Pazartesi Mayıs 20, 2024

Azaduhi (Nubar Ozanyan)

Herkesin anlatılacak bir hikayesi, yazılacak bir yaşamı vardır. Liceli Azaduhi’nin hikayesi, soykırım yaşamış bir Ermeni kadının Lice’den Diyarbakır’a, İstanbul’dan Hollanda’ya uzanan sürgün hikayesidir. Doğduğu yerde yaşayamadığı gibi ölemeyenlerin hikayesidir. Onun hikayesi kolay taşınamaz acıların, tanımlanması zor hüzünlerin hikayesidir. İyilik yapmaktan başka bir şey bilmeyen, ekmeğini paylaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, direngen Liceli bir Ermeni kadının hikayesidir.

Azaduhi, bir asır önce halkının geçtiği sürgün yollarından geçerek katlandı yeni acılara. Azaduhi’nin yaşam hikayesi geçtiği yollar kadar uzundur. Ermenileri nar tanesi gibi etrafa savuran soykırım kadar acılıdır hikayesi. Azaduhi’nin kimlik bilgilerini kaydeden Hollandalı görevli hiç merak etmedi Lice-Sarnes köyünün haritada yerini. Oysa kaç farklı kimlik kaydı yaptırmak zorunda kalsa da Azaduhi hiçbir zaman Amed Lice kimliğini taşımaktan vazgeçmedi.

İsmi gibi özgürce yaşayamayan Azaduhi, acılarını koynuna, memleket özlemini içine atarak büyüdü. Ömründen, günlerinden her şeyi çalınıp alınarak vakti gelmeden önce bu dünyadan göç ettiğinde geride unutulması zor bir abla hikayesi bıraktı.

Soykırımın sürgün çocukları Ermeniler, gittikleri her yere doğdukları memleket hasretlerini ve geldikleri yerin künyelerini kendileriyle birlikte taşıyıp götürdüler. Asla gittikleri yerde “yerli” olmadılar. Yıllarca Suriye’de, Beyrut’ta, Fransa’da, Hollanda’da yaşasalar, çocukları sürgün gittikleri topraklarda doğsalar bile asla Liceli, Dikranagerdli, Malatyalı, Sasonlu, Vanlı, Bedlisli olmaktan vazgeçmediler. “Nerelisin” sorusunun tartışmasız yanıtı “Liceliyim… Diyarbakırlıyım, Urfalıyım” oldu.

Sürgün çocuklarının doğup büyüdükleri topraklara bağlılıklarının bu denli güçlü olması nasıl açıklanabilinir? Azaduhi hiçbir zaman ne İstanbullu ne Hollandalı oldu. O hep Liceli, hep Diyarbakırlı kaldı. O hep doğup büyüdüğü yerin resmini ömür boyu koynunda taşıdı. Dikranagerd’ine, Xançepek mahallesine ve toprağına bağlı kaldı. Kendisi dolaşamazsa da çocukluk ve hasretlik anıları Amed’in kuçelerinde dolaşmaktan asla yorulmadı.

Bayramlarda yaptıkları çörekleri komşuları Kürt kadınlarıyla birlikte Xevşine (avlusuna) çağırıp onlara sunmaktan geri durmadı. Aradan yarım asır geçse bile Amed şivesiyle Türkçe konuşmaktan utanmadı. Ne doğduğu toprağından ne konuştuğu kırık Türkçesinden ne de Lice Ermenicesinden bir an olsun uzaklaşmadı. O hep toprağının rengiyle doğal kaldı. Kendilerini sürgünlerde mülteci yaşamına mahkum eden soykırımcı devleti lanetlemekten bir an olsun vazgeçmedi. Benzer zulmü Kürtlere yaşatan devlete karşı da isyan duygulu oldu. Beyaz tülbentli barış analarına baktığında hep Diyarbakır’ın Ermeni analarını hatırladı. Kaderlerini başlarına bağlayarak yaşama tutunan kadınların bu kadar birbirine benzemesinin sorusunu her daim kendine sordu.

Neden analar bu kadar birbirine benzer?

Hayret ve şaşkınlık duygularıyla halkların hakikatini aradı. Amed’in isyankar ruhunu yaralı koynunda hep bir silah gibi gizli sakladı.

Paylarına 12 Eylül’ün en ağır zulmü, kardeşine Diyarbekir 5 Nolu Zindan işkencesinin en belalısı düştüğünde, faşizme olan kin ve öfkesini Fiskaya’nın taşlarına büyük harflerle yazdı. Dalgın gözleriyle anılarının yolculuğuna çıktığında yüreğinin bu kadar fazla acıya dayanamayacağını hiç düşünmedi.

Hangi soykırım kadını ve çocuğu kendilerine anlatılan gizli saklı soykırım hikayelerini unutabilir?

Ax Lice! Kaç kez zulüm ateşinde yandın. Kaç kez zulüm ateşi içinde gözlerin önüne döküldü. Kaç Ermeni kadının önce göğüs uçları, sonra sarı saçları kesilerek haramilerin beylerine sunuldu! Bu zulmü hangi yürek kaldırabilir?

Ermeni soykırım sürecinde 1914 yılında Lice’de nüfusun yarısından fazla, -6 bin civarında- Ermeni yaşar. Etrafındaki dağlık bölgede ise dağınık bir şekilde 32 köyde yaşarlar. Bütün bölgelerde Ermenilere uygulanan imha ve yok etme politikasının bir benzeri de Lice’de uygulanır. Önce silah bulma bahanesiyle evlerde aramalar yapılır. Lice’nin ileri gelenleri, zenginleri, din insanları tanınan aydınları toplanır. Tutuklanır. Bunlar toplu halde Lice’nin güneyinde bulunan DEŞTASİPİ’deki mağaralara götürülür. Vahşice öldürülür. Ardından on yaşından büyük erkek çocuklar toplanır. Boğazları kesilerek katledilir. Geride kalan kadın ve çocuklar ölüm yolculuğuna çıkarılarak ölüm tarlalarında grup grup katledilir. Çok az sayıda insan şans eseri bir şekilde kurtulur. Lice etrafındaki dağ köylerinde yaşayan erkekler topluca katledilir. Kadın ve çocuklar bilinmez bir akıbete doğru sürgün edilir.

Lice’de Ermenilerin toplu imhasına onay vermeyen, katliama karşı çıkan Kaymakam Hüseyin Nesimi Bey, dönemin ittihatçı Diyarbakır valisi cellat Dr. Reşid tarafından emirlere karşı çıktığı gerekçesiyle katledilir. Bir sırtlana benzeyen bu doktorun soykırımcı kimliğinden sonra gelir hekimlik kimliği. Azılı bir Ermeni celladı olan Dr. Reşit, 1914 yılının başında atandığı Diyarbakır’da 56 bini aşkın Ermeni’nin katledilmesinden doğrudan sorumlu olan vicdansız bir İttihatçıdır. İttihat Terakki Cemiyeti’nin ilk kurucu kadrosundan biri olan Çerkes asıllı Dr. Reşid, “Hükümetin şerefini zedeleyen Ermenilerin meselesini halletmek” için “en kestirme usulü tatbik” eder. Bunun için en sofistike ve en etkili yöntemleri uygular.

Uyguladığı yok edici ve etkili yöntemlerin bir benzeri bugün yaşadığımız topraklarda Kürtlere uygulanır. Silah arama bahaneleriyle mahaleler kuşatılır. Giriş çıkışlar tutulur. Kamyonlara doldurulan aileler şehrin dışına çıkarılır. Alipınar köyüne götürülür. Değerli eşyalarının nereye saklandığı söylenmesi halinde canlarının bağışlanacağı söylenir. Kurtulma umuduyla sakladıkları değerli eşyaların yerleri söylemelerine karşın Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından boğazlarının kesilmelerinden kurtulamazlar.

Aynı şekilde İslam’a geçmeleri halinde canları bağışlanacağı söylenen 300’den fazla Ermeni ve Katolik Süryani hane halkı Müslümanlığı kabul eder. Müftü, din değiştirmelerini tasdik etme karşılığında Ermenilerden hatırı sayılı miktarda para alır. Yeni Müslüman olan Hıristiyanlar aradan birkaç hafta geçmeden tehcir edilir. Ve aynı katliam kaderini paylaşırlar. Diyarbakır’dan tehcir edilenlerin büyük çoğunluğu Diyarbakır’ın güneyinde Çarıklı, Kozandere, doğuda Şeytan deresi ve Kaynağ köyleri arasındaki Bıgutlan geçidinde katledilir. Bir elin parmaklarını geçmeyen insan sayısının dışında tehcir edilenlerin çoğu tehcir edildikleri yerlere varmadan katledilir. Ermenilerin çoğunluk olarak yaşadıkları altı vilayet Türkleştirilir. Böylece “Türkistan ve Kafkasya’nın yolu” İttihatçılara açılmış olur.

Azaduhi, dede ve yayalarının da içinde bulunduğu ölüm yolculuklarında can vermedi. Korku ve açlık da Azaduhi’yi öldüremedi. Özgürlüğüne kavuşma mücadelesi veren Azaduhi’yi, ne paranın ne de korkunun tanrıları öldürebildi. Ölüm onu en zayıf yerinde, memleket hasreti çekerken buldu.

1974

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

MLPD Merkez Komitesi'nin basın açıklaması:

Alman Federal Yüksek Mahkeme'sinin (BGH),  'Münih Komünist Davası'nda temyiz başvurusunu reddetmesi üzerine, MLPD Merkez Komitesi kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" (Tamer Dursun)

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Bize Cesur İnsanlar Lazım

"Kurtuluş belki de senin gökyüzünü çizdiğin resimlerdir."

Ah cancağızım... vay cancağızım...

Antalya'ya gider sınırı gümrüksüz geçen metalarla fontiye durursun.

Dersim'e gidince de sınırı gümrüksüz geçen metaların nohut üretimini bitirdiğini öne sürerek içki şişelerini...

Fontiye duranların kafasında patlatırsın.

Sıra, korku politik bir davranış olduğundan üretince... öpülmekten... korkar hale getirilen dudakların tüm yaşadıklarını sosyo - ekonomik yapı içerisinde adlandırmasına gelince de....

Ah cancağızım... vay cancağızım...

İnan...

Sayfalar