Cumartesi Mayıs 4, 2024

Akademisyen sorumlulugu /Sibel Özbudun

“En büyük bilgelik kendine egemen olabilmektir.”[2]

1. Entelektüel üretimin akademiye ve belli şablonlara sığdırılmaya çalışıldığı günümüzde, sizce akademi dışında entelektüel bir üretim zeminin oluşturulma imkânları nelerdir? Bu bağlamda Özgür Üniversite deneyimini nasıl değerlendirirsiniz?

Öteden beri, akademinin entelektüel üretime pek katkı yaptığını düşünenlerden değilim. Hatta zaman zaman mevcut potansiyelin gelişmesini engelleyici bir rol üstlenebildiğinin de -en azından sosyal bilimlerde- tanığıyım. Siyasal baskılar/ etkilenimler, üniversiteleri kıskacına alan cemaatçi-muhafazakâr kadrolaşma, en üretken unsurlar olan genç akademisyenler, doktora adayları üzerindeki bölüm başkanı, danışman zorlamaları, öğretim elemanları üzerindeki ders yükü, bitmez tükenmez bürokratik angaryalar… tüm entelektüel hevesin daha ilk yıllarında kekre bir bezginliğe, düşkırıklığına, müstehzi bir blasé’liğe dönüştüğü bir aşınım sürecidir akademik yaşam.

Buna son on-onbeş yıldır Türk(iye) akademia’sında da ağırlığını olanca şiddetiyle hissettiren “üniversitelerin piyasalaşması” sürecinin etkileri de eklendiğinde - akademik yükselmenin çoğunlukla neo-liberal “aklın” hegemonyası altındaki anaakım dergilerde yayın yapma koşuluna bağlanması, bölümlerin entelektüel “çıktı”larını piyasadan gelen siparişlere endekslemesi, bilimsel merakı kemiren “projecilik” salgını… Tüm bu etkenler -ve bu listeye eklenebilecek niceleri- akademi ile entelektüel üretim kavramlarını birbirleriyle ters orantılı kılmakta…

Ancak, akademinin en uygun, en destekleyici koşulları sağladığını varsaysak dahi, entelektüel üretim saik(ler)i her zaman için akademi dışından gelir. Tek bir örnek vereceğim: Haziran 2013 kalkışmasının akademik camiada, özellikle de öğrenciler ile genç akademisyenler arasında yarattığı dalgalanmayı, yaratıcılık ve üretkenlik patlamasını düşünsenize! 

Aslında bizatihi Haziran 2013, entelektüel üretim ve paylaşımın giderek sklerotikleşen üniversitelerin dışına taşınmasının ne denli hayatî bir önemi haiz olduğunu gösterdi. Toplumsal devinimler sosyal bilimciler için eşsiz laboratuarlardır; ama devinime geçen kitleler için de bitimsiz bir öğrenme arzusunu ve potansiyelini harekete geçirirler. Sosyal bilimcilerle kitlelerin birbirinin öğrencisine/ öğreticisine dönüştüğü muazzam momentlerdir bunlar. 

Ve mutlaka kendi mekânlarını yaratmalıdırlar: Özgür üniversite, sokak akademileri, meydan okulları, kültür evleri, sendikalar, dernekler, parti okulları… Yani katılımcıların çeşitliliğinin getirdiği esnekliği sergileyebilecek, değişkenliğe hazırlıklı her türlü oluşum.

Özgür Üniversite deneyiminin bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü özgür üniversite de ilginç bir toplumsal hareketlilik momentinin, Kürt hareketinin yükselişi ile 1990’ların başında işçi sınıfı içerisinde baş gösteren hareketlilik ve öğrenci hareketinin özgül dinamikleri çerçevesinde biçimlendi. Üniversitelerde kendilerine öğretilenlerden, resmî ideolojiden, “ideolojilerin sonu/ elveda proletarya/ elveda Alyoşa” söylemlerinden bezmiş bir genç kuşağın öğrenme açlığına denk düştü. 

1990’ların ortalarında, kayıtların başladığını duyurduğumuzda Ankara Özgür Üniversite’nin Bayındır Sokak’taki merkezinin önündeki kuyruğun Sakarya Caddesine dek uzadığını hatırlarım. Özgür Üniversite devlet üniversitelerinde birikimleri üzerindeki baskı ve sınırlamalardan bezmiş sol görüşlü hocalar, sosyalist aydınlar, çeşitli alanlardan aktivistler ile devletin ve piyasanın kendilerine sunduğu “bilgiler”den, ezberlerden bıkmış bir genç kuşağın buluşma mekânıydı. Sanırım üzerinde topladığı ilgiyi kısmen de hiçbir “fraksiyon”un propaganda aygıtı olarak çalışmamasına, solun tüm eğilimlerine, renklerine açık olmasına borçluydu: Leninistler, Troçkistler, Maoistler, anarşistler, Kürt yurtseverleri, ayrıca farklı eğilimlerden Kürtler, yeni solcular, feministler, çevreciler arasında bir diyalog mekânı olmayı başardı…

Bugün bir Özgür Üniversite deneyimi tekrarlanabilir mi, bilemeyeceğim. Ama sanırım Haziran kalkışmasının doğasına uygun yeni biçimler üzerinde düşünmeliyiz… Herkesin birbirine öğreteceği, herkesin birbirinden öğrenebileceği bir şeyler oldu artık. Buna uygun formlar üzerine düşünmeli, derim.

2. Uzun yıllar akademide yer alan biri olarak akademide kadının ve LGBTİ bireylerin geçmişten günümüze konumlarında nasıl bir değişim gerçekleştiğini düşünüyorsunuz?

Genel (ve de hayli iyimser) kanı, akademinin kadınlar için “vaat edilmiş topraklar”ı oluşturduğu, kadın akademisyen sayısının her yıl katlandığı, akademinin giderek “kadınlaştığı” vb. yönünde. Oysa veriler hiç de öyle göstermiyor. Bugün Türkiye üniversitelerinde kadın ve erkek araştırma görevlilerinin sayısı neredeyse eşitlenmiş gözükse de, akademik unvanlar yükseldikçe, kadınlar bir çeşit darboğaza maruz kalıyor. Örneğin 2010-2011 öğretim yılında Türkiye üniversitelerinde erkek araştırma görevlisi sayısı 19.059, erkek yardımcı doçent sayısı ise 13.371 iken, kadınlarda bu sayılar sırasıyla 17.508 ile 7.682 idi. Bir başka deyişle, kadınlar araştırma görevlisi pozisyonlarında yığılırken, daha ileri pozisyonlarda ciddi bir ayıklanmaya tabi tutulur gözüküyorlar.

Bir de şu var: kadın akademisyenler, akademik ilerleme koşullarının çok daha çetrefilli olduğu merkez üniversitelerde yığılmış durumdalar. Büyük bir bölümü AKP iktidarı döneminde, yani 2000’li yıllarda kurulan “taşra üniversiteleri” ise çok daha “erkek”. 

Ve nihayet, kadın öğretim elemanları, son olarak formasyon hakkından da yoksun bırakıldıkları için öğrencilerin giderek daha az tercih ettiği sosyal bilimlerde yoğunlaşmakta.

Bu üç veri, kadınların “akademik geleceği” konusunda nicel açıdan olsun pek iyimser olamayacağımızı gösteriyor.

Üstelik sorun bundan ibaret değil. Biliyorsunuz, mobbing uygulanan işyerleri arasında üniversiteler ön sıralarda. Cinsiyetler arası işbölümü konusundaki görüş ve değerleri son derece yavaş değişen bir toplumun üyeleri olarak ev işleri, çocuk bakımı vb. konusunda kendi annelerinden ya da yanlarında çalıştırdıkları yardımcılardan başka bir dayanağı olmayan (çoğunluğu genç) akademisyen kadınlar bir yandan akademik ve domestik yaşamları arasında bir denge kurma, bir yandan da çoğunlukla mağduru oldukları mobbing ile baş etme sorunlarıyla karşı karşıya.

LBGTI bireyler konusunda merkez üniversitelerde kısmî bir “gevşeme”den söz edilebilir, sanıyorum. En azından, bugün farklı cinsel yönelimler konusunda bunları bir “hastalık”, “sapkınlık”, “anomali” vb. olarak nitelemeyen tezler hazırlanabiliyor, araştırmalar yapılıyor. Merkez üniversitelerin bazılarında LBGTI akademisyenler cinsel yönelimlerini gizlemek zorunda kalmadan görev yapabiliyor. Bilebildiğim kadarıyla kimi üniversitelerde LBGTI öğrenci toplulukları da var. Ama yalnızca birkaç üniversitede… 

Polisin “kızlı-erkekli” oturan öğrencilere sürek avı düzenlediği, cemaatler arasında paylaşılmış muhafazakâr AKP üniversitelerinde ise iklimin bu denli “liberal” olmadığı ise, malûm. 

Ama burada şu kaydı düşmeme izin verin, LGBTI hâli, sonuçta cinsel yönelime ilişkin bir durum. Üniversite ise, cinsellikle ilişkinsiz bir faaliyet alanı; öğrenme ve araştırma mekânları. Sanırım bu kalemde üniversiteden beklenti, cinsel yönelim dahil her türlü ayırımcılığa karşı çıkmaktan ve özel hayatın dokunulmazlığından ibaret olmalı. 

3. Yurtdışında eğitim görme ya da bir süre araştırma yapma şartı genellikle akademik kriterler arasında yer almakta, siz kendi deneyimlerinize dayanarak yurtdışında eğitim görmenin önemli bir gereklilik olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de ve yurt dışındaki üniversite eğitimi arasında nasıl bir karşılaştırma yapabilirsiniz?

Benim yurtdışı öğrenciliğim, 1970’li yıllarda kaldığı için, böyle bir karşılaştırma yapabilecek durumda değilim. Ama doğrudan söyleyeyim, böyle bir kriteri doğru bulmuyorum. Tam da, bir zamanlar görev yaptığım üniversitenin rektörlerinden birinin araştırma görevlilerine yurtdışında bulunmanın “faydalarını” anlatırken söyledikleri yüzünden: “Yurtdışında bulunmanızı istiyorum, çocuklar,” demişti şevkle… “Medeniyet görmeniz, nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl sosyal ilişki kurulur, onu öğrenmeniz için…” Sonra da ilave etmişti: “Tabii yurtdışı derken, İran’ı, Azerbaycan’ı filan kastetmiyorum. ABD’ye gidin, Kanada’ya gidin, İngiltere’ye gidin, Fransa’ya gidin…” Rektör, Batı üniversitelerinin Hacettepe Üniversitesi’nin küçük, yabani araştırma görevlileri üzerindeki “uygarlaştırıcı” etkilerini önemsiyordu!

Bu anekdot, öğretim elemanlarının atama ve yükseltme kriterleri arasında yer alan “yurtdışı” koşulunun gerisindeki kompleksleri açığa çıkartıyor. Bu kompleks, aynı zamanda çeper üniversitelerinin Batı (günümüzde ABD)-merkezli bir bilimsel hiyerarşinin aparatları olarak eklemlendikleri bir üniversiter sistemi bedenlendirmekte. SCI, SSCI vb. endeksli dergilerde yayın zorunluluğu da benzer bir duruma işaret etmiyor mu? 

Bu anlayışla, kendi üniversitenize ve kendi akademik elemanlarınıza ancak merkezi Kuzey Amerika/Batı Avrupa üniversitelerinde konumlanmış bilimsel bir hiyerarşinin montaj sanayi misyonunu biçmiş olursunuz.

Elbette, “biz bize benzeriz”ci, “bize özgü”cü bir “bilimsel otarşizm”i savunuyor filan değilim. Farklı üniversiteler arasında, farklı bilimsel deneyim ve birikimler arasında yatay, eşitlikçi ve özgürce bir iletişim, etkileşim kuşkusuz tüm katılımcılar açısından son derece yararlı bir şey. Ama bu “merkez” ile “çeper” arasında hiyerarşik bir ilişki olarak kurgulandığında, bu, “çeper”deki bilimi, “montaj sanayi” düzleminde tutmak anlamına gelir. 

4. Bir meslek olarak akademisyenliğin siyasi sorumluluğu sizce nedir?

Galiba öncelikle, akademisyenliği bir “meslek” olarak görmemek! 

Akademisyenliğin bir dezavantajı var: üç-beş mimar, avukat, mühendis vb. kamuda ya da özelde, şu ya da bu nedenle tutunamadıklarında, bir araya gelip bir büro kurabilmekte ve mesleklerini kendi olanaklarıyla hizmete sunabilmekte, ekmeklerini de kazanabilmekte.

Akademisyenlerin böyle bir lüksü yok! Akademisyen, “mesleğini” sürdürebilmek için, kamu, vakıf ya da (kapıda bekliyor ya) özel, bir üniversite (ya da enstitü vb.) tarafından istihdam edilmek durumunda. Bu, akademisyenlik “mesleğini” sürdürebilmesi için, kamu, vakıf ya da özel, bir “patron”un koşullarını kabullenmek durumunda olduğunu gösterir. Hiç kuşku yok ki örgütlü mücadele, toplumsal muhalefet dalgasının yükselmesi vb. neticesinde akademisyenler konumlarına kısmî güvenceler sağlayabilirler, ancak bunların ne denli “palyatif” olduğunu son dönemlerin “piyasayla bütünleşik üniversite modeli” bize gösterdi.

Bir meslek ya da değil; bilim insanının siyasal, daha doğrusu ontolojik sorumluluğu, emekten ve hayattan (bios’tan) yana olmaktır. Hayata karşı bilim olmaz. Bilim, bilimsel etik gereği, ölümü üretmede kullanıl(a)maz. Bilim emeğe karşı da olamaz; yani bilim insanı emeğin üretkenliğini ya da kâr payını arttırma gerekçesiyle, yani kapitalist sistemi sürdürebilme adına hareket etmemeli. 

Hayata ve emeğe karşı sorumluluğu, bilim insanının üç düzlemde bağımsız olmasını gerektirir: devletten, sermayeden ve dinden. 

“Akademi” ise, günümüzde yapısal zorunluluklarından dolayı bu üç bağımlılık düzleminden birini yeniden üretecek tarzda örgütlenmekte. 2000’li yıllardan önce her yıl MASK’a (Milli Stratejik Askerî Konsept) göre yeniden dizilime tabi tutulan üniversitelerin 2000’li yıllardan sonra ise, cemaat-tarikat isterleri doğrultusunda hizalanmaya başladığını hatırlatmak, yetecektir.

Bu durumda, bilim insanının hayata ve emeğe karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, “meslekî” açıdan risk almasını gerektirir (hakkında dava açılması, cezalandırılması, ya da 1970’li yıllarda sıkça olduğu üzere “faili meçhul”e kurban gitmesi vb. “riskler”i burada söz konusu etmiyorum)… Akademisyenin “sorumluluk” bilinci onun “akademisyenlik” mesleğinden olmasına yol açabilir; “bilim insanı” niteliği ise, bakidir: Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Haluk Gerger, Sungur Savran vd’leri… “bilim insanı” onurlarını akademisyenlik “mesleğini” riske atarak savunabilmişlerdir. 

15 Ocak 2014 17:13:35, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[1] Newroz, Yıl:7, No:246, 1 Şubat 2014…

[2] Euripides. 

88873

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar