilicdaroglunun-adayligi-konusunda-komunistlerin-tutumu-nettir-507466/

[28] Merdan Yanardağ, “Memleketin Namusu ve Sol”, Birgün, 12 Mart 2023, s.5.

[29] Demir Küçükaydın, Altılı Masa’nın Bize Değil, Bizim Altılı Masa’ya İhtiyacımız Var”, 11 Ocak 2023, https://demirden-kapilar.blogspot.com/

[30] İ. Metin Ayçiçeği, “Değinmeler -2”, 8 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/deginmeler-2-i-metin-aycicek/

[31] Bilge Karasu, Altı Ay Bir Güz, Metis Yay., 2016, s.16.

[32] İklim Öngel, “Erkan Baş: İlk Turda Birleşelim”, Cumhuriyet, 13 Mart 2023, s.9.

[33] “TİP, HDP’nin Ortak Liste Önerisine Şerh Koydu”, 12 Mart 2023… https://www.nupel.tv/tip-hdpnin-ortak-liste-onerisine-serh-koydu-kilicdaroglunun-adayliginin-da-desteklenmesi-gerektigini-duyurdu-268293.html

[34] Ş. Can Atalay, “Başkasına Değil, Bay Kemal’e Yenilmek”, Birgün, 19 Mart 2023, s.10.

[35] “SOL Parti İttifak Kararını Açıkladı”, 24 Mart 2023… https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/sol-parti-ittifak-kararini-acikladi-7631733/

[36] Hayri Kozanoğlu, “6 Mart Çadır Tiyatrosu”, Birgün, 7 Mart 2023, s.10.

[37] “HKP’den Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adaylığına Destek”, 14 Mart 2023… https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/hkpden-kemal-kilicdaroglunun-adayligina-destek-7620811/

[38] “Mustafa Kemal Atatürk, kendi yurdunda onuruyla yaşamaktan başka çaresi olmayanlarındır.  Mücadele azminizi kaybetmeyin. Devrimi unutmayın. Onu devrimle hatırlayın.” (Türkiye Komünist Partisi (TKP) 10 Kasım Açıklaması, Zülâl Kalkandelen, “Solda Tarihsel Gelişmeler”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2022, s.4.)

[39] “TKP Seçim Tavrını Açıkladı: Kemal Kılıçdaroğlu’na Destek Kararı”, 15 Mart 2023… https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/tkp-secim-tavrini-acikladi-kemal-kilicdarogluna-destek-karari-2061180

[40]  “Kemal Okuyan: Oyumuzu Erdoğan’a Karşı Kullanacağız!”, 10 Mart 2023… https://hafizagazetesi.com/oyumuzu-erdogana-karsi-kullanacagiz-kemal-okuyan/

[41] “TKP Seçim Tavrını Açıkladı”, 15 Mart 2023… https://gazeddakibris.com/tkp-secim-tavrini-acikladi-kilicdarogluna-oy-verilmesi-cagrisi-yapildi/

[42] Ogün Akaya, “TKP: Kemal Kılıçdaroğlu’na Oy Vereceğiz”, 9 Nisan 2023… https://www.gazeteduvar.com.tr/tkp-kemal-kilicdarogluna-oy-verecegiz-haber-1612571

[43] Enver Aysever, Soldan Bakış @SoldanBakiss 31 Mart 2023.

[44] “SMF: 14 Mayıs 2023 Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine İlişkin Tavrımız”… https://www.sosyalistmeclisler.net/14-mayis-2023-parlamento-ve-cumhurbaskanligi-secimlerine-iliskin-tavrimiz/

[45] 25 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/fatih-mehmet-macoglu-kilicdaroglunu-destekleyecegini-acikladi

[46]  “AABK: Oylar, Milletvekilliğinde Emek ve Özgürlük İttifakı’na, Cumhurbaşkanı’nda İse Kılıçdaroğlu’na”, 23 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/aabk-oylar-milletvekilliginde-emek-ve-ozgurluk-ittifakina-cumhurbaskaninda-ise-kilicdarogluna/

[47]  “Kürt Seçmen Erdoğan’ı Göndermek İstiyor”, 14 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/kurt-secmen-erdogani-gondermek-istiyor

[48] Gamze Kolcu, “Sancar: Gelin, İlk Turda Kazanalım”, Cumhuriyet, 1 Eylül 2022, s.4.

[49] https://www.youtube.com/watch?v=_nyo-d2J4n4

[50] “HDP’li Sırrı Sakık, Sırrı Sakık, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, verdiği sözleri Türkiye toplumuna açıklaması gerektiğini söyledi.” (“Sakık: Kılıçdaroğlu Kapalı Kapılar Ardında Verdiği Sözleri Kamuoyu İle Paylaşmalı”, 6 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdpli-sirri-sakik-kilicdaroglu-kapali-kapilar-ardinda-verdigi-sozleri-kamuoyu-ile-paylasmali/)

[51] Veysi Sarısözen, “Yeşil Sol: Üçüncü Yol”, 9 Nisan 2023… https://yeniyasamgazetesi4.com/yesil-sol-ucuncu-yol/

[52] Emre Kongar, “CHP, Hem Atatürkçü Hem de Sosyal Demokrat Bir Partidir 13-1”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2022, s.2.

[53] Hakan Tahmaz, “Seçime Barış Açısından Bakmak”, 17 Mart 2023… https://www.politikyol.com/secime-baris-acisindan-bakmak/

[54] Ziya Ulusoy, “İktidar Mücadelesi ve Bizim Cephe”, 11 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/iktidar-mucadelesi-ve-bizim-cephe-ziya-ulusoy/

[55] “HDP Bileşenlerinden Sosyalist Parti ESP”, 26 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdp-bilesenlerinden-sosyalist-parti-esp-milletvekilliginde-oyumuz-yesil-sol-partiye-baskanlik-icin-oy-kullanmayin/

[56] Hüseyin Şenol, “Yok Aslında Birbirlerinden Farkı”, 9 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/yok-aslinda-birbirlerinden-farki-huseyin-senol/

[57] “Komün Seçim Tutumunu Açıkladı”, 1 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/komun-secim-tutumunu-acikladi/

[58] “Çözüm Adresi TBMM’dir”, Cumhuriyet, 21 Mart 2023, s.5.

[59] “İstanbul Hedefi En Az 20 Vekil”, 14 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/istanbul-hedefi-en-az-20-vekil/

[60] “Yeşil Sol Parti’de Hedef Yüzde 20”, 29 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/yesil-sol-partide-hedef-yuzde-20

[61] Özgür Paksoy, “Yeşil Sol Parti: İkinci Yüzyılı Demokratik Cumhuriyet Yüzyılı Yapacağız”, 30 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/yesil-sol-parti-ikinci-yuzyili-demokratik-cumhuriyet-yuzyili-yapacagiz/

[62] Emek ve Özgürlük İttifakı’ndaki ayrı seçim listesi için “Bu siyasi karar, en azından ittifak oluşturulurken ki o heyecanını, o coşkusunu, umudunu karşılamıyor,” (Roni Aram, “Onur Hamzaoğlu: 2015’te AKP’yi Gerileten Sinerji Şansına Bugün de Sahip Olabilirdik”, 6 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/2015te-akpyi-gerileten-sinerji-sansina-bugun-de-sahip-olabilirdik/) diyen YSP’nin İstanbul 2. Bölge 4. sıradan aday gösterdiği Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Yüksek Seçim Kurulu’na kendi bilgisi dışında başvuru yapıldığını ve milletvekili adayı olmadığını açıkladı. (“YSP’nin Aday Listesindeydi: Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’ndan Sürpriz Çıkış”, 11 Nisan 2023… https://www.birgun.net/haber/yesil-sol-parti-nin-aday-listesindeydi-prof-dr-onur-hamzaoglu-ndan-surpriz-cikis-428622)

[63] Ali Saim, “İttifaklar Meselesine Devrimci Bakış”, Politika Gazetesi, Yıl:9, No:85, 27 Mart 2023, s.5.

[64] “Bakırhan: Mansur Yavaş aday Olursa Asla Oy Vermeyiz”, Birgün, 26 Kasım 2022, s.9.

[65] Mustafa Sönmez @mustfsnmz, 7 Nisan 2023.

[66] Temel Demirer @temeldemirer, 10 Nisan 2023.

[67] “Ayhan Bilgen ve Altan Tan’ın İfadeleri”, 23 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/ayhan-bilgen-ve-altan-tanin-ifadelerinin-hdplilerin-tutukluluguna-gerekce-olarak-kullanildigi-ortaya-cikti/

[68] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977.

[69] Zülal Kalkandelen, “… ‘Yetmez Ama Evetçiler’ Yetti”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2022, s.6.

[70] “Çandar: “HDP’de Sol Kuruluşlar Da Var Ama Biraz Dekorasyon Gibi”, 15 Nisan 2023… https://odakdergisi2.com/cengiz-candar-hdpde-sol-kuruluslar-da-var-ama-biraz-dekorasyon-gibi-partiye-nerden-bakarsaniz-kurt-partisi/

[71] Ceren Bayar, “Çandar: Faşizan Zihniyetli Kesimden Gelen Eleştiriler Umurumda Değil”, 10 Nisan 2023… https://www.gazeteduvar.com.tr/candar-fasizan-zihniyetli-kesimden-gelen-elestiriler-umurumda-degil-haber-1612778#

[72] “Cengiz Çandar:Birlikte Başaracağız…”, 6 Nisan 2023… https://t24.com.tr/haber/cengiz-candar-yesil-ve-sol-parti-nin-milletvekili-adayligi-teklifini-kabul-etti-birlikte-basaracagiz,1102686

[73] Sürur Öztürk @sururozturk 14 Nisan 2023… https://twitter.com/sururozturk/status/1646654806377787393

[74] Temel Demirer @temeldemirer… 12 Nisan 2023… https://twitter.com/temeldemirer/status/1646017860823662592

[75] 14 Nisan 2023… https://www.gazeteduvar.com.tr/hasan-cemal-meclis-acilisinda-frak-giyecegim-ataturkten-gelen-bir-gelenek-haber-1613472

[76] Hasan Cemal, “Hayata Yeni Bir Başlangıç”, 10 Nisan 2023… https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/hayata-yeni-bir-baslangic,39510

[77] Hasan Cemal, “Dönüm Noktası...”, 17 Şubat 1999… https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/donum-noktasi-5256726

[78] “Hasan Cemal’den Yetmez Ama Evet Savunması”, 18 Nisan 2023… https://odakdergisi2.com/hasan-cemalden-yetmez-ama-evet-savunmasi-darbecilere-karsi-erdoganin-tarafini-tuttum-cunku-adam-iyi-seyler-yapiyordu/

[79] “Bu iki adayın bir başka ortak özelliği de AKP yani Erdoğan tarafında yürütülen çözüm sürecini desteklemiş olmalarıdır. Bugünkü politik süreçte bu iki ismin ön plana çıkartılması, Kürt sorunun çözümünde atılacak adımlara bağlı olarak devletle olan bağları ve uluslararası ilişkilerdeki rolleri ile ilişkili olduğu söyleniyor.”  (Mustafa Peköz, “Hasan Cemal’e ve Cengiz Çandar’a Biçilen Rol Nedir?”, 16 Nisan 2023… https://www.dokuz8haber.net/dr-mustafa-pekoz)

[80] 16 Nisan 2023… https://odakdergisi2.com/hdp-icindeki-sola-dekorasyon-diyen-candardan-tepkiler-sonrasi-yeni-aciklama-dekorasyon-guzellestiren-bir-seydir/

[81] “Gültan Kışanak’tan ‘TİP’ Eleştirisi: Ortak Liste De Olmayacaksa Bu Seçim İttifakı Değil”, 3 Nisan 2023… https://serbestgorus.com/2023/04/gultan-kisanaktan-tip-elestirisi-ortak-liste-de-olmayacaksa-bu-secim-ittifaki-degil/

[82] Orhan Bursalı, “Sol İttifaklar Ne Yapar?”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2023, s.6.

[83] Tuluhan Tekelioğlu, “AKP ve MHP’den Bize Gelenler Var”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2023, s.4.

[84] Erkan Baş, 24 Mart 2023 @tipgenelmerkez

[85] “Eski TİP’li Oya Baydar’dan ‘Yeni’ TİP’e Sorular”, 5 Nisan 2023… https://politikahaber.com/eski-tipli-oya-baydardan-yeni-tipe-sorular/

[86] Mahmut Mutman, “Levent Köker: TİP’in Son Seçimi”, 8 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/tipin-son-secimi-mahmut-mutman/

[87] İrfan Aktan, “TİP’in Tercihi ve Açmazları”, 5 Nisan 2023… https://www.avrupademokrat2.com/tipin-tercihi-ve-acmazlari-irfan-aktan

[88] “Erkan Baş: Erdoğan Tahmin Bile Edemeyeceği Kadar Ağır Bir Yenilgi Alacak”, 13 Mart 2023… https://www.dokuz8haber.net/erkan-bas-erdogan-tahmin-bile-edemeyecegi-kadar-agir-bir-yenilgi-alacak

[89] Zülal Kalkandelen, “Sosyalist Soldaki Bölünmüşlük”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2023, s.5.

[90] Ayşe Hür @HurAyse 26 Mart 2023 https://twitter.com/HurAyse/status/1639992912854302723?s=20

[91] “HDP, İlk Kez Bir Askeri Anlaşmaya ‘Hayır’ Demedi”, 31 Mart 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdp-ilk-kez-bir-askeri-anlasmaya-hayir-demedi/

[92] TİP, NATO’nun genişleme politikaları kapsamında Finlandiya’nın üyeliğe kabul edilmesiyle ilgili TBMM’nde yapılan oylamaya katılmaması 68’li devrimciler tarafından protesto edildi. “68’liler olarak en hassas olduğumuz noktadan bakarak NATO’yu ve Amerikan emperyalizmini desteklemek anlamına gelebilecek bu gaflet hâlini şiddetle protesto ediyoruz.” (“68’lilerden TİP’e NATO Uyarısı...”, 15 Nisan 2023… https://www.odatv4.com/guncel/68-lilerden-tip-e-nato-uyarisi-listede-kimler-var-280613)

[93] Yasin Durak, “TİP’in NATO Yanlışı”, Birgün, 5 Nisan 2023, s.7.

[94] Gazete Pencere, 15 Nisan 2023… https://www.gazetepencere.com/dogu-perincek-oruc-cok-tuttum-5-vakit-namaz-kilmadigimi-durustce-soyluyorum/

[95]  “Kürt Özgürlük ve Demokrasi İttifakı’ndan 7 Maddelik Karar”, Kurdistan24… https://www.kurdistan24.net/tr/story/88018-K%C3%BCrt-%C3%96zg%C3%BCrl%C3%BCk-ve-Demokrasi-%C4%B0ttifak%C4%B1%E2%80%99ndan-7-maddelik-karar

[96] “Akdeniz’den ‘Kürdi İttifak’ Değerlendirmesi: Bizim Açımızdan İyi Olmaz”, 5 Nisan 2023… https://www.dokuz8haber.net/emep-liderinden-kurdi-ittifak-degerlendirmesi-bizim-acimizdan-iyi-olmaz

[97] Mehmet Emin Kurnaz, “Bülent Forta: Yeni Bir Cumhuriyet”, Birgün, 29 Ekim 2022, s.16.

[98] Merdan Yanardağ, “Solda Türk Kompleksi!”, Birgün, 30 Ekim 2022, s.5.

[99] Barış İnce, “Artık Cumhuriyet Biziz”, Birgün, 29 Ekim 2022, s.7.

[100] Güven Gürkan Öztan, “100. Yılına Doğru Cumhuriyet ve Sol”, Birgün, 29 Ekim 2022, s.5.

[101] “Üçüncü yol, ezilenleri, ötekileri, bürokratik siyasi mekanizmanın barındırmadığı toplumsal grupları örgütleyebilmek; dikey hiyerarşik, otoriter, cinsiyetçi, emek ve doğa karşıtı yapının lağvedilmesi üzerine mutabakata varılarak ortak bir mücadelenin verilmesi, mevcut siyasal sistemin yapı söküme uğratılması demektir. Herhangi bir mücadele ayağının merkezi düsturu oluşturması sakıncalı bir yaklaşım olacağı gibi, mutabakatı bozacak, siyaseti bürokratikleştirecek ve toplumdan kopuk bir hâle getirecektir; bununla beraber yürütülen siyasetin kolektif irade inşasında esnek olması gerekmektedir. Üçüncü yol ne aşırı sağcılarca istismar edilebilecek bir kavram, ne de yabancılaşmış siyasetin devamcısı olabilecek bir düşüncedir; ezilen, ötekileştirilmiş bütün toplumsal kesimlerin ortak mücadelesidir.” (Ilgar Akansel, “Üçüncü Yol Ne Değildir?”, Yeni Yaşam, 6 Mart 2023, s.11.)

[102] Kaldıraç, “Seçim, Seçim Süreci ve Devrimci Tutum”, 5 Nisan 2023… https://kaldirac3.org/secim-secim-sureci-ve-devrimci-tutum/

[103] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977.

[104] yage, s.169.

[105] yage, s.81.

[106] John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s.124.

[107] yage, s.126.

[108] yage, 2007, s.124.

[109] György Lukács, Lenin’in Düşüncesi-Devrimin Güncelliği, çev: Ragıp Zarakolu, Belge Yay., 1998.

 

Gerçekten de, “Bizi Kurtaracak Olan, Kendi Kollarımızdır!”[*]

 

 

“Gömülecek bir yerimiz bile yoksa vatanda

Ve dövülmüş köpek gibi yalnızsak

Bu suç bizim suçumuz ey emekçiler

Bu karanlık bizim karanlığımız!”[1]

 

“Devlet-mafya ilişkileri”, ya da daha kapsamlı bir deyişle “devlet-çete ilişkileri” bu ülkenin, deyim yerindeyse,   “sabite”lerindendir; gündem döner dolaşır, eninde sonunda bu konuya gelir… Adeta bir devlet rutini…

Aslına bakılırsa, bunda şaşırtıcı bir şey de yok. İki bakımdan:

 

1. Devlet geleneği

 

Videolarıyla son dönem geniş bir izleyici kitlesini bilgisayar ekranlarına kilitleyen Sedat Peker’in sıkça çağrı çıkardığı (Osmanlı dönemi) “serdengeçti”ler, “deliler” vb. den bu yana, devlet, nizamî güçleriyle üstesinden gelmesi “uygun” olmayan kimi “vurdu-kırdı” işlerini “fedaî”lerine yaptıragelmiştir. İttihat Terakki’nin siyasi suikastlarını yaptırdığı 99. Bölük ya da “Fedai Zabitan” böyle bir yapılanma, örneğin. Ermeni Soykırımı’nda müebbetlik mahpusların salıverilerek tehcir edilen Ermeni kafilelerinin üzerine saldırtılması da aynı geleneğin bir izdüşümü.

Ya da İttihat Terakki ile hem bir “kopuş” hem de bir “süreğenlik” diyalektiği sergileyen Kemalist rejimin ilk yıllarında istihdam ettiği Topal Osman’lar, Yahya Kahya’lar, İpsiz Recep’ler…

Dedim ya, bu coğrafyada devlet, Osmanlı’dan bu yana kendi “meşruiyet”ini zorlayacak, ellerini kirletecek işleri “fedailer”ine yaptıragelmiştir. Bir “devlet geleneği…”[1]

Cumhuriyet tarihi boyunca bu “geleneğe” sıkça müracaat edilegeldi: Sabahattin Ali’nin katledilmesi, Turan Emeksiz’in öldürülmesi, 6-7 Eylül olayları… Ancak bu ilişkilerin tarihinde birkaç “kritik noıkta”dan biri, söz konusu “devlet geleneği”nin, NATO bünyesinde olası bir “Varşova Paktı istilası”na karşı kotarılan uluslararası ölçekli anti-komünist bir gayrı-nizamî savaş örgütü olan Gladio ile çakışmasıdır. Gladio’nun Türkiye ayağı “Özel Harp Dairesi” ve benzeri kontr-gerilla örgütlenmeleri, özellikle 1970’li yıllarda sol/devrimci güçlere karşı sıklıkla kullanılmış, katliamlar, suikastlar, yargısız infazlar, insan kaçırma, sabotajlar gibi faaliyetlerde araçsal olmuştu. Bu “operasyonlar”da “devlete/güvenlik güçlerine yardımcı” sivil kişilerden bolca yararlanıldığı sonradan açığa çıkacak, giderek dönemin “para-militer” odağı MHP ileri gelenlerince de ikrar edilecekti.

1970’li yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde (İtalya, Portekiz, Yunanistan, Fransa, Belçika, Almanya…) kötü şöhretli operasyonları iyice açığa çıkan Gladio, 1990’ların başında, tasfiye edildi… En azından Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde…

Türkiye’deki faaliyetlerinin deşifre olmasına rağmen, “devletlûlar” tınmayacak ve kontrgerilla yeni adlar ve kisvelerde faaliyetlerini, -ağırlıklı olarak Kürt savaşına odaklanarak- sürdürecekti…

Bu coğrafyada çete/ mafya-devlet ilişkilerinin tarihinde bir başka dönüm noktası da sanırım bu momente denk düşmektedir. 1970’li yıllarda “komünizmle mücadele” bağlamında istihdam edilen “devlete yardımcı” çeteler, 1980’lerin uluslararası kırılmaları çerçevesinde “iş dünyası” ile kalıcı ve karanlık ilişkiler kurdular. Öncelikle, ekonomik krizin yarattığı zeminde çek-senet tahsilatıyla başlayan bu simbiyozun çapı zamanla genişledi. Miyase İlknur, Zehra Özdilek ve Tuğba Özer’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan ve ülkenin 40-50 yıllık mafyatik” tarihinde devlet-iş dünyası-mafya ilişkilerine ışık tutan, son derece yararlı bir “bellek tazelemesi” niteliğindeki “Kirli Üçgen: Siyaset-Mafya-Ticaret” başlıklı yazı dizisinde “ülkücü mafya”nın “zuhuru”yla ilgili şöyle deniyor:

“1980’den sonra Türkiye’de bir de yeni tip bir mafya türedi. 12 Eylül’den sonra tutuklanan kabadayıların ya da mafya babalarının yerini ülkücü mafya doldurdu. Dışarıdaki klasik mafya gruplarıyla çatışmaya giren ülkücü mafya, 1981’de ortaya çıktı. Önceleri çek-senet tahsilatı, eğlence yerlerinden haraç toplama, belediyelerin çay bahçesi ve otopark ihale işlerini şiddet yoluyla ele geçirme işiyle ilgilenen Ülkücü mafya, biraz palazlanınca işleri büyüttü. Yanlarında silahlı en az 100 adam bulunan ve çoğu da ülkücü olan bu şebekeler, MİT, Emniyet ve siyasiler tarafından kullanılır. Kimi zaman para sahiplerini korumada, kimi zaman Kürt işadamlarının öldürülmesinde, kimi zaman konuşmasından endişe edilen birinin yok edilmesinde, kimi zaman da yurtdışı operasyonlarda ya da kara para sahiplerinin mallarına çökülmesinde, hatta siyasilerin kurultaylarında rakipleri sindirmede kullanılan bu organize suç örgütlerinin liderlerine Emniyet ya da MİT kimlikleri, sahte pasaportlar, polis koruması, çakarlı arabalar tahsis edilir. Bir süre sonra ya çok fazla bilgiye sahip olduklarından ya da aralarında rant paylaşımı nedeniyle ayrışma yaşandığından bunlardan kurtulmak istenilir. İşte o zaman da ateş topuna dönen bu kullanışlı şebeke liderleri dönüp sahibini vurur.”[2]

Kuşkusuz, bu “palazlanma”nın bir ayağı da küresel ve çok yüksek kârlı bir alana dönüşen uyuşturucu ticaretiydi. Narko-gelirler girift uluslararası finans ağlarında aklanıyor, turizm, nakliyecilik, yolcu taşıma, eğlence sektörü ve futbol gibi sektörlere aktarılarak uyuşturucu tacirlerine “iş adamı” statüsü sağlıyordu. “Devlete yardımcı” çeteler böylelikle mafyatik kapitalizmin aktörlerine dönüşürken devlet de (özellikle de Kürt savaşının finansmanında kullanılan narko-gelirler sayesinde) “mafyalaşacaktı”. Durum artık devletin kontrolünde yürütülen bir tetikçilik misyonunu aşmış, taraflar arasında kimin kime hükmettiği muğlak ve oynak simbiyotik bir ilişkiye dönüşmüştü. (Gazeteci Deniz Yücel, uyuşturucu kaçakçılığından müebbede hükümlü ve Hollanda’da cezaevinde yatan Hüseyin Baybaşin’in Med TV’de yayınlanan bir röportajda, “Bizim için uyuşturucu işi o zaman bir suç, bir yasak değildi, bizim için bir devlet sektörüydü… Başımıza bir aksilik gelmezdi” dediğini aktarıyor.[3]

Bir başka deyişle, devlet-çete ilişkilerinin devlet-mafya ilişkilerine evrilmesi ile[4], devletin para-militer yardımcıları, yağmadan pay (Ermeni Soykırımı’nda “çökülen” Ermeni gayrımenkulleri, kurbanlardan gasp edilen ziynet eşyaları, Karadeniz’de Pontus’luların yağmalanması, Beyoğlu’nda yakılan Gayrımüslim dükkânlarından götürülen top kumaşlar, antika eşyalar, ve tabii tecavüz edilen kadınlar…) almalarına göz yumulan “ayak takımı” pozisyonundan, “muteber iş adamı” pozisyonuna yükseldi.

Sedat Peker’in videolarında sık sık çağrı çıkardığı “40 yaş altı” kuşağa şaşırtıcı gelebilir, ama bu topraklarda devlet-çete ilişkileri, görüldüğü gibi hiç de yeni değil. Uzun ve hemen kesintisiz bir tarihe dayanıyor. İfade ettiğim gibi, bu ilişkinin bir yanı “raison d’état”, yani devlet aklı. Devletin bir takım “yasadışı” işlerini tetikçilere ihale etmesi: Gayrımüslimlerin tasfiyesi, Alevîlerin sindirilmesi, sol yükselişin bastırılması, Kürt hareketinin imhası…

Tabii bu, o kadar yalın değil… “Devlet aklı” ya da kendi deyişleriyle “devletin âlî menfaatleri” çoğunlukla mafyayla “iş tutan” bürokratların (özellikle de emniyet/istihbarat bürokrasisinin) ve siyasetçilerin başvurduğu bir kisve. Yoksa 90’lı yıllar, “bölücülüğe karşı savaş” adı altında mafya ile işbirliği içinde uyuşturucu ticaretinden nemalanan, bazıları karanlık işlere bulaşmış Kürt iş adamlarını tasfiye edip mallarına çöreklenen, iş adamlarına “hakkında PKK (sonradan FETÖ olacak) ile ilişkiden dosya var” deyip para sızdırarak dünyalığını doğrultan bir sürü “devletlû”yla tanıştırdı bizi.

 

Devlet-Mafya Sermaye Üçgeninden bir Tipoloji: Mehmet Ağar

 

Tipik örnek, Mehmet Ağar. 1980’lerden 2020’lere sarkan 40 yıllık karabasanımız. İşte kısa bir “biyografi”:

İlk sahneye çıkışı, Kenan Evren’in arşivinden çıkan bir mektuba göre kendini “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevî-Kızılbaş soykırımını devlet adına başlatan benim. 1976 yılının ocak ayında Malatya Beylerderesi olayından sonra, Malatya il merkezindeki 40 bin Alevî Kızılbaşa kan kusturdum. Yavuz Selim’den sonra en büyük Alevî- Kızılbaş düşmanı benim, bunu ispat ettim ve ispat etmeye de devam edeceğim,” sözleriyle tanıtan 12 Eylül’ün Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirdiği çete işbirlikçisi Şükrü Balcı’nın yardımcısı olarak başladı kariyerine.[5] Fikri Sağlar’ın deyişiyle, “Şükrü Balcı’nın yetiştirmesi.”[6] 1984-1988 arasında Terör ve Asayişten sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı konumundaydı… Eski Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel’in Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadeye göre[7] Özal ailesi ile kurduğu sıcak ilişkiler sayesinde yeri çok sağlamdı. Bakın dönemin başbakanı Turgut Özal’ın MİT’ten Mehmet Eymür ve Hiram Abas ekibine hazırlattığı raporda o dönemdeki “işleri” hakkında neler deniliyor:

“Esasen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün çeşitli irtibatları arasında aşırı sağcı unsurlar bulunmaktadır. Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar, Süleymancı Kemal Kaçar’ın koordinatörlük yaptığı şirketin sahipleri İbrahim Aslan ve Mahmut Şahin ile yakın temas hâlinde olup bu şahıslara gizli kalması icap eden soruşturma ve tahkikatlarla ilgili bilgi vermektedir. İbrahim Aslan’a ait Aslan Nakliyat, TIR taşımacılığı yapmakta 150 TIR’a sahip bulunmaktadır. İbrahim Arslan, Malatya Vali şoförlüğü sırasında uyuşturucu ve silah ticareti yapmıştır. Mahmut Şahin’e ait Şahlan Nakliyat, deniz ticareti ile iştigal etmektedir. Hira 1-2-3 gemileri bilinmektedir. Şahlan ve Aslan nakliyat firmalarının genel koordinatörü Süleymancı lider Kemal Kaçar’dır.”[8]

Ancak sadece şüphelilere bilgi sızdırma değil; rapor, Ağar’ı düpedüz emniyet ile yeraltı dünyası arasındaki ilişkileri koordine etmekle suçlamaktadır: “2/H ) Esasen, Ünal Erkan başkanlığındaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü üst düzey kadrosu, İstanbul’daki yer altı dünyası ile yakın ilişki içindedir. Bu ilişkinin en büyük koordinatörü emekli cinayet masası şefi Ahmet Ateşli ve Mehmet Ağar’dır.”[9]

Daha da vahimi, rapor Ağar’ı “uyuşturucu ticaretiyle bağlantılı” olmakla suçlamaktadır: Ağustos 1985’de Milano’da yakalanan uyuşturucu tacirlerinin üzerinden çıkan telefon numaraları, Ağar’a aittir. Hemşerilerin işlediği cinayetleri örtbas etmek (Kebapçı “Set Kemal” olayı), “Fındık Kralı” Lokman Kondakçı’yı bir yeraltı grubuna dövdürüp ardından himayesine almak, hayali ihracatçı Turan Çevik’i tehdit ve baskıyla haraca bağlamak vb.[10] ise, cabası…

Tabii bütün bu ilişkiler, Ağar’a hiç de yabana atılmayacak bir “dünyalık” sağlayacaktır: “Mehmet Ağar, Nihat Camadan, İsmail Taşkafa, Ziver Öktem ve Necati Altuntaş’ın gayrimeşru paraları Mehmet Ağar’ın dayısı Yılmaz Akçadağ ve ortağı Ekrem Gocay’a verilmekte, bu şahıslar da paraları büyük işadamlarına vererek faiz almaktadırlar. (…) Mehmet Ağar’a ait 18 adet ev ve arsa tapusu, dayısı Yılmaz Akçadağ’ın boşanmış olan eşi Şükran Akçadağ’ın üzerindedir. Dayısının eski eşi bu tapuların üzerinde gözükmesinden rahatsızdır,” deniliyor raporda.[11]

Eymür-Abas imzalı MİT Raporu’nda adı benzeri suçlamalarla 33 kez zikredilen[12] Mehmet Ağar’a, rapor kamuoyuna yansıdığında (1987) ne olmuştur, dersiniz? Mehmet Eymür ve Hiram Abas tasfiye edilirken, Ağar terfi ettirilmiştir! Yanlış okumadınız; Mehmet Ağar 1988'de Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne, 1990’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne, 1992’de Erzurum Valiliği’ne, 1993 Temmuz ayında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atandı. 1995 seçimlerinde DYP’den Elazığ milletvekili, 1996’da kısa ömürlü ANAP-DYP koalisyonunun Adalet Bakanı, hemen ardından kurulan Refahyol hükümetinin ise İçişleri Bakanıydı!

Tabii konum ilerledikçe, “karanlık” işlerin çapı da genişledi. Daha Susurluk patlak vermeden önce, uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin Baybaşin, Hollanda’da bulunduğu cezaevinden Kürt gazetecilere, tahliyesinden sonra ise MED TV’ye “Mehmet Ağar ile ortak olduklarını, birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarını yer, zaman ve tarih vererek anlatıyordu. Baybaşin’in anlattığına göre Akdeniz’de batırılan Kısmetim-1 gemisi Ağar ve ortaklarına aitti. Yine 14 ton eroinle yakalanan Lucy S gemisi de Ağar ve ortaklarına aitti. Hüseyin Baybaşin bu iki geminin ABD’nin bastırması sonucu yakalandığını ve Lucy S’teki uyuşturucunun ortakları arasından dönemin Başbakanlarından Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’ın da olduğunu anlatıyor. Baybaşin bu olaydan sonra Kürt iş insanlarına dair bir ölüm listesinin olduğunu ve bu listede kendi isminin olduğunu öğrendiği için yurtdışına çıktığını anlatıyordu. Baybaşin’in bu anlattıkları daha sonra Türkiye’de açılan dava dosyalarına giriyordu. Baybaşin, Lucy S adlı gemide bulunan 14 ton uyuşturucunun Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Cavit Çağlar ve M. Ali Yılmaz tarafından tekrar piyasaya sürüldüğünü anlatıyor ve dava dosyasına giriyordu.”[13] “Mehmet Ağar eroini gemilerle kaçırıyor” manşeti, Aydınlık dergisinin kapağına düşmüştü!

Bitmedi: Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, o dönemde KKTC’de kurulan First Merchant Bank’in ortaklarının Mehmet Ağar’ın şoförü, öldürülen “ülkücü” MİT görevlisi Tarık Ümit ve bir Suudi prens olduğunu, bu bankanın, Vatikan’ın kara parasını akladığını söyleyecekti.[14]

Uyuşturucu trafiğini yönetmek, kara para aklamak gibi faaliyetlerden artakalan zamanlarındaysa, “Terörle mücadele” kisvesi altında, devlet cinayetlerini örgütlüyor, devletin koruyucu kanatları altında uyuşturucu ticareti ve diğer karanlık işlerle iyice palazlanmış ve “mafya”laşmış faşistlerle bir yandan ballı işler çevirirken bir yandan da onları Kürt hareketi ve ASALA üzerine salıyordu. Emniyet Genel Müdürü olduğu sırada dönemin başbakanı Tansu Çiller’i, polis teşkilâtı içerisinde bir “özel harekât birimi” kurulmasına o ikna etti. Ve Kürt kasabı “Yeşil” kod adlı Kürt kasabı Mahmut Yıldırım’dan, 80’ler öncesinin namlı faşisti Abdullah Çatlı’ya bir sürü “ipten kazıktan kurtulmuş”u bu birimde istihdam etti, onlara yeşil pasaport sağladı… “1000 operasyon” kapsamında infaz ettiği Kürt iş insanlarını (bu liste “PKK’ye yardım ediyorlar” ibaresiyle dönemin başbakanı Tansu Çiller tarafından MGK’ya sunulup kabul edilmişti[15]) aslında politik kariyeri uğruna, “adını temizlemek için” öldürttüğünü ise Sedat Peker’in videolarından öğrenecektik…

“Susurluk kazası”nın uyandırdığı toplumsal tepkiler, Ağar’ın talihini döndürür gibi oldu. Ama sadece “gibi oldu”… “İstanbul DGM Başsavcılığı Ağar hakkında, Sedat Edip Bucak ile birlikte ‘cürüm işlemek için çete kurmak’ hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak’ iddiasıyla 6 yıldan 12 yıla kadar ağır hapis cezasıyla dava açtı. 11 Aralık 1997’de dokunulmazlığı kaldırılan Mehmet Ağar, 10 Ocak 1998’de DGM’de üç saat süreyle sanık sıfatıyla ifade verdi. Ağar ifadesinde, kayıp silahlar konusunun devlet sırrı olduğunu ileri sürdü ve olayların meydana geldiği tarihte bakanlık görevini sürdürdüğünü ve bu nedenle de Yüce Divan tarafından yargılanabileceğini söyledi. DGM önce ‘görevsizlik’ ve 9 Temmuz tarihinde Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin bozma kararından sonra da ‘yargılanmanın durdurulması’ kararlarını aldı.”[16]

Üzerindeki suçlamalar, siyasete ilgisini sürdürmesine engel değildi. 1999 seçimlerinde Elazığ’dan bağımsız milletvekili çıktı, 15 Haziran 2000 tarihinde ise Meclis Soruşturma Komisyonu tarafından “aklandı”. Bu “aklanma” politikada eli büyütmesinin önünü açacaktı: 2002 ve 2005 tarihindeki DYP kongrelerinde, partinin başkanı seçti… 2007 seçimlerinde partisinin baraj altında kalmasıyla dokunulmazlık zırhından yoksun kalınca, 2008’de yeniden yargılanmaya başlayacak, ancak mahkeme görevsizlik kararı verecekti. Davanın gönderildiği Ankara Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi ise, 15 Eylül 2011 günü Mehmet Ağar’ın “suç örgütü yöneticisi” olduğunu karara bağlayarak beş yıl hapse mahkûm edecekti. Epi topu bir yıl, kendisi için boşaltılan Aydın/Yenipazar cezaevinde “konuk edildik”ten sonra, denetimli serbestlikten yararlanarak tahliye edildi. Yenipazar’ın bu kısa konukluktan kârı, Mehmet Ağar ziyaretçileri için yapılan helikopter pisti ile, Ağar’ın konukluğu sırasında ziyaretine gelen “ünlüler”i yakından görme olanağı olmuştu. Kimler yoktu ki bu ziyaretçiler arasında: Futbol camiasından Adnan Polat, Haluk Ulusoy, Aziz Yıldırım, Ali Dürüst, Fatih Terim, Yılmaz Vural, Arda Turan, Ersun Yanal, iş dünyasından Yıldırım Demirören, Abdürrahim Albayrak, Mustafa Koç, Abidin Serdar Cümbüş, Yüksel Çağlar, Modacı Serdar Candar,[17] hatta TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile İTO başkanı Murat Yalçıntaş…[18]

Evet, bir emniyet görevlisi ya da bir siyasetçiden çok bir “çete başı” olarak davranan, özel harekâtçı polis memuru Ayhan Çarkın’ın hakkında “: “Bu işin asıl sorumluları İbrahim Şahin ve Mehmet Ağar’dır. Şahin bize isim ve adres veriyordu, biz de gidip öldürüyorduk. Kaç tane cinayet işlediğimi hatırlamıyorum bile. Bin kişiyi öldürmüşümdür. Bazen arkadaşlarım sıkıyordu bazen ben. Ama İbrahim Şahin bize vatan görevi diyordu, yapıyorduk,” şeklinde ifade verdiği[19] Mehmet Ağar, “işleri”nin çoğunu AKP’den milletvekili seçtirdiği oğlu Tolga Ağır’a devretmiş olsa da, belli ki köşesine çekilmiş değil. Eski yol arkadaşlarıyla birlikte onun bunun marinasına “çöküp” karanlık trafikleri organize etmeyi sürdürüyor. Tabii yine “devletin âlî menfaatleri” adına…

* * *

Bu parantez belki biraz uzadı; ama Mehmet Ağar “kapitalizm, devlet ve suç”un kesişim hâlinin tipik bir örneği. Kuşkusuz “tek” değil, bir sürü Mehmet Ağar, devlet kalkanı ardında çetelerle içli-dışlı kirli işlerini sürdürüyor. Neticede, ortada bir “sermaye birikimi/el değiştirmesi” süreci var.

Bu saptama ise bizi, devlet(ler) ile çete(ler)/mafya(lar)ın neden içiçe olmak “zorunda” olduklarına dair, ikinci nedene getiriyor:

 

2. Kapitalizmin gerekleri

 

Arndt Schneider ile Oscar Zarate’nin Mafya üzerine çalışmalarında bir deyişi vardır: “Mafya yasadışı kapitalizm, kapitalizm ise yasal mafyadır.” Bu ikisi günümüzde artık iyiden iyiye iç içe geçmiş durumda: yeryüzünde uyuşturucunun girmediği ve bürokratların, politikacıların bundan nemalanmadığı bir ülke var mı? Kara paranın bulaşmadığı bir ekonomi? Ürettiği silahları el altından “yasadışı” diye damgaladığı örgütlere pazarlamayan bir devlet? Kara para aklamayan bir bankacılık sistemi? İsviçreli sosyolog Jean Ziegler ‘İsviçre Daha Beyaz Yıkar’ başlıklı kitabında İsviçre bankacılık sisteminin kara para aklama operasyonlarını teşhir etmiyor muydu? Taşeron firmalar büyük şirketlere boğaz tokluğuna çalışacak kaçak göçmen işçiler sağlamıyor mu? 1980’li yıllarda, reel sosyalist sistemin dağılmasıyla birlikte atağa kalkan (neoliberal) kapitalizm, kendi “meşruluk” sınırlarını yerle bir edip, sınırsız bir doğa, emek ve kamusallık talanına girişmedi mi? Çokuluslu Şirketlerin Güney ülkelerinde giriştiği sınır tanımaz emek sömürüsü, savaşın “özelleştirilmesi”, “Teröre karşı mücadele” kisvesi altında Afganistan’ın, Irak’ın, Libya’nın ve şimdi de Suriye’nin kaynaklarının yağmalanması, kutuplardan Amazon ormanlarına, okyanuslardan topraklara, tüm doğanın zehirlenmesi, türlerin katledilmesi, milyonların açlığa, çevresel risklere, önlenebilir hastalıklara mahkûm kılınması, “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırları bir farsa dönüştürmedi mi? Fransa’da patronların militan işçilerin üzerine “tetikçiler” saldığına dair haberler medyada yer almıyor mu?[20]

“Ekonomik birikim olanaklarının tıkandığı, krizin baş gösterdiği koşullarda, yönetenler henüz paraya, ranta açılmamış ne varsa bunu paraya tahvil etmek ister. İbn-i Haldun’un tarihsel yöntemiyle yorumlarsak, dışarıdan kaynak akışının iyi olduğu, ganimet elde etme ve paylaşma üzerine inşa edilmiş düzen böyle dönemlerde iyice sarsılır; sarsıldıkça da yönetenler içeride vergiye yüklenmeye başlar. Ekonomi dışı zorlama gücü bu koşullarda merkezileşir. Kamusal, dayanışmacı modeller tasfiye edilir. Bu süreç, Karl Marx’ın ‘ilksel birikim’, Samir Amin’in ‘haraççı’ dediği modeli andırır. Zorla el koyma süreci, emeğiyle geçinen yoksulların ortak tarlasına, yaylasına, suyuna, kamu hizmetine saldırma, karşı koyulamaz vergi yükleriyle yurttaşın belini bükme eğilimini pekiştirir,” diyor Deniz Yıldırım.[21]

“Zoralım”, haraç, ya da bugünün moda deyişiyle “çökme” kapitalist sermaye birikiminin olmazsa olmazıdır; korsanların Amerika kıtasından yağmaladığı altın ve diğer değerli madenler olmasaydı, Avrupa kıtasında kapitalizm mümkün olmazdı. Rusya ve diğer sosyalist blok ülkelerinde kapitalizme dönüş sürecinde ilk kapitalistlerin “çökme” işlemini en kolay gerçekleştirebilecek kesimler, parti bürokrasisi ile mafya(lar)dan zuhur etmesi şaşırtıcı değildir. İki antropolog, Jane ve Peter Schneider 1960’lardan 90’lara saha çalışması yürüttükleri Sicilya’da kapitalizmin gelişiminde mafyanın oynadığı rolü çarpıcı bir anlatımla gözler önüne sererler.[22]

Bu coğrafyada mafyatik faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı ve “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların iyice bulanıklaştığı 80-90’lı yıllar, aynı zamanda kapitalist sınıfa yeni kesimlerin eklemlendiği, sermayenin geleneksel yapısının sarsıldığı, sermayenin hızla el değiştirdiği, bir “Özal burjuvazisi”nin boy verdiği, “alaturka” kapitalizmin küresel atılımlara girdiği, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “Rolex saatli, bond çantalı” ray-ban gözlüklü, sert suratlı mafyatik “iş adamları”nın Myanmar’dan Ekvator’a, Madagaskar’dan Ukrayna’ya ticari serüvenlere giriştiği yıllardı.

Mustafa Sönmez, 2004 yılında “Türkiye’de yeraltı ekonomisinin büyüklüğünün milli gelirin yüzde 25-30’u dolayında” olduğunu belirtip, bunun “yapay genişleme yaratarak ekonomide krizi geciktirici” bir etki yaratmak, yoksul bölgelerde yarattığı “istihdam”la (ayakçılık, tetikçilik, torbacılık vb.) ekonomi üzerindeki istihdam talebi baskısını hafifletmek gibi işlevlerinden söz ederek ekliyor:

“Kapitalizm var oldukça, mafya da var olacaktır. Kâr ve sermaye birikimi, kapitalistler arasında rekabeti, rekabet ise gerektiğinde gayrimeşru silahları kullanmayı gerektirir. Bunu bazen bizzat kapitalistler talep eder, bazen de mafya kapitalistleri baştan çıkarır, kendisine müşteri olarak kapitalistleri, işbirlikçi olarak siyasetçileri ve bürokratları bulur.

Zaten mafya, bizzat ulaştığı etkinlik ve sermaye birikimi gücü ile kendisi bizatihi bir kapitalist fraksiyon durumundadır. İştigal ettiği alandaki işlerini, olabildiği ölçüde meşru, olmadığı yerde gayrimeşru yollarla icra etmeye devam etmekte, hatta küresel boyutta faaliyet göstermektedir. Artan küreselleşme, mafya sermayesinin de uluslararasılaşmasını getirmiş, özellikle “duvarın yıkılması”nın ardından, yeni rant alanları ve işbirliği imkânları ortaya çıkmış, bu da küresel mafya sermayesine yeni sinerji imkânları doğurmuştur. Marka taklitleri, kara para operasyonları, insan kaçakçılığı, nükleer madde kaçakçılığı, teknoloji hırsızlıkları, değişen dünya koşullarında mafyaya açılan yen rant alanlarından sadece birkaçı...” Böylelikle, bir BM araştırmasına göre, sadece küresel bağlamda icra edilen uyuşturucunun ekonomik portresi 300 milyar doları buluyor ve bu, 207 BM üyesi ülkenin dörtte üçünün yıllık milli gelirinden daha büyük bir rakam…[23]

Mafya-sermaye ilişkilerinin kapitalist sermaye birikim rejiminde baş gösteren kriz evrelerinde ve faz değişikliklerinde yoğunlaştığı biliniyor. Çünkü bu çalkantılar, sermayenin el değiştirmesi ve yeni kesimlerin kapitalist sınıfa eklemlenmesine vesile olmakta; bu ise, tahmin edilebileceği üzere yeni ve gözüpek bir kesimin pastadaki payını büyütme yolunda “kural tanımaz” operasyonlarını gerektiriyor: Kapitalizmde “yasal” ile “yasadışı” arasındaki sınırların geçirgenleştiği, mafyatik tasarruflar için uygun bir zemin.

Türkiye bu konuda verimli bir alan… Peynirin kurtlarını ayıklayarak satan bir bakkalın birkaç yıl içerisinde holding patronuna dönüşebildiği zemin, bugün de çaycılar, büfeciler, otopark işletmecileri, ayakçılar, devlet memurları, taşeronlar için zengin olanaklar sunuyor. Böylece ‘Forbes Dergisi’nin Türkiye sayfalarındaki simalar hem sürekli değişiyor, hem de sayıları arttıkça artıyor.

Ülke bu konuda mafyanın inkâr edilmez katkılarını birkaç haftadır Sedat Peker’in videolarından izliyor: Doğan Holding’in tüm medya organlarını Aydın Doğan’a birkaç ipten-kazıktan kurtulma serseri gönderip gözünü korkutarak Demirören’e, üstelik de Ziraat Bankası’na geri ödemediği kredilerle ucuza kapattıran; “her türlü” ticarete uygun marinaları sahibini “hakkında FETÖ (ya da PKK vb.) dosyası var diye korkutup devralan, beş yıldızlı otellere çöken, belediye ihalelerinde kamu kaynaklarından milyarlar devşiren, kamu arazilerini yağmalayan bir düzen…

Bu coğrafyada AKP siyasal İslamcı bir kadronun siyasal iktidarı tekeline alma girişimine denk düşüyor. Ve de kültürel alanı istila arzusuna… Ama aynı zamanda yeni bir sermayedar sınıfın ekonomik alanda başat hâle getirilmesi girişimine… Siyasal iktidar bunu tek kişinin elinde temerküz eden güç sayesinde yapıyor: kamu arazileri, kıyılar, ormanlık alanlar tek imzayla şaibeli vakıflara devrediliyor, örneğin. Şirketler, bankalar “FETÖ’cülük, teröre destek” vb. suçlamalarla BDDK, Varlık Fonu gibi havuzlara devredilip yandaş sermaye gruplarına aktarılıyor, kamu ihalelerinde yandaş şirketler kollanıyor, yandaş sermayeye kamu bankalarından ballı krediler verilirken, geri ödemelerin peşine düşülmüyor, vergi afları, borçların silinmesi vb. teşvikler de cabası… Bu “kuralsız” (ya da kapitalizmin kendi kurallarını berhava eden) hâli ise mafyatik girişimler için münbit bir zemin oluşturuyor…

Tüm kaynakları yağmalayan, toplumu zehirleyen bu gidişata “dur” demek için devlet ile ilişkileri bozulmuş bir mafya reisinin[24] “atarları”na bel bağlamak, doğru mu? Ya da Susurluk kazasında açığa çıkan pisliklerin ardından sokaklara dökülen, tencere-tava çalan, ışıkları kapatıp açan toplumsal tepkinin yerini Pazar sabahları heyecan verici bir dizi izler gibi çekirdek çitleyerek Sedat Peker videolarını izlemek, ardından sosyal medyada bir miktar “geyik” yapıp “Vay canına, neler oluyormuş” kıvamında bir edilginliğe bırakmış olması nasıl açıklanır? Muhalefetin “biraz sabredin, sandıkta her şey değişecek” ninnilerine umut bağlamak bizi sürüklenmekte olduğumuz ekonomik, siyasal ve toplumsal yıkımdan kurtarabilir mi?

“Bizi tüm kurtaracak olan, kendi kollarımızdır,” der dünyanın en güzel ezgisi… Dehşet ile talanın içiçe geçtiği bu çürümüşlükten çıkmanın tek yolu, emekleri, çevreleri, yaşamları yağmalanan, sırtlarından milyarlar kazanılan ve vurgun düzeni sürebilsin diye terörize edilen[25] emekçilerin seyirciliği bırakıp sahaya inmesidir…

 

9 Haziran 2021 10:44:40, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:240, Temmuz 2021…

[1] “Düzen ‘çete’yi hem doğurur hem inkâr eder. Ama kriz dönemlerinde kuralsız - ‘gayri nizami’- savaş yöntemlerine başvurma ihtiyacıyla devlet düzenli birliklerin yanı sıra kendisi ‘çete’ oluşturmak üzere ‘suç örgütleri’ni istihdama girişir. Kriz süreklileştikçe, rejimin kendisi bir ‘suç örgütü’ne dönüşür; ‘gayri nizami’ olan nizamileşir, Zaptiye Nazırı ile ‘çeteci’ aynı hamurdan olur; devletin başı, ‘çete’nin başına geçer. Dolayısıyla, eleştirel düşünüşün bugün ‘çete’ diye adlandırılan ilişkiyi gerçekte neyse öyle anlatması ve adlandırması; meselenin ‘çete’den değil, ‘çete’nin meseleden doğduğunu; meselenin devlet ve siyaset meselesi olduğunu sistematik olarak ortaya koyması elzemdir,” diyor Ertuğrul Kürkçü. (“Ertuğrul Kürkçü, ‘Çete’ derken?!”, Yeni Yaşam 3 Haziran 2021.)

[2] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s.8.

[3] https://www.evrensel.net/haber/434433/gazeteci-deniz-yucel-suleyman-soylunun-iddialarina-dair-belge-yayimladi

[4] Eski İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, Mafya’nın hangi andan itibaren “mafya” olarak anılması gerektiğini veciz bir dille belirtiyor: “Mafya siyasetçi ile içiçe olmazsa mafya olmaz, sokakta serseri olur.” (Sefa Uyar, “AKP’nin Siyasi Çekişmesi”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2021, s. 4)

[5] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Hep Beraber Yürüdüler”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021, s.8.

[6] İpek Özbey, “Fikri Sağlar: Susurluk’tan Daha Ciddi”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021, s.7.

[7] Hikmet Çiçek, “Son Buluşmada Neler Oldu?” Oda TV, 07.06.2021. https://odatv4.com/son-bulusmada-neler-oldu-07062147.html

[8] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s.6.

[9] Talha Özmen, “Gözlüğün Arkasındaki Mehmet Ağar’ı Tanıyor musunuz?” Oda TV, 28.05.2021, https://odatv4.com/gozlugun-arkasindaki-mehmet-agari-taniyor-musunuz-28052151.html

[10] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Taşları Yerinden Oynatan MİT Raporu”, Cumhuriyet, 28 Mayıs 2021, s.6.

[11] a.y.

[12] Bkz. “T.C. Başbakanlık MİT Müsteşarlığı’nın Banker Bako Raporu”, http://www.adaletplatformu.com/ FileUpload/ ds73862/File/mit_is_bankasi_raporu.pdf

[13] Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s.8-9.

[14] “Susurluk Komisyonu Üyesi Fikri Sağlar Genç TV’de Detayları Anlattı”, Genç TV, 24.05.2021, https://www.kibrisgenctv.com/kibris/susurluk-komisyonu-uyesi-fikri-saglar-genc-tv-de-detaylari-anlatti-h85738.html

[15] Hüseyin K. Akçadağ, “Kirli Savaşın Kirli Ticareti”, Yeni Yaşam, 23 Mayıs 2021, s.8-9.

[16] a.y.

[17] “Ağar Yenipazar Cezaevine Prestij Kattı”, Aydın-Yeni Ufuk Gazetesi, 08.05.2015. https://www.aydinyeniufuk.com.tr/agar-yenipazar-cezaevine-prestij-katti-61662-haberi

[18] Mahmut Övür, “Yenipazar’ın Sürpriz Konukları”, Sabah, 19 Şubat 2013, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2013/02/19/yenipazarin-surpriz-konuklari.

[19] Miyase İlknur-Zehra Özdilek-Tuğba Özer, “Türkiye Karanlıktan Aydınlığa Çıkamadı”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2021, s.8.

[20] “Fransa’da Patronlar Sendika Temsilcisi İşçiler İçin Tetikçi Kiralıyor”, Umut-Sen, 10 Haziran 2021… http://umutsen.org/index.php/ceviri-fransada-patronlar-sendika-temsilcisi-isciler-icin-tetikci-kiraliyor/

[21] Deniz Yıldırım, “Yönetme Krizlerinde Mafya”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2021, s.4.

[22] Jane Schneider ve Peter Schneider, “The Mafia and Capitalism: An Emerging Paradigm”, Sociologica, 2/2011.

[23] Mustafa Sönmez, “Kapitalizm varsa, mafya da olacaktır”, NTVMSNBC, 15 Ekim 2004, http://arsiv.ntv.com.tr/news/291477.asp#BODY

[24] Sedat Peker’in “serencamı” için bkz. Mahmut Hamsici, “Sedat Peker: YouTube’da Eski Müttefiklerine Savaş Açan Organize Suç Örgütü Lideri”, BBC Türkçe, 04.06.2021, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57350833?at_custom1=%5Bpost+type%5D&at_custom3=BBC+Turkce&at_custom2=twitter&at _campaign=64&at_medium=custom7&at_custom4=BB85EAC2-C572-11EB-8665-80180EDC252D

[25] Sedat Peker “kan banyosu”na değgin sözlerini şöyle “tavzih ediyor”: “Kanla ilgili söylemiş olduğum olayların hepsi söylendiği dönemde hükümetin lehinedir. Çünkü o zaman korku iklimi oluşturmak lazımdı.” (https://twitter.com/sedat_peker/status/1396904832443822091?s=20)

 

Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar… (1920’lerden 1970’lere Devrimci Kadınlar)[*]

 

 

“Yaşamak;

Teslim olmadan,

Boyun eğmeden,

El etek öpmeden yaşamaktır.”[1]

 

Geçen gün, postadan irice bir zarf çıktı. İçinden çoktan toza-toprağa karıştığını düşündüğüm yüzlerce sayfa elyazması not, fotokopi, vs. 1980’li yıllarda biriktirdiğim… Zarf, eski bir dosttan. Emel Akal. Kitaplığını elden geçirirken bulmuş, “İçlerinden bazı matbu evrakları Kadın Kütüphanesi’ne gönderdim. Bunları da sana gönderiyorum,” notuyla birlikte toparlayıp göndermiş, sağ olsun.

“Zaman zaman içinde” derler ya, öyle bir şey. Notların çoğu, 1986’da, 12 Eylül sonrasının ilk 8 Mart etkinliği “Ve kadınlar… Bizim kadınlarımız…” gösterisi için çıkardığım notlar… Etkinlikte Türkiye sosyalist hareketinde yer alan kadınlardan göçüp gidenlerin anısına, sağ olanların ise varlıklarına bir selam göndermeyi hedeflemiştik… Tabii bir de bu coğrafyada kadınların kurtuluş mücadelesinin bizim kuşaklarla başlamadığını, yüzyıl başlarına dayanan bir geçmişi olduğunu… Etkinliği dört kadın (Hale Kıyıcı, Füsun Öztürk, Gülden Sevgili ve ben) kafa kafaya verip kararlaştırmış, topladığımız notları metinleştirmesi için (toprak incitmesin) Orhan İyiler’e, gösterinin görsel malzemesini hazırlaması için İsa Çelik’e, gösteride sunuculuğu üstlenmeleri konusunda ise sevgili Celile Toyon ile Vala Önengüt’e müracaat etmiş ve her birinin coşkulu, özverili desteğini almıştık…

Dokuz aylık, bizi bir aileye dönüştüren sıkı çalışmanın ardından, 8 Mart 1986’da Beyoğlu’nda merdivenlerine dek, tıklım tıklım dolu bir sinema salonunda gerçekleşmişti etkinlik… Geriye Hale Kıyıcı’nın köşelerinden bulup çıkardığı, bu coğrafyanın sosyalist hareketine emek vermiş, yasaklı varoluşlarının bedelini kadınlar olarak çok daha ağır ödemiş ablalarımızın, tütün işçisi, sendikal önder Zehra Kosova’nın, Mediha Özçelik’in, TKP emektarı Zeliha Okyalaz’ın (“Postacı Burhan’ın eşi), yumruğu havada sahneye dimdik koşar adım çıkıp işkence tezgâhında can veren TKP’li eşi Emine’ye değgin anılarını bizlerle paylaşan Şoför İdris’in gözlerindeki, fazlasıyla hak ettikleri sevgi ve saygıyı bir nebze olsun almış olmanın ışıltısı kaldı, asla aklımdan silinmeyen…

Diyorum ya, “zaman zaman içinde…” Etkinlik sonrası, bu yüzlerce sayfa notu saklamış, sonra da “Belki bir işe yaratırız,” diye Mayıs 1989’da İstanbul’da düzenlenen 1. Kadın Kurultayı’nın ardından yaşanan ayrışma sonrası buluştuğumuz sosyalist kadın arkadaşlarla paylaşmıştım. O zaman bir işe yaratamamıştık… Yıllar sonra, bir zarfın içinde, elime ulaştılar…

O zaman gelin, geçen otuz küsur yılın ardından, birlikte bir işe yaratalım o notları…

Buyurun… Bu coğrafyada sosyalizm kavgasıyla kadın mücadelesini birleştiren ve bu uğurda ağır bedeller ödeyen kadınların yaşamlarından kesitler[2]

 

Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar…

 

Mustafa Kemal’in emriyle lağvedilen Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kimi mensuplarıyla birlikte Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuran Tokat mebusu Nazım Bey’in sorgusu sırasında İstiklal Mahkemesi Reisi ile aralarında ilginç bir diyalog geçer. Tarih, Ocak 1921…

“REİS: Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin emirleri üzerine Yeşilordu Cemiyeti’ni bir kısım arkadaşlarınızla ilga etmiş oldukları hâlde siz, bazı arkadaşlarınızla birlikte cemiyeti ipka ve Halk İştirakiyun Fırkası namıyla bir fırka hâline tahavvül eylemişsiniz. Ve bu fırkanın resmen kuruluşundan evvel arkadaşlarınızdan Bursa mebusu Şeyh Servet, Erzurum mebusu Asım ve Karasi mebusu Asım ve gene Karasi mebusu Basri beylerle mebus Memduh beyi alarak Hacı Musa Mahallesi’nde bir eve götürmüş. Bu evde sonradan kim olduklarını öğrendikleri Salih (Baytar Salih-b.n.), Ziynetullah, Hüsnü beyler ve zat-ı alinizle yüzleri açık, sırtlarında birer manto bulunan Halime Yoldaş, Rahime Yoldaş ve denen üç de kadın ki cem’an yedi kişiden mürekkep bir heyetle buluşmuşlar…”

Kurulmakta olan yeni rejimin ilk “komünist davası” sayılabilecek bir yargılamada, sanıkların “komünist parti” kurmanın yanı sıra, “yüzleri açık, sırtlarında birer manto olan” üç kadınla aynı mekânda bulunmakla suçlanmaları, çarpıcıdır. Bu toplantıya katılan kadınların suçu ise “çifte”dir: gizli bir “komünist” faaliyette yer almak; üstelik de bunu erkeklerle aynı mekânda, “yüzleri açık” olarak gerçekleştirmek…

Nazım Bey’in üç kadına ilişkin savunması, kabul etmeli ki pek parlak değil: “Biz Ziynetullah’ın evinde otururken o üç kadın geldi. Biz bunları Ziynetullah’ın haremi, hemşiresi ve akrabası sandık. Bunlar Ankara sokaklarında dahi aynı kıyafette, yani uzun mantolarla ve başları örtülü gezerler. Bunlar İstanbul’daki bazı ailelerde artık adet olduğu üzere erkek misafirlerden kaçmazlar ve onlara izaz ve ikram ederler. Vakıa bu bize de garip geldi ama kabahat bizim değildi…”[3]

Demek ki, 1920’lerde bu ülkede bir yandan yoksulluğa, sömürüye, emperyalizme karşı komünist saflarda mücadele veren, bir yandan da erkek yoldaşlarının bağnazlığıyla baş etmek durumunda kalan devrimci kadınlar yaşıyordu.

Peki, kimdi Halime, Rahime ve Fatma Yoldaşlar?

Halime Yoldaş, Cemile Nuşirvanova’dan başkası değildi… İzmirli, olasılıkla Tatar göçmeni bir anne ile Süleyman Selim Bey’in kızı. Darülmuallimat’ı bitirip Bezmialem Valide Sultaniyesi’nde öğretmenlik yaparken Rusya’dan gelme Ziynetullah Nuşirvan ile evlendi. Kocasının Matbuat Müdürlüğü’ne Rusça mütercim olarak atanması üzerine, o “mahut” toplantının yapıldığı Ankara’ya yerleştiler. Ziynetullah Nuşirvan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kurucuları arasında yer almış, 9 Mayıs 1921’de “Hıyanet-i vataniye”den 15 yıl kürek cezasına çarptırılmıştı. Ancak SSCB ile ilişkiler çerçevesinde 29 Eylül 1921’de diğer mahkûmlarla birlikte affa uğrayacaktı.

Halime (Cemile) Yoldaş’ın, 1921’deki THİF görüşmelerine “yüzü açık” bir şekilde katılmaya cüret eden diğer kadınlardan, kardeşi Rahime Yoldaş ile birlikte, Ankara’daki ilk komünist mayalanmalarda bir hayli etkili olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin 1921 Martı’nda bizzat örgütledikleri Türkiye tarihinin ilk 8 Mart etkinliğini şöyle anlatıyorlar (akt. M. Tunçay):

“Bir yandan burjuva cellatlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Bayramı’nın önemini açıklayan, Şerif Manatof yoldaşın bildirisi okundu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadın örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük onaylandı. Sonra BMM’ne Türk kadınları adına bir bildiri gönderilerek komünistlere, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara’daki ilk 8 Mart bayramı Türk(iye b.n.) komünist hareketi tarihinin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır. Cemile Nuşirvanova, Rahime Selimova.”

Cemile ve Rahime yoldaşlar, Ziynetullah Nuşirvan’ın afla tahliyesinin ardından Komintern’in dördüncü kongresine katılmak için Sovyetler Birliği’ne giderler (Temmuz 1922). Ancak bu yolculuktan önce Cemile Nuşirvanova’nın Ankara’daki Sovyet elçiliğinde Paris Komünü anısına düzenlenen bir toplantıya katıldığı anlaşılmaktadır. Nuşirvanova, yaşamının geri kalanını sürdüreceği SSCB’nde “Türkiye Komünist Kadınlığı Murahhası ve Kadınlar Şubesi Müdiresi” sanıyla hareket ettiği anlaşılıyor.

Rahime (Selimova) hanım ise, ablasıyla birlikte THİF çalışmalarına katılmış ve ardından gizli TKP’nin üyesi olmuştur. Ankara’da öğrenci iken, hamile olan ablasının yerine Sovyet Büyükelçiliği’nde düzenlenen bir törene katılıp burada bir konuşma yaptığı için okuldan uzaklaştırılmıştı. SSCB’ne gittikten sonra Bakû’de Mustafa Suphi’nin yoldaşlarından Kayserili İsmail Hakkı ile evlenecek, ancak bu evlilik uzun sürmeyecekti.

İstiklal Mahkemesi reisinin sözünü ettiği üçüncü kadın, Fatma Yoldaş ise Hacıoğlu Salih (Baytar)’in eşidir ve ne yazık ki hakkında 1922’de gencecik yaşında, öldüğü dışında fazla bir bilgi yoktur... Geride dört çocuk bırakarak… O yılların zorlu koşullarında, bu kısacık ömre dört çocukla birlikte bir de komünist mücadeleyi sığdırmak…

 

Naciye Yoldaş

 

Türkiye Komünist Partisi’nin kadın militanlarından biri de Naciye Hanım. Mustafa Suphi ile birlikte Karadeniz’de boğdurulan (Arap) İsmail Hakkı Bey’in kardeşi… 1920 Eylülü’nün ilk haftasında Bakû’de toplanan Şark Milletleri Kurultayı’na katılan Türkiyeli delegeler arasında yer alan Naciye Yoldaş. Bakû’ye gidişi, Almanya’da sürdürdüğü pedagoji eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönerek Şefik Hüsnü çevresiyle ilişkiye geçmesiyle bağlantılıdır. Naciye Hanım, Kurultay’a Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni temsilen delege olarak katılan ağabeyi ile birlikte gitmiş, Kurultay’da Divan’da görev almış ve bir de konuşma yapmıştır.

“Doğu’nun kadınlarının şu anda başlattıkları hareketi, toplumsal hayat içinde kadının yerini narin bir bitkinin veya zarif bir taş bebeğin yeri gibi görmekten memnuniyet duyacak uçarı feministlerin bakış açısından görmemek gerekir,” diyordu Naciye Hanım, Bakû Kurultayı’ndaki konuşmasında. “Bu hareket şu anda tüm dünya ölçeğindeki genel devrimci hareketin ciddi ve zorunlu bir sonucu olarak görülmelidir. Doğu’nun kadınları yalnızca bazılarının sandığı gibi çarşafa bürünmeden sokağa çıkma hakkını elde etmek için mücadele etmiyorlar. (…) İnsanlığın yarı nüfusunu oluşturan kadınlar, eğer erkeklerin rakibi olarak kalırsa, eğer erkeklerle eşit haklara kavuşamazsa, insan toplumunun ilerlemesi elbette ki olanaksızdır; Doğu toplumlarının geri kalmış durumu bunun tartışmasız kanıtıdır.

Yoldaşlar, emin olunuz ki, toplumsal hayatın yeni biçimlerini gerçekleştirmek için harcayacağımız tüm çabalar ve çekeceğimiz tüm acılar, ne kadar içten olurlarsa olsunlar, eğer siz gerçek yardımcılar olarak kadınlara gitmediğiniz takdirde sonuçsuz kalacaktır.

Savaşın yarattığı özel koşulların sonucu olarak, Türk kadını türlü toplumsal görevlerin yerine getirilmesi için evini ve aile topluluğunu terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat, Türk kadınlarının savaş sırasında o zamana dek erkeklerin bulundukları konumları üstlenmeleri ve yük hayvanlarının bile aşamayacağı yolların bulunduğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde birliklerin kullanacağı silah ve cephaneyi çekerek taşıması, çok önemlidir. Ama bu, eşit haklar elde edilmesi anlamına gelmiyor. (…) 1908 Devrimi’nin başlarında kadınlar lehine bazı gelişmeler olduğunu yadsımıyoruz, ama bu yetersiz ve öngörülen amaçlara ulaşmakta etkisiz gelişmelerin önemini büyütmemek gerekir.

Kadınlar için başkentte ve diğer bazı kentlerde birkaç orta okulun veya lisenin açılması; hatta kadınlara özgü bir üniversite yaratılması, yapılması gerekenlerin binde birini bile oluşturmaz. Siyaseti, zayıfın güçlü tarafından sömürülmesine ve ezilmesine dayanan Türk hükümetinin kadınlar için daha radikal ve önemli ölçülerde kararlar alması zaten beklenemezdi. (…)

Komünistler bütün kötülüklere son vermek için sınıfsız bir toplumun kurulması gerekliliğine inanırlar, bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı amansız bir savaş sürdürürler. Doğulu komünist kadınların savaşı daha da zorludur çünkü ayrıca erkeklerin istibdadına karşı savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki, ülkelerimizi ve onunla birlikte kendinizi ve bizi mahvedeceksiniz. Alternatif ise bizim de haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişmemizdir. Kadınların belli başlı taleplerini kısaca ortaya koyacağım.

1) Haklarda tam bir eşitlik.

2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim fırsatı.

3) Evliliğe ilişkin kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşliliğin kaldırılması.

4) Kadınların bütün idari ve yasama birimlerinde istihdama kısıtlamasız kabul edilmesi.

5) Bütün kent, kasaba ve köylerde kadınların hakları ve korunması amacıyla şûrâların örgütlenmesi.

Hiç kuşku yok ki bu talepleri ileri sürmeye hakkımız var. Komünistler bizim de eşit haklara sahip olduğumuzu kabul ederek bize el uzattılar; biz kadınlar onların en sadık yoldaşları olacağız. Hâlâ yolları seçilemeyen karanlıklar içerisinde olabiliriz. Hâlâ bizi yutacak uçurumların kenarında olabiliriz. Ama korkmuyoruz. Zira biliyoruz ki, gün doğumuna erişmek için gecenin içinden geçmek gerekir.”[4]

Kurultay’ın hemen ardından, 10 Eylül 1920’de Bakû’de yurtiçi ve yurtdışındaki çeşitli komünist örgütlerin birleşmesi ile kurulan Türkiye Komünist Fırkası’nın kuruluş kongresinde Naciye Hanım’ın, Parti’nin kadın politikalarının oluşmasında etkin görev aldığı görülüyor. Gündemin 6. maddesi görüşülürken söz alan Naciye Yoldaş’ın layihası ilginçtir:

“Türk kadınlığının aile arasındaki vaziyeti tam manasıyla esarettir. Cemiyet bir mücrimi [suçluyu] nasıl hapse­derse, kendi içinden çıkarırsa, kadınlar da alelıtlak [genellikle] kadın olmak cürmünden dolayı evlere hapis olunur. Fakat bu hapsin azabını çeken yalnız kadınlar değildir. Bütün millet bundan muzdarip bulunuyor. Zira kadının cemiyetle olan münasebeti kesilince eve bakmak ihtiyacını erkek yükleniyor. Şu itibarla zaruret­-i maişet [geçim sıkıntısı] vücuda geliyor. Şu vaziyet kadına körü körüne itaati, esareti tahmil ettiği [yüklediği] gibi izzet-i nefsini de cerihadar ediyor [incitiyor, yaralıyor].

Mamafih harbin bir netice-i zaruriyesi [zorunlu sonucu] olarak Türk kadını az çok serbesti bulmuş ve te­min-i maişet [geçimini temin etme] için sokağa fırlamağa mecbur olmuştur. Bunu kadın için bir mukaddeme-i halas [kurtuluş başlangıcı] addediyo­rum. Fakat hayata karışan kadınlar, kadınlığın bir kısm-ı ekalliyetidir [azınlık bölümüdür]. Bugünkü cemiyetin şera­iti [koşulları] nazar-ı dikkate alınacak olursa, hayatın zaruretleri karşısında bu kadar cüz’i bir kemiyetin [niceliğin] eriyeceği ve eski istihalenin yeniden başlaması endişesi zuhur ediyor.

Türk kadınının resmi dairelerde memur olması pek yenidir. Türkiye’de memur kadınların ekseriyeti maarife ve mekteplere mensuptur. Fakat bunda da erkeğin imtiyazı gözetilerek bir muallime aynı seviyedeki muallimle, hatta daha yüksek bile olsa, mad­deten bir olamıyor. Kadın, istihdam olunduğu bütün dairelerde aynı madun [ast, aşağı] muameleyi görüyor. (…)

Türkiye’de erkekleri işgal eden [meşgul eden] garip mesaiden biri de kadınların tesettürüdür. (…)

Memleketin kuvve-i teşriiye [ve] icraiyesi [yasama ve yürütme gücü) bütün memleketin hayatını, ihtiyacını bir tarafa atarak; güya artık her iş bitmiş gibi kadının örtünmesi, başının tuvaleti, çarşafının biçimi, hasılı kadının haric’ kıyafeti ile iştigale başlarlar. (…)

Bereketsizlik, kaht [kıtlık], müselsel [ard arda gelen] yangınlar, muharebeler, mısır ekmeği, velhasıl ne içtimaı tereddiler [toplumsal yozlaşmalar), milli felaketler, buhranlar varsa, kaffesinin amil-i mutlakı [tümünün mutlak etkeni] kadının açılması olarak ileri sürülüyor. Polis ka­rakollarına, adliye idarelerine, emniyet-i umumiyeye, lazım gelen yerlere bu gibi yolsuzluklara sebep olan kadınların derhâl tutularak tevkif edilmesi, terzil olunması [küçük düşürülmesi] için emirler verilir. Bütün bu tazyikata [baskılara] rağmen, Türk kadınlığı son zamanlarda payitahtta mühim uyanıklık gösterebilmiş, siyasi ve iktisadi faaliyetler izhar etmiştir [ortaya koymuştur]. (…)

Bugünün ihtiyacı hayatın boş yiyicilerini içerisinden atarak, “Çalışan, yer” hakikatini her tarafa an­latmaktır. Fakat halkın başına yumruklarını indirerek, isyan seslerine kulaklarını tıkayarak yaşayanların, artık ebediyen sönmeleri zamanı gelmiştir. Binaenaleyh [dolayısıyla], Türkiye Komünist Fırkası herşeyden evvel Türkiye kadınını kurtarmak için bir Türkiye Komünist Kadın Teşkilatı vücuda getirmeye çalışmalıdır.

Yaşasın kadın ve erkeği hayatın bütün yollarında birleştiren kızıl güneş!

Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!

15 Eylül 1920”[5]

 Böylelikle, TKP, büyük ölçüde Naciye Hanım ve kardeşi İsmail Hakkı Yoldaş’ın girişimleriyle Kuruluş kongresinde şu kararları alacaktır:

“1- Tarihin hataları ve içtimai hastalıkları kat’i surette tashih ve tedaviye karar veren Türkiye Komü­nist Kongresi, kadınlık âleminin kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek layık olduğu dereceye is’adı [yükseltmek] için icap eden kat’i tedbirlere tevessül eder [başlar, girişir].

2- Beşeriyetten sınıf farkını kaldırmak şiarıyla ortaya atılan Komünistler, tabiatıyla kadınları cemi­yetin içerisinden ihraç etmek [dışlamak] gibi bir ikilik hatasını irtikab edemez [işleyemez]. Komünistler nasıl hazır yiyicileri mahvederek tam bir müsavat-ı hukukiye [hukuk önünde eşitlik] yaratıyorsa, kadınlık, erkekliğin farklarını da kaldırarak, hukuk ve vezaif cihetiyle [görevler bakımından] hakiki bir birlik teşkilini kabul eder.

3- Türkiye’de kadınların hayat-ı umumiyeye daha serbestane iştirak edebilmelerini temin için şimdi­ye kadar erkeklere tahsis edilmiş olan içtimai [toplumsal] müesseselerden kadınların da aynı hak ve selahiyetle isti­fade etmeleri elzemdir.

4- Kadınlarla erkekleri yekdiğerinden ayrı bulundurmak, onları müessesat-ı içtimaiyyenin (toplumsal kurumların) haricinde yaşatmak, kadınlarda anlayış kuvvetini yanlış yollara saptırmak ve bu yanlış telakkiler kadını büsbütün geri bir hayat idamesine sebep olmuştur. Binaenaleyh, beşeriyetin diğer nısfı [yarısı] olan kadınların erkeklerle mütevaziyen ve mütesaviyen [denk ve eşit olarak] hareket etmeleri ve layık oldukları tekamülün [gelişimin] temini için lüzumu kadar fe­dakarlıklar ihtiyar olunur [ortaya konulur]. 15 Eylül 1920”[6]

TKP bu ilkelerin hayata geçirilebilmesi için kadınlara yönelik özel tedbirler gerektiğinin bilincinde olduğunu, aynı Kongre’de kabul edilen programına, emekçi kadınlara ilişkin şu maddeleri dahil ederek gösteriyordu:

34- se) Umumiyetle kadın işçilerin vaz-ı hamlden (doğum) sekiz hafta evvel ve sonra için yevmiyeleri tamamen verilmek şartıyla işten istisna edilmeleri;

 cim) Emzikli kadınlara iş zamanında her üç saatte yarım saat emzirme teneffüsü verilir.

49- elif) Erkek ve kız çocuklarına şamil olmak üzere 17 yaşına kadar mecburi ve meccani (parasız) tahsil;

te-) Anaları kulluktan kurtarıp umumi istihsal işlerine sokabilmek üzere küçük çocuklar için çocuk yuva ve bahçeleri gibi mektepten evvele ait müesseseler açmak.

Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra emekçi kadın (ve gençlik) hareketinin hâlâ aynı talepleri ileri sürüyor olması, içinde yaşadığımız sistemin doğası konusunda yeterli fikir vermiyor mu?

 

Yaşar Nezihe (Bükülmez) Yoldaş

 

Genç Cumhuriyet rejiminde işçi sınıfının, emekçilerin ve emekçi kadınların davasını güdenlerden biri de, bir şair: Yaşar Nezihe (Bükülmez).

Yaşar Nezihe 13 Ocak 1882’de İstanbul’da, Silivrikapı’da harap bir evde doğdu. Babası ailesini belediyede kantar memurluğu yaparak geçindirmeye çalışan bir yoksul. Ve de içkici… Her biri bebekliğinde/ çocukluğunda ölen dört kardeşten arta kalan. Altı yaşında yitirdiği annesini sevgiyle hatırlıyor. Kendisini teyzesi büyütmüş. Okuma yazmayı kendi gayretiyle öğrenmiş bir çocuk.

Babasının 1898’de işten çıkartılması, zorluklarla dolu yaşamını daha da güçleştirecekti. Ama şiir yazmaktan asla vaz geçmedi. İlk şiirler Terakki ve Malumat gazetelerinde yayınlanan Yaşar Nezihe hanım, 1912’de babasını kaybetti. Yaşamını Esirgeme Derneği’nde, Şark Eşya Pazarı’nda işçilik yaparak kazanmaya çabaladı. Yine şiirler yazıyordu: Sabah, Kadın, Nazikter gibi dergilerde.

Oğlu Vedat’la son derece güç günler geçirdiği I. Dünya Savaşı sırasında ona direnme gücünü şiirleri veriyordu. Hele ki ilk şiir kitabı Bir Demet Menekşe’nin yayınlanması (1915). Tabii bir de üye olduğu Amele Cemiyeti aracılığıyla yakın ilişki kurduğu Dr. Şefik Hüsnü’nün Aydınlık dergisi çevresi…

Şiirlerinin Aydınlık’ta yayınlanmaya başlaması, sosyalist hareket içerisinde giderek tanınmasına yol açacaktır. Nazım Hikmet’in kendisine çok yakınlık gösterdiği, her karşılaşmalarında “abla” diye elini öptüğü aktarılır.

Ama işi yalnız şiir değildir. Örneğin Mayıs 1920’deki tramvay işçileri grevini etkin biçimde desteklemiş, grevci işçileri coşturan konuşmalar yapmıştır…

1925 Aydınlık tevkifatında gözaltına alınan Yaşar Nezihe, yargılanmasına gerek olmadığı hükmüyle serbest bırakıldı. Ancak bu tevkifat sonrasında sosyalist hareketle ilişkileri gevşeyecekti…

Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’nin de üyesi olan Yaşar Nezihe hanım, yıllarca Hilal-i Ahmer’de (Kızılay) dikiş dikerek yaşamını sürdürecek, doksan acılı ve yoksul yılın ardından, 1972’de yaşamını yitirecektir.

Şiirlerinde kendi çektikleri, halkın acılarıyla karışır:

“Mahalleden iki gündür verilmiyor ekmek

Kolay değil gece gündüz bu açlığı çekmek

Zavallı milletin aç karnı dört buçuk senedir

İaşe meselesi hâllolunmuyor bu nedir…

Satıldı evlerin eşyası hep bir ekmek için

Ne yaptı millet acep bu azabı çekmek için

Kiminde kalmadı yatmak için yatak yorgan

Doyunca bulamadı bir çokları yazık kuru nân

Şaşırdı yollarını genç kadınlar oldu zelîl

Eden bu milleti açlıktır bu rütbe sefil (…)

Elimde iğne, kalem var da ben de muhtacım

Yetim Vedad’ım ile kırksekiz saattir açım

Çalışmak isterim iş yok, bu hâle hayranım

Bu aç yetime bakıp ağlarım, perişanım

Vatan harabe fakir millet aç, sefil, üryan

Bugün düşüncesi halkın biraz kömür ile nân…”

Kimileri “mücadele saflarını terk etmek”le eleştirse de, el kadar çocukken dere kenarlarından ebegümeci, papatya tohumu toplayarak satıp okul parasını çıkartan, ihanetlere, şiddete belenmiş üç düşkırıklığı evliliği arkasına dönüp bakmadan bitirebilen, iki oğlunu açlıktan, bakımsızlıktan toprağa verse de onurunu yere düşürmeden hayatını sürdüren, soyadı kanunuyla kendine aldığı “Bükülmez” soyadına layık, iki ayağı üzerinde kalabilmeye adanmış bir yaşam mücadelesi, bir emekçi kadın şairdi o…

 

Mübadil Tütün İşçisi Kadınlar…

 

Yaşar Nezihe’nin de muhatabı olduğu yoksulluk ve yoksunluk koşulları, genç Cumhuriyet rejiminin yöneldiği kapitalistleşme güzergâhının kaçınılmaz sonucu olarak, bir avuç türedi burjuva “vur patlasın, çal oynasın” bir “lüküs hayat” sürerken, nüfusun büyük kısmını pençesine almıştı. Dış pazarı, sömürgeleri olmayan genç burjuvazi, sermaye birikimini ancak yoğun emek sömürüsüyle gerçekleştirebilecekti; Takrir-i sükûn ve buna dayanılarak girişilen baskıların desteğiyle ücretler açlık sınırının altında seyrederken, fiyatlar dizginlerinden boşanmıştı. Kontrolsüz hayat pahalılığı karşısında işçi ve köylülerin Kızılay, Himaye-i Etfal gibi hayır kurumlarından başka sığınağı kalmamıştı.

1930 tarihli gazeteler, Cibali’de çalışan bir kadın tütün işçisinin eline ayda 25-30 lira geçtiğini yazmaktadır. Aynı günlerde Ticaret Odası endeksi, bir ailenin savaş öncesi 11 lira olan aylık giderlerinin, 145 liraya fırladığını göstermektedir.

Örneğin Bursa’da kadın ipek büküm amelelerinin gündeliği 40-50 kuruş arasında seyrederken, bir ekmeğin fiyatı 12 kuruştur.

“Nazlı” genç burjuvaziyi teşvik kredileri, vergi muafiyetleri, gümrük duvarları, grev-sendika yasakları ile besleyen iktidar, konu işçiler-emekçiler olduğunda, alabildiğine nekesleşmektedir. Bu nedenledir ki, ucuz ve uysal emek deposu olarak görülen kadınlar yığınlarla sınaî üretime çekilirken, çocukları ya bir avuç “hamiyetperver” derneğin inayetine ya da doğrudan sokağa emanet edilmektedir. Böylelikle, örneğin 1932 yılında doğan çocukların yüzde 44’ü, daha altı yaşına varmadan ölmüştür. Köylülerde bu oran, yüzde 50’nin üzerinde seyretmektedir. Ülkede bir tane çocuk hastanesi vardır ve yatak sayısı 40’tır!

Böylesi bir tabloda, emekçiler seslerini yükseltmiyorlar mıydı hiç? Olur mu öyle şey? Tüm baskılara, tevkifatlara rağmen, emekçiler itirazlarını ortaya koyuyorlardı. Kadın emekçiler de…

Emekçiler arasında en örgütlü ve direngen kesim, Drama’dan, Kavala’dan, İskeçe’den, İskilip’ten mübadeleyle getirilip çoğu İstanbul’a yerleştirilmiş tütün işçileriydi. Örgütlülükleri, mücadelecilikleri atadan geliyordu; Ana-babaları 1908’de yabancı kumpanyalara karşı antiemperyalist grev ve direnişlerde pişmiş, babaları seferberliğe katılıp savaşmıştı. İşe yerleştirildikleri Ortaköy, Cibali, Kasımpaşa (ve İzmir ve Bursa) tütün fabrikalarında kendilerine sunulan sefalet koşullarına boyun eğmeyeceklerini kısa sürede ortaya koydular. Çok ağır bedeller ödemeyi göze alarak[7], TKP’li oldular, bildiriler dağıttılar, örgütlenme çalışmaları yürüttüler, ajitasyon-propaganda çalışmalarını sürdürdüler, grevler örgütlediler…

Örneğin tütün amelesi Emine ve Şaziye… 1936 Ocağında kocalarıyla birlikte tutuklandılar. Emine ve kocası (Şoför) İdris, Şaziye ve Kocası Abbas. Sansaryan’da gördükleri işkenceden sonra ne Emine ne de Şaziye sağlığına kavuşamayacaktır. Emine 1939’da yitirir yaşamını.

Onların mücadele geleneğini diğerleri omuzlayarak onyıllar boyu taşırlar… Mediha (Özçelik), Zeliha (Okyalaz), Zehra (Kosova)…

Hele ki Zehra Kosova… 1995 8 Mart’ında DİSK’ten aldığı Kadın Emek Ödülü’yle simge bir isim hâline gelen Zehra Kosova, çekirdekten yetişme bir tütün emekçisi, yaşamını mücadeleye adamış bir komünisttir: “Hayat bizim için her zaman acımasızdı, ayrılıklar, yokluklar ve yoksulluklar başkasına değil sanki hep bize düşüyordu. Ama yine direnecektim. Eşim askerde, çocuğum kucağımda ve inandığım bir dava var önümde… Ama yine de mücadeleme devam etmeye söz veriyorum.”[8]

Mücadelesi hem ekmek, hem işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi, hem de siyasal “topyekûn kurtuluş” mücadelesidir. “İlkokul mezunu olarak başladığı işçilik hayatına içerisinde aktif olarak bulunduğu sendika faaliyetleri ile devam etmiş, tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarında her zaman ön sıralarda yer almış, çeşitli dayanışma eylemleri ve iş bırakmalara öncülük etmiş, Türkiye Komünist Partisi’nde yıllarca görev yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde de bulunmuş, birçok kez tutuklanmış, işkenceler görmüş bir işçiydi.

Çalıştığı yerlerde tanıştığı arkadaşları vasıtasıyla TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile tanışır ve 1934’te parti tarafından Moskova’daki Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada tanıştığı Mustafa İskender ile 8 Mart’ta evlenir.

Zehra, 1937 Nisan sonlarında arkasında bir daha göremeyeceği kızı Ayten’i bırakarak Türkiye’ye geri döner. Ayten içinde hep bir sızı olarak kalacaktır.

Türkiye’de eşiyle birlikte önce Samsun ve Bafra’da tütün işçileri arasında örgütlenme çalışmalarını yürüten Zehra, daha sonra İstanbul’a döner ve sendikal mücadeleyi yönlendiren öncü kadınlardan biri olur.

Tütüncüler Sendikası’nın kuruluşu ile birlikte Zehra, Türkiye’nin ilk kadın sendika yöneticisi olur. 

1946 Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi davalarıyla ilgili tutuklanır. Yargılamanın ardından ise beraat eder. ”[9]

Emine, Şaziye ve Zehra’nın mücadelesine 30’lu, 40’lı yıllar boyunca yüzlerce işçi kadının mücadelesi katılır. 1927 Eylülü Adana-Nusaybin demiryolu hattı grevinde grev kırıcılarının sürdüğü trenin önüne yatan, jandarma kurşunlarına hedef olan direnişçi kadınlar… 1930 Ağustosu’nda “tahrikçi” beyanname ve gazete basıp dağıtmaktan yakalanan Hatice, Fatma ve Mesrure hanımlar… 1930-40 arasında üç kere yargılanıp her seferinde hüküm giyen Münire hanım… 1930’da tutuklanıp bir yıla mahkûm olan 17 yaşındaki Çamlıca Kız Lisesi öğrencisi Nihal… 1932’de tahrikattan tutuklanan Melahat, Makbule ve Melek hanımlar…1933’de duvarlara “muzır beyanname” yapıştırmaktan götürülen Hayriye hanım…

Ama 1930-40’lı yılların iki mücadeleci kadınını özellikle zikretmek gerek: Hem kadın kurtuluş mücadelesinin, hem de düşünce ve ifade özgürlüğünün yılmaz iki savaşçısı Sabiha Sertel ve Suat Derviş…

 

Sabiha Sertel

 

Sabiha Sertel, 1895 Selanik doğumludur. Balkan Savaşı ardından ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi, burada gazeteci-yazar Zekeriya Sertel ile evlendi. Toplumsal bilinci, denilebilir ki işgal altındaki İstanbul’da biçimlenmişti; daha 1919’da Zekeriya Sertel ile birlikte yayınladıkları Büyük Mecmua’da bir yandan işgale ve mandacılığa karşı çıkıyor, bir yandan da kadınların özgürlüğünü savunuyordu. Ancak yaptıkları sadece gazetecilik değildi; ulusal kurtuluşu destekleyecek yönde hücre faaliyetlerinde bulunmaktaydılar.

İşgal güçleri baskılarını arttırınca karı-koca yüksek öğrenimlerini tamamlamak üzere ABD’ye gittiler. Ve burada Marksizm’le tanıştılar. O andan itibaren “sınıf” pusulasını ellerinden bırakmayacaklardı.

1923’de ülkeye dönerler. İki çocuklarıyla birlikte… Ankara’da kısa süreli bir memuriyetin ardından, İstanbul’a atacaklardır kapağı. Sabiha Sertel, eşinin Yunus Nadi ile birlikte çıkardığı Cumhuriyet gazetesinde bir köşe sahibi oldu. Ve kadınların iktisadi, siyasal, toplumsal ve cinsel bağımsızlığına dair son derece çarpıcı yazılar kaleme aldı. Ardından, Serteller Cumhuriyet tarihinin belki de en tutarlı muhalif basın girişimini başlattılar: Resimli Ay dergisi her türlü baskıya, toplatma kararlarına, sansüre, gözaltı ve tutuklamalara karşın 1924-1931 yılları arasında sürdürecektir yayın yaşamını. Ve sayfalarını dönemin “lanetli”lerine açar boydan boya: Nazım Hikmet, Sabahaddin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin, Sadri Ethem… 1925’de Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek girişilen “gazeteci avi”ndan Zekeriya Sertel de nasibini alacak, Sabiha Sertel, kendi tabiriyle “Bab-ı âlî kurtları” arasında bir buçuk yıl boyunca tek başına çıkartacaktır dergiyi. Hemen her sayı için savcılığa ifade vererek…

Ancak kızılca kıyamet, Sabiha Sertel’in bir Amerikan dergisinden çevirerek yayınladığı “Liderin Psikolojisi: Savulun Geliyorum” başlıklı yazıyla koptu. Savcılık yazıdan “diktatörlük” telmihi kapmıştı: Sertel bu kez “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla çıktı yargıç karşısına. Savcı, 20 yıl hapsini istiyordu, yargıç 2 ayla yetindi…

Resimli Ay’ın kapanmasından sonra bir süre çeviriyle uğraşan Sabiha Sertel, eşinin Tan gazetesini alması üzerine yeniden gündelik yazılara başladı. Hemen her yazısından sonra savcıya ifade vermeyi sürdürerek…

İkinci Dünya Savaşı günleri ülkenin emekçileri için de muhalifler için de zorlu günlerdi. Hükümet İngiltere ile Almanya arasında gidip gelir, savaş simsarları karaborsadan vurgunlarını katlarken, savaşın yükü emekçi kesimlere yıkılmıştı. Yarım milyonun üzerinde genç silah altına alınmış, iş günü 12 saate çıkartılmış, bütün sendikalar, işçi örgütleri kapatılmış, grevler yasaklanmıştı. Tan, Gün, Yeni Dünya, 24 Saat gibi gazetelerin çevresinde toplanan antifaşist, sosyalist kalemler, Sabiha Sertel, Sabahattin Ali, Esat Adil Müstecaplı, Faris Erkmen, Suat Derviş, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav gibileri, savaşın ortalarında iyice Almanlardan yana dönen siyasal iklime karşı mücadele veriyor, bir yandan da sosyalist hareketin sorunlarını tartışıyorlardı.

Hükümetin buna tahammülü yoktu. Tanin’den Hüseyin Cahit’in kışkırttığı Turancı, Pantürkist güruh, iktidarın ve güvenlik güçlerinin koruyucu kanatları altında 4 Aralık 1945’de Tan ve Yeni Dünya gazetelerini basarak makineleri kırdılar, mürettiphaneyi dağıttılar, kağıt bobinlerini sokaklarda yuvarladılar…

Tan matbaası baskınından kim yargılandı, dersiniz? Doğru tahmin ettiniz, Sabiha ve Zekeriya Sertel hakkında 1946’da gazetede yayınlanan yazılarla ilgili dava açıldı, Sertel’ler tutuklanıp cezaevine konuldular. Haklarındaki ceza temyizde bozulunca serbest kaldılarsa da, ülkede yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Yurtdışına çıktılar. En kısa zamanda dönebilmek umuduyla. Ama bu, en azından Sabiha Sertel için mümkün olmadı. 1968 Eylül’ünde Bakû’de sürgünde hayata gözlerini yumdu.

 

Suat Derviş

 

Bu ülkenin sosyalist kadınlarının tarihini anarken Suat Derviş’i es geçmek olur mu? Küçücük gövdesi, iri gözleri, kıvılcımlı zekâsı, olanca tezcanlılığı, gözüpekliğiyle sosyalist kadın yazar.

Parisli modacılara parmak ısırtan giysileri, sevecenliği, rahatlığı, içtenliği, dikbaşlılığı… kısacası kendine özgü olan her şeyiyle en yakın çevresi tarafından dahi sindirilemeyen… Ama “elâlem ne der?” kaygısını hep kendinden uzak tutmuş…

Romanları Macarca, Sırpça, İspanyolca, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Çince… velhasıl yedi düvelin diline çevrilip, da çoğu kendi ülkesinde ancak yakın zaman önce yayınlanabilen. Türkiye’den önce yayınlandığı Fransa’da Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden daha başarılı bulunan. 1930’ların acar gazetecisi, 1940’ların gözükara antifaşisti…

Suat Derviş 1905’de Çamlıca’da bir eski konakta geldi dünyaya. Babası operatör Dr. İsmail Derviş, annesi Abdülaziz’in mızıka-i hümayûn şefi Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dı. Okuma yazmayı daha okula gitmeden, kendi kendine söktü ve o andan itibaren tam bir kitap kurdu oldu.

Dik başlıydı… Zorla giydirdikleri çarşafı, fes giyilmesini yasaklayan kararnamenin yayınlandığı gün fırlatıp attı.

Ama öncülüğü çarşafla sınırlı değildi. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk Türkiyeli kadın gazetecidir örneğin. Romanı Fransızca yayınlanan ilk yazardır ya da. Bab-ı âlî’nin ilk basın mensupları sendikasını Neriman Hikmet’le birlikte o kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı ortalarında, Türk siyasi hayatının Nazizm’e meyletmesine karşı bayrak açan ilk gazetecilerdir, Sabiha Sertel ile birlikte…

Ekmeğini kalemiyle kazanmaya 1927’de ailesiyle birlikte göçüp, babasını yitirdiği 1932 yılına dek yaşadığı Berlin’de başlayacaktır.

Yurda döndüğünde aynı mesleği devam ettirecektir: kalem erbabı. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, okurları kadın konusundaki sosyalist fikirlerle tanıştıracak olan, odur:

Demek istiyorum ki kadının bugünkü vaziyeti tabiat kanunundan doğma değildir. Bir takım dini telakkilerin, terbiyenin ve iktisadi şartların neticesidir. Esasen cemiyetin temeli kadın değil midir? Evet, kadın; yani ana! Beşeriyetin iptidai devrelerinde ‘kütlelerin izdivacı’ tesmiye edilen ilk kadın ve erkek rabıtaları devrinde çocukların babası bilinmezdi. Fakat ilk çocuğun bile bir annesi vardı. Tabiat baba denilen mesul bir şahıs tanımazdı, yavrularını annesine yüklerdi. İlk içtimai varlık anne ile çocuktur. Cemiyet bu çekirdeğin etrafında toplanmıştır. Baba cemiyetin tekâmülünden sonra gelir. İlk devirlerin babası ailenin reisi değildir. Reis anne idi. O vakitler kadın çarşıda pazarda ticaret eder, erkek evde iplik büker, yemek pişirirdi. Bu içtimai fonksiyon ayrılıkları hiçbir şeye delalet etmez. Kadın beyninin teşekkülü erkeğin beyninden farklı değildir. (…) Kadının erkek hâkimiyetine girmesi zekâsının dünya işleriyle uğraşması karşısındaki aczinden değildir. Bu yumruk esaretini şüphesiz ki sonradan iktisadi bir esaret takip etmiştir. ‘Pederşahi’ aile devresi muhakkak ki kadının hâkimiyeti devresinden çok daha uzun sürmüştür. Bu yüzden kanun, örf, adet, anane, ahlak telakkileri hep erkek lehine kurulmuştur.” (Cumhuriyet, Mart 1933)

Dört kez evlenir: İlk eşi güreşçi Seyfi Cenap Bey, ikincisi gazeteci İzzet Sedes. Bu evlilikleri Almanya’ya gitmesinden önce yaşanmış ve bitmiştir. Üçüncü evliliğini yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile gerçekleştirir… Ve dördüncüsü, belki de bütün bu kırık hikâyelerini temize çektiği, TKP genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile…

Suat Derviş’le Reşat Fuat’in 1940’da başlayan evliliği, Reşat Fuat’in yaşamını yitirdiği 1968’e dek sürecektir… Aranmalarla, gizlenmelerle, yargılanmalarla, mahpusluklarla, sürgünlerle birlikte…

Reşat Fuat’la evliliği, bu ele avuca sığmaz, isyancı kadını Bab-ı Alî’de iyiden iyiye “sakıncalı” hâle getirecektir. Ama yılmaz, müstear isimle yazmaya koyulur. Onlarca, yüzlerce makale. Durum öyle bir raddeye gelir ki, yazarlar Suat Derviş’ten yazı satın alıp kendi imzalarıyla yayınlarlar.

Ama imzalı yazıları, eşi Reşat Fuat’la birlikte çıkardıkları Yeni Edebiyat’ta hâlâ yayınlanmaktadır. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Orhan Kemal ve daha nice imzayla birlikte… Ancak 26 sayı yayınlanıp, sıkıyönetim kararıyla kapatılacak dergi, sosyalist edebiyatın köşe taşıdır…

Türkiye sosyalist hareketinin tarihi bir bakıma kesintisiz bir tevkifatlar tarihidir: 27, 30, 31, 32, 35, 39, 40, 46, 51-52… Komünistler birbirlerini, kolej mezunları gibi tevkifata uğradıkları yıllardan tanırlar. Suat Derviş 44’lüdür, Reşat Fuat ise mükerrer.

Sekiz aylık cezasını tamamladıktan sonra, sevgilisi, eşi Reşat Fuat’ı “içeride” bırakıp, hayatı giderek çekilmezleştiği ülkesinden ayrılarak Paris’e göçer ve yazarlık çalışmalarını orada sürdürür. Memlekete eşinin tahliyesiyle1961’de dönecek, yaşamını kalemle yaşamayı sürdürecektir. Reşat Fuat’ı yitirdikten sonra da…

Ve kavgadan bir an olsun ayrılmaz. Nisan 1970’de Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’nin kurucularından biri olur. Neriman Hikmet, Zehra Kosova, Mediha Özçelik ve Taylan Özgür’ün annesi Necla Özgür ile birlikte… Kuruluş toplantısında “TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtılınca isyan edip haykıracaktır: “Ben yazar Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem!”[10]

68 ve izleyen kesit, ülkenin çalkantılı yıllarıdır. Dönemin devrimci gençlerine, yaşı ileri, yüreği genç Suat Derviş’in kapısı hep açıktır. Yoksulluğunu, ekmeğini paylaşır onlarla. Bu nedenle evini basan polislere kafa tutarak, başı dimdik gider nezarethaneye…

23 Temmuz 1972’de yaşamını yitirdiğinde, sofrasını paylaştığı devrimci gençlerden sağ kalan, içeride olmayan, aranmayan birkaçı uğurlayacaktır onu son yolculuğuna…

* * *

Notlar burada kesiliyor… Sanırım gerisi kayıp, çünkü etkinlikte diğerlerini de anmıştık. Behice Boran’ı… Donanma davasından yargılanıp 10 yılını cezaevinde geçiren Vatan Partili Fatma Nudiye Yalçı’yı… 1940’ların ikinci yarısında Sabiha Sertel ve Suat Derviş ile birlikte bir kadın örgütlenmesi için çalışan tıbbiye öğrencileri Sevim Tarı (Belli) ve Tevhide Bozoklu ile Adalet Hanım’ı… 1950’li, 60’lı yılların gözüpek militanı, 1980’de faşistlerce katledilen Doktor Sevinç Özgüner’i… TİP senatörü Fatma Hikmet İşmen’i… 68’in devrimci gençleri Gülay Ünüvar, Hatice Alankkuş, Meral Yakar’ı…

Ne mutlu ki bu öykü, etkinliğin bittiği yerde kesilmiyor. Tam tersine, yıllar geçtikçe artan sayıda devrimci kadın kendi renkleri, talepleri ve iddialarıyla harekete katıldılar. Bugün devrimci erkeklerin eşleri, sevgilileri, kardeşleri olarak değil, kendileri olarak, kendi adlarına bu toprakların en heyecan verici, en zorlu, en onurlu geleneklerinden birini üstlendiler… Kürt coğrafyasında, varoşlarda, atölyelerde, fabrikalarda, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda efendilere ve bekçilerine zehir ediyorlar hayatı. Şiarları mı? Gayet basit:

“Bizsiz bir sosyalizm mi? Asla!”

 

20 Nisan 2021 19:58:14, İstanbul.

 

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Aclan Sayılgan (1968), Solun 94 Yılı.

Attila İlhan (1988), O Karanlıkta Biz, Bilgi Yayınevi.

Ali Ergin Güran (haz.) (1975). Aydınlık, Fevkalade Amele Nüshaları, Katkı Yayınları.

Atila Türk (haz.) (1976). Aydınlık, Fevkalade Gençlik Nüshası. Odak Yayınları.

Fatma Hikmet İşmen (1976), Parlamento’da 9 Yıl

Fethi Tevetoğlu (1967), Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (1910-1960).

Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) (1975), Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı. Katkı Yayınları.

Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi.

- (1982) Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, Belge Yayınları

Sabiha Zekeriya Sertel (1978), Roman Gibi. Cem Yayınevi.

Tarih ve Toplum Arşivi (Fahri Aral’ın yardımlarıyla)

Cumhuriyet Gazetesi arşivi

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:238, Mayıs 2021…

[1] Nâzım Hikmet.

[2] Ne yazık ki yazıya geçirmek üzere toplanmadıkları için notların kaynakları yok. Bu nedenle yazının sonuna genel bir kaynakça vermekle yetiniyorum.

[3] Aynı sorguda, toplantıya katılmakla suçlanan Şeyh Servet Efendi’nin sözleriyse daha da ağır: “Ertesi gün Ziynetullah Bey’in evinde toplandık. Fakat hakikaten benim de müteessir olduğum bir hâl karşısında kaldık. Evde her ne kadar mütesettire (tesettürlü, b.n.) olsalar da müzakere esnasında İslâm hanımlarının bulunması münasip değildi. Çünkü muhitimizin an’anelerine muhalif ve suistimale çok müsait bir hâldi.” Şeyh Efendi bu hâli yadırgamakla birlikte “taassuba hamledilmemesi” için sesini çıkarmadığını söylüyor…

[4] https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/gun-dogumuna-erismek-icin-geceyi-asmak-gerekir

[5] https://kizilbayrak48.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/kadin/turkiyede-kadinlik-hareketi-hakkinda

[6] yag.

[7] 1930’lu yıllar boyunca gazetelerde şu tip haberlere rastlamak sıradandı: “Bün 34 kişi daha tevkif edildi. 1 Ağustos’ta şehirde bildiri yapıştırma girişiminde bulunan komünistler hakkındaki soruşturmaya devam edilmektedir. Polis müdüriyetince dün de 34 kişi maznunen (zan üzerine) tevkif edilmiştir. Sanıklar arasında tütün işçilerinden beş kadın da vardır. Yakalananların hepsi Türkdür.” (Cumhuriyet, 11 Ağustos 1930) ya da, “Komünistlerin merkezi bulundu/  Teşkilatın şümullü olup olmadığı tetkik ediliyor.  Hükümet konağı civarında berber Osman’ın dükkânında yapılan aramalar sonucu, Osman’la birlikte eniştesi modacı Kerem, Sanatlar Mektebi’nden Mustafa, terzi Şükrü, tornacı Mustafa ve İbrahim ile İbrahim’in zevcesi Melahat, kardeşi Makbule ve annesi Melek hanımlar tutuklandı, tütün amelesinden bazı kadınlar sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Evlerinde yapılan araştırma sonucu Türkiye’de tahrikat yapan komünist şebekesinin merkezi ortaya çıkmıştır.” (Cumhuriyet, 16 Şubat 1932)

[8] Tuğba Özer, “Tütüne ve mücadeleye verilen bir hayat: Zehra Kosova”. Cumhuriyet, 17 Ağustos 2019, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tutune-ve-mucadeleye-verilen-bir-hayat-zehra-kosova-1537459.

[9] a.y.

[10] Burak Albayrak, “Unutturulan Kadın Suat Derviş”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/23/unutturulan-kadin-suat-dervis

 

Toplumsal Cinsiyet ve Din: Antropolojik Bir Bakış[*]

“Ezilenler arasında

din adamı göremezsiniz,
din adamları
ezen sınıfın asalağıdır.”[1]
 
Çeşitli felsefî/antropolojik yaklaşımlar, meşreplerine göre insanı birçok vasfıyla tanımlayagelmişlerdir: Homo sapiens (düşünen/akıllı/bilen insan); homo faber [(alet) imal eden insan]; homo religiosis (dindar insan); homo ludens (oyun oynayan insan); homo economicus (iktisadî insan); homo symbolicus (simge üreten/simgeler aracılığıyla düşünen insan)… Bunlardan her biri, insanı en yakın akrabalarından başlamak üzere diğer hayvan türlerinden ayırt ettiği varsayılan/öne sürülen özelliklerdir.
Hemen belirteyim, Marx’ın izinden, “İnsanlar hayvanlardan bilinç, din, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilirler. Onlar kendilerini hayvanlardan geçim araçlarını üretmeye başladıklarında ayırt etmeye başlarlar, bu fiziksel örgütlenişlerinin gerektirdiği bir adımdır. Geçim araçlarını üretmekle insanlar, dolaylı olarak bizatihi kendi maddi yaşamlarını üretirler,”[2] diyenlerdenim. Üstelik yalnızca maddî yaşamlarını değil: akrabalık örgütlenmesinden evlilik biçimlerine, siyasal yapılanıştan hukuk sistemlerine, dinden sanata, insan(lığ)ın ürettiği tüm kurumsal ve ideolojik biçimlenişlerin son kertede geçimlerini üretme tarzlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
İnsanların tahayyülleri -din bu tahayyüller arasında genellikle en fazla yapılandırılmış olanıdır- ve bu tahayyüllerin toplumsal yaşamı, özellikle de toplumsal cinsiyet rollerini yapılandırış tarzları üzerinde düşünürken, bu ikisi ile geçim araçlarını üretiş ve yaşamlarını sürdürme biçimleri arasındaki bağlantının da izini sürmeye çalışacağım.
“Tahayyül süreçleri” dedim. İnsanlar karınlarını doyurmak için çabalarken birbirleriyle iletişime girerler. Her ikisi de “tahayyül” gerektiren işlemlerdir. Tahayyül, yani soyut düşünce… Bu ise, göstergeler ve simgeler aracılığıyla yapılır. Bu nedenledir ki Homo faber, aynı zamanda düşünen/bilen (sapiens), ve eşzamanlı olarak da simge üreten insandır: homo symbolicus.
Evet, simgeler aracılığıyla, simgelerle düşünürüz.[3] Ve kuşkusuz ki din, yaşamımızın en simgesel alanıdır. Daha doğru bir deyişle din, insan yaşamının yüksek ölçüde yapılandırılmış metaforik bir alanıdır.
Dini oluşturan metafor kümeleri, (Geertz’in tanımına baş vuracak olursak) bir yandan dünyayı anlamak için bir model oluştururken, bir yandan da insanların davranışlarına, ilişkilerine vb. rehberlik ederler. Yani hem bilişsel, hem de ahlâksal bir işlevleri/değerleri vardır. Bir başka deyişle, dinler hem insanın kendisini ve evreni anlamaya yardımcı haritalardır (Yeryüzü nasıl oluştu? Canlılar nasıl yaratıldı? Acı ne için var?), hem de bu dünyada nasıl davranması gerektiğini gösteren ahlâki rehberlerdir (Birbirimize, ebeveynlerimize, astlarımıza, üstlerimize nasıl davranmalıyız? Yaşamın bir evresinden diğerine -doğum, yetişkinlik-evlilik-ölüm- nasıl geçmeli? Kadın ya da erkek -ya da eşcinsel- olmak ne anlama gelir? Bunlar toplumsal yaşamda nasıl davranmalı?)
Simge ya da metafor kümeleri, toplumların bir arda yaşama deneyimlerinden türetildikleri için “uzlaşısal”dır; bir başka deyişle evrensel, hatta genel değil, tikeldirler, verili bir tarihsel kesitte, verili bir topluma özgüdürler; o toplumun üyeleri (-nin çoğu) tarafından paylaşılırlar. Bu nedenledir ki, örneğin bir din (ya da genel olarak kültür) için tavsiye edilen bir başka din ya da kültürde yasaktır. (Sığırları kutsal sayan ve et yemeyen Hindularla Tanrı’larına her yıl kanlı kurban sunup bu kurbanın etini yemeyi dinsel vecibe sayan Müslümanları düşünün, örneğin…) Dahası simgeler çok-anlamlı, dolayısıyla da kullanıcılarının/alıcılarının yorumlarına açıktırlar; yani aynı simge/metafor kümelerinin paylaşımcıları da -farklılaşan konumları: sınıf, etnik aidiyet, toplumsal cinsiyet vb. doğrultusunda- simge/metaforları farklı yorumlayarak kendi konumlarını ilerletmede yeniden dizilime tabi tutabilirler.
 
“Devletli” Dinler ve Ataerki
 
Bu ön-mülahazalar ışığında, din ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiler konusunda neler söyleyebiliriz?
Öncelikle, sanırım şunu: Simgesel kurgular olan dinler toplum üyelerinin gözündeki kadimliklerinden kaynaklanan yetkelerinden (çünkü “din” hemen her zaman kadim zamanlardan, atalarımızdan kalıttığımız bir şeydir, bize her zaman olagelenin ve olması gerekenin bilgisini iletir…) hareketle, toplum içerisinde yürürlükteki toplumsal cinsiyet rollerini yansıtır, pekiştirir, meşrulaştırır, doğallaştırır. Bunu yalnızca öğretileri, kutsal yazıları (gerçekte dünyadaki pek az sayıda din “kutsal yazılar”a sahiptir) aracılığıyla değil, aynı zamanda ritleri, ayinleri aracılığıyla da gerçekleştirirler.
Sınıflı (dolayısıyla da devletli) toplumların tümünde, kadınlık ile erkekliğe biçilen rollerin zamana ve mekâna göre değişiklik göstermekle birlikte, eşitsiz ve asimetrik güç ilişkilerine tekabül ettiğini biliyoruz. İktidar, var olduğu her yerde erildir. Ve siyasal (ve iktisadi) iktidar, hem din, hem de toplumsal cinsiyete ilişkin kabuller tarafından yeniden üretilmektedir. “Din ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkilere dair kuramsal bir anlatı, her ikisinin de toplum içinde iktidarı temsil ve tecessüm ettirmek ve dağıtmakla ilgili olduğunun kabulünü gerektirir,” diyor Woodhead (2012). Bu bakımdan günümüz dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu kapsayan tek tanrılı/kitaplı dinler, bir yandan “yeryüzündeki” (seküler) iktidarları payandalarken, bir yandan da hem toplumsal (seküler) hem de dinsel yaşamda kadınların ikincil konumu ve madûnluklarının takviyesi işlevini üstlenmişlerdir. “Bireysel karakter itibariyle kadın kusurlu ve gayrımeşrudur,” der örneğin, Katolik filozof Aquinalı Thomas (Riswold 2020: 235). Usame ibn Zeyd, Muhammed Peygamber’in “Erkeklere kendimden sonra kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım,” dediğini aktarır, Buharî ve Tirmizî’ye dayanarak (Arslan 1975: 191). Yahudilik ise kadınları dinsel alandan tümüyle dışlar, erkekleri Kitap alanına dâhil ederken kadınlara “Örf ve Adetler” alanını tahsis eder; yani kamusal alanı tümüyle erkeklere ait kılarken, kadınlar özel alana ve domestik ritüellerle yükümlendirir(Vassas, 2016).
Yalnızca üç kitaplı din değil:
“Erkekler neden dünya dinlerinde anahtar pozisyonları tutuyor?” diye soruyor Strenski (2015: 189) “Cinsiyet /Toplumsal Cinsiyet ve Kadınlar: Din Üzerine Feminist Kuramlar” başlıklı bölümde. Ve sorularına devam ediyor: “Papalar, kardinaller, gurular, sadhu’lar, druid’ler, buddha’lar, patrikler, keşişler, lamalar, piskoposlar ve rahipler (çoğunlukla), mollalar, imamlar, halifeler, Ayetullahlar ve diğerleri. Hepsi erkek. Hatta ister Hıristiyan Teslisi’ninki olsun, ister Hint geleneğinin Gök Tanrısı Dyaus-Pitr, Tanrı bile genellikle ‘Baba’dır. Müslümanlar neden kadınların tesettüründe ısrar ederken erkekler için tesettür gerekmez? Ortodoks sinagogların ana mekânları erkeklere açıkken kadınlar neden galeri kısmını aşamamaktadır? Hıristiyan kadınların doğumdan sonra kilisede takdis edilmesi ya da mikva banyosunun bütün Ortodoks Yahudi kadınlar için zorunlu olmasına nasıl karar verildi? Adem cennetten kovulma konusunda neden Havva’yı suçladı ve kendisi işin içinden sıyrıldı? Kadınların erken Hıristiyanlıkta ne önemli roller oynadığını biliyoruz; Pavlus ne cesaretle onları susturabildi? Güney Vaftizcileri kadınlara kocalarına karşı “itaatkâr” olmalarını vazetme yetkesini nereden alıyor? Roman Katolikleri ve Ortodokslar kadınların ruhban olarak atanmasına neden karşı çıkıyor? Buddha neden her seferinde erkek olarak doğmak zorunda? Budist keşişler neden karşı cinsten dilencilik turlarında kendilerine yiyecek veren kadınların yüzüne bakmayacak kertede ölesiye korkarlar?”
Önemli olan şu ki Strenski’nin işaret ettiği ataerkil geleneklerin tümü, bağlamında gerçekleştikleri (sınıflı) toplumlarda egemen sınıflarla, iktidar yapılarıyla rezonans içindeki pratiklerdir.[4] Oysa toplumlarda alt sınıflara inildikçe, kadınların dinsel etkinlik ve öneminin arttığı gözlemlenir: Tüm bir ortaçağ boyunca hem İslâm hem de Hıristiyan dünyasını sarsan alt sınıf (köylü, köle, kentli tali sınıflar) ayaklanmalarını besleyen dinsel öğretilerde kadınların çok daha aktif dinsel görevler üstlendiklerini görürüz (Özbudun 2020). Yalnız isyan momentlerinde değil, “yüksek dinler”in dışında “halk dinleri” olarak nitelenebilecek, köylülük, köleler, göçmenler, etnik azınlıklar, işçiler vb. ezilenler arasında yaygın senkretik inanç ve pratiklerde ve yerel kültlerde kadın figürlerinin genelde daha etkin olduğu (kâhinler, büyücüler, falcılar, sağaltıcılar, azizeler, evliyalar, şamanlar…) sıkça gözlemlenir. Deyim yerindeyse, hiyerarşik olarak yapılanmış, sınıflı toplumlarda dinsel alanda da üst katlara çıkıldıkça, kadınların daha görünmezleştiği, özel alana doğru sürüldüğü, alt sınıflardaysa toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki sınırların daha belirsizleştiği gözlemlenebilir. Bunun nedeni, “yüksek dinler”in (genellikle içinde yer aldıkları sınıflı toplumun egemenleriyle sıkı bağlantılar içindeki) dinsel elitler (ruhban, kilise hiyerarşileri, mollalar, Brahminler, Levililer, Druidler…) tarafından yapılandırılmaları, yine bir dinsel elit tarafından gözetilen yazılı ya da örfi kurallara bağlanmalarıdır. Kuralları koyanların (hemen münhasıran) eril elitler olduğunu belirtmeye gerek var mı?
Buna karşılık, toplumsal cinsiyet rollerinin hiyerarşik konumlanışı ezilenler arasında “yukarı katlarda” yüklendiği önem ve vurguyu yitirmekte, dinsel edimler daha az kurallı, daha pragmatik bir görünüm almaktadır.
 
Peki ya “Devletsiz” Toplumlarda?
 
Bu durumda, antropologların gözlemleme olanağını bulduğu, daha eşitlikçi küçük ölçekli toplumlarda din ile toplumsal cinsiyet rolleri arasındaki ilişkilerin nasıl seyrettiği sorulabilir.
Aslına bakılırsa, bu tip toplumlarda kadın-erkek ilişkileri, devletli/sınıflı toplumlarda olduğu ölçüde bir hiyerarşi sergilemese de, pek çok faktöre [soyun kadın (anayanlı) ya da erkek atadan (atayanlı) izlenmesi, geçim tarzı, komşu toplumlarla ilişkilerin karakteri -savaş, barışçıl mübadele, kayıtsızlık- kolonyal bağlamla ilişkilerin niteliği…- geniş bir farklılık göstermektedir. Kaba bir genellemeyle, atayanlı, savaşçı ve uzun süre sömürgeci müdahalelere maruz kalmış toplumlarda toplumsal cinsiyet ilişkileri daha hiyerarşik bir görünüm sergilemekte, anayanlı, göreli barışçı ve sömürgecilik karşısında özerkliklerini göreli koruyabilmiş toplumlarda toplumsal cinsiyet ilişkileri daha eşitlikçi bir seyir izler. Yine de bu konuda yapılabilecek ihtiyatlı bir genelleme, küçük ölçekli toplumlarda cinsiyet rolleri katı sınırlarla birbirinden ayırt edilmiş olsa da, aralarındaki sınırlar muğlak olsa da, bu roller arasında devletli toplumlarla karşılaştırıldığında, hiyerarşiden çok “tamamlayıcılık”ın hâkim olduğu yönündedir.
“Erkekler lehine tüm bu cinsiyet/toplumsal cinsiyet dışlamasına karşın, antropolojik literatür, kadınların dışlanması aracılığıyla erkeklerin dini tekellerine alması yolundaki basit tablodansa, dinde cinsiyet/toplumsal cinsiyet tamamlayıcılığına ilişkin pek çok örnek sunmaktadır. Gerçekten de antropolog Diane Bell Avustralya Aborijinleri arasında erkeklerinkine tümüyle koşut bir kadın dinsel yaşamı keşfetmiştir. Avustralya’da (ve bazı başka yerlerde de) dinsel bilgi ve pratik ‘gizli-kutsal’dır ve cinsler bilgi, nesne ve ayinlerini birbirlerine açıklamamakla yükümlüdürler; bu yasağı çiğneyenlerin cezası ölümdür. Bu nedenledir ki erkek antropologların kadınların dinsel yaşamına erişimi yoktu, hatta kadınlar arasında ciddiye alınabilir bir dinsel faaliyet bulunmadığını varsayarlardı. Ancak Bell gibi kadın antropologlar, kadınların erkeklerinkinden genellikle apayrı olan inançlarını, mamullerini, dizaynlarını ve törenlerini gözlemleme olanağını bulmuştur.” (Eller 2014: 22)
Bu tamamlayıcılık, kimi zaman doğanın rayından çıkmaması gibi bir işlev üstlenir; örneğin Afrika’da Ihanzular’ın ekinler için kritik önem taşıyan yağmur çağırma ayinlerinde her zaman biri erkek, diğeri kadın, iki yağmurcu görev alır. Çünkü “cinslerden biri olmazsa öteki yararsız ve güçsüzdür.” Dahası, kadın dansçılar, “her iki cinsiyeti de tecessüm ettirmektedir: Kadın dansçılar erillikle dişilliği kendilerinde meczederek nihai ortak yararı, yağmuru sağlayacak nihai cinsiyetlendirilmiş bileşimi yaratırlar.” (Eller, a.y.)
“Tamamlayıcılık” ortak ayinlerde tezahür etmeyebilir. Hatta çoğunlukla etmez. Pek çok küçük ölçekli toplumda kadınlık ile erkekliğin alanları birbirinden katı sınırlarla ayrılmıştır; her iki cinsiyet de kültürlerinin kendilerine dayattığı rolleri birbirlerinden ve toplumun bütününden soyutlanarak kendi yaş gruplarından hemcinsleriyle birlikte geçirdikleri erginleme ayinleri aracılığıyla bellerler. Bu tip toplumlarda aynı zamanda kadınlarla erkeklik rollerinin toplumsal konumlanışında embriyonik hâliyle de olsa, hiyerarşiyi seçmek, mümkündür:
Örneğin, Afrika toplumlarının çoğunda, odak erkek erginlemeleri üzerindedir ve erginleme ayinlerinde erkeklerle kızlar tamamen birbirinden ayrılırlar. Batı Afrika kıyısı toplumlarında erkekler Poro, kızlarsa Sande derneklerine kabul edilir. Bu derneklerin ikisi de kendi iç mertebelerine sahiptir. Çoğunluk ilk mertebeden öteye geçemezken, geçebilenler gizli bilgilere erişmiş sayılırlar. Poro’nun en yüksek derecesine ulaşabilen erkekler toplum üzerinde iktidar sahibidir; ruhları denetleme yetisine sahiptirler. Gerek erginleme ayini gerekse derneklerin ana teması hiyerarşidir.
Her derneğin locaları vardır ve ilginç biçimde bu “localar” Masonluktan esinlenmiştir. [Bir Liberya yerlisinin, Avrupalı bir etnografa, “mason olmaman çok yazık; öyle olsaydı sana daha fazlasını anlatabilirdim,” dediğini aktarıyor Bowen (1998).] Poro derneğine kabul edilmeyen Sierra Leone’li kreoller, bunu telafi etmek amacıyla mason localarına üye olmaktadırlar ve Masonluk Poro hiyerarşisine asimile edilmektedir.[5]
Sierra Leone’de kadınlar derneğine erginleme ayininde kızlar ve kadınlar köyden ayrılarak bir hafta kadar süreyle ormanda yaşar, dans eder, şarkılar söyler, ziyafet çekerler. Sonunda adaya infibülasyon[6] uygulanır. Acılı, sağlığa zararlı bir işlemdir bu, ama kadınların ritüel sürecinde yaşadıkları eğlence, uygulamanın engellenmesinin önüne geçer.
Yeni Gine toplumlarındaysa genellikle uzun ve acılı bir süreci içeren erginleme ayinleri erkek ve kadın düzenlerini farklı tarzlarda inşa ve temsil etmektedir. Yeni Gine’deki Manam adasında erkekler takımlar hâlinde, kızlarsa tekil olarak erginlenir; erkekler gizli erkek derneklerinin, kızlarsa kadın ağlarının üyesi hâline gelir. Manam adası (ve genelde Melanezya adalarında) genç kızlarının erginlenme süreçleri erkeklere göre daha az acılı ve daha az travmatik geçmektedir. Bu ritüel, kızın ilk aybaşı ile başlar ve genç kızı adet kanından arındırma odaklıdır. Kızın normal toplumsal durumu ve bedensel durumundan ayrılmasına yönelik uzun bir süreci kapsayan ayinsel süreç boyunca adayın kendi bedenine ve yiyeceklere dokunması yasaktır. Ayinsel sekansın 7.-10. günleri arasında aday denizde yıkanır, ancak kendisine eşlik eden genç kızların da ona dokunması yasaktır. Deniz banyosu sonrasında sırtı bıçakla kesilip yaralar külle ovuşturulur: aday, artık doğurgan bir kadındır.
Yeni Gine toplumlarından Bimin-Kuskusmin erkeklerinin erginleme süreci 7-10 yaşlarında başlayıp 10-15 yıl sürer. Evrelerden birinde bedeni ve erilliği güçlendirmek amacıyla adaylar bir orman evinde tecrit edilip dövülür, hakaretlere ve işkencelere uğrarlar. Bu sınavlar sırasında kendilerine toplumda yürürlükte olan erkeklik değerlerine ve görevlerine ilişkin bir dizi sır açıklanır. Bu ayinlerde öğretilen bir değer de, savaşçılar için saygın bir özellik sayılan öfkeyi denetleme yetisidir. Erkek çocuğun “adam” olması ve yetişin erkekler topluluğuna kabulü, anasından kopartılması, bedeninin erilleştirilmesi, cinselliğinin güçlendirilmesi ve ruhunun cesur savaşçı duygularıyla donatılması gibi bir dizi edinimi gerektirmektedir. Simgesel olarak bu edinimleri sağlayan ayinler erkek üstünlüğünü desteklerken, kadınların dışlandığı erkek evlerinin varlığını da meşrulaştırır.
Melanezya’da erginleme ayinleri cinselliği yaratır ve erkeklerle kadınlar arasındaki ayırımları vurgular. Birinin kudret ve sıvıları, diğeri için tehlikeli görülmektedir. Ayırım, ayrılma ve düşmanlıklar bu toplumların çoğunda toplumsal cinsiyetin ayinsel temsilini karakterize eder. Ancak kadın ile erkeğin birbirlerine biyolojik koşutlar yarattıkları da düşünülmektedir. Melanezya’da ersuyu ve aybaşı kanı karşıt cinsi kirletici olarak görülmektedir. Kadın ayinleri doğurganlığı sağlamak üzere aybaşı kirlenmesini ortadan kaldırmak, erkek ayinleriyse erkek çocuğu kadınlardan uzaklaştırmak üzerine odaklanır.
Eril ritler kimi zaman da fizyolojik olaylarla bağlantılı kadın ritlerini taklit etmektedir: Papua Yeni Gine’de erkekler kanoları ‘doğurur’, örneğin. Kimi Melanezya toplumlarında erkekler penislerini yararak “aybaşı kanı” akıtırlar. Kan dökmenin cinsel kudreti arttırdığı düşünülmektedir. Kadın bedeni ve biyolojik üreme süreçleri kadın ve erkeklerin toplumsal yeniden üretiminde simgesel bir işlev üstlenmektedir.
Bu koşutluklar ve erkeklerle kadınların erginleme süreci boyunca birbirinden tecrit edilmesi, erkeklerin yetişkinliğe erişmesinde eşcinselliğin gerektiği nosyonunu da desteklemektedir. Bazı toplumlarda erkek çocukları erkek yapma görevi, yetişkin erkeklere düşer: Yaşlı erkekler gençleri kanatıp yaralamakta, gizli bilgileri vermekte, ersuyunu yutturmakta ve böylece saldırgan ve üretken yetilerini güçlendirmektedir. Bazı yerlerde ersuyu ürünü güçlendirmek için de kullanılır.
Yine Yeni Gine topluluklarından Sambia’larda erginleme sürecine damgasını vuran ayinsel eşcinselliktir. Erkek çocukların “erkekleşebilmesi” için bebekken emdikleri ana sütünden arınmaları gerekir. Bunu ise ancak ersuyu yutarak gerçekleştirebilirler. Bu ayinsel “sütten kesilme”, anneden ve kadınlar dünyasından kopup erkekler dünyasıyla ilişkiye yönelişi simgelemektedir (Bowen 1998).
Bazı başka toplumlardaysa cinsiyet rolleri daha muğlak ve geçirgendir ve bu durum erginleme ayinlerinde de ifadesini bulur. Örneğin ABD’nin Arizona eyaletinin kuzeydoğusundaki rezervasyonlarda yaşayan anayanlı Hopi klanlarında cinsiyet rolleri arasındaki sınırlar daha muğlaktır. Kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler eşitlikçidir, cemaat işlerinin yönetimini hem erkekler hem kadınlar üstlenir, anne ve büyükanneler hanelerin merkezinde yar alırlar. Buna koşut olarak Hopi erginleme ritüellerinde kız ve erkek çocuklar birlikte inisiyasyon evine (kiva) götürülür; burada “ata ruhları” (kachinalar) olarak bildikleri maskeli erkekler tarafından kırbaçla dövülürken, “ata ruhları” sandıkları figürlerin gerçekte klanın (maske takmış) yetişkin erkekleri olduğunu keşfederler! (Gill 1977).
Ancak eril-dişil bütünleşmesini en yetkin biçimiyle, “toplumsal cinsiyet” (gender), hatta “cinsiyet” (sex) kategorilerinin yabancı kaldığı Navajo (ABD kuzeybatısı) dünya görüşünde izlemek mümkündür. Carolyn Epple (1998), yakın zamanlara dek berdache kategorisine dâhil edilen Navajo nádleehí’sinin gerçekte kadın giysileriyle dolaşan, kadın işleri gerçekleştiren ve erkeklerle cinsel ilişkiye giren “travesti” (berdache)’den çok daha farklı olduğunu açığa çıkarmıştır. Epple’a göre nádleehí ancak Navajoların Sa’ah Naaghai Bik’eh Hozho (doğal düzen) kavrayışı bağlamında anlaşılabilir. Doğal düzenin temel nitelikleri, “eril ve dişil oluşu, he herşeyi eril ve dişil olarak örgütlemesidir; bu yaşayan bir çevrimdir ve her şeyi bir çevrim olarak örgütler: her şeyi birbiriyle bağlantılı kılar; bu bağlantılılık aracılığıyla her şeyi her şeye dönüştürür; ve eril ve dişil dönüşebileceği yek diğerine sahip olduğu için, biteviye süregiden bir çevrimdir bu.” (s. 276) Koruma, saldırganlık ve savunmanın inşa edilmesini içeren eril veçhe Sa’ah Naaghai, bereket, yaratıcılık ve besleyicilik içeren Bik’eh Hozho ise dişil veçhedir (s. 277). Bir başka deyişle, doğal düzenin kendisi aynı zamanda hem eril hem de dişildir ve “her şey bu düzenleme çerçevesinde var olur: insanlar, hava, su ve düşünce ve duygular gibi daha az somut şeyler. Bütün erkekler ve dişiler hem eril hem de dişildir.” (s. 277) Dahası, doğal düzen de eril ile dişilin sürekli birbirine dönüşmesidir, yani Navajo kavrayışında giysi, çalışma ya da cinsellikte eril ve dişil birbirinden ayırt edilemez, bütün varlık ve kuvvetler eşzamanlı olarak hem eril, hem de dişildir…
Öte yandan, kadınlık ile erkekliğin ve her birine ilişkin cinsiyet rollerinin birbirinden kesin hatlarla ayrıldığı toplumlarda dahi, “ara-cinsiyetler”e yer vardır: Amerikan yerlilerinin berdache (ya da Inuitlerin siping, Karaayakların ake:skassi, Apachelerin nde’sdzan, Hopilerin ho’vo ya da ho’va, Lakotaların winkte, ve Zunilerin lhamana) kategorileri gibi… (Eller 2014) Bunlar karşı cinsin giysilerine bürünen, onların görevlerini ve rollerini üstlenen ve hemcinsleriyle cinsel ilişkiye giren kadınlar ya da erkeklerdir ve bu hâlleriyle toplumda dışlanmak bir yana, kendilerine şamanistik güçler atfedilir ve saygı görürler…
Şu hâlde… dinler, bir toplumda yürürlükteki cinsiyet rollerini yansıtır, biçimlendirir, pekiştirir ve meşrulaştırır, diyebiliriz. Sınıflı (dolayısıyla da devletli), hiyerarşik geniş ölçekli toplumlarda toplumsal cinsiyet rolleri (çağdan çağa ve toplumdan topluma göre değişkenlik göstermekle birlikte) hiyerarşik olarak biçimlenmiştir ve genellikle kadınların domestik, erkeklerinse kamusal alanda boy gösterdiği bir ayırımcılıkta ifadesini bulur. Buna koşut olarak, dinsel alanda da -kadınların dindarlığı genellikle erkeklerden yüksek olsa da- kadınlar yüksek görevlerden dışlanmışlardır, dinsel kurumlarda yer almalarına izin verildiği ölçüde ancak ikincil/yardımcı rolleri üstlenmelerine göz yumulur.
Ancak toplumların saçaklarına, “alt katlara” doğru inildikçe, toplumsal davranışlara yön verme iddiasındaki etiketin gevşediği, ve hâkim dinin daha az yapılandırılmış formlarını deneyimleyen halk kitleleri, etnik azınlıklar vb. arasında kadınların dinsel önemlerinin arttığı gözlemlenmektedir.
Öte yandan toplumsal hiyerarşinin çok daha düşük olduğu, daha eşitlikçi ve komünoter devletsiz toplumlarda, dinsel formlar (ki bunlar daha çok “ayin” biçimini almaktadır) toplumsal cinsiyet rollerini tanımlamakla ve kadınlık ile erkeklik rolleri arasındaki sınırları çizmekle, kadın olmanın ne, erkek olmanın ne olduğunu bireylere anlatmakla birlikte, genellikle cinsiyetler arasında bir hiyerarşi kurmamaktadır.
 
“Feminist Bir Din” mi?
 
Akademik feminizm son onyıllarda, yukarıda özetlemeye çalıştığım, toplumsal cinsiyet ile din arasındaki ilişkileri sınıfsal konumlanışlar üzerinden okumaya yönelik yaklaşımları, “yapısalcı” olmakla eleştirirken, kadınların “failliği”ni (agency) temel alan bir çerçeveyi öne çıkartıyor.
Özetle, ataerki ile kadınlar arasındaki ilişkilerin irdelenmesinde kadınların toptan bir edilginlik içerisinde olmadıkları, kendilerine dayatılan koşullarla “müzakere/pazarlık” içerisinde oldukları ve dezavantajları avantajlara çevirebilen etkin özneler olarak davrandıklarına dair bir çerçeve bu… Bu yaklaşıma göre, kadınlar, ataerkinin kendilerine çizdiği sınırları esneterek, bu sınırlar dahilindeki imkânları azamîleştirerek ya da tersine çevirerek konumlarını ilerletebilmektedir.
Bu yaklaşımın bir örneği, en “umutsuz” durumlardan bile kadınlara bir “teselli” çıkartabilen Sered’in (1994: 4) şu paragrafı:
“Ne ki, pek çok kültürde -yüksek ölçüde ataerkil olanlar dâhil- pek çok kadın tam da din alanında domestik yaşamlarını kutsamanın yollarını (örneğin bayram yemeklerini hazırlarken), madun konumlarından kaynaklanan düş kırıklıklarıyla başa çıkmanın kabul edilebilir telafilerini (örneğin tersyüzlük ayinleri) ya da başka kadınlarla eğlenmenin fırsatlarını (örneğin yaşam çevrimi ritüellerinde) bulurlar. Belki de din genellikle (yönetilmesi ve gözetimi güç olan) inanç, iman ve gizemcilik gibi içsel deneyimleri vurguladığı içindir ki, pek çok kültürel durumda kadınlar dinsel alanda manevra yapabilecek alanlar bulabildiler.”
Ya da örneğin, neredeyse münhasıran kadınlara (özellikle de bekâr, genç kadınlara) has bir dinsel görüngü olan “cin tutulması”nı “kadınların marjinalleştirilmesi ve kurnbanlaştırılması”nın göstergesi olarak değerlendiren yaklaşımlara karşı antropolog Kalpana Ram, Tamil Nadu bölgesindeki tutulma olaylarını irdelediği yazısında, kadınların “cin tutulma” olaylarının kendi lehlerine dönüşebileceği bir “faillik” gösterebildiğini kaydetmekte: “Cin tutmuş kadınlar kimi zaman başkalarını sağaltma, bizzat kendilerini etki altına alan kuvvetlerin aracıları olma yetisine sahip olabilirler. Böylesi kadınlar ruha ‘yer açabilirler’ ki bu durum ne insan bilinç ve iradesinin toptan yitirilmesine, ne de bu irade ve bilincin bütünüyle korunmasına denk düşmektedir. Ram’in kadının ‘geçirgen öznelliği’ ya da ‘bedenlerarasılığı’ dediği -kadınla ruhun aynı bedeni paylaşması- durum tedricen bir ‘aracılık (medyumluk) failliği’nin gelişmesine yol açabilir. Cin tutulmasının kurbanı olmaktan çıkıp bir ruh medyumuna dönüşen kadınlar bizzat ruh ya da tanrıça olarak görülür ve şu ya da bu ilahı tecessüm ettirir ve onun gibi davranır.” (Eller 2014)
“Faillik”in bir başka versiyonu ise, özellikle kitaplı dinlerin salikleri olan dindar kadınların kendilerine dayatılan ikincillik ve marjinalleştirilmenin Tanrı’nın iradesi ve Peygamber’in bildirimlerinin değil, dinin bünyesinde kurumsallaştığı ataerkil geleneklerin bir ürünü olduğu, İslâm (ya da Hıristiyanlık)’ın esas öğretisinde kadınların erkeklerle eşit kabul edildiği, din(ler)in bu geleneklerden arındırılması ve kadınların hak ettikleri pozisyonlara geçmelerinin önündeki engellerin kaldırılması gerektiği söylemleridir. Bu yaklaşımların en çarpıcı ifadesini, bugün Hıristiyanlık bünyesindeki “Feminist teoloji” ve “İslâmî feminizm” olarak tanımlanan akımlarda bulur.
“Feminist teoloji”nin önde gelen temsilcisi, hiç kuşku yok ki Katolik bir ilahiyatçı olarak başlayan kariyerini radikal feminist bir filozof ve aktivist olarak tamamlayan Mary Daly’dir. İlk yapıtı The Church and the Second Sex’de (Kilise ve İkinci Cins) Hıristiyan teolojisini Simone de Beauvoir’ın bakış açısıyla irdelerken Katolik Kilise’nin eril-merkezci tutumunun bir “inşa” olduğunu öne sürerek bu “inşa”yı yapıbozumuna uğratmaya çabalıyordu. Ne ki Daly ilk dönemlerindeki “Katolik Kilise dâhilinde kadınlara yer açmak” olarak özetlenebilecek yaklaşımdan kısa sürede vaz geçecek, Katolik Kilise’den kadınlar için eşitlik beklemenin, bir siyahın Ku Klux Klan’dan eşitlik beklemesine denk olacağını söyleyerek teolojiyi bir kenara bırakıp “felsefi feminizm”e yönelecektir. Ancak bugün Hıristiyanlık içinde “Feminist Teoloji”den geriye ne kaldıysa, Daly’den esinlenen feminist ilahiyatçıların eseridir.[7]
“Feminist teoloji”nin İslâm âlemindeki karşılığı, “İslâmî feminizm”[8] olarak nitelenen görüngü olsa gerek. “Muhammed Peygamber’in bildirdiği hâliyle İslâm dininin erkekleri kadınlardan üstün kılmadığı, Muhammed zamanında (asr-ı saadet) ilk Müslüman kadınların geniş özgürlüklerden yararlandığı, ancak İslâm öğretisinin üzerine yığılan ataerkil hadis katmanları tarafından ve onu kendi kültürleri çerçevesinde yorumlayan erkek yöneticiler, monarklar tarafından ataerkilleştirildiği” görüşleriyle özetlenebilecek bu “özselci” yaklaşımın belli başlı temsilcileri ABD’li feminist ilahiyatçı Amina Wadud, İranlı Ziba Mir-Hosseini, Pakistanlı Asma Barlas, Faslı Fatima Mernissi ve Türkiye’den en bilinen örnek olarak, Hidayet Şefkatli Tuksal’dır. Ancak bilebildiğim kadarıyla İslâmi feministlerin hiçbiri, feminizmini “lezbiyen, ekolojist (gyn-ecology), hayvan hakları savunucusu, ana-tanrıçacı” bir yönde radikalleştiren Mary Daly örneğiyle karşılaştırılamaz.
Daly örneği, bize dinsel alanda kadınların “failliği” tartışmalarının üçüncü durağına vardırıyor: feminist bir “Ana Tanrıça” kültü tasavvuru. Dinden vazgeç(e)memekle birlikte, dinsel kurumların ve teolojilerin “machism”inden yılan, ve “içsel huzur”u kadınlardan oluşan ruhban ve cemaatlerin desteklediği, merkezinde bir “Yüce Cadı” ya da “Ana Tanrıça”nın yer aldığı, doğacı, eşitlikçi, barışçıl kadın kültlerinde bulan, “neo-pagan” olarak nitelenebilecek yeni dinsel hareketler…
“Bu tip karşı-kültürel dinlerin en etkili ve en çok incelenmiş çağdaş örneklerinden biri, genel olarak feminist tanrıça hareketi olarak bilinendir. Farklı tarz ve farklı araçlarla bu hareket kendi yaşamları ve toplumdaki ‘ilahî dişi’yi onurlandırmaya yöneliktir. (…) Tanrıça feministlerinin pek çoğu kendini ‘cadı’, dinlerini ise ‘Wicca’ olarak tanımlamaktan hoşnuttur.” (Woodhead 2012).
“Wicca”nın “ana-tanrıçası, Hıristiyan ya da İslâm tanrısı gibi dünyaya dışsal değildir. Dahası, dünyayı yönetmez. Dünyanın kendisidir. Her bir bireyde tezahür eder, ve her bir birey kendi içindeki tanrıçayı bilmeye yetilidir. (Riswold 2020). Neo-pagan “ana-tanrıça” kültlerinin izleyicileri arasında bazıları doğayla bütünleşik bir tinsel yaşamla yetinirken, bazıları da, “dünyayı değiştirme” talebi ve pratiğiyle daha ilgili gözükmektedir: ekolojik komünler, çevreci protestolara aktif katılım, vb.
Kadınların dinlerin (ve de daha genel bir bağlam olarak ataerkinin) edilgin kurbanları değil de, onların dâhilinde, onlarla müzakere etme, onlara müdahale yetisine sahip, dinlerin sınırlarını esnetebilen, hatta dinleri değiştirebilen/ dönüştürebilen etkin özneler olduğu yolundaki kavrayıştan kaynaklanan bu yaklaşımların ortak bir zaafı olduğu kanısındayım: Dini dünyevi (toplumlardaki) iktidar ilişkilerinden soyut alanlar olarak tasavvur etmek. Dinler ile iktisadi-siyasal bağlamlar arasındaki girift ilişkileri gözden kaçırmak. Dinsel hiyerarşiler ile dünyevi hiyerarşiler arasındaki simbiyotik bağlar görmezden gelmek… “Özgürşeşme”nin dinsel alanda gerçekleşebileceğini düşünmek…
Bu ilişkiler gözden kaçırıldığında ise, “failler”e en iyi ihtimalle kendisi finans-kapitalle içiçe geçmiş, milyarlarca dolarlık yatırımlara hükmeden, devasa bir aygıta dönüşmüş olan Kilise’nin etki ve gözetim alanının marjlarında yer alan ekolojik komünlere sığınmak, veya kendilerine “izin verilen” alanlarda (ikincil-marjinal dinsel görevler, cin tutulmaları, kehanet, falcılık gibi konumlarından) prestij devşirmek, en kötü ihtimalle ise “kafa tuttuğu” dinsel otoritelerin hışmına uğrayarak -örneğin ataerkil hadisleri ayıklamaya kalkışan Konca Kuriş gibi- bir Hizbullah evinde betona gömülmek düşmektedir.
 
Kaynakça:
Arslan, Ali (der.) (1975) Kadınlara Hitap. Hadis-i şerifler. İstanbul: Arslan Yayınları.
Bowen, John R. (1998). Religions in Practice. An Approach to the Anthropology of Religion. Boston, Londra, Toronto, Sydney, Tokyo, Singapur. Allyn & Bacon.
Eller, David (2014). Introducing Anthropology of Religion, 2. basım. Routledge. https://www.researchgate.net/publication/266390073_Introducing_Anthropology_of_Religion_2nd_ed_Routledge_November_2014_
Epple, Carolyn. 1998. “Coming to Terms with Navajo ‘Nádleehí’: A Critique of ‘Berdache,’ ‘Gay,’ ‘Alternate Gender,’ and ‘Two-Spirit.’” American Ethnologist 25 (2): 267-90.
Gill, Sam D. (1977). “Hopi Kachina Cult Initiation: The Shocking Beginning to the Hopi’s Religious Life”, JAAR, XLV EK, 447-514.
Henshilwood, Christopher S. ve Francesco d’Errico (der.) (2011). Homo Symbolicus.. The dawn of language, imagination and spirituality. John Benjamins Publishing Company.
Juscha, Darlene (2005). “Gender”, The Poutledge Companion to the Study of Religion, John R. Hinnels (der.), Routledge. ss. 229-242.
Özbudun, Sibel (2014). “İslâmî Feminizm, ya da ‘Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi’ne Giriş”, Almanak, 2012-2013 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı, Aralık 2014, ss. 176-198.
- (2020). “Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar, Görüş, 19 Kasım 2020. https://gorus21.com/yoksullarin-baskaldirisi-ve-kadinlar-tarihsel-bir-ba...
Riswold, Caryn D. (2020). “Gender and Religion” Companion to Women’s and Gender Studies, Nancy A. Naples (der.), Wiley Blackwell, ss. 235-252.
Sered, Susan Starr (1994). Priestess, Mother, Sacred Sister. Religions dominated by Women. Oxford University Press.
Strenski, Ivan (2015). Understanding Theories of Religion: An Introduction,
John Wiley & Sons, Ltd.
Vassas, Claudine (2016). “Presences of the feminine within Judaism”, Clio. Women, Gender, History 44/2 : 201-228.
Woodhead, Linda (2012). “Gender Differences in Religious Practice and Significance”, Travail, genre et sociétés, 27/1: 33-54.
 
N O T L A R
[*] Jineolojî Dergisi, No:21, Nisan Mayıs Haziran 2021…
[1] Jean Paul Sartre.
[2] Karl Marx- -Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[3] Dil ve simge imalatının evrimine ilişkin olarak bkz. Christopher S. Henshilwood, Francesco d’Errico (der.) (2011).
[4] Dinsel elitleri oluşturan -genellikle yaşlı- erkeklerin kadın dinsel önderleri dışlama tarzına ilişkin şu örnek çarpıcıdır: Japonya’da Budist Risshokoseikai tarikatının iki kurucusundan biri bir kadındı. Myoko. Myoko 1957’de öldüğünde tarikat içinde bir iktidar mücadelesi baş gösterdi ve bu mücadeleden, yeni bir köken mitosu çıktı ortaya. Bu mitosta Myoko’nun adı anılmıyor, yalnızca erkek kurucunun adı geçiyordu. Tarikat ileri gelenlerinden bir yaşlı erkek, Myoko’nun ölüm yıldönümünde bir araya gelen kadınlara, kadınların tarikatta neden liderlik konumunda olamayacaklarını veciz bir dille açıklıyordu: “Siz kadınlar hayvanlar âleminde en güçlü olanın erkekler olduğunu biliyor olmalısınız. Örneğin gorili ele alalım - hiç sürünün önderliğini dişi bir gorilin yaptığını gördünüz mü? … Ve en güzel olanlar, erkeklerdir… Pasaklı bir dişi ördeğe kim bakar ki?... Daha güçlü ve daha muktedir olan erkekler, doğal olarak daha çekicidirler de. Size söylemeye çalıştığım, aynı şeyin insanlar için de geçerli olduğu. Üstün olan, erkeklerdir, dünyadaki bütün sıkıntıların gerisinde kadınlar vardır.” (akt.: Juscha 2005: 234)
[5] Masonlukla yerli erginleme ayinlerinin böylesine içiçe geçmesi, Batı Afrika’da cinsiyetler arası hiyerarşinin İngiliz sömürgeciliğinin etkisiyle belirginleştiğine işarettir.
[6] İnfibülasyon: kadın sünneti: vajinanın iç ve dış dudaklarının kesilerek idrar için küçük bir delik bırakacak şekilde dikilmesi
[7] Bugün “feminist teoloji”nin Katolisizm içinde fazla etkin olduğunu söylemek mümkün değil. 1970’lerin sonlarından itibaren muhafazakâr güçlerin daha fazla hissedilir olan basıncı sonucu, 2000 tarihli Konvansiyon’la papazlık görevinin ‘Kutsal Kitap’ta öngörüldüğü gibi, erkeklere inhisar edileceği” kararlaştırılmıştır. (Riswold, 2020: 238)
[8] Bkz. Özbudun (2014)

 

Unutmamalı… Kanıksamamalı![*]

“Haklarımı aramaktayım. Onları gören oldu mu?”[1]

 
 
Yaşar Alperen Savaş (17)… Felek Batur (7)… Raşid Oso (8)… Hakan Sarak (5)... Mahmut Buluk (16)… Zeliha Cuma (7)… Helin Şen (12)… Serhat Savaş (15)… Enes Ata (8)…
Bu isimleri olasıdır hiç duymadınız. Ya da belki duydunuz/okudunuz, sonra da unuttunuz.
Oysa unutmamak gerek… Bunlar 2007-2020 arasında güvenlik güçlerinin elinden ölen 93 çocuktan bazılarının isimleri… Ya polis kurşunu ile yitirdiler yaşamlarını, ya da kolluk kuvvetlerinin kullandığı zırhlı aracın altında kalarak… Birkaçı ise polisin attığı gaz bombalarıyla kopartıldı yaşamdan. Bu cinayetlerden (evet, çoğunun “suç”u sadece polisle eşzamanlı olarak “olay yerinde” olmak. Bu nedenle öldürülmelerine “cinayet”ten başka bir ad bulmak mümkün değil…) çoğunun, faili yüzeysel bir soruşturmanın ardından hafif bir cezayla atlattı.
Baran Tursun’u hatırlarsınız. 2007 yılında, İzmir’de trafikte seyir hâlindeyken “Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından başından vurularak öldürülmüş 20 yaşında bir delikanlı. Baran’ı öldüren polis memuru tutuksuz yargılanmış, 2 yıl 3 aylık bir cezayla “ödüllendirilmişti”, davanın sonucunda. Olayın peşini bırakmayan aile mensuplarının yaptıkları açıklamalar için istenen cezalar ise bundan çok daha fazlaydı!
Yine bilirsiniz, Baran’ın babası Mehmet Tursun 2010 yılında, güvenlik güçlerinin elinde canını yitirenler konusunda kamuoyunda bir duyarlılık oluşturmak amacıyla, oğlunun adına bir vakıf kurdu. Baran Tursun Vakfı, ya da tam adıyla ‘Baran Tursun Uluslararası Dünya Ölçeğinde Silahsızlanma, Yaşam Hakkı, Özgürlük, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Vakfı (BARANSAV)’ kuruluşundan bu yana polis elinde ölenleri titizlikle izleyip, hukuksal süreçler hakkındaki bilgileri kamuoyuyla paylaşıyor.
Baran Tursun Vakfı, 2021 tarihli bir rapor yayınladı: “Kolluk Güçlerinin Orantısız Güç Kullanımı Sonucunda Yaşam Hakkı İhlâlleri Raporu: Ölmek Zorunda Değildiler”[2]
 “Ölmek zorunda olmasa da”, 2007-2020 yılları arasında, Vakfın tespit edebildiği, polis kurşunuyla, gaz bombasıyla, polis aracı çarpması sonucu vb. yani güvenlik güçlerinin elinden ölen 404 kişinin (DÖRTYÜZDÖRT KİŞİ!) isimleri, yaşları, öldürülme tarih ve şekilleri, raporun sonunda tek tek sıralanıyor.
Polisler tarafından katledilen 404 kişinin 93’ü 18 yaşın altında; 70’i kadın, 241’i erkek. Ve en çarpıcı veri, bunlardan HİÇBİRİ, polis ile çatışmaya girmemiş! Bir başka deyişle, “dur” ihtarına uymadıkları, barışçıl protesto gösterilerine katıldıkları, ya da sadece rastlantı sonucu olay yerinde oldukları için sokakta, gözaltında, ya da kendi konutlarında (evini aramaya gelen polislere galoş giymeleri için uyarıda bulunan ve çıkan tartışmada polis kurşunuyla yaşamını yitiren Dilek Doğan’ı unutmayın) öldürülen bu kişiler, en fazla, “kabahatler kanunu”ndan yargılanmalarını gerektirecek eylemlerin failleriydi. “Ülkenin özellikle doğusu ve güneydoğusunda devam eden silahlı çatışmalardan kaynaklı yaşam hakkı ihlâllerinin konu dışı tutul”duğu (¶ 3) raporda belirtiliyor.
Anımsanacaktır; 2259 sayılı Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun (PVSK) kimi maddelerinde, 2 Haziran 2007 tarihinde değişiklikler yapılarak kolluk güçlerinin başta silah kullanmak üzere yetkileri genişletilmiş, PVSK ve Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu’nda 27 Mart 2015 tarihli değişikliklerle de kolluğun “makul şüphe, öngörü ve takdir” gibi tasarrufları tanımlanmıştı. Böylelikle,
“Durdurma ve kimlik sormanın nedenleri, konusu, amaçları, işlemin şekli, süresi ve usulü, konularında düzeneme yapılmasına rağmen, makul şüphe, öngörü ve takdir gibi soyut kavramlara ilişkin kolluğa yeterli eğitim verilmediğinden, kolluğa silah kullanma yetkisini düzenleyen PVSK madde 16’ya her kolluğun kendine göre bir anlam yüklediği, dolayısıyla yüklenen anlama göre de her kolluğun kendine göre bir işlem yapması sonucunda (…) 400’den fazla vaka ölümle sonuçlanmıştır.” (özet)
Bu iki düzenleme, hiç kuşkusuz, kolluk güçlerinin elini “keyfi davranma” konusunda bir hayli rahatlatmıştır. Ama buna bir de “acımayın, vurun-kırın aslanlarım, arkanızdayım!” yollu kendilerine “coşkuyu veren” İçişleri bakanlarının ve eğrisi doğrusuna denk gelir de olay yargıya intikal ederse, faile ya “nefsi müdafaa”dan, “orantılı güç kullanımı”ndan beraat, olmadı, en düşük cezalarla cezalandırılmalarının etkisini eklemeli. Polislerin yargı önüne getirilmesi gereken fiillerde olay yeri delillerini yine polis toplar; sanığın tutuksuz yargılanması ise neredeyse kuraldır:
“Zanlılar tarafından üretilen ve toplanan delillere göre güvenlik birimleri tarafından olayın fezlekesi düzenlenmektedir. İzmir’de Baran Tursun’u öldürdükten sonra, ateş etmeyi gizlemek suretiyle trafik kazası raporunun düzenlenmesi, Ankara’da 20 yaşındaki Soner Cankal’ı öldürdükten sonra, cesedinin üzerine kurusıkı tabanca bırakılması, Antalya’da motosikletiyle gezerken öldürülen 17 yaşındaki Çağdaş Gemik’in cesedinin yanına birkaç gram uyuşturucu bırakılması, Kızıltepe’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı öldürdükten sonra cesedinin üzerine silah bırakılması gibi delil yaratma fiilleri diğer vakalarda da yaygın bir şekilde görülmektedir.” (¶ 41) Çoğunluğu “devletin karşı işlenen suçlar” ile “devletin işlediği suçlar”ı farkı değerlendiren (¶ 45) ve “devletin âlî menfaatler”i söz konusu olduğunda gerek ideolojik tutumları, gerekse atama, terfi ve cezalandırılmaları iktidarın elinde olması nedeniyle hemen her zaman “devletten (yani devletin kolluk güçlerinden) yana kararlar alan yargı mekanizması, kolluk “cinayetleri”nin fiilen cezasız kalmasını adeta bir “devlet geleneği hâline getirmiştir.[3] Buna karşılık kurbanların, acılı ailelerin, mağdurların yakınlarının, insan hakları örgütlerinin, avukatların adalet arayışları kovuşturulmakta ve (kimi zaman faillerden daha ağır biçimde) cezalandırılmaktadır! (¶ 47-52)
Öte yandan, polisin elinden ölenler, en azından sayılabiliyor… Toplumsal belleğe -bir gün, ama mutlaka bir gün hesabı sorulmak üzere- kaydedilebiliyorlar. Ya polisin kaçırıp veya gözaltına alıp, darp edip, işkencelere uğratıp sonra salıverdikleri? İnsan hakları örgütlerinin kimsenin ilgi duymadığı tenha basın açıklamalarında, sol gazetelerin, dergilerin sayfalarında, harf sayısı sınırlı twit’lerde birbiri ardı sıra adları anılıp sonra unutulup gidiyorlar. Oysa unutmamalı… Kanıksanmamalı…
Örneğin sadece 2019 yılında, 1474 kişinin işkence başvurusu yaptığı[4]… unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, “otomobiline aldığı bir akrabasıyla beraber gözaltına alınan Naci Çelik isimli yurttaşın, götürüldüğü Sultangazi Şehit Bülent Özkan Karakolu’nda sabaha kadar işkenceye uğradı”ğı, “tüm vücudu morluklar içerisinde olan Çelik’in, sivil giyimli 8-10 polis tarafından darp edildiğini belirtti”ği[5]… unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, Cumhurbaşkanı’nın nikâh şahitliği yapacağı bir düğün için kesilen trafikte saatlerce beklemek zorunda kalan avukat Sertuğ Sürenoğlu’nun, yolun neden kapalı olduğunu sorması üzerine Cumhurbaşkanı korumaları tarafından iki saat boyunca araç içerisinde dövüldüğü ve kendisine zorla cumhurbaşkanına hakaret ettiğini kabul eden bir tutanak imzalatıldığı[6]… unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, 15 Şubat 2019’da Van’ın İpekyolu ilçesinde gözaltına alınan üç çocuğun, fotoğraflarla ve hastane raporlarıyla belgelenen, gözaltındayken “kafasının klozete sokulduğunu, dipçikle, mermiyle dövüldüğünü, ters kelepçelenerek yere yatırılıp tekme ve yumruklarla dövüldüğünü” anlatan çocukların ifadelerinin Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yalanlandığı, olaya müdahil olan Van Barosu hakkında “terör örgütüne destek”ten suç duyurusunda bulunulduğu[7] … unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, “İstanbul’un Fatih ilçesinde 15 Şubat 2020 akşamı iki yeğeni ve kardeşinin eşini korumak isterken polis şiddetinin hedefi olan ve aldığı darbeler sonucu beyin kanaması geçiren Mehmet Yaman’ın (48), 10 gündür yoğun bakımda” kaldığı; Savcılığın güvenlik kamerası kayıtlarını istediği hastane yönetiminin, ‘kameralar kayıtta değildi’ yanıtı verdi”ği[8] … unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, “İzmir Torbalı’da gözaltına alınan Yiğit Üste adlı gencin, emniyet yerine ormana götürüldüğü ve burada kar maskeli 4 polisin işkencesine maruz kaldığını ileri sürdüğü,” . Baba Harbi Üste’nin, oğluna ormanda “ajanlık” teklif edildiğini, kabul etmeyince 6 saat boyunca işkence edildiğini bildirdi”ği... Üste’ye darp raporu verilmediği, Polisin Üste ailesinin evine baskın düzenleyerek baba ve anneyi darp etti”ği, “anne Üste’nin, kötü muamele sonucunda hastaneye kaldırıldı”ğı; Baba Üste’ye de silah gösteren polislerin, ‘Yiğit’in hakkı budur’ diye ölümle tehdit etti”ği[9]... unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Örneğin, Bahçelievler’de polisin kimlik kontrolü yapmak için durdurduğu araçta bulunan şoför Ebubekir Demir ve yanında bulunan Ferhat Atılğan ile polisler arasında yaşanan tartışmanın ardından Demir ve Atılğan’ın polis tarafından öldüresiye dövüldüğü, Polis tutanağında Demir’in abisinin karakola gelerek polis arabasını tekmelediği ve “Tayyip’in p.. polisleri” diyerek hakaret ettiğinin öne sürüldüğü, Bakırköy 1. Sulh Ceza Hâkimliği’nin işkence izlerine rağmen polisler hakkında herhangi bir işlem yapmadığı[10]… unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Hele ki “Türkiye’de gözaltında işkence yapıldığı iddialarının Birleşmiş Milletler’in gündemine girdi”ği, “BM İşkence Özel Raportörü Nils Melzer’in, Türkiye’de işkence iddialarının arttığını, gözaltında kaba dayak, elektrik şoku ve cinsel saldırı gibi işkence yöntemlerinin uygulandığını söyledi”ği[11] koşullarda, bunlar asla unutulmamalı, kanıksanmamalı!
Hukukun berhava edildiği şu “Tek Adam Rejimi” günlerinde, adaleti bir gün yeniden tesis edebilmek için, kimsenin “devlet gücü”nü temellük edip, hiçbir “âlî menfaat” adına gencecik insanları, çocukları, ihtiyarları, iktidarını sürdürebilmek adına katlet(tir)memesi, işkence etmemesi, özgürlüğünden yoksun bırakmaması için bellek, çok önemli…
O belleği her daim diri tutmamız, ölülerimize, işkence görmüşlerimize sahip çıkmamız gerek…
 
20 Mayıs 2021 11:28, İstanbul.
sibel Özbudun& Temel Demirer

 
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:239, Haziran 2021…
[1] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.157.
[2] Baran Tursun Vakfı, Kolluk Güçlerinin Orantısız Güç Kullanımı Sonucunda Yaşam Hakkı İhlâlleri Raporu: Ölmek Zorunda Değildiler, İzmir 2021.
[3] “İstanbul Emniyeti, yurttaşa işkence yapıp öldüren ve müebbet hapis cezası alan 4 polise zamanaşımı nedeniyle disiplin cezası verilemeyeceğini savundu. Murat Konuş adlı yurttaşa işkence yaparak ölümüne sebep olan ve müebbet hapis cezasına çarptırılmalarına rağmen tutuklanmayan 4 polisin görevden alınması için Konuş ailesinin avukatı İçişleri Bakanlığı’na ve CİMER başvurdu. CİMER’e yapılan başvuruya cevap veren İstanbul Emniyeti, 4 polis hakkında 2011 yılında bir disiplin soruşturması yürütüldüğünü ve “Ceza tayinine yer olmadığı” kararı verildiğini belirtti. Yeni bir disiplin soruşturması için ise olayın yaşandığı tarihin üzerinden 2 yıldan fazla zaman geçtiğini belirten emniyet müdürlüğü zamanaşımı nedeniyle polislere disiplin cezası verilemeyeceğini savundu.” (Seyhan Avşar, “İşkenceye Disiplin Cezası Bile Yok”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2019, s.13.)
[4] Çağrı Sarı, “2019 Yılında, Bin 474 Kişi İşkence Başvurusu Yaptı”, Evrensel, 20 Ocak 2020, s.3.
[5] Seyhan Avşar, “Öldüresiye İşkence”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2019, s.9.
[6] Alican Uludağ, “Erdoğan’ın Korumalarından Avukata Düğün Dayağı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2019, s.3.
[7] Mahmut Oral, “Emniyet, İşkence Var Diyen Baroyu Şikâyet Etti”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2019, s.11.
[8] “Polis İşkencesi Sırasında Kamera Kayıt Dışıymış!”, Yeni Yaşam, 26 Şubat 2020, s.5.
[9] Hakan Dirik, “İzmir’de ‘Ajan Ol’ İşkencesi”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2018, s.6.
[10] Seyhan Avşar, “Polisten Kimlik Kontrolü Sonrası Bayıltan Dayak”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2018, s.11.
[11] “BM: Türkiye’de İşkence Artıyor”, Cumhuriyet, 1 Mart 2018, s.9.

 

Yoksulların Başkaldırısı ve Kadınlar (Tarihsel Bir Bakış)[*]

 “Bilginin elde edilmesi,

bizi iyiye ulaştıracaktır.”[1]

 

“Yeni sol” söylemler, postmodern tahlillerin ışığında, genellikle ezilenlerin durumlarının parçalılığı üzerinde durur ve bunun sonucu, parçalı mücadele stratejilerini öngörür. Etnik unsurlar kimlikleri, kadınlar cinsiyet eşitliği, işçiler hakları, LGBTI bireyler tanınma… için mücadele etmelidirler; bu mücadeleler arasında zorunlu bir nedensellik ya da hiyerarşi yoktur; bunlar en iyi olasılıkla koordine edilebilir- geçici olarak…

Bu sav özellikle feministlerin büyük bölümünce sıkça dile getiriliyor. Mantık şu: “Kadın-erkek arasındaki eşitsizlik ile proletarya-burjuvazi arasındaki eşitsizlik arasında, zaman zaman denklikler olsa da, nedensel bir bağlantı yoktur; iki egemenlik tipinin, yani sınıfsal ve cinsel egemenliğin kaynakları farklıdır; bu nedenle bunların ortadan kaldırılmasına yönelik mücadele, birbirinden bağımsız olarak yürütülmelidir. Elbette ki bu egemenlik tipleri gibi bu mücadele hatları zaman zaman denk düşebilir, kesişebilir, hatta birbirinden beslenebilir. Ancak bu durum, onların özerkliklerini ihlal etmez.”

Benim burada birkaç örnek üzerinden açımlamaya çalışacağım sav ise, oldukça farklı. Tarih boyunca, ezilenlerin-sömürülenlerin eşitlik için verdikleri mücadelelerde kadınların eşitliği”ni de neredeyse şaşmaz biçimde nasıl gündemlerine yerleştirdiklerini, ezilen-sömürülen sınıfların egemenlere karşı savaşımlarında kadın-erkek ilişkilerinde de nasıl göreli eşitlikçi bir tutum benimsediklerini göstermeye çalışacağım.

Hiç kuşku yok ki, burada anacağım Karmatîler, Babaîler, Bogomiller ya da Müntzer isyancılarının hiçbiri, “feminist” değildi. Hatta “modern” bile değillerdi. Hayatı Kutsal’ın müdahaleleri dışında tahayyül edecek aklî gereçlere de sahip değillerdi. Bunlar Ortaçağ dünyasının İslâm ya da Hıristiyanlık bağlamlarına yerleşen, çoğunlukla köylü ayaklanmalarıydı; dinle, “kutsal” düşüncesiyle bir problemleri yoktu. Sorunları, zenginlerin, muktedirlerin dini kendi egemenliklerini sürdürecek tarzda yorumlamalarıylaydı. Oysa saf, gerçek dini kendilerinin temsil ettiğini düşünüyorlardı, gerçek müminler, “cennet”i hak edenler ancak yoksullar, ezilenler arasından çıkabilirdi; zenginlerin, güçlülerin dini yolunu sapıtmış bir tahakküm aracından başka bir şey değildi.

Ortaçağ boyunca hem İslâm hem de Hıristiyan dünyasını sarsan ve yetkelerce “heterodoks/rafızî” ve/veya “sapkın” olarak adlandırılan bu hareketler, başta köylüler-köleler ve yoksul emekçiler gibi ezilen-sömürülen sınıfları cezbettikleri gibi, beslendikleri gizemci öğretiler açısından da benzeşmektedir. Rafızî hareketler Hıristiyan dünyada gnostik düalizmden, İslâm dünyasında da Şia-batınî (özellikle de İsmailiyye’yle bağlantılı) düşüncelerin damgasını taşırlar.

Bu nedenledir ki, bu hareketleri bir bir ele almadan önce, gnostisizm ve/ile Batınî Şia öğretileri özetle de olsa tanımaya çalışmalı.

 

Gnostisizm

 

Gnostisizm, Hıristiyanlık öncesinde ortaya çıkmış, adını selametin anahtarı gizli bilgiye (gnosis= hikmet) sahip olma savından alan, pek çok Hıristiyan ve Hıristiyan-olmayan rafızî akımın felsefî arkaplanını oluşturmuş düşünce akımıdır. İS 1. yüzyılda özellikle Mısır, Suriye, Filistin ve Küçük Asya kentlerinde yaygındı. Manişeist ve Platoncu düşünce sistemlerinden unsurlar barındıran Gnostisizmin, Batı, Doğu ve Grek düşüncelerinin kaynaştığı Hellenistik dönemde biçimlendiği düşünülmektedir. Gnostisizm Roma İmparatorluğu döneminde kentlerde baskıcı devlete karşı bir protesto dini halini almıştır.

Gnostisizm’in temel sorunu, mutlak iyi olan Tanrı’nın yaratımında kötülüğün nasıl olup da var olabildiğidir. Kötülükle yüklü olan maddi dünyayı Tanrı yaratmış olamayacağına göre, bir dizi ara yaratıcının varlığı kabullenilmelidir.

Böylelikle, gnostik kozmogoniye göre ezeli ve iyicil Tanrı (Aeon) yalnızlığından kurtulmak için çiftler halinde bir dizi tinsel varlık barındıran Pleroma’yı yaratmıştır. Bu varlıklar Pleroma’nın sınırına yaklaştıkça bozulmaktadır. Sonuncusu, Sophia şehvete teslim olarak Demiurgus’u (zanaatkâr) doğurur. İşte maddî evrenin yaratıcısı bu Demiurgus’tur. Önce yedi gezegeni ve cehennemin beş katını, ardından da Adem’i imal eder; ancak yüce Baba onun Adem’e kendisinden çaldığı göksel kıvılcımı üflemesini sağlar; böylelikle Adem Demiurgus’un yarattığı kötücül beden ile Yüce Baba’nın göksel kıvılcımından kaynaklanan bir ruhtan oluşmaktadır. Bu yönüyle yaratıcısından üstündür.

Şu halde maddî dünya karanlık ve kötücül bir yaratımdır; ancak insanlar ruhlarında göksel kıvılcımı, yani selamete erme olasılığını barındırırlar. Selamete ermenin yolu ise maddî dünyanın baştan çıkartıcılığından uzak durup arınmak ve gnosis (irfan: ilksel aeon’un bilgisi)’e erişmektir. Bu ise ancak gnosis’in sırrına ermiş erginlenmiş bir seçkinler zümresi aracılığıyla olur. (Özbudun 2003: 160-164; Özbudun 2004: 142-145)

Hıristiyanlığın bir devlet dini haline gelip de devasa servetleri denetlemeye başladığı dönemde, gnostik bilgi, serflere, köylülere, kent yoksullarına, feodal efendilerin, zorba yöneticilerin ve doymak bilmeyen ruhbanın Demiurgus’un hizmetkârları, katedrallerin onun mekanı, ritüellerin onun icadı olduğu, gerçek selamete ise ancak hikmetin sırrına ermiş yoksul vaizlerin rehberliğinde erişilebileceği bilgisini sunmakla, Kilise (ve iktidar) karşıtı rafızî hareketlerin ideolojik arkaplanını oluşturmuştur.

 

Batınîlik ve İsmailiyye

 

İslâm’da “batınîlik” kutsal yazıların biri halk/sıradan insanlar (avam) tarafından anlaşılabilecek ve lafzen uyulması gereken zahirî, diğeri ise ancak erginlenmiş seçkinlerin vakıf olabildiği “batınî” (içrek) bir anlamı olduğu savına dayanır. Zahirî anlam, sıradan müminlerin uyması gereken Şeriat’tır. Değişen zamanlara göre uyarlanır. Oysa batınî hakikatler değişmez, sonsuzdurlar ve ancak te’vil ya da tefsir yoluyla açıklanabilirler. Batınî hakikatlere nüfuz edebilme yetisi, yalnızca Muhammed peygamberin vasisi Ali b. Ebu Talib’e, onun soyundan gelenlere ve/veya onu izleyen meşru imamların yetkesini kabul eden erginlenmişlere açılabilecektir.

Hemen tüm İslâm tarikatlarının hareket noktasını oluşturan “Batınîlik” İslâm ortodoksisi (Sünnîlik), özellikle de onun temsilcisi konumundaki ulema için genellikle pejoratif bir anlam taşır; Batınîyye Şeriat’ı önemsememekle eleştirilir.

İslâm dairesindeki Batınî hareketler, hemen tümüyle Şia bünyesine yerleşmektedir. Şia’ya bağlanan hareketler arasında Batınîliğe en sistemli ve radikal yorumu getiren ise, Şia bünyesinde biçimlenip, karizmatik yetkenin Ali b. Ebu Talib’in soyundan gelen 12 imamlık silsileyi kabul eden anaakım Şia’dan, altıncı imam Cafer es-Sadık’ın ölümünden sonra imametin küçük oğlu Musa bin Cafer el Kazım’a değil de, kendisinden önce ölen oğlu İsmail bin Cafer el-Mübarek’e ve dolayısıyla da onun oğlu Muhammed bin İsmail eş-Şakir’ intikal ettiğini kabul etmekle ayrışan İsmailiyye hareketi olmuştur. İsmailiyye’ye göre yedinci imam, ölmemiş, gaybete karışmıştır ve yeryüzünde adaleti tesis etmek üzere Mehdî olarak geri dönecektir.

Emeviler ve Abbasiler döneminde İslâm dünyasındaki tüm isyan hareketleri, bilindiği üzere Şia’da, özellikle de onun radikal kanadı İsmailiyye’den beslenir. Bunun nedeni kısmen Şia’nın Sünnîliği devlet ideolojisine dönüştürmüş hanedanlar karşısında Muhammed peygamberin ailesinin kanını döken zalimlere karşı, mazlumları koruyan görüntüsü; kısmen felsefî temelini oluşturan batınî öğretilerin eleştiri ve itiraza daha açık oluşu; kısmense İslâm dünyası ezilenleri arasında gayrımüslim (zımmî) ve pagan muhtedîlerin beslendiği dinsel öğretilerin (manizm, mithraizm, Zerdüştilik, madekçilik…) Batınîlik’ce içerilmesindeki kolaylıktır.

Emeviler, zımmî olarak bilinen, İslâm hakimiyeti altında yaşayan, Müslüman yönetime haraç ve cizye ödemekle yükümlü, İslâm tarafından tanınan dinlerin mensupları ve/ile Arap-olmayan Müslümanlar (mevali) üzerinde bir sömürü ve tahakküm aygıtı olarak işleyen bir Arap aristokrasisi oluşturmuşlardı. Bu, etnik gerilim ile sınıfsal gerilimin örtüştüğü, rezonansa girdiği bir ortamı biçimlendirmekteydi. Ve Şia, özellikle de Batınîlik bu hoşnutsuzlukların tercüme edilebileceği uygun dili oluşturuyordu. Kutsal metinlerin gizli anlamına vakıf gayrı-Sünni bir imamın yetkesi, özellikle de bu sırra inisiyasyon aracılığıyla erişebilme olasılığı, Sünni Şeriat’ı kendi egemenliği için bir silah olarak kullanan Emevî iktidarı karşısında elverişli bir direniş odağı sağlamaktaydı. Emevî iktidarına karşı gerçekleşen ve bu iktidarın sonunu getiren bir dizi ayaklanma (Yezit’in halifeliğine karşı çıkan Medinelilerin katıldığı Harre isyanı ve katliamı- 683; Kufe’de kendini “mehdî” ilan eden El-Muhtar’ın başı çektiği ayaklanma- 685; Irak, ve doğu illeri valisi Haccac’ın Ali yandaşlarına karşı uyguladığı zalimane yöntemlere karşı ayaklanan El-Eşas isyanı- 701…) Şia inancından besleniyordu. Kerbela katliamının burukluğunu üzerinden atamayan ve Emevîlerin tahtı gasp etmesini sindiremeyen Şi’a’nın öğretileri, sınıfsal ve etnik baskı altındaki zımmî ve mevali için de cazipti.

Emevîler hoşnutsuzların ayaklanmalarını ustaca kullanarak yerlerini alan Haşimî Abbasî hanedanı tarafından yıkılacaktır.

Abbasîler’in İslâm coğrafyasının sınıfsal ilişkilerine getirdiği en önemli yenilik, denilebilir ki egemen konumları Arap tekelinden kurtarıp mevalî’ye açmak oldu. Böylelikle mevalinin küçük bir kesimi Abbasilerin ticaret burjuvazisine katılarak zenginleşirken, geri kalanı kentlerdeki zımmî ve Müslüman esnaf ve zanaatkârlardan oluşan kent yoksulları arasına katılacaktır. Onların altındaysa serbest ya da yarı-serbest köylülerle köleler yer alıyordu. Abbasîlerde etnik temelli kutuplaşma giderek silinirken, yoğun kırsal emek sömürüsü, ticaret ve fetihlere dayalı birikim imparatorluk elitlerini “Binbir Gece Masalları”na konu olan bir lüks ve sefahat içerisinde yaşatıyordu. Etnik kutuplaşma giderek yerini çıplak bir sınıfsal kutuplaşmaya bıraktı…

Ve “en alttakiler”in aktif destek sundukları ayaklanmalar patlak vermekte gecikmedi. Abbasî imparatorluğu 750’de kurulmuştu; ilk ayaklanma 755-65 yılları arasında Nişapur’da eski bir mazdekî olan Sindbad önderliğinde patlak verir. Onu diğerleri izleyecektir: Üstad-ı Sis’in Horasan’daki ayaklanması, yine Horasan’da “fikirleri bugünkü komünizme benzeyen” (Yıldız, 1986: 36) Mukanna (Peçeli) isyanı (bastırılışı: 789); Maveraünnehir’de Rafi b. Leys isyanı; Azerbaycan’da toprakların eşit biçimde köylüler arasında bölüştürülmesini öngören Babek el Hurremi’nin isyanı (816-837); Basra bölgesinde tuzla ve çiftliklerde çalıştırılan siyahî kölelerin zorlu yaşam koşullarına karşı Zenc isyanı (869-883)… Tümü Şii-İsmailî fikirlerden beslenen bu isyanlarla baş edebilmek için Abbasî devleti Divanü’z zenadıka (Zındıklar Divanı) adlı bir kurum oluşturmakta bulacaktır çareyi

Diyeceğim, Ortaçağ köylü ayaklanmalarının hemen tümü, hegemonik dinsel söylemin karşısına, karşı-hegemonik bir başka (dinsel) söylemle çıkmaktadır; yine de tektanrıcı dinlerin kadın konusundaki ataerkil yaklaşımlarının dışında, daha eşitlikçi söylemler üretebilmişlerdir. Bu durum bizlere (sınıfsal) sömürü ile (cinsiyetçi) tahakküm arasındaki bağların, yeni sol söylemlerin varsaydığı kertede arızi olmadığı konusunda ipuçları sağlar.

Biraz ayrıntılara bakalım mı?

 

Karmatîlik

 

Abbasî döneminin en önemli rafızî hareketlerinden biri, 10. yüzyıl başlarında Irak’ın Kûfe bölgesinde başgösteren ve kendilerinden söz eden İslâm tarihçilerinin hemen tümü tarafından “Batınî, İslâm düşmanı, Muhammed Peygamber dahil tüm peygamberleri ‘yalancı’ ilan eden, Şeriat’ı ortadan kaldıran, haramları helal sayan, kadınları ortak kullanan, kâfir” bir grup olarak sunulan (Bulut, 1997: 119) Karmatîlerdir.

Karmatîlerin öyküsü, Zenc isyanının sürdüğü bir dönemde, Kûfe’li yoksul bir köylü olan Hamdan bin Eş’as’ın yolunun bir İsmailî daî’si (şii propagandist) olan Hüseyin el-Ahvazî’yle kesişmesiyle başlar. El-Ahvazî’nin etkisi altında[2] kısa sürede İsmailî görüşleri benimseyen ve siyasal aktiviste dönüşen Hamdan (bundan böyle Hamdan el Karmat), Kûfe Sevad bölgesinin başdaîliğine getirildi. Hareketin kuramcısı, kayınbiraderi Abdan, örgütçüsü, hareketin ikinci önderi Said el Hasan Bin Behram el Cennabi ve örgütçü İbn Zikreveyh bin Mihreveyh el Dendani ile birlikte, Irak/Kûfe, Şattül Arap, Bahreyn, Körfez, Basra güneyinden başlamak üzere Horasan, Yemen, Mısır, Şam ve Kuzey Afrika’ya yayılacak bir örgütlenme gerçekleştirdi.

Hızla yayılan Karmatî hareketi, katılımcıların varlarını yollarını ortaya koydukları, herkesin bu ortak havuzdan ihtiyacını temin edebildiği, kimseye ayrıcalık tanınmayan komünalist Ülfet sistemini oluşturmuştu:

“890-891’de Hamdan Karmat, Karmatiler için Kûfe yakınlarında, kırsal bir alanda, bütün Dai’lerin toplanacağı, tüm gereksinmelerini sağlayacak, onların saklanma-korunma yeri ve çeşitli bölgelerden gelmiş göçmenlerin (Karmatilerin) merkezi olacak, her yandan gelen kadın ve erkeklerin yerleştirildiği, adına Dar al Hicra (Göçmenler Evi) denilen, bir toplu yaşama yeri olan Dar al-Hicra kalesini kurdu. Bundan sonra bütün Dai’ler burada toplandı. Her yerden toplanıp gelen insanlar, işçiler köylüler efendilerinden kaçan köleler kimsesizler yoksullar akın akın buraya gelmeye, büyük ve tek bir aile gibi buraya yerleşmeye başladılar. (…) Karmat burada mükemmel bir ekonomik sistem geliştirildi. Silah ve at dışında özel mülkiyet ‘gönüllü’ olarak kalktı. Toplanan gelirlerden bir hazine oluşturuldu. Harcamalar, duyulan ihtiyaca göre yapılıyordu. Hiç kimse yoksul değildi ve hiç kimse bir diğerinden zengin değildi. Bütün erkekler, daha fazla üreterek daha fazla itibar kazanmak için çalışıyorlardı. Kadınlar örgü ve dokumadan, çocuklar kuş bakımından kazandıklarını biriktirdiler. Sonra herkes kazançlarını getirip Dai’ler vasıtasıyla hazineye teslim etti. Hiç kimse kılıcından ve silahından başka bir şeyin sahibi değildi. Bu ekonomik siyasetle Karmatiler, pek çok kabile ve yabancıyı kendilerine çektiler. ‘Madem ki toprağımız var kardeşlerimiz var, güven içinde yaşıyoruz şahsi mal biriktirmemize gerek yok’ anlayışı herkes tarafından kabul edilmişti. Karmat, komünistlik modele çok yakın, ortakçı ve eşitlikçi ilkeler üzerine kurulmuş, mükemmel bir ekonomik sistem geliştirmişti.” (Oktay 2016).

Komünalist iktisadî ve siyasal görüşleri, Karmatîliğin özellikle kır ve kent yoksulları, köleler, kentli emekçiler, küçük zanaatkârlar arasında yayılmasını kolaylaştırmaktaydı. Toplumsal temelini sağlamlaştıran Karmatîlik tedricen silahlı bir harekete dönüşecekti.

Yayıldığı geniş coğrafya üzerinde merkezî denetim kurmakta zorlanan ve birbiri ardısıra patlak veren isyanlarla gücünü yitiren Abbasî yönetiminin duçar olduğu zaaflar, Karmatî yayılmasının da zeminini oluşturmaktaydı. Öyle ki, Bahreyn’deki oluşum, 10. yüzyılın ilk yarısında Abbasî halifeliğinden koparak bağımsız bir cumhuriyet ilan etti. Bu, Arap tarihindeki ilk “cumhuriyet” idi, dinsel temele dayanmayan, modern seküler devlet biçimine çok yakın bir cumhuriyet”. (Mahjoub, 2008)

İsmailiyye için kutsal sayılan “imam” figürü,” dinsel biçimli bir toplumsal fikirden ibaretti:

“Bahreyn’deki Karmatî Cumhuriyeti’nin kurucularının bir felsefesi vardı ama dinsel anlamda imanları yoktu. Felsefeleri aklı “ilahîleştirmek” ve ilahîyi “aklîleştirmek”ten ibaretti. “En yüce Akıl”dan, ya da En Yüce Bilgelik olarak Allah’tan söz ederlerdi. Dinsel ayin ve adetleri tümüyle ilga etmişlerdi. Fars gezgin Naser Khusrow’un bildirdiği gibi, “bir zamanlar Lahsa’da cami yoktu, ve Cuma namazı kılınmazdı… Kendileri ibadet etmeseler de, kimseyi ibadetten alakoymazlardı”.

Müslüman alim El-Bağdadî bize Karmatîlerin “tüm peygamber ve yasaları inkâr ettiğini” bildirir. Lahsa’da köpek, kedi, eşek gibi her türlü hayvan satılıp yenirdi- ki bu, İslâm’ın yasakladığı bir adetti. Ancak şarap tüketimi yoktu. Karmatîler aynı zamanda türbe ziyaretlerini ve türbeleri öpmeyi yasaklamışlardı. (…)

Dr. Farhad Daftary’ye göre, “Bahreyn Karmatî Devleti’nin örgütlenişinde, özellikle de mülkiyet, tarım alanlarının işletilmesi, vergi toplama, kamu harcamalarının dağıtımı ve madunlara devlet yardımı biçimlerinde komünal ve eşitlikçi ilkelerin önemli rol oynadığına dair” tarihsel kanıtlar bulunmaktadır.

Bahreyn’deki hükümet konseyinin çıkardığı ilk yasalar arasında toprak vergilerinin ilgası, gümrük tarifelerinin ilgası, yurttaşların sırtına yük yüklemeyen yeni bir vergi sisteminin ihdası bulunmaktaydı. (…) İç ve dış ticaret devlet eliyle yürütülmekte ve ihraç edilemeyen bir çeşit jeton-para aracılığıyla gerçekleştirilmekteydi…” (Mahjoub 2008)

930 yılında Kâbe üzerine bir saldırı gerçekleştirerek Hacer- ül esved’i başkent Lahsa’ya taşıyan Karmatîler Abbasî halifeliğinin öfkesini üzerine çekti. Abbasî ordularının yoğun saldırıları, süreç içerisinde Karmatî oluşumlarının güçten düşmesine yol açtı. 1058 yılında Bahreyn, hemen ardından da Katar’ı yitirdiler. Son Karmatî kalesi Hufuf ise 1067’de düşecek, “İslâm komüncüleri” böylelikle tarihten silinecektir.

Hiç kuşku yok ki Karmatîlik, (kurdukları Bahreyn devletinde köle emeğinden yararlanmış olsalar da) İslâm içerisindeki eşitlikçi akımlar arasında en etkili ve en dikkate değer olanlardan biridir. Sekülarizme yatkınlık, ortaklaşmacılık gibi çarpıcı özellikleri yanısıra en dikkat çekici yönlerinden biri, kadınlara yönelik eşitlikçi yaklaşımıdır.

Karmatîlik konusunda kaynaklar sınırlı. Ve daha önce de belirttiğim gibi, çoğunlukla İslâm’ın “resmî tarihçileri”nce kaleme alınmış, pejoratif bir dilin taşıyıcıları. Karmatîlik’te komünalist/isyancı damarı keşfeden muhalif eril-merkezci bakışları bu olguya eklendiğinde, Karmatîlik’te kadınların konumu konusunda ancak marjinal verilere bakarak çıkarsamalar yapmak mümkün hale geliyor.

Ancak bu sınırlı kaynakça dahi, Karmatî topluluklarda kadınların çağdaşları Müslüman toplumlara göre çok daha özerk ve ağırlıklı bir konumları olduğunu çıkarsamamıza olanak sağlıyor.

Bunun şaşmaz göstergesi, hiç kuşku yok ki, Karmatîlik konusunda bilgi veren İslâm yazarlarının Karmatîlikte “kadınların ortaklığı” konusundaki zırvaları.

Bu tarih boyunca “müesses nizam” temsilcilerinin tüm radikal/devrimci hareketlere getirdikleri ana suçlamadır:

“Gerçekten de rafızî hareketler genellikle cinsel sapma suçlamalarına maruz kalmışlardır. 12. yüzyıl Avrupası’nda Waldens’ciler, duyumsal deneyimler için manevî alandan vaz geçen sınır tanımaz hedonistler olarak tarif edilmişlerdi. Katharlar da özgür cinselliği va’zetmekle suçlanmış, 1157’deki Rheims Konsili seks âlemlerini rafızî davranışlarının bir parçası olarak mahkûm etmişti. Yüz yıl kadar önce, Bizans İmparatorluğu’nda cinsel ihlaller temasına, orjiastik ve ensest ilişkilere girişmekle suçlanan Paulician’lara karşı polemiklerde müracaat edilmekteydi.” (El-Cheikh, 2015: 60)

Karmatîler de Sünnî ulemanın benzer suçlamalarından kaçınamadılar. Kadı Abd-ül Cabbar, örneğin, Tesbit dela’il el-nübüvve’sinde erginlemede yedinci dereceye erişmiş Karmatî erkeğinin karısını aynı derecedeki diğer erkeklerle paylaşması gerektiğini belirtir: “Kadınları paylaşmak, yiyeceği paylaşmak gibidir; cömert bir erkek tıpkı huzurunda yemek yenilir gibi, huzurunda karısı başka bir erkekle ilişkiye giren erkektir.”

Bu örnek, tekil değil. Yemen’li bir fakih, 11. Yüzyılda bu “rafızîlerin içki âleminden sonra kadınlarıyla toplaşıp mumları söndürdükten sonra ellerine geçenle oynaştıklarını” yazmaktadır. Daha vahimi, bu rivayetler Batnîlerin genelde peçenin kaldırılması, yasak cinsel eylemlerin hoş görülmesi ve Şeriat yasalarının tanınmaması gibi tam bir cinsel başıboşlukla karakterize olduğunu söyleyen Gazalî tarafından da onaylanır. Muhammed b. El-Hasan el Deylamî ise, 14. Yüzyılda şunları yazar: “Namazı, ezanı, Şeriat’ı ve imanı terk ettiler, Peygamber ve Kabe’yi aşağıladılar, hacıları katlettiler, camileri tahrip ettiler ve dinin yasakladığı herşeyi mubah saydılar… kız evlatlar ve kız kardeşlerle cinsel ilişkiye, iki erkeğin evlenmesine izin verdiler. Bu, rahatlık, başıboşluk, şeytan ve ihtirasların tarikatıdır… onları Şeriat’ın yasaklarından kurtarır… ve onlara Allah’ın yasakladıklarını mubah kılar…”

Abd-ül Cabbar ise kendi payına, Karmatî erkeklerin hiçbir yasağı tanımadıklarını ekler: anaları, kızları, bacıları, domuz eti, zina, livata… hiçbir şey… Bağdadî ise daha da ileri giderek Bahreyn yöneticilerinin livatayı zorunlu kıldığını, bunu reddeden gulamın idam edildiğini yazar. (El Cheikh, 2015: 67-71).

Bu “ahlâksızlık” anlatılarının Abbasî saray ve elitlerinin, imparatorluğun dört bir yanından getirilmiş gayrı-müslim cariyelerle sefa sürdüğü, İslâm erotik yazınının zirve yaptığı bir döneme denk düşmesi ve bu “ahlâkçı yazarların Abbasi saraylarında sürmekte olan zincirinden boşanmış şehvanilik konusunda söyleyecek bir sözlerinin olmayışındaki çelişki bir yana, kadın cinselliğinin etnik ve sınıfsal sınırların çizilmesinde ne denli etkin kullanıldığı, son dönem yazınında oldukça tartışılan bir temadır. “Ötekileştirme” süreçleri ve bunların sınırları çizme ve kimlik inşasındaki işlevlerine ilişkin tartışma, hiç kuşkusuz ki ilginç ve isabetlidir. Ancak genellikle “ötekileştirme süreçlerinin “öteki”ne dair kimi ipuçları içerme olasılığını, “tahrif edilmiş” bir tarifin de nihayetinde bir tarif olduğu gerçekliğinin üzerinden atlar.

Oysa El-Cheikh’in (2015: 75) Hodgson’dan aktardığı gibi “ayaklanma anında pek çok cinsel tabunun ilga edilmesi olasılığı” reddedilmemelidir.

Karmatî cinsel yaşamı konusunda, Sünnî ulema ve tarihçilerin pejoratif literatürünün ötesinde bir kaynağımız yok. Ama Karmatî kadınlarının toplumsal yaşama Abbasî normlarının geçerli kıldığından çok daha aktif ve eşitlikçi bir tarzda katıldığına dair pek çok bilgi var. Örneğin eğitime verdikleri önemi vurgulayan kaynaklar, Darülhikme’lerinde kadınlara yönelik eğitim programları uygulandığını aktarırlar. (Oktay 2016) Bu, toplumsal yaşam için de geçerlidir: “Kadınlar, erkekler ile aynı haklara sahipti. Kurulan düzen içinde kadınlardın rolü üst düzeydeydi. Kadınlar idari işlerde çalışıyor, üst düzey toplantılara katılıyorlardı.” Kadınların, topluluğun maddî açıdan desteklenmesindeki yükümlülükleri de eşitti; kadın ve erkekler çalışmalarından elde ettikleri gelirin beşte birini, cemaatin desteklenmesinde kullanılmak üzere dai’lere verirlerdi; kadınlar yaptıkları örgü ve dokuma işlerinden elde ettikleri gelirin beşte birini vermekle yükümlüydü.

Karmatî kadınlar peçe takmıyor, kamusal yaşama serbestçe katılabiliyorlardı. Karmatî aile yaşamı hem erkek hem de kadın için katı bir tekeşliliği öngörmekteydi. Karmatîlere her türlü hayâsızlığı yakıştıran ulema ve sünnî tarihçilerin tersine, Nasır el Hüsrev, İbn-i Hevkel ve el Makdisi gibi Karmatî yaşamını bizzat gözlemleme olanağını bulan gezginler, genel ahlâk kurallarına aykırı bir durum kaydetmezler. (Mahjoob 2008)

Öyle görülüyor ki aile yaşamındaki (göreli) eşitlikçi yaklaşım, çocukların eğitiminde de ortaya çıkmaktaydı. Faik Bulut bir söyleşisinde (İlknur 2014) Nasır-ı Hüsrev’in seyahatnamesinden şu satırları aktarır: “Çok barışçıl bir toplum. Üretilen herşey ortak. Hiç kimsenin özeli yok. Çocuklar toplumun tümünün sahip çıktığı ortak değerlerdi. Kreş benzeri yapılarda çocuklar hem ciddi bir eğitim alıyor, hem de kadın-erkek herkes tarafından bakılıyor.”

Bir başka deyişle, evet, Abbasî çağında İslâm dünyasında ortaya çıkmış ve İmparatorluğa kök söktürmüş bir “baldırıçıplaklar hareketi”dir. Eşitlikçidir; sömürü ve baskının olmadığı yeni bir dünyanın peşindedir; tıpkı içlerinden biri, Yemenli Karmati önderi Hasan Bin Mansur’un dile getirdiği gibi: “Gün gelip beklenen Mehdi zuhur ettiğinde, aslan ile boğa aynı havuzdan su içecek, çoban koyunlarını kurtlara teslim edip gidebilecektir. Kötülüğün yerini iyilik alacak, sapıklıklar sona erecek, sahibine hakkı verilecek ve insan doğduğu günkü gibi eşit ve özgür olacaktır.”(Anonim 2017)

Karmatîler, bu “eşitlik/özgürlük” ütopyasını kadınlara da teşmil etmişlerdir…

 

Babaîlik ve Babaîler

 

Karmatîlik sonuç itibariyle süreç içerisinde sönümlenip tarihe karıştı; ama ezilen halklar, Ortaçağ’ın despotik yöneticilerinin zora dayalı hükümranlığı ve bu zorbalığın sürdürülmesini sağladığı çaplı toplumsal eşitsizliklere karşı ayaklanma geleneğinden vaz geçmediler. Ne Ortadoğu’da, ne Anadolu’da ne de Avrupa’da…

Örneğin Anadolu Türkmenlerinin hem despotik Selçuklu iktidarına hem de Anadolu’yu işgal eden Moğol zorbalarına karşı “göğe hücuma kalkışı”: Babaîler…

Bilindiği üzere, Anadolu’ya Türk/men göçleri 10. yüzyıldan itibaren başlar ve dalgalar halinde 14. yüzyıla dek sürer. Bu göçler çeşitli siyasal ve iktisadî gelişmelerce tetiklenmiştir; Anadolu Selçuklu devletinin yıkılışına zemin hazırlayan ve bölgeye başta Oğuz boyları olmak üzere bir dizi Türkmen boyunun girmesinin önünü açan gelişme ise, Moğol istilalarıdır. 13. Yüzyılda Harzemşahların yıkılması üzerine Anadolu Selçuklu devletine yönelen Moğol akınları, bir yandan çok sayıda Türk/men topluluğunu önüne katarak (özellikle Maveraünnehir, Horasan ve Azerbaycan’dan) Anadolu’ya sürükleyecek, bir yandan da Selçuklu yönetimini zaafa uğratarak Babaî isyanlarının zeminini hazırlayacaktı.

Babaîler isyanı, Anadolu’da Türkleşme/İslâmlaşma sürecindeki ilk isyan hareketidir ve Anadolu Selçuklu devletini bir hayli uğraştırmıştır. Elvan Çelebi’ye göre 1239’da başlayan isyan, 1240’da bastırıldı.

İsyanın toplumsal tabanını, başta Oğuz boyları olmak üzere göçer ve yarı-göçer Türkmen kitleler oluşturmaktadır. Selçuklular tarafından aşiret yapıları parçalanarak Anadolu’nun temellükünde işlevsel kılınmak üzere Anadolu’nun ortaları ve doğusunda yerleştirilen bu kitleler merkezî hükümetin iskân ve vergi politikalarıyla sürekli bir çekişme halindeydi. Göçer ve yarı göçerlerin hoşnutsuzluğuna, 13. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Selçuklu toprak rejiminde yaşanan köklü değişimler sonucu, toprakta özel mülkiyetin yaygınlaşması ve özel mülklere sahip bir toprak aristokrasisinin biçimlenmesiyle birlikte, durumları hızla bozulan köylülerinki eklemleniyordu. Çoğu Hıristiyan ya da yüzeysel biçimde müslümanlaşmış olan köylülerle (reaya) göçerler arasındaki ilişki ikircim yüklüydü: her iki kesim de toprakların tımar sisteminin bir tür feodaliteye dönüşmesinden zarar görmekteydi. Köylüler topraklarını yeni biçimlenen toprak aristokrasisine kaptırırken geçim temellerini yitiriyor ve büyük toprak sahiplerinin yanında ırgat ve serflere dönüşüyordu. Öte yandan aynı süreç sonucu otlak alanları daralan göçerler, sürülerini otlatmak için sık sık köylülerin elinde kalan topraklara dalıyor, zaman zaman da köyleri yağmalıyorlardı.

Selçuklu toplumunun bir başka çelişki kaynağı kentli yerleşik Türklerle göçer Türkmenler arasındaki kültürel bağdaşmazlıktı. Şamanistik, animistik, manişeist, Zerdüştî vb. dinsel unsurlarla yüklü ve İslâm’ı, çoğunlukla Batınî/Şia etkilenimi altındaki Kalenderî, Haydarî, Yesevî, Vefaî vb. “dede”lerin irşadıyla oldukça yüzeysel ve esnek bir yorumla benimsemiş göçerler, kentli Sünnî Türklerce hor görülmekteydi: “Gerek Selçuklu ve özellikle de Osmanlılar zamanında Türkmen kavramı ile isyana meyilli göçebe unsurlar kastedilirken, bir anlamda Kızılbaş-Alevi kavramlarını çağrıştırır olmuştur. Devrin yazarları Türkmenleri belirlemek ve yerleşiklerden ayırt edebilmek için Etrak-i bi-idrak (cahil Türkler), Etrak-i mütegallibe (zorba Türkler), Etrak-ı na-pak (kirli, pis Türkler), Etrak-i havaric (isyancı, dinsiz Türkler) gibi aşağılayıcı kavramlarla anılmıştır.” (Döğüş, 2018)

Merkezî devlet ve temsilciliğini üstlendiği toprak ve ticaret zenginleri ile göçer Türkmen boyları ve reaya arasındaki derin çelişki, sık sık kendini Ortodoks İslâm (Sünnîlik) ile mülhidler (sapkınlar, rafızîler) arasındaki çekişme olarak dışa vurmuştur: günümüzde de olduğu üzere.[3] İslâm’ı oldukça gevşek tarzda benimsemiş[4] Türkmen boyları, merkezî devlet açısından bir yandan Anadolu’nun temellükünde başvurulacak, uçları nüfuslandıracak ve üretken kılınarak ekonomiye katkı sağlayacak uyruklar, ama aynı zamanda iskân ve vergilere karşı direnişleri, başına buyruklukları, zaman zaman köy ve kervanlara yönelik saldırıları ile potansiyel tehditlerdi. Ne ki, İbn Haldun’un deyişiyle yüksek göçer asabiyyesi, Türkmenleri kendi paylarına “yatuk, miskin” diye aşağıladıkları yerleşiklerden daha enerjik, daha cevval kılmaktaydı; nitekim, “yatuk”lar Moğol istilası sırasında teslimiyetçi bir tutum benimserken, Türkmenler istilacılara karşı amansız bir savaş vermişlerdir. (Döğüş 2018)

Anadolu Selçuklu devletinin ancak Frenk paralı askerlerden destek alarak bastırabildiği ve nihaî olarak Moğollar karşısında yıkılıp gitmesine yol açan Babaî isyanı, Baba Resul olarak da bilinen Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde patlak vermişti.

Ocak (1980: 90-103)’a göre Baba İlyas (Baba Resul) Moğol istilası sırasında Anadolu’ya göç etmiş bir Türkmen babasıdır. Dede Garkın adlı bir şeyhin halifesi olarak göçtüğü Amasya’nın Çat köyünde bir zaviye açar. Bu süreçte Anadolu Selçuklu sultanı Alauddin Keykubat ile iyi ilişkiler içindedir. Ancak bu ilişki, Keykubat’ı zehirleyerek yerine geçen oğlu II. Gıyasettin Keyhüsrev döneminde bozulur.

Anadolu kapısına dayanmış Moğol istilasının tehdidi altındadır, II. Keyhüsrev yönetimi veziri Sadeddin Köpek’e[5] bırakmış, sefahat içinde bir yaşam sürmektedir. Moğol baskısının getirdiği sıkıntılar, ağır vergi yükü, angarya, toprakların yitimi, halka yabancılaşmış bir saray… Halk arasında “keramet sahibi” bir pîr-i fanî olarak saygı kazanmış Baba İlyas’ın hurucu için ortam elverişlidir. Böylelikle Baba İlyas Amasya’da, halifesi, bir rivayete göre ihtida etmiş bir Rum olan ve bir süre yaşadığı İran’da bir İsmailî daîsinden Batınîliği öğrenmiş (Hür 2013) Baba İshak ise Kefersud dolaylarında bir kalkışma başlattılar: Hedef Selçuklu iktidarını devirmekti. Ayaklanmadan önceden haberdar olan Selçuklu hükümdarına bağlı güçler rivayete göre peygamberliğini ilan etmiş olan Baba İlyas’ı Amasya kalesinde kuşattı. Kısa sürede çevresine Türkmenlerden, reayadan, Kürtlerden, özetle hoşnutsuzlar koalisyonundan büyük bir güç devşiren Baba İshak ise Amasya’ya doğru yola çıktı. Gittikçe güçlenen baldırıçıplaklar ordusu birbiri peşisıra kazandıkları başarılarla yerel halklardan da destek alarak Sivas ve Tokat üzerinden Amasya’ya dek ilerledi. II. Keyhüsrev, Konya’yı terk ederek Kubadabad’a sığınmak zorunda kalacaktı.

Ne ki Selçuklu yerel soyluların yanı sıra, Frank ve Kürtlerden devşirdiği askerlerin de desteğiyle kısa sürede kendini topladı. Mucizevî güçlerine inanılan Baba Resul’ün, Amasya kalesinde öldürülmesi, isyancılar üzerinde olumsuz bir moral etki yapacaktı. Ancak Babaîler ordusu zaferli ilerleyişini bir süre daha sürdürdü; Selçuklu güçlerini önce Amasya, ardından da Kayseri’de bozguna uğrattıktan sonra, Konya’ya doğru ilerlerken, Malya’da Türkler, Kürtler, Gürcüler ve ücretli Frank askerlerinden oluşan devasa[6] Selçuklu ordusuyla karşılaştılar. Bu savaş, Türkmenlerin yenilgisiyle sonlanacaktı; İbn Bibi’ye göre 4000 Türkmen kılıçtan geçirildi. Baba İshak da bu savaşta öldü. (Ocak 1980:120-133)

Selçuklu iktidarına karabasanlar gördüren, tüm Anadolu mütegallibesini devletin arkasında seferber eden, Şultan II. Keyhüsrev’i sarayından kaçıran baldırıçıplaklar ayaklanması, böylece yenilgiyle sonuçlanmıştı… Ancak kalkışma devletin zaafını da açığa çıkarmış ve Moğollar, Malya zaferinden sadece 3 yıl sonra, 1243’den itibaren Anadolu’yu istilaya başlamışlardı.

Babai İsyanına katılan ve belli yöreleri örgütleyen bazı önderler şunlardır: Piri Baba, Koyun Baba, Hubyar Sultan, Şeyh Nusret, Gajgaj Dede, Davut Baba, Pertev Sultan, Emir-i Çin Osman, Ayna Dola, Nure Sufi, Hacı Mihman, Şeyh Edebali, Menteş ve Kardeşi Hace Bektaşı Veli , Sarı Saltuk, Barak Baba, Aybek Baba, Baba Merendi, Taptuk Baba, Emircem Baba, Şeyh Hasan Oner, Şıh Bahşiş, Şeyh Ahmet Tavil, Geyikli Baba, Dur Hasan Baba, Şeyh Balı, Karaca Ahmet Sultan… Mehmet Özgün Ersan’a göre bunlardan pek azı kırımdan kurtulabilmiş, bir kısmı Alevi hareketini daha sonra toparlamak üzere bölgeden müritlerce uzaklaştırılmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, isyana doğrudan katılmamakla birlikte, destek veren ve kardeşini isyan sırasında yitiren Hacı Bektaş Velî de bu dedelerden biridir.[7] Ve yine öyle görünüyor ki Babaî mirası, Hacı Bektaş Velî ve kıyımdan sağ kurtulan diğer dedeler aracılığıyla Anadolu Alevîlerine aktarılmıştır. Çünkü “bu dönem içerisinde Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) örgütünün yardım ve düzenlemeleriyle gizlenerek sağ kalmış olan Baba İlyas halifeleri, Sulucakarahöyük’te[8] Hacı Bektaş Veli’nin çevresinde toplandılar.” (Ersan 2016) Ancak yalnızca Sulucakarahöyük’te değil. Ayşe Hür’ün deyişiyle, “İsyana katılanlardan kurtulabilenler Orta, Batı ve Kuzey Anadolu’nun muhtelif bölgelerine sığındılar. Bu yerler sadece dağlar, köyler değildi. Nitekim I. Beldiceanu’nun ortaya çıkardığı 1487 tarihli bir belgeye göre, Hüdavendigâr (Bursa) Livası’na bağlık Göynük’teki yedi mahalleden ikisinin adı ‘Mahalle-i Babailer’ idi. Yazara göre 1400’lerin başındaki Şeyh Bedreddin İsyanı’ndan arta kalanlar da buraya yerleştirilmişti.” (Hür 2013)

Babaî Kadınları ve Bacıyan-ı Rum

Ancak burada bizi esas ilgilendiren, “Bacıyan-ı Rum” terimi ve işaret ettiği görüngüdür.

İlginç biçimde, bu konuda tek araştırmayı gerçekleştiren Mikail Bayram’a (2016: 13-14) göre, ilk kez Aşık Paşazade (1481) tarihinde, Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum terimleriyle birlikte geçen kavram[9], tarihçiler tarafından yanlış yorumlanagelmiştir. Örneğin Alman şarkiyatçı Franz Taeschner sözcüğü Hâciyan-ı Rum ya da Bahşıyân-ı Rum (Anadolu Sihirbazları ya da Ruhanîleri) olarak okunmuştur. Aşıkpaşazade’nin Anadolu’da bir kadın örgütlenmesine işaret ediyor olabileceği fikrini ilk kez dile getiren, Fuat Köprülü’dür; hatta bu kavramın “uç beyliklerindeki Türkmen kabilelerin müsellah ve cengâver (silahlı ve savaşçı; abç.) kadınlarına” işaret edebileceğini dile getirmiş, ancak o da bu fikri geliştirmemiştir.

Kaynaklar, Babaî isyanına katılan Türkmenlerin, Amasya ve ardından da Konya üzerine kadın-erkek-çoluk-çocuk hep birlikte yürüdüğünü kaydetmektedir. Malya ovasında konaklayan ve Selçuklu ordusuyla karşı karşıya gelen Babaîler, bir ordudan çok, bir göçer konaklamasını andırıyordu. Burada yaşanan savaşta isyancı erkeklerinin çoğu kılıçtan geçirilirken, kadın ve çocuklar savaş ganimeti olarak Selçuklu destekçileri arasında paylaştırıldı. (Ersan 2016).

Tarih boyunca kurulu düzene karşı ayaklanan ve egemenlerden “rafızî/sapkın” damgası yiyen ezilenlere yöneltilen “ahlâk kurallarını çiğnerler, kadınları ortak kullanırlar, analarıyla, bacılarıyla ilişkiye girerler” suçlamasından Babaîler de kaçınamamıştır. Kadınların giderek toplumsal yaşamın dışına, hareme, özel alana itildiği kent yaşamının tersine göçer Türkmenler’in kadın-erkek ilişkilerindeki göreli eşitçiliği, onların “Taptukiyan-ı mubahî” (her kötülüğü mubah sayan Tabtuklular) (Bayram 2016: 19) olarak nitelenmelerine yol açacaktır.[10]

Göçerdiler… Kentli yaşamının tersine, kadın-erkek arasında kaç-göç yoktu. Kadınlar üretim faaliyetlerinde üzerine düşen görevleri yerine getiriyor, aşiret meclislerinde görüşlerini açıklayabiliyor, cem ayinlerine kadın-erkek katılıyorlardı. Resmî tarihçe “Anadolu’nun Türkleştirilmesinde/ müslümanlaştırılmasında başat rol oynadıkları” vurgulanan babalar, bir yoruma göre Türkmenlerin bu adetlerine “göz yumuyor”[11] , ama daha doğru bir yorumla, “dert etmiyor” hatta teşvik ediyorlardı: “Baba İlyas, Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla oluşmayacağını, bunu ancak insanın kendi sevgisiyle yaratabileceğini söylüyordu. Kadın-erkek ayrımına karşı çıkıyor, bütün insanların eşitliğini savunuyordu. Türkmenlerin o zamanki yaşamlarına son derece uygun olan ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal düzen öneriyordu.” (Ersan 2016)

Öyle anlaşılıyor ki, Türkmen kadınlar, Bacıyan-ı Rum olarak bilinen kadın örgütlenmesini, daha isyandan önce oluşturmaya başlamışlardır. Velayetname’sinde aktardığına göre Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas ile görüştükten sonra kardeşiyle birlikte önce Kırşehir, ardandan da Kayseri’ye gider:

 “Hünkâr Hacı Bektaş Veli Rum ülkesine yaklaşınca mana âleminden Rum erenlerine: ‘Selamlar sizin üzerinize olsun Rum’daki erenler ve kardeşler’ diye selam verdi. 57 bin Rum ereni sohbet meclisindeydi. Rum’un gözcüsü Karaca Ahmed’di. Hünkâr’ın selamı, Fatma Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’dan Seyyid Nureddin’in kızıydı[12]; henüz evlenmemişti; sohbet meydanındaki erenlere yemek pişirmekteydi. Karaca Ahmed de Seyyid Nureddin’in müridiydi. Fatma Bacı ayağa kalkıp, Hünkâr’ın geldiği yöne dönerek elini göğsüne koydu ve üç kez ‘Selamını aldım’ dedi, yerine oturdu. Meclistekiler, ‘Kimin selamını aldın’ dediler. Fatma Bacı, ‘Rum ülkesine bir er geliyor. Siz erenlere selam verdi, onun selamını aldım’ dedi. Erenler, ‘Sözünü ettiğin er nereden geliyor’ diye sordular.
Fatma Bacı, ‘Kendisi Horasan erenlerindendir. Ama şimdi Beyt-Allah tarafından geliyor.’ Erenler, ‘Ne yapalım ki, Rum ülkesine girmesin. Yoksa ülkeyi elimizden alır, halkı kendisine muhip eder, artık Rum’da bize oyun olmaz, yer kalmaz. Bir şeyler yapalım da Rum ülkesine sokmayalım’ diye tartışmaya başladılar. Kimisi: ‘Kanat kanada verelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim, Rum’a girmesin’ dedi. Hepsi bu önlemi uygun buldu. Velâyet kanatlarını birbirlerine çatarak yolu bağladılar. Hacı Bektaş Veli, Rum sınırına varınca yolun tutulmuş olduğunu gördü…” (Velayetname’den aktaran Ersan, 2016)

Bu menkıbe dilini gündelik dile çevirecek olursak, Anadolu abdallarının Kırşehir ya da Kayseri çevresinde bir toplantı yapmaktadır. Bu toplantıda en az bir kadının mevcudiyetini biliyoruz: Alevîler arasında “Kadıncık Ana” olarak saygı gören Fatma Bacı/Ana. Toplantı halindeki 57 bin erene “yemek yapmak”la görevli olduğu anlaşılmaktadır; ancak bu görevin altından tek başına kalkamayacağı açıktır. Bu durumda, kadın ya da erkek, çok sayıda görevliyi yönettiği düşünülebilir.

Ancak öyle anlaşılıyor ki Fatma Bacı’nın rolü sadece aşçılıkla sınırlı değildir. Hacı Bektaş Veli erenler meclisine yaklaşırken bunu, gelenin kim olduğu, nereden geldiği gibi ayrıntılarla birlikte ilk haber alıp erenleri haberdar edenin Fatma Bacı olduğu düşünülürse, bir çeşit gözcülük yapmakta olduğu da (olasılıkla haberci/korucularıyla birlikte) akla gelir. Ersan (2016) bu korucular örgütünün Bacıyan-ı Rum olduğu kanısındadır. Bu kanısını 14. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’yu dolaşan Alman gezgin Joannes Schiltberger’in, “Türkmen kadınları da atla savaşır, ok atar ve yay kullanır, tıpkı erkekleri gibi. Kadınlar ne zaman savaşa giderlerse bir yanlarına kılıç, öbür yanlarına da yay bağlarlardı,” gözlemine dayandırmaktadır. [Anadolu’daki Türkmen topluluklarda kadın savaşçıların varlığı ve etkinliği pek çok kaynakça da doğrulanmaktadır; örneğin 14.-16. Yüzyıllarda Maraş, Elbistan dolaylarında varlık gösteren Dulkadıroğulları Beyliği’nin 30 000 kadın savaşçısı olduğu bildirilir. (Döğüş 2015: 145)

Savaşçı kadınlar, Babaî saflarında da yer almışlar, daha doğrusu Kefersud’dan Amasya, ardından da Konya üzerine sefere çıkan Babaî yığınlarının kadınları da savaşlara katılmışlardı… Tıpkı yıllar sonra, Kayseri’yi Moğol istilasına karşı Ahilerle birlikte savunan Bacıyan mensupları gibi…

Bacıyan’ın tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmese de, tohumlarının Babaî isyanının hazırlıkları sırasında atıldığı Baba İlyas ile görüştükten sonra Rum erenleriyle buluşmaya giden Hacı Bektaş menkıbesinden anlaşılıyor. Adı geçen Fatma Bacı’nın Bacıyan’ın kurucu önderlerinden olduğunu Mikail Bayram’ın (2016) çalışması ortaya koymaktadır. Ocak (1996: 373) da bunu doğrular. “S. Divitçioğlu da Anadolu Bacıları’nı Anadolu Abdalları (Horasan Erenleri) içerisinde incelemektedir. Ona göre Anadolu Abdalları’nın piri Hacı Bektaş Veli, Anadolu Bacıları’nın piri de Fatma Bacı’dır. “Anadolu Abdalları ile Anadolu Bacıları heterodoks inançlar çerçevesinde kendilerini Tanrı’ya adamış baba, derviş, şeyh, fakir ve bacı diye adlandırılan din adamlarıyla onların erkek ya da kadın müritleridir” ifadesiyle de bunların Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu Abdalları (Abdalân-ı Rûm) ile beraber dinî işlevleri yöneten dinî- tasavvufî bir zümre olduğunu öne sürmektedir.” (Döğüş 2015: 144)

Bu durumda, Aşık Paşazade Tarihi’nde (2003: 298) “Anadolu’ya gelen dört grup insan” olarak zikredilen Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum’un Selçuklu ordularının paralı Frank askerlerinin desteğiyle Malya ovasında katlettiği Babaîlerin Anadolu’nun dört bir yanına, özellikle de güvenlik için uç bölgelere dağılmış Babaî “kılıç artıkları” olduğu çıkarımında bulunabiliriz.[13]

Yeri gelmişken belirtilmeli, resmî tarih yazıcılığında bu örgüt ve/veya kesimler, “Anadolu’nun Türkleştirilmesi/İslâmlaşması”nda öncü rol üstlenmiş kolonizatörler olarak göklere çıkarılırken, onların yine “Türk devleti” olarak yere-göğe sığdıramadıkları Anadolu Selçukluları tarafından kılıçtan geçirildikleri ve uğradıkları katliamların sonucu uç bölgelere savruldukları, ve de kentlerde yerleşmekte olan Sünnî İslâm’ın temsilcileri (örneğin Mevlana ve çevresi) tarafından “mülhid/zındık/ibahî/rafızî/dinsiz” olarak suçlanıp aşağılandıkları unutulur.

Ve bu heterodoks/Alevî Türkmenlere “devlet kurucu” rol atfedilirken[14] Osmanlı’nın kuruluşundan yüz yıl kadar sonra Karaburun’da Alevîleri kırımdan geçireceği, Yavuz Selim döneminde ise katliamlar sistemli bir biçim alacağı gerçeğinin üzerinden atlanır.

Sonuç olarak, Anadolu’da Selçuklu despotizmi ve feodal sömürüye karşı eşitlikçi ve heterodoks bir Türkmen ayaklanması olarak Babaîlik de, baldırıçıplakların eşitlik özlemlerine kadın-erkek eşitliğini ve kadınların özgürlüğünü, toplumsal yaşama katılmalarını eklemlemiş ve bunu fiilen hayata geçirmiştir.

 

Bogomiller

 

Rafızî ayaklanmaları İslâm dünyasına özgü bir durum değildir. İslâm gibi Hıristiyanlık da bir egemen sınıflar koalisyonunun elindeki baskı aracına dönüşen “devlet dini” halini aldığı ölçüde, “baldırıçıplaklar”ın egemenlerce “rafızî/heretik” olarak nitelenen protesto ve isyanlarının hedefi olmuştur. Avrupa’da Erken Ortaçağ’da Paulician (7. yüzyıl, Bizans) ve Bogomil (10. Yüzyıl, Bulgar İmparatorluğu), Yüksek Ortaçağ’da Kathar (12. yüzyıl, Fransa) hareketleri, yoksulları, özellikle de köylüleri harekete geçiren, felsefî açıdan gnostisizm damgasını taşıyan, elinde muazzam servetler biriken Kilise’nin bir egemen sınıf aracı olarak davranmasına karşı tepki hareketleridir ve saliklerinin, Kilise yetkelerince “sapkın/heretik” olarak damgalanıp katledilmelerine cevaz verilmesi sonucuna yol açmışlardır.[15] Bir örnek olarak 10. Yüzyılda Bulgar Krallığı’nı kırıp geçiren Bogomil hareketine bakalım.

Bogomil hareketinin önemi, erken Ortaçağ’da Avrupa’da başgösteren gnostik esinli ilk köylü hareketi niteliğiyle, Yüksek ve Geç Ortaçağ boyunca Avrupa’yı sarsacak rafızî hareketlere (Katharlar, Waldens, Lollardlar, Hussitler, Thomas Müntzer ayaklanması..) öncülük etmesiydi.

Bulgar İmparatorluğu, 9. ve 10. Yüzyıllarda Karadeniz’le Adriyatik arasındaki toprakların büyük bölümünü kapsayan, güneyde Bizans başkentine dek uzanan, Bulgar ve Slav soyluların yönetimindeki erken feodal bir devletti. Toplumun temelini bir yandan kendi büyük toprak sahipleri, bir yandan da Bulgar toprakları üzerinde baskı uygulayan Bizans İmparatorluğu arasında sıkışmış köylüler oluşturmaktaydı.

Ülkenin kuzeyi Bizans etkisi altında Hıristiyanlaşmışken güneyde yerel soylular ve uyrukları pagan inançlarını sürdürmekteydiler; Bizans ve Bulgar yöneticilerin Hıristiyanlaştırma çabalarına karşı direnç sürmekteydi. Bulgar Kilisesi Bizans karşısında görünüşte bağımsız iken, Grek misyonerler Bizans kilisesinin etkisini yayma konusunda faaliyet yürütüyordu.

Bizans etkilenimi altında gösterişli katedraller ve halktan kopuk yüksek ruhbanın yaşamı, yoksul köylülükle onların sırtından geçinen zengin toprak sahipleri ve ruhban arasındaki sınıf çelişkilerinin tezahür ettiği alan olacaktı. Gezgin yoksul keşişler köylüler arasında Kilise ve toprak ağalarının ellerinde biriken muazzam servete karşı gnostik öğretiler yaymaktaydı. Bizans’ın sınırları güvenlik altına almak üzere bölgeye yerleştirdiği Ermenilerin taşıdığı Paulicien etkiler, gezgin keşişlerin öğretilerini besliyordu.

10. yüzyıl ortalarında Makedonya dağlarında yaşamış bir papaz olan Bogomil’in köyünü terk edip köy köy dolaşarak gnostik esinli vaazlar vermesi, bu çelişki ve gerilim yüklü ortamda bir kıvılcım görevi görecektir.

Bogomil’in öğretisi şöyle özetlenebilir: Tanrı evreni dört unsurdan-ateş, hava, su, toprak- yaratmış, kendisine hizmet edip savaşan bedensiz meleklerin yaşadığı kendi melekûtunu ise yedi kat gökte kurmuştur. Birinci gök katının altında ise önceleri sudan oluşan yeryüzü vardır. Meleklerden biri, Satanael Tanrı’ya başkaldırıp yeryüzüne sürüldüğünde, sularla karaları ayırıp ay, yıldızlar, rüzgar, şimşek, kar gibi doğa olaylarını, ardından da bitkilerle hayvanları yaratmış, en sonunda da kendisine hizmet için insanı yaratmış, melekleri insanların bedenlerine hapsetmiştir. Şu halde insan bedenen kötücül Şeytan’ın, ruhen ise iyicil Tanrı’nın yaratımıdır ve düalizm insanda sürüp gider. Tanrı kendini insanlara tanıtmak üzere pek çok haberci gönderir; İsa bunlardan biridir. Ancak Satanael onu yakalayıp çarmıha gerdirir. Ne ki İsa üç gün sonra Satanael’i zincire vurup cehenneme sürecektir. Satan (Şeytan) adını alan Satanael buradan kurtulmayı başarıp dünyada yöneticilerin, kralların, zenginlerin, kilisenin ve ilahiyatçıların desteğini kazanarak hükmünü sürer. Ancak Kıyamet günü gelip çattığında Şeytan ve yardımcıları Cehennem’e geri gönderilecek, Bogomiller ise açlık ve yoksulluğun olmadığı Göksel Krallığa ulaşacaklardır (Erbströsser 1984)…

Bogomil öğretisine göre kilise binaları şeytan ve yardımcılarının barınaklarıdır. Kiliselere gitmeyi reddeden Bogomiller, Kilise’ye ödedikleri ağır vergiler ve kilise topraklarında tabi tutuldukları angaryalardan bunalmış köylülerin güvenini kazanmakta gecikmemiştir.

Vaftiz, Kudas, ikonalar, hac, İsa’ya yakıştırılan mucizeler, Eski Ahid vb. de benzer biçimde Şeytan’ın işiydi. Tüm sinod kararlarını geçersiz kabul edip Hıristiyan bayram ve festivallerini kutlamayı da reddediyorlardı.

Çoğunlukla yoksul ruhbanlar ya da manastır tarikatlarından gelen Bogomil vaizleri (perfecti) tüm dünya nimetlerini reddederek yalın bir hayat sürdürmek zorundadır: evlenemezler, cinsellikten uzak dururlar, et yemez, çalışmaz ve sadakalarla geçinirlerdi. Bu çekirdeğin çevresindeyse genellikle yoksul köylüler yer alıyordu, bu kesim katı bir dinsel yaşam sürdürmeye yemin etmekle birlikte, dünya işlerinden tümüyle kopuk değildi. Evlenebiliyor ve çalışıyorlardı.

Bogomiller, 11. yüzyılda Bulgar topraklarını istila eden Bizans güçlerine karşı yoğun bir direnç göstermiş ve bu direniş sırasında, Bizans işgaline karşı savaşan Bulgar soylularıyla arayı düzeltmişlerdir. Bogomilyanizm 12. yüzyıl sonlarından itibaren sönümlenecek, ancak Yüksek ve Geç Ortaçağ Avrupa’sındaki diğer köylü hareketleri içinde yeniden canlanacaktır.

 

Bogomil “Feminizm”i

 

“Biraz daha erken değilse 12. yüzyılda, Batı Avrupa, pek çok tarihçinin 12. Yüzyıl Rönesansı adını verdiği iktisadî ve toplumsal bir altüstlük dönemi yaşadı. Bunun veçhelerinden biri, ağırlıklı olarak güney Fransa’da, kadınların kayda değer özgürleşmesiydi- ki bu gelişme İtalya, Hollanda ve daha sonra da İngiltere’ye yayılacaktı. Gerçek bir kurtuluşun gerçekleştiği toplumsal bölgelerin izi sürülebilir. Rafızî düalist fikirler izleyen Kathar cemaatlerinin toplumsal-iktisadî ikliminde ortaya çıkmıştır. Jenerik olarak Kathar fikirlerine yakın olan Waldensler arasında da benzer gelişmeler gözlemlenebilir. Bu düalist damarın Bulgaristan’dan kaynaklandığı, Bosna, Dalmaçya ve İtalya’nın kuzeyi üzerinden Batı’ya yayıldığını anımsamak önemlidir. Bulgar düalistlerinin, hem Paulicienler hem de Bogomillerin en önemli özelliklerinden biri, kadınların tam özgürleşmesiydi.” (Vasilev 2014: 43)

Vasilev (2000) kadınların Bogomilcilik içerisinde eriştiği yüksek konuma ilk dikkat çeken tarihçilerden biridir. Bu durumu Bogomil teolojisinden hareketle açıklar: Bogomil inanç sisteminde kadın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmış, erkekten aşağı bir yaratık, hatta bir maddî ve cinsel tahakküm nesnesi değildir. Çünkü Satanael melekleri hem erkek hem de kadınların bedenlerine hapsetmiştir; bu nedenle her iki cins de hem iyiliğe, hem de kötülüğe yetilidir. Bu dünyanın nimetlerini tümüyle reddeden, katı bir münzevi yaşam sürdüren kadın ve erkekler (“kötücül”) bedenlerinden sıyrılarak özgürlüğe kavuşacaktı. Bu selamet görüsü hem kadınlar hem de erkekler için geçerliydi.

Bu teolojik eşitlik, hem ayinsel hem de pratik eşitliği teşvik etmekteydi: kadınlar da dinsel görevler üstlenebiliyor, günah çıkartabiliyor, ruhanî lider pozisyonu işgal edebiliyordu. Öyle ki, Bogomil piskopos-keşişler Leonce ve Clement, 1143’de Kapadokya’da rafızî kadınların “kutsal İncil’i okumalarına ve Clement’le birlikte ayine katılmalarına izin verdikleri” gerekçesiyle yargılanmışlardı. Dahası, aynı kişiler bu kadınları diyakoz olarak atamışlardı. Bogomillerin kolektif tartışmalarına kadınlar da katılıyor ve özgürce görüşlerini savunabiliyorlardı. Öyle ki, Vasilev (2000) Katolik ve Ortodoks ruhbanın 12. yüzyıldan itibaren Bakire Meryem figürünü ve Meryem’in Hıristiyan inanışı içerisindeki etkinliğini daha fazla vurgulama gereksinimini duymalarını doğrudan Bogomil “feminizmi”nin etkisine, Bogomillerin kadınlara yönelik özgürlükçü tutumlarının etkisini dengeleme kaygısına bağlamaktadır.

Dinsel bilgi ve pozisyonlara, kutsal metinlere erişimdeki aynı eşitliği, Avrupa’nın diğer “rafızî” hareketlerinde görmek olanaklıdır. Ve “rafızî” kadınlar, hareketlerine yönelik haçlı seferleri boyunca, doğrudan katledilmedilerse eğer, Enkizisyon mahkemelerinde kovuşturmalara uğramış ve pek çoğu yakılarak öldürülmüştür.

 

Thomas Müntzer ve Köylü Ayaklanması

 

Erken ve yüksek ortaçağ Avrupası’ndaki “rafızî” hareketler, Hıristiyanlığın egemenlerin elinde bir iktidar aygıtına dönüşmesine yönelttikleri eleştirilerle, eninde sonunda Kilise’nin yetkesini sınırlayan ve seküler düşüncenin önünü açan, “ulusal kilise”lerin oluşmasına olanak sağlayan Reformasyon’a ebelik etmiştir. Hiç kuşkusuz, bu gelişmede, palazlanmış Avrupalı ticaret burjuvazilerinin büyük toprak sahibi soylular ve onların doğal müttefiki durumundaki ruhban boyunduruğundan kurtulma arzularının payı, belirleyicidir:

“Onüçüncü yüzyıldan onyedinci yüzyıla dek tüm reformasyonlar ve bağlantılı dinsel sloganlar eşliğinde yürütülen mücadeleler, kuramsal açıdan kentlerdeki kentli ve pleblerin ve onlarla temas sonucu isyankârlaşan köylülerin, eski teolojik dünya görüşünü değişen iktisadî koşullara ve yeni sınıfın yaşam tarzına uyarlama yolundaki tekrarlanan çabalarından başka bir şey değildi.” ( Engels, 1887).

Alman reformcu Martin Luther 31 Ekim 1517 günü Alman üniversite kenti Wittenberg’in ana kilisesinin kapısına “95 Tez” olarak bilinen bildirgesini astığında, yeni bir çağı başlattığının bilincinde miydi, bilinmez; ancak Kilise’nin 1500 yıllık hâkimiyetini sona erdirecek toplumsal ve dinsel kargaşa” cinini de şişeden geri dönüşsüz biçimde çıkarmıştı. Katolik Kilise’nin Batı Avrupa entelektüel yaşamı üzerindeki tekeli böylelikle sönümleniyor, kentli pleblerle işbirliği içindeki ticaret burjuvazisi, iktidarı feodal efendilerden devralmaya hazır olduğunu ilan ediyordu. Ne ki gelişmeler, efendiler değişse de baskı, ezilme ve sömürülme yazgıları değişmeyen “en alttakiler”in eşitlik ve özgürlük özlemlerini hayata geçirmek için silaha sarıldığı bir başka sınıflar savaşını daha devreye sokacaktı. Kavga yalnızca pleblerle ittifak halindeki burjuvaziyle feodal soylular (ve onların sözcüsü ve “yancı”sı yüksek ruhban) arasında değil, tüm baskı ve sömürü biçimlerine karşı silaha sarılan köylülüğün başı çektiği ezilenlerle egemenler arasındaydı. Kır ve kent yoksulları, Protestan hareketin ve okuma olanağını kitleselleştiren matbaanın etkisiyle Kutsal kitabı ilk kez kendi dillerinde öğrenme olanağına kavuşmuş, oradaki eşitlik ve kardeşlik çağrısını, soyluların ve ruhbanın yerini almaya çalışan burjuvalara geçit vermeyecek kertede radikalleştirmişlerdi.

“En alttakiler”in lideri, babasının bir feodal beyin kaprisi sonucu gözleri önünde asılmasına tanık olalı beri sınıf öfkesi besleyen Thomas Müntzer’di.

Müntzer, başlangıçta Papalığa karşı açtığı savaşta Luther’in yanında yer almıştı. Onun tarafından Zwickau kentine pastör olarak atanacak kertede yakındılar. Ancak Zwickau yüz yıl kadar önce Taborite öğretilerin merkezi olan Bohemia sınırına yakındı; kısa sürede Taborite bir dokumacı ustası, Niklas Storch’dan süreğen, gizemli vahyi ve seçkinlerin zor yoluyla iktidarı ele geçirerek eşitlikçi bir düzen kurması gerektiğini va’zeden bu öğretiyi öğrenerek benimsedi. (Rothbard 2016: 147) Ancak kentteki görevi uzun sürmeyecekti; mesajının yıkıcılığını hızla fark eden kent otoritelerinin kovuşturmalarından kaçarak, bu kez de Jan Hus’ün düşünceleriyle tanışacağı Prag’a sığındı. 1524’te Almanya’ya döndüğünde, söylevleri yoksul zanaatkârların, köylülerin, madencilerin yüreklerini tutuşturan ateşli bir vaizdi.

Kırsal ve kentli baldırıçıplaklar, Luther’in 95 Tez’ine kendi Oniki Madde’lerini eklemişlerdi: serfliğin ilgası, ortak toprakların zenginlerce müsaderesine son verilmesi, aşar vergisinde adalet, köylülerin avlanma, balık avlama ve orman ürünlerine erişim haklarının tanınması, angaryanın kaldırılması, efendilerin keyfî muamelelerine son verilmesi, rantların adilce saptanması, serfin ölmesi durumunda efendisine ödenen tazminatın ilgası, adalet sisteminde reform, cemaatlerin kendi pastörlerini seçebilme hakkı… (F. Engels, 1850)

Müntzer vaazlarını Almanca veriyor, böylelikle de eşitlikçi taleplerini ve başkaldırı çağrılarını geniş kitlelere iletebiliyordu. Ancak yalnızca vaaz vermekle yetinmiyordu. “Muntzer prenslerin kırsal kesimdeki köylü ayaklanmasını bastırmak için askerî güce başvuracağı belli olduktan sonra silaha sarılan radikal vaizler ağının odağı haline gelmişti.” Bu arada bir süredir şiddete karşı vaazlar veren Luther’in prenslere köylü isyanını katliamla bastırma çağrısı yaparken Reformasyon’unun sınıfsal karakterini nasıl ayan ettiği de kayda değerdir:

Bir köylüyü öldürmek cinayet değildir. Yangının söndürülmesine yardımcı olmaktır. Yarım yamalak önlemlerle bir yere varılmaz! Ezin onları! Boğazlarını kesin. Kazığa oturtun! Yerinden edilmedik tek bir taş bile kalmasın! Bir köylüyü öldürmek, kuduz bir köpeği yok etmektir.!”-“Benim çok katı ve acımasız olduğum söylenirse merhametin canı cehenneme. Onları kuduz köpekler gibi bıçaklayın, boğazlayın, öldürün.” (Ledwith 2017)

Luther’in çağrısından güç alan Alman prensleri, paralı askerlerini Frankenhausen’de ellerinde yaba ve kazmalardan başka silahı olmayan 8000 köylünün üzerine sürdüler. Müntzer’in ordusunun yarısı, top ateşi altında yok oldu. Müntzer’in kendisi ise yakalanıp birkaç hafta sonra 25 Mayıs 1525’de Muhlhausen’de idam edilecekti.

Müntzer’in dinsel öğretisi, vahyin dolayımsızlığı ve erişilebilirliği üzerinedir; Tanrı insanlara Kilise dolayımı olmaksızın doğrudan hitap eder; onun mesajını anlamak için Kilise hiyerarşisine ihtiyaç yoktur. Din adamları, çarmıha gerilen İsa’nın örneğini izlemelidir. Ve otoritelerdense halka güvenilmelidir. (Stagpole, 2016)

Bu öğretilerin toplumsal-siyasal getirisi ise, “ikiyüzlü ruhbana güvenmemeleri konusunda defaatle uyardığı yöneticilerin bu nasihatlere kulak asmaması” sonucunda doğrudan eyleme geçmeye karar verdiği 1523’de belirgin hale gelir: “Allstedt’de Tanrı’nın yeryüzündeki yeni melekûtu için durmaksızın uğraşmaya yeminli gizli bir dernek kurdu. Bu melekût imgelediği ilk Hıristiyan kilisesi modelinde olacaktı. Orada özgürlük ve eşitlik hüküm sürmeliydi. Prensler ve ekabiran bu yeni İncil’e sahip çıkmayı reddediyorlardı. O zaman onlar devrilmeli ve bu İncil’i sahiplenmeye hazır ‘sıradan insan’ onların yerine yükseltilmeliydi. Tanrı’nın melekûtunun yurttaşı olmayı reddedenler sürgüne gönderilmeli ya da öldürülmeliydi. İçsel ışığı fark etmenin önündeki en büyük engel, dünya zenginlikleriydi. O zaman, Tanrı’nın melekûtunda özel mülkiyet lağvedilmeli ve herşey ortak olmalıydı.” (Bax 1899).

Thomas Müntzer’in aktif propagandistliğini üstlendiği köylü ayaklanması, yoğun kadın katılımıyla da ünlenmiştir. Örrneğin, bir süre pastörlük görevi yaptığı Allstedt’de soylu yöneticilerle Müntzer yandaşı yoksulları karşı karşıya getiren bir gerginlik sırasında (1524) Müntzer, kadınları da yabalarla silahlanıp kenti savunmaya çağıracak, kadınlar kent savunması için bir birlik oluşturacaktı. (Scott 1989: 67, 87).

Reformasyon, başta dölyatağı Almanya olmak üzere tüm Avrupa’da kadın kitleleri üzerinde derin etkiler bırakacaktı. Özellikle Kilise’nin toplumsal yaşam üzerindeki tekeline son veren, vahyin yoksul-zengin, kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin, ruhban aracılığı olmaksızın herkes için erişilebilirliğini savunan tezleriyle kadınların etkinliğini arttırdı. Luther’in ılımlı hattı daha çok küçük soylu kesimin kadınlarını çekerken, yoksulların tepki ve taleplerini seslendiren radikal akımlar, yoksul kesimlerin kadınları arasında bir mayalanmaya yol açacaktı.

Yalnızca dinsel değil, toplumsal-siyasal alanda da bir mayalanma. Köylü ayaklanmaları sırasında kadın vaizler aktif ajitasyon-propaganda faaliyetleri yürütmüş, isyancıları kışkırtmış, din adamlarını hırpalamış, kilise ve manastırları yakıp yıkmış, yamalamalara katılmıştı. Bu süreçte zindana atılan, kentlerden sürgün edilen, yakılarak cezalandırılan kadınların sayısı az değildir. Bizzat Müntzer’in eski bir rahibe olan karısı Gersen’li Ottilie, bir grup kadınla birlikte Allstedt’de bir ayini basmış ve bu yüzden tutuklanmıştı. Müllhausen’deki çatışmalara katıldığı kaydedilmektedir. (Schlarb, tarihsiz)

 

Sonuç

 

Kadınların tarihini kaleme almak zordur. Çünkü tarihin kaydını tutanlar, egemenlerdir çoğunlukla. Onların “tarih”inin kahramanları, her zaman eril yöneticilerdir; tabi olanlar, ezilenler, erkek de olsalar, pek az yer bulabilir anlatılarında. Çoğunlukla, başkaldırdıkları, kurulu düzeni tehdit ettikleri zaman, ve başı ezilesi bozguncular, yıkıcılar, gözü dönmüş haydut sürüsü, onmak bilmez uçkur düşkünleri olarak. Ezilenlerin kadınları ise ancak bu noktada devreye girer, egemenlerin kiralık kalemlerinin anlatılarında: onlar kutsal özel mülkiyet hakkını tanımayan, mal-mülk ortaklığı yaygaraları kopartan, dinden-imandan çıkmış ahlâk düşkünlerinin “ortaklaşa” kullandığı mallardan ibarettir. Hani Marx ile Engels Komünist Manifesto’da derler ya: “Ama siz komünistler karıları ortak hale getireceksiniz, diye koro halinde bağırıyor bize bütün burjuvazi.

Burjuva, karısını sadece bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının toplumsal ortaklık içinde sömürülecekleri çalınır kulağına, o zaman da tabii, bu toplumsal ortaklık kaderinin kadınları da vuracağı düşüncesinden başka bir şey gelmez aklına.

Ve doğrular onları, Necip Fazıl Kısakürek (2014): “Şeyh Bedreddin her evin, her malın, her lokmanın herkese ait olduğu ve kullanılmakta hiçbir izin ve engele bağlı olmadığı yolundaki iştirakçiliğini o kadar ileriye götürdü ki, ‘nikâhlı kadınlar iştirakten müstesnadır!’ dediği halde, nikâhsızlar için açık zinayı mubah kabul etmekle, kadını da müşterek mal saydığının farkında olmadı ve işin nasıl olsa bu noktaya varacağından habersiz göründü. Hem, tezada bakın ki, nikâhlı kadın niçin iştirakten müstesna oluyor da tapulu mülk veya faturalı mal, ortak kıymet oluyor?” Öyle ya, nikâhlı kadın da nihayetinde bir tapulu mülk ya da faturalı mal olduğuna göre, ona bu ayrıcalığı tanımak nesi?!!

 Ne ki, rafızîliğin tarihi, bu “icat”ın burjuvaziye ait olmadığını gösteriyor. Baldırıçıplakların her başkaldırısında, egemenlerin hizmetindeki kalemler, onları ahlâkî düşkünlükle, kadınları ortaklaşa kullanmakla, cinsel başıboşlukla suçlamakta birbiriyle yarışmışlardır. Bu “yancı” kalemlerin savundukları düzenin, Abbasî ve Selçuklu sarayından feodal soylularla üst kademe ruhbanın dillere destan orjilerine[16], hiç de birer “ahlâk abidesi” olmadığını belirtmeye gerek var mı?

Tarihteki rafızîler, mülhidler, heretikler, sapkınlardan pek azı “kadınları ortaklaşa kullanmayı” aklından geçirmiştir belki, ama egemenleri derinden sarsan, çileden çıkartan başka bir şey yapmışlardır. Kadınlara, kurulu düzenin tanıdığından çok daha fazla etkinlik alanı açmışlar, onların toplumsal yaşama, yaşamı değiştirme, daha eşitlikçi ve özgür kılma mücadelesine katılmasını desteklemişler ve kendi cemaatlerinin iç yaşamını kadın-erkek ilişkilerini daha eşitlikçi kılacak tarzda düzenlemişlerdir. Bir başka deyişle, ezilenlerin mücadeleleri yalnızca erkek uyrukları değil, kadınları da üzerlerindeki sınıfsal ve cinsel baskıdan özgürleştirme yönünde yol almıştır. Kanıtı huruçları yenilgiyle sonuçlandığında, erkek yoldaşlarıyla birlikte kılıçtan geçirilen, kütük yığınları üzerinde yakılan ya da cariye pazarlarını boylayan onbinlerce kadındır.

Başta söyledim, bir kez daha vurgulamak isterim; ezilenlerin mücadelelerinin tarihi bize onların sınıfsal sömürü ile cinsel (giderek “ırksal”) baskıların ortak kökenine dair güçlü bir sezgiyle yüklü olduklarını; henüz bir “kadın hakları bildirgesi” ilan edecek kertede olgunlaşmış olmasalar bile kadîm “eşitlik” özlemlerine kadınların eşitliğine dair görüleri de dahil ettiklerini gösterir.

Bu görüler, “ezilenlerin mücadelelerinin kesimselliği/parçalılığı” üzerine postmodern tezleri boşa düşürmektedir.

 

N O T L A R

[*] Newroz, Kasım 2020…

[1] “Ahvazî siyasal ve fikirsel sohbetler yapıyordu. Bu sohbetler kurtuluş yollarını gösterirken zenginlere, toprak ağalarına karşı örgütlenip ayaklanmayı da içeriyordu. Toprak ağalarının geniş arazilerinde çalıştırılan köle ve yoksul köylüler, işi gücü bırakarak toplantılara katılıyordu. İşin gücün aksadığını ve kendilerine karşı propaganda yapıldığını gören zenginler, Ahvazî’yi gammazlayıp tutuklanmasını sağladılar.” (Bulut 1997: 127)

[2] Platon.

[3] 27 Mayıs 2016 tarihinde Diyarbakır’da halka seslenen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK’lileri kast ederek “bunlar ateist, bunlar Zerdüştî” demesi, aynı devlet geleneğinin devam edegeldiğini gösterir. Alevîler üzerinde süregitmekte olan “Sünnîleştirme” politikalarından ise hiç söz etmiyorum.

[4] “Örneğin Zekeriya Muhammed Kazvini’nin (ö. 1283) Âsârü’l-Bilâd adlı eserine göre halkının çoğunluğu Türkmen olan Sivas şehir merkezinde camiler boştu. Halk, dini ihmal ediyor ve içki içiyordu. Niğdeli Kadı Ahmet, 1340’ta tamamladığı el Veledu’ş-Şefik adlı ansiklopedik eserinde daha da ileri giderek, Niğde ve Ulukışla civarında yaşayan Gökbörüoğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları gibi Türkmen boylarının İslam’la hiç alakalarının olmadığını (mülhid) yazacaktı. Yazara göre bu boylar Mazdek inançlarını taşıyor ve sonsuz bir cinsel serbestlik uyguluyorlardı.” (Hür 2013).

[5] Ersan (2016) , Sadettin Köpek’in Baba İshak müridi olduğunu söylüyor

[6] Kaynaklara göre Selçuklu ordusu 12-60 bin, Babaîler ise 3-6 bin kişiden oluşuyordu. (Hür 2013)

[7] “Aşıkpazade Tarihi’nde, Baba İlyas'ın müridi olan Hacı Bektaş, önce Babai isyanına iştirak etmiş, sonra ismini vermiş olduğu Bektaşi tarikatının kurucusu olarak karşımıza çıkar.” (Kayaoğlu 1990: 149.)

[8] Günümüzdeki Hacıbektaş  ilçesi.

[9] “Aşık Paşazade Anadolu Selçukluları devrinde Anadolu’daki sosyal zümrelerden birinin de kendi tabiriyle ‘Bacıyan-ı Rûm’ yani Anadolu Bacıları olduğunu haber verdikten sonra Hacı Bektaş’ın (669/1271) Bacılara yakınlığından ve bu bacıların ileri gelenlerinden olduğu anlaşılan ‘Hatun Ana’ya bağlılığından söz etmektedir. Ez cümle Hacı Bektaş’ın gizli ilim ve kerametlerini bu Hatun Ana’ya gösterdiğini, nesi varsa ona emanet ettiğini bildirmektedir.” (Bayram 2016: 23)

[10] “Örneğin Zekeriya Muhammed Kazvini’nin (ö. 1283) Âsârü’l-Bilâd adlı eserine göre halkının çoğunluğu Türkmen olan Sivas şehir merkezinde camiler boştu. Halk, dini ihmal ediyor ve içki içiyordu. Niğdeli Kadı Ahmet, 1340’ta tamamladığı el Veledu’ş-Şefik adlı ansiklopedik eserinde daha da ileri giderek, Niğde ve Ulukışla civarında yaşayan Gökbörüoğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları gibi Türkmen boylarının İslam’la hiç alakalarının olmadığını (mülhid) yazacaktı. Yazara göre bu boylar Mazdek inançlarını taşıyor ve sonsuz bir cinsel serbestlik uyguluyorlardı.” (Ersan 2016)

[11] “Müslümanlığın kadın erkek bir arada bulunmasını yasaklayan gereklerine karşılık babalar, yaşadıkları hayat gereği, sabahtan akşama kadar kadın erkek bir arada bulunan Türkmenlerin kadın erkek toplu dini ayinlerine ses çıkarmıyorlardı.” (Döğüş 2018)

[12] Bayram (2016: 26) bu bilginin yanlış olduğunu, Fatma Bacı’nın Şeyh Evhadu’ddin-i Kirmanî’nin iki kızından biri olup debbağların pîri olarak da bilinen, Ahîlik teşkilatı kurucusu Ahi Evran ile evlendiğini kaydeder.

[13] “14. yy.da Osmanlı arazisinde bulunan ve Rum Abdalları zümresinin en ünlülerinden Geyikli Baba, Orhan Gazi’nin adamlarına “Seyyid Ebu’l-Vefa tarikatındanım ve Baba İlyas müridiyim” diye cevap veriyordu. Bu cevabıyla o öteki Rum Abdalları gibi Babaî geleneğine mensup olduğunu belirtmek istiyordu. Şu halde Abdalan-ı Rum, siyasi bir hareket olan Babailerin fikri plandaki devamından başka bir şey olmamaktadır. Bu hareket, Osmanlı Beyliğinin teşekkülü sırasında ilk Osmanlı hükümdarları tarafından destek görmüştü. Özellikle Osman ve Orhan Beyler, Geyikli Baba, Abdal Musa, Doğlu Baba, Postinpuş Baba gibi Anadolu Abdalları ile yakın ilişkiler içerisinde idi.”   (Hür 2013)

[14] Türkmenlerin anti-otoriter ve eşitlikçi yapısı için bkz. Ateş (2016).

[15] Bu hareketlerin toplu bir özeti için bkz. Özbudun (2003: 154-189)

[16] 15. yüzyılda iki mensubu papalığa dek yükselen Borjiya ailesini hatırlamak yetecektir.

 

KAYNAKÇA

Anonim (2017), “Kom, Komün, Komünal Yapılar Ve Komünalite Örnekleri”, Xweserî / 5 Nisan 2017 (https://xweseri1.wordpress.com/2017/04/05/kom-komun-komunal-yapilar-ve-komunalite-ornekleri/.)

Aşık Paşazade (2003). Osmanoğulları'nın Tarihi. Kemal Yavuz- M. A. Yekta Saraç (der.), K Kitaplığı.

Ateş, Ahmet. (2016). Türkmen Anarşizmi. Öteki Yayınevi.

Bax, Belfort (1899). The Peasant War (Germany), https://www.marxists.org/archive/bax/1899/peasants-war/ch07.htm

Bayram, Mikail (2016). Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum. Anadolu Bacıları Teşkilatı. Çizgi Yayınları.

Bulut, Faik (1997). İslâm Komüncüleri: Karmatîler. Doruk Yayınları.

Döğüş, Selahattin (2015). “Kadın Alplardan Bacıyân-ı Rum’a (Anadolu Bacıları Teşkilatı); Türklerde Kadının Siyasi Ve Sosyal Mevkii”, KSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:12 Sayı:1.

-                   (2018). “Babailik ve Babailer İsyanı”, Beyaz Tarih, https://www.beyaztarih.com/selcuklu-tarihi/babailik-ve-babailer-isyani

El Cheikh, Nadia Maria (2015). Women, Islam and Abbasid Identity. Harvard University Press.

Engels, Frederick (1850). The Peasant War in Germany, Marxist Internet Archive, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1850/peasant-war-germany/index.htm

-                   (1887). “Lawyer’s socialism”, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/10/lawyers-socialism.htm)

Erbströsser, Martin (1984). Heretics in the Middle Ages, Editions Leipzig.

Ersan, Mehmet Özgür (2016). “Babailik Ve Babailer Ayaklanması hakkında gerçekler (Dede Garkın, Baba İlyas, Baba İshak, Karaca Ahmet Sultan, Menteş Çelebi ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli)”. http://mehmetozgurersan.com/?p=1492

Hür, Ayşe (2003). “Baba İlyas’la Baba İshak neden isyan etti?” Radikal İki, 3 Mart 2013.

İlknur, Miyase (2014), “Faik Bulut’la söyleşi: İslâm’ın asi çocukları, komüncüleri: Karmatiler” Cumhuriyet, 11 Şubat 2014.

Kayaoğlu, İsmet (1990). “Mevlana’nın Çağdaşı Derviş Tarikatları, Babalar, Kalenderiler ve Diğerleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 31, sayı 1.

Kısakürek, N. Fazıl (2014). İhtilal, Büyük Doğu Yayınları.

Ledwith, Sean (2017). “Thomas Muntzer: From Reformation to Revolution”, Opinion, 31 Ekim 2017, http://www.counterfire.org/articles/opinion/19289-thomas-muntzer-from-reformation-to-revolution

Mahjoub, Nadeem (2008). “The Qarmatians (Al-Qaramita)”, http://middleeastpanorama.blogspot.com/2014/03/the-qarmatians-al-qaramita.html

Ocak, Ahmet Yaşar (1980). Babaîler İsyanı. Dergah Yayınları

-                   (1996). “Bektaşilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.5.

Oktay, Hasan (2016). “İslâm’da İlk Komün Hareketi: Karmatîlik”, http://kafkassam.com/ İslâmda-ilk-komun-hareketi-karmatilik.html

Özbudun, Sibel (2003). “Ortaçağ’da Hıristiyan Rafızîliği”, Kültür Halleri,Geçmişte, Ötelerde, Günümüzde. Ütopya, ss.154-189

-                  (2004). Hermes’ten İdris’e. Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri. Ütopya.

Rothbard, Murray N. (2016). “Messianic Communism in the Protestant Reformation” An Austrian Perspective on the History of Economic Thought, vol. 1, Economic Thought Before Adam Smith. Ludwig von Mises Institute.

Schlarb, Cornelia (tarihsiz). “Women in the Reformation Period Female reformers- reformers‘ wives- Women who acted for reformation” http://www.theologinnenkonvent.de/pdf/reformation/Women_Reformation_engl_18-5-11.pdf

Scott, Tom (1989). Thomas Müntzer, Theology and Revolution in the German Reformation, Palgrave.

Stagpole, Gregory (2016). “A Preliminary Synopsis of the Life of Thomas Müntzer”, https://intotheclarities.com/2015/06/06/thomas-muntzer/

Vasilev, Gerrgi (2000). “Bogomils, Cathars, Lollards and The High Social Position of Women During the Middle Ages”, Facta Universitatis, Niş Üniversitesi, c. 2, sayı 7: 325-336).

-                  (2014). Heresy and the English Reformation, Bogomil-Cathar Influence on Wycliffe, Langland, Tyndaleand Milton. Mcfarland.

Yıldız, Hakkı Dursun (1996) . “Abbâsîler”, İslâm Ansiklopedisi, c. 1, Türkiye Diyanet Vakfı.


 

Sayfalar