Perşembe Mayıs 2, 2024

"Deniz" olmalıydım.../ Deniz Gülünay

Hasan Gülünay bu ülkede sayısı bile tam olarak tespit edilemeyen "kayıplardan" biri. İşe gitmek üzere İstanbul Tarabya’daki evinden ayrıldığı 20 Temmuz 1992 sabahından bu yana kendisinden haber yok.

Sirkeci'de arzuhalcilik yapan Gülünay'ın işyerini 22 Temmmuz'da  telefonla arayan ve kendisini Terörle Mücadele Şubesi’nden bir polis olarak tanıtan kişi, onun gözaltında olduğunu söyledi. Fakat ailenin başvuruları üzerine Terörle Mücadele Şubesi'nden bilgi isteyen savcılığa şube, Gülünay’ın 19 Temmuz 1992’de başlatılan TKP/ML TİKKO operasyonu kapsamında ehliyetinin Şavşat’ta gözaltında ölen Ali Ekber Atmaca’nın üzerinden çıkması nedeni ile arandığı, fakat gözaltına alınmadığı bilgisi verdi.

Oysaki gerek telefonla arayan polisin söyledikleri, gerekse Hasan Gülünay'la aynı anda TMŞ'de bulunan Erol Çam ve Yüksel Özdemir'in onu şubede gördüklerini ve “Ben Hasan Gülünay. Beni kaybedecekler” diye bağırdığını beyan etmeleri ne olup bittiğini açıkça ortaya koyuyordu.

Hatta kontrgerillanın bir parçası olup Susurluk'taki "kazada" ölen İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ da -daha sonra inkar etse de- Hasan'ın eşi Birsen Gülünay’a onun şubede olduğunu ve gördüğü ağır işkenceler nedeni ile yaralarının iyileşmesinin beklendiğini söylemişti.

Gülünay dosyası ailenin çabalarıyla, 2009 yılında yeniden açıldı. Savcılık, Emniyet’e, Gülünay’ın gözaltına alınıp alınmadığını yeniden sordu. Emniyet’in yanıtı da yine Gülünay’ın 1992’den beri arandığı, yakalandığına dair bir kaydının olmadığıydı. Soruşturma, 31 Ekim 2012’de, 20 yıllık zamanaşımı süresi dolduğu için "kovuşturmaya yer olmadığı" kararıyla kapatıldı.  Birsen Gülünay’ın avukatı Gül Altay’ın, savcılık kararına yaptığı itiraz ise 22 Ocak 2013’te Bakırköy 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nce reddedildi. Dava şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde...

Hasan Gülünay işkenceci katiller tarafından "kaybedildiğinde" henüz küçük bir çocuk olan kızı Deniz'in tüm çocukluğu ve gençliği babasını aramak, olmazsa mezarına ulaşma çabası ile geçti. Deniz bu yıllar boyunca yaşadıklarını, özlem ve umutlarını bir mektupla babasına yollamak istedi:

Sevgili Babam’a...


Bu sana ilk mektubum olacak. Yazmak hem çok zor olacak, hem de çok heyecan verici ve anlamlı... Seninle paylaşmak istediğim o kadar çok şey var ki aslında, bunun heyecanı içindeyim...


20 Temmuz ve öncesi günlere gelmeden önceki süreç çok fazla hafızamda yok. Çocukluğuma dair pek bir şey hatırlamıyorum. Oysaki seninle kim bilir ne kadar eğlenceli şeyler yaşamışızdır... Anılarımı hatırlayamamak çok acı aslında. Tek hatırladığım “Denizin anahtarı” var... İşlerin yoğun olduğu için bizi denize götüremezdin, ben de ısrarla “ne zaman gideceğiz?” diye sorunca, “Denizin anahtarı arkadaşımda, alıp geleceğim” demiştin... Çocuk aklı, ben de bu sefer sürekli anahtarı alıp almadığını sorardım. Sen gittikten sonra, ben uzun bir zaman denizin anahtarını almaya gittiğini hayal etmiştim.


Seni en son gördüğüm günü hatırlamıyorum; ne yapmıştık, acaba en son yemekte ne vardı?.. Bunların cevaplarını almak imkansız artık. Bunlar insanın canını yakıp duruyor, çünkü insan babasıyla anıları paylaştıkça daha mutlu olur; ama...
 

20 Temmuz gecesi seni bir daha göremeyeceğimiz bir kavganın içinde bulduk kendimizi...

Ömrümün en uzun ve en acı veren serüveninin içinde buldum kendimi. "Serüven" diyorum, çünkü seni bulmak için yapılan eylemler bana bir oyun gibi geliyordu. Oysaki bu oyunda kontrgerillalar vardı ve seni bize vermemek için çabalıyorlardı.

Annemin gencecik yüzündeki hüznü dün gibi hatırlıyorum. Seni, sevdiceğini bir daha bulamayacak olmanın hüznü... Annemin hüzünlü yüzünü kalbimin en ücra köşesine sakladım. Sakladım ki; o hüzne baktıkça öfkem artsın diye...

Hep bir an önce büyümeyi hayal ettim. Büyümeliyim ki, seni daha çabuk bulma hayalini hayata geçirmeliydim. Büyümeliydim, çünkü bu acıyı annem tek başına taşımamalıydı; öfkesini yalnız başına haykırmamalıydı...

Sen bize “Büyü de baban sana...” parçasını okurken ninni gibi gelirdi. Halbuki biz daha büyümeden devlet bize acıların en büyüğünü; baskılar, işkenceler yaşatmıştı bile...


Evet büyümeliydim. Ama sensiz değil, seninle birlikte büyüdüm.S

eni bir daha bulamayacağımı anladığım gün kendime bir söz vermiştim. Babama layık bir kız olmalıydım. Adıma anlam katan “Deniz” olmalıydım. İyi bir insan olmanın yanında, halkın acılarına merhem olmak da vardı hedeflerim arasında.


Büyüdüm, babamın kızı oldum, seninle hep gurur duydum. ”İyi ki babam devrimci, direngen bir baba” dedim...İşkencehanede direngen bir tavır takındığına hiç kuşku duymadım ve hep onur duydum seninle...


Hayallerimle birlikte sen bana hep rehber oldun aslında. Senden ilham alarak devrimci olmaya çabaladım... Ama başka hayallerim de oldu. Bir sürü soru sordum kendime cevabını alamadığım... Eğer babam devlet tarafından katledilmeseydi ben yine devrimci olacak mıydım? Ya da seninle birlikte eylemlerde direnecek miydim? Cevapların çoğu seninle başlıyor, senin varlığın verecekti aslında...


Çoğu kez ikimizi bir barikatta direnirken hayal ettim... Yüzümdeki mutluluk paha biçilemez cinstendi, görmeni isterdim. Gözaltına alınırkenki tavrımı değerlendirmeni isterdim. Ya da ilk gözaltımda senin gelip beni teslim almanı... Devrimci bir babanın kızının hayalleri böyle mi olur bilmiyorum; ama hayal kurarken senin beni gördüğünü düşünürdüm hep... Hatalarımı da seni düşünerek,”acaba babam olsa ne yapardı, ne derdi?” diye sorguladım. Devlet senin bedenini almıştı ama senin varlığını alamamıştı; başaramamıştı Hasan Gülünay’ı yok etmeyi...


İnsan büyüyünce daha çok babaya ihtiyaç duyuyor aslında... Umutsuzluğa kapılıp ağladığım zamanlarda “keşke babam olsaydı” diyorum halen. Seni her gün daha çok seviyor ve daha çok özlüyorum... Dayım sürekli beni sana benzetiyor. Gülümsememi senden almışım; inatçı ve direngen olmam hep seni hatırlatıyormuş dayıma... Seni yaşatmak için hep gülümsüyorum ve sen bizimle, soframızda sıcak çayını yudumluyorsun...


Seninle yapmak istediğim çok şey var aslında, sana anlatmak istediğim... Ve ben hala sana çok ihtiyaç duyuyorum. Seni kaybettikten sonra “ya annemi de kaybedersem?” korkusunu yaşadım yıllarca; halen de yaşıyorum. Ve sebepsiz yere sessizce ağlıyorum...


Seni kaybetmenin acısının yanı sıra, sana ilk aldığım karnemi ve kurdelamı gösterememenin hüznü var içimde. Senin güvenliğin için okullar kapanır kapanmaz taşındığımız için, karnemi alamamıştım, tabi kurdelamı da... Sen alındıktan sonra tekrar taşınınca alabilmiştim. Okumayı söktüğüm için kırmızı kurdela da vardı karnemde...Sana mutlaka göstermek istiyordum. Bunun için kırmızı kurdelamı giydiğim her kıyafete takıp gezmeye başlamıştım. Sen aniden gelirsen kurdelamı bulamam diye... Aylarca gezmiştim öyle; ama sen gelmemiştin halen... Psikolojimin bozuk olduğunu düşünerek çıkartmışlardı yakamdan. Halbuki ben kaybetmekten korkuyordum kurdelamı... Sen gör, gurur duy diye takıyordum. Ama çocuk olmamdan faydalanıp çıkarmışlardı... Çok ağladığımı hatırlıyorum o zaman. Benim için, yaptıkları hareketin iyi olduğunu düşünmüşlerdi belki ama, tam tersi bir etki oldu bende... Uzun süre affetmedim onları... Ama seni bulduğum zaman yakamda kırmızı kurdelam mutlaka olacak; geç kalınmış bir onur var ortada ve sen mutlaka görmelisin...


Senin yokluğun travmatik bir hale dönüştü zaman içinde... Alışmak istemediğim bir yokluğu yaşıyorum halen... Babasız kalmak, savaşta komutansız kalmaya benziyor aynı... Sen olmayınca hayata bir- sıfır yenik başladım; yönümü bulmakta zorlandım çoğu kez...

93732

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar