Cuma Mayıs 3, 2024

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE DELİ SAÇMASI

Cumhurbaşkanlığı seçimleri taktik bir muhteva içermiyor. Bilakis stratejik muhteva içermektedir. Taktik her zaman stratejiye uygun, ona bağlı ele alınmak zorundadır. Eğer ki başvurulan taktik eylem -örgütlenme ve politika stratejimize hizmet etmiyorsa uygulanan taktik politika yanlıştır. Bundan vazgeçilmelidir. Taktikle strateji iyi kavranıp doğru ayrıştırılmıyor. Birinin uzun vadeli bir programı içerdiği, diğerinin ise kısa vadeli politik atılım veya geri çekilmeleri içerdiği doğru kavranamamaktadır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan arkadaşlarca taktik politikayla, stratejik siyaset birbirine karıştırılmaktadır. Niyetle gerçek tersyüz edilerek kendini bize gösteriyor. Burada niyetten çok objektif gerçekler bizi ilgilendiriyor. Eğer sistemin çizdiği yasalar dâhilinde, ona riayet edilecekse ona bir sözümüz olmaz. Demek oluyor ki var olan devletin tüm normlarını kabul ediyor onunla düzen çizdiği kanun ve kuralların dışına çıkılmayacaktır. Çizilen çerçeve ekseninde bir anlaşmaya mutabık olunmuş oluyor. Bizde buna karşı çıkıyoruz ya, durum bu kadar net ve açık değil mi?

Tamda bu noktada başlıyor deli saçmalığı... Çıkıyor bizim gibi ipini devletle, sistemle koparmış bir avuç deli bu seçimler bizim seçimlerimiz olamaz diyor. Biz devlete ve onun omurgasını oluşturan yasamaya, yargıya ve de yürütmeye kökten karşı olduğumuz için bize dayatılmak istenen tercihlerden birine evet diyemeyiz. Biz sistem dışıyız, devletin ve sistemin meşrulaştırılmasına hizmeti ret ettik, ret ediyoruz. Eğer ki devletin ve sistemin çizdiği rotada hareket edilecekse ve sistemin çizdiği kulvarlarda  " kurtlarla dans edeceksek " neden hala bu devletin faşistliğinden dem vuruyoruz!

Biz ezilenler eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz, halkların tam bağımsızlığını istiyoruz. “Yarın yanağından gayrı her şeyi kardeşçe bölüşmek" istediğimiz için devlet tarafından terörist, anarşist vb. ilan edilerek öldürülüyoruz. En küçük demokratik hak talebinde bulunmak için sokağa çıktığımızda kahpece kurşunlanıyoruz, topluca katlediliyoruz, işkencelere maruz kalıyoruz. Devlet sömürü çarkını devam ettirmek için bizlere savaş ilanını varlığından günümüze devam ettiriyor. Bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm gerçekleşmeden sömürücü devlet ve işbirlikçileriyle  "barış" asla ve asla mümkün değildir. Ezenle ezileni, sermayeyle emeği kuzu kuzu bir arada yaşatma gayretkeşlikleri devletin zaten istediği bir şey değil mi?

Acaba düzen ölçüleri dışına çıkma cüret ve cesaretini göstermeyenler bazı demokratik kırıntı ve haklardan başka ne kazanabildiler, ne kazançları oldu ya da olacak. Kürt ulusunun Kürdistan hayalleri yıkıma mı uğrayacak? Ödenen bunca bedelin sonucu sömürü ve-sömürgeci-"faşist devletle el ele kol kola " bazı menfi çıkarlar için "kardeş -kardeş bir arada mı yaşanacak”. Yoksa Türkiye ve Kürdistan’ın bağımsızlığı, özgürlüğü için sonuna kadar devrim şiarıyla sosyalizm yolumu devam ettirilecek. Mesele burada odaklaşıyor Ya ezilen sınıfın ve emekçilerin yanındasın ya da emperyalist sömürgecilerin ve onların işbirlikçi yöneticilerinin yanında olacağız. Başka yol, ara yol yoktur. Seçim tabi ki her sınıfın dünya görüşüne uygun belirlemelere denk düşmektedir.

Burada şunu hemen söylemeliyim ki; Devlete ve onun idari şekline bakış siyaset te stratejiktir, taktik politikalarla faşizmin idari şekillerinden  "ehvenle -şerden “birini tercih edemeyiz. Ona hizmet etme, onun istediği minderde güreşmek yanlışına düşemeyiz. Bir kere devlettin başını seçiyorsun, sömürü çarkının kim tarafından idare edilmesine onay vermiş oluyorsun. Deyim yerindeyse faşist devletin komple icraatlarına suç ortaklığına onay veriyorsun ve buna da "seçim taktiği "diyorsun. Devlet sorunu ile kısmi demokratik hak ve talep sorunu birbirine karıştırılamaz. Böyle bir yanlışa düşüldü mü devletin yedek sibobu olur, onun işlediği suçlara ortaklık etmiş olursun.

      Birileri çıkıp bize; "eski kafalar, bizi anlamıyorlar “diyebilir. Ve "vay efendim kırk yıl önceki hastalık hala devam ediyor", "Barış süreci bu anlayışla baltalanmak isteniyor, biz barış istiyoruz, barış ve demokrasi mücadelesi yürütenlere seçimleri boykot kararı alarak zarar veriyorsunuz. "seslerini duyuyoruz. Dahası hiddetlenip siyasi eleştiri yerine, saygılı eleştiri yerine küfüre varan hakaretler ortalıkta dolaşıyor. Bilinmeli ki çeşitli sınıflara mensup örgütler ve onlarla aynı siyasi görüşlere sahip olan bireyler kendi sınıf tavrına uygun hareket eder ve etmeli de. Her konuda devrimci demokrat dostlarımızla aynı görüşleri savunacağız diye bir mantık ve zorlama olamaz. Bugün taktik anlamda doğru gördüğümüz yarın şartlar değiştiğinden dolayı yanlış görülebilir. Ancak bizim yanlış gördüğümüz bir siyasi karar ve tavrı kimse bize dayatma yapamaz. Bu tür yanlışlar geçmişte çokça yaşandı devrimci güçlere büyük zararlar vererek telafisi mümkün olmayan yaralara sebep oldu. Artık bu kaba sekterizmi aşmak gerekiyor. Devrimin dostları ve düşmanları stratejik ve taktik olarak doğru tespit edilirse kimlerle nereye kadar gidilebilineceği de ortaya çıkmış olacaktır. Bu anlamıyla biz devrimciler ve devrimci dost güçler birbirimizi siyasi eleştirebiliriz, etkileyebiliriz ama asla dayatmacı baskıcı olamayız. Bu mantık devrimci bir yaklaşım olamaz.

Bırakalım çeşitli fikirler kendilerini ifade etsin, siyasal, politik konularda tavırlarını belirlesinler, kıyasıya fikirlerimiz çatışsın doğru ile yanlış ortaya çıksın. Yani "Yüz çiçek açsın bin fikir akımı yarışsın " mantığı en doğru olanıdır diyorum. Aksi halde doğru ile yanlış ayrıştırılamaz ve ayrık otları temizlenemez. Düşman sınıfa ve sınıflara gelince, onlar bizim için bilinen aşikâr olanlardır. Onlarla aramızdaki çelişki antagonist çelişkidir. Var olan bu uzlaşmaz çelişki Devrimle şiddetle çözülecek bir çelişkidir.  Bu emperyalist işbirlikçi yönetimlerle uzlaşabilir birleşilebilinir bir taktik önermemiz genel anlamda yoktur olamazda. Bazı olağan üstü şartlar istisnayı görülürse ne söylediğim anlaşılıyor olacak sanırım.

   Sürgünlere gelince, her sürgün birey kendi dünya görüşüne uygun tavır takınmalı ve takınabilmelidir. Kendine yakın bulduğu devrimci örgütlerin takındığı tavrı desteklemeli onun çalışmasını yürütmelidir. Kaldı ki sürgünlük benim için sistem dışılıktır, faşist diktatörlük karşıtlığıdır.  Bugüne kadar ödediğimiz bedeller karşıt duruşumuzun sonucudur. Faşizmin tüm yasamasına, yargısına ve yürütmesine karşı çıktığımız için tutarlılıktır. Faşizmle masa altı, gizli odalarda halklar adına görüşmeler yapıp karar almamaktır. Tam bağımsızlık, halkların kurtuluşu ve sosyalizm mücadelesinde kararlılıkla savunduklarımızın arkasında durmaktır.  En basitten ifade edecek olursam, vicdanı retçi olmak, faşizme askerlik yapmayarak  "bedel parası " ödememektir, askere gitmemektir. Hem bunları savunmak hem de askere gitmek, bedel ödemek birbiriyle çeliştiği gibi, devletin yönetim şeklinin faşizm olduğunu söyleyeceksin, faşizmin sürekli olduğuna parmak basacaksın hem de o devletin başına geçmek için devletin tanıdığı kulvarda aday göstereceksin bu adayı tüm devrimcileri desteklemeye çağıracaksın. Bu açıkça kendiyle çelişmek devrim sorununu gündeminden çıkarmaktır. Sömürgeci devletin egemenliği altında" halkların demokratik federasyonunu" kuracaksın bu ne yaman çelişki ve tutarsızlıktır . Anlamak biraz zor... HASAN AKSU 9-7-2014

95112

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar