Salı Mayıs 14, 2024

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (1)

MKP III. Kongre iradesi, sosyo-ekonomik yapı tahliline ilişkin öngördüğü yeni belirlemelerine koşut olarak, savuna geldiği devrimin niteliği/aşaması ve devrim stratejisi konularında da ‘köklü’ değişikliklere imza atmış bulunmakta.

Elimizdeki materyalde sorunu ‘devrimimizin niteliği ve stratejisi’ ile ‘program’ başlıklı olmak üzere esasen iki, ancak ‘ordu örgütlenmesi’ ve ‘illegal alan ve açık alan çalışmaları’ ana başlıkları altındaki değinileriyle birlikte, toplamda dört ayrı başlık altında ele aldıkları örülmektedir.

Özetle vermek gerekirse, DEVRİMİN NİTELİĞİ’ne ilişkin olarak şunlar söylenmekte:

“Partimiz, III. Kongremizde önce Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısının yarı-feodal yarı-sömürge olarak değerlendirilmesinden hareketle yakın devrim görevimizi demokratik halk devrimi olarak tanımlamaktaydı. III. Kongre irademizin sosyo-ekonomik yapı değerlendirilmesi bağlamında vardığı sentez olarak Türkiye – Kuzey Kürdistan’ı emperyalizme bağımlı yarı-sömürge komprador tekelci kapitalist olarak değerlendirmesi, yakın devrimimizin niteliğinin demokratik halk devriminden sosyalist devrim biçimine dönüştürülmüştür. Bu bağlamda devrimimizin niteliğini, demokratik devrimin kalan görevlerini de içeren sosyalist devrim olarak tanımlamaktayız.”[1]

Kongre bilinci ‘devrimin niteliği’ sorununu esas olarak şu kıstas üzerine oturmaktadır:

Bir devrimin niteliğini ve hedefini belirleyen temel mesele o ülkedeki mevcut üretim ilişkileridir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin niteliğinin sosyalist devrim olarak açığa çıkması, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın çeşitli ulus ve milliyetlerden halkımızın emeğinin egemen sınıflar tarafından gasp ediliş biçiminden dolayıdır. (…)”[2]

Devremin aktüel hedefini ise şöyle belirlemektedir:

Devrimimizin uluslararası sermayeyi (emperyalizmi) ve onun işbirlikçisi komprador tekelci kapitalizmi hedef alır. Bu bağlamda temel olarak devrimimiz anti-emperyalist, anti-kapitalist bir muhtevaya sahiptir. Yine feodal üretim ilişkilerinden geriye kalan ekonomik ve siyasal kültürel bütün gerici anlayış, üretim ve siyasal uygulamaları bu genel hedeflerinden bağımsız olarak ele almayıp bunlara karşı da demokratik devrimin-toprak sorunu vb. görevlerini de yüklenmiş sosyalist devrim perspektifi ile hareket eder.”[3]

“DEVRİMİN NİTELİĞİNİ/AŞAMASINI BELİRLEYEN KRİTERLER” SORUNU:

Kongre iradesinin devrimin niteliğini (bir diğer ifadeyle ‘aşamasını’) sosyo-ekonomik olgular üzerinden izah ediyor olmasına har haldeki kimsenin bir itirazı olmayacaktır. Burada sorun ancak ki sosyo-ekonomik olguların andaki sürecin gerçekliğinin ne olduğunun, nasıl ele alındığı ve yorumlandığı üzerinden tartışma konusu olabilir.

Feodalizmin kökten tasfiye olduğu ve bu anlamıyla sosyo-ekonomik yapının artık esasen kapitalist bir özellik arzettiği toplumlarda andaki güncel devrimin sosyalist devrim olacağı görüşümüzce, elbette ki her türlü tartışmanın dışındadır. Faşizm ve emperyalizm unsurların varlığı devrimin bu niteliğini değiştirmez.

Ancak feodalizmin kökten tasfiye olmadığı, kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetine rağmen, hâlâ görece önem arzeden feodal/ortaçağ kalıntılarının söz konusu olduğu bir sosyo-ekonomik yapıda, devrimin demokratik mi, yoksa sosyalist mi olacağı, illa ki tartışma götürür olacaktır.

Bu tartışmanın odağında da kuşkusuz ki, verili süreçteki feodal kalıntılar gerçeklinin hâlâ bir demokratik devrime zemin sunma karakteri taşıyıp taşımadığı sorunu yer alacaktır. Ele alanın, değerlendirip yorumlayanın yangılarının belirleyici olacağı böylesi göreceli ölçütlü konularda tartışmalar biteviye devam edip gider. Nitekim sorun ve boyutuyla Lenin’de de ve sonrasında UKH içerisinde de Komünistlerle Troçkist ve farklı tondan revizyonistler arasında da tartışıla gelmiştir.

Yani bu özgülde sorun şu veya bu oranda feodal kalıntıların buluyor olmasının tespitinden daha çok, nitelik ve kapsam olarak söz konusu feodal kalıntıların hâlâ bir demokratik devrim olanağına nesnel zemin sunma gerçekliklerinin bulunup bulunmadığının sorgulanması sorunudur.

Ve öte yandan sorun bir yönüyle de mevcut alt yapısal koşulların (yani iktisadi gelişmişlik derecesinin) sosyalist iktisada geçişe asgari zemin sunma yeterliliğinde olup olmadığı boyutuyla da sorgulanmayı, gerektirir. Çoğu yaklaşımlarda bu yönün üzerinden atlanılıyorsa da aslında önemle üzerinde durulması gereken bir boyuttur. Tarihi tecrübeler buna işaret eder. Nitekim bilinir ki sorun bu yönüyle SSCB’de Sovyet iktiranına şu malum NEP sürecini yaşatmıştır. Balkanlarda ve Doğru Avrupa’da halk iktidarları sürecinin yaşanması bilincini edinmişti. Ve keza bilineceği üzere Mao Zedung’ta bu tecrübeleri ‘yeni Demokratik Cumhuriyet’ senteziyle teorileştirmiştir. vs. vs.

Kongre iradesinin sorunu böylesi bir bütünlük içerisinde ele almadığı, esasen feodalizmdeki çözülme derecesinin feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme olmaktan çıkarıp çıkarmadığı yönüyle ele aldığı görülmektedir. Yani Kongre iradesi sorunu esasen kapitalist gelişme derecesinin demokratik devrimin nesnel zeminini ortadan kaldırıp kaldırmadığı üzerinden sorgulamış oluyor.

Ancak ne var ki iki farklı sosyo-ekonomik yapı gerçekliğini dışta bırakan ‘ortalama sosyo-ekonomik yapı tahlili’ üzerinden vardığı sonuçların bir hayli problemli ve tartışma götürür olması, haliyle ‘sentez’ olarak ileri sürdüğü ‘sosyalist devrim aşaması’ tezinin ikna ediciliğini de önemli oranda zaafa uğratmaktadır.

Tabii öte taraftan bu ele alış ciddi şekilde eksiktir de. Çünkü karakteri itibariyle sorunun sadece baş çelişme üzerinden mekanik bir tarzla ele alınamayacağını Ekim Devrimi deneyimi gösteriyor olsa gerek. Geri ve de savaş yıkımı sosyo-ekonomik koşulları Sovyet iktidarını önce oldukça sert ve ileri bir yönelimle (‘savaş komünizmi’) sonucu aşmaya yöneltmiş, ardından ise bunun çare olmadığını görerek, taktik bir geri manevrayla, NEP gibi özgün bir ‘geçiş evresi’ni denemeyi yöneltmiştir. NEP sürecinin proletarya diktatörlüğü altında yaşanmış olması, onu otomatikman sosyalist kılmıyor. Lenin de Stalin de çok açık olarak bu olguya vurgu yapar ve bu süreci sosyalist iktisadın inşası için alt yapısal hazırlık anlamında bir ‘geçiş evresi’ olarak tanımlar.[4]Dolayısıyla da sorunun bu boyutuyla birlikte, bir bütün olarak, ele alınıp sorgulanması gerekiyor.

Böylesi bir ‘geçiş evresi’ gerekliliği ister doğrudan proletarya diktatörlüğü koşullarında olsun, ve isterse özü itibariyle proletarya diktatörlüğü kapsamında olan ve ama olgusal olarak onun daha alt biçimlerine tekabül eden halk veya devrimci işçi-köylü iktidarı altında yaşanıyor olsun; şurası yadsınamazdır ki, her halükarda, kısıtlanmış/sınırlandırılmış ve de illa ki dönüştürülüp tasfiye dilme mekaniğine alınmış olan burjuva kesimlerle, yani kapitalist öğelerle, bir uzlaşı ve ‘ittifak’ durum söz konusudur.

Böylesi bir ‘geçiş evresi’ gerekliliği ister doğrudan proletarya diktatörlüğü koşullarında olsun, ve isterse özü itibariyle proletarya diktatörlüğü kapsamında olan ve ama olgusal olarak onun daha alt biçimlerine tekabül eden halk veya devrimci işçi-köylü iktidarı altında yaşanıyor olsun, şurası yadsınamazdır ki, her halükarda, kısıtlanmış/sınırlandırılmış ve de illaki dönüştürülüp tasfiye edilme mekaniğine alınmış olan burjuva kesimlerle, yani kapitalist öğelerle, bir uzlaşı ve ‘ittifak durumu söz konusudur.

Evet her ne kadar da Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinden yer yer sapma özellikleri barındırıyor olsa da[5]ancak bu yönü gözden kaçırılmadan Mao Zedung’un ‘yeni Demokratik Cumhuriyet’ teorisinde bu ‘geçiş evresi’ne dair söyledikleri, illa ki dikkate alınması gereken belirleme ve tecrübelerdir.

İşte tüm bu yönleriyle bir bütün olarak ele alınıp sorgulanacak olursa görülecektir ki Kongre bilincinin öngörmüş olduğu ‘sosyalist devrim aşaması’ tezi, baş çelişme boyutuyla da sosyalist inşanın asgari iktisadi alt yapısı koşulları boyutuyla da, Kuzey Kürdistan özgülünde ciddi şekilde tartışmalı bir tez özelliği arzeder.

Somut verilere dayalı bir tahlile değil ama, kaba gözlemsel olgulardan hareketle Kuzey Kürdistan gerçekliğinin sosyalist değil, ulusal-demokratik devrim aşamasında bulunduğunu söylemek pek ala mümkün. Evet, bir kanaat olarak bunu söylemek pekâlâ mümkündür.

Bu, ezen-ezilen ulus çelişmesinin öngörülen sistem içi reformsal çözümüyle baş çelişme durumundan çıkıp, ikinci çelişmelerden iri pozisyonuna gerileyecek olması halinde de böyledir. Bunun temel belirleyeni hem feodal kalıntıların demokratik devrimin zeminini tümden ortadan kaldıracak düzeyde gerilmemiş olması v ehem de iktisadının özellikle de sanayisel geriliğinin sosyalist devrim öncesi bir ara evreye gereksinimi, bir olgu olarak, gösteriyor olmasıdır.

Tekrar altını çizelim ki su söylediklerimiz elbette ki sadece kaba gözleme dayalı kanaatlerimizdir. Gerçeğin tam olarak neye tekabül ettiğinin somut nesnel verileri üzerinden ortaya konması ve kesin hükmün ancak bunun üzerinden ortaya konması gerekiyor.

“DEVRİMİN AKTÜEL HEDEFİ” SORUNU:

Keza bununla birlikte Kongre’nin yukarıda ‘devrimin güncel hedefi’ sunumuyla aktardığımız görüşü de ciddi oranda problemlidir. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki ortada ‘toprak sorunu’ gibi esaslı/temel ve kapsamlı demokratik devrim gerekçeleri/sorunları var ise, burada gündemdeki devrimin sosyalist mi demokratik mi olacağının ciddi şekilde sorgulanması gerekir. Şayet bir dil alışkanlığı (sürçmesi) değil de ‘toprak sorunu’nu kapsayacak denli demokratik devrim görevleri var ve haliyle de öncelikli çözüm talep ediyorlarsa, demektir ki gündemdeki devrim hem demokratik devrimdir ve hem de somut koşulların öngöreceği ‘yeni demokratik cumhuriyet’ veya ‘devrimci işi-köylü iktidarı’ tarzında bir ‘geçiş evresi’ söz konusudur. Yok şayet somut gerçekliğin böyle olmadığı düşünülüyorsa o zaman sosyalist devrime havale edilen anın somut demokratik devrim görevleri tam olarak nelerse, bunlar dosdoğru ifade edilmelidir. Çünkü diğer türlüsü, yani gösterilen özensizlik ve genelleme/kabala söylemler kafa karşılığı ve gereksiz tartışmalar vesilesi olur.

Ancak burada şunun görülmesi gerekiyor ki; Kongre bilincinin bu geniş yelpazeli sosyalist devrim hedefleri, aslında daha önce bahsini ettiğimiz sosyo-ekonomik yapı tahlilinde içine düştüğü ‘ortalamacı’ tutumunun bir sonucudur. Çünkü ortada es geçilemeyecek olgusal gerçekler var ve bunlar bir şekilde kendilerini muhatap aldırıyor işte.

“Bugün ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan’ coğrafyasında toprak sorunu esasen gündemden çıkmış mıdır?” diye sorulacak olsa, açıktır ki bu sorunun yanıtı, genelmeme tek bir yanıt olmayacaktır. Neden? Çünkü ortada gelişim seyri ve dinamikleri farklı olan iki ayrı ülke var ve bunlar aynı sosyo-ekonomik gerçekliğe sahip değiller. Genelleme özetiyle söylemek gerekirse, yukarıdaki sorunun Türkiye açısından yanıtı; “evet, elbette toprak sorunu, gündemde olan bir sorun değildir” olur. Kuzey Kürdistan açısından ise; “Hayır, toprak sorunu tamamen gündemden çıkmıştır denemez. Bugünün çözüm talep eden başlıca sorunları arasındadır toprak sorunu”. Şeklinde olur diye düşünmekteyiz. Hatırlatmak gerekir ki Kuzey Kürdistan’da ‘toprak sorunu’nun bir boyutu sosyal iken, diğer boyutu da ‘ulusal çelişme’ bağlamlıdır. Bu iki olguyu birlikte gözetmek gerekir Kuzey Kürdistan’da ‘toprak sorunu’ meselesini sorgularken. Dolayısıyla da burası için ‘toprak sorunu’nu ‘temel/başlıca sorunlara arsındadır’ şeklinde ifade etmekte herhangi bir yanlışlık/isabetsizlik olacağını düşünmüyoruz.

Özetle, sırf alt yapısal bağlamda her iki ülkede de kapitalist üretim ilişkileri, hakimdir diye, buradan hareketle devrimin aşamasını otomatikman sosyalist devrim olarak belirlemek, doğru bir ele alış değildir.

Öte yandan bilinir ki farklı çelişmelerin farklı çözüm tarzları vardır. Bu diyalektiksel yasaya uygun davranılmayıp, ‘sol’ sekter yaklaşımlar, iradeci, dayatmalarla toplumsal sorunlar çözülmeye çalışılırsa, akıbetin her halükârda hüsranla biteceği açıktır. Örneğin Kuzey Kürdistan’ın özgünlüğünü es geçip, buranın demokratik devrim görevlerini Türkiye’nin sosyalist devrimine yedekler ve çözümün bu yolla olabileceği öngörülürse, açıktır ki bu yaklaşım her iki ülkede de devrimi ciddi sıkıntılarla yüz yüze bırakacaktır.

III. Kongre iradesinin şekillendirmiş olduğu devrim teorisi işte böylesi ciddi sonuçların ortaya çıkmasına güçlü olanaklar sunan niteliktedir.

Keza söz konusu alıntıda sosyalist devrimin diğer iki esaslı hedefi olarak da “uluslararası sermaye (emperyalizm)’ anti-emperyalist ve anti kapitalist bir muhteva taşıyacağı ifade edilmiş.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, şayet alıntıda öngörülen biçimiyle söz konusu olacaksa, bu demektir ki, “Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyası” sosyalist devrimin muhtevası, yukarıda belirtilenlere ilaveten bir de anti-emperyalist bir özellik taşıyor olacaktır. Dolayısıyla da doğru ve isabetli bir belirlemeyle denmesi gerekiyordu ki; “Bu bağlamda da temel olarak devrimimiz anti-feodal, anti emperyalist ve anti-kapitalist bir muhtevaya sahiptir.

Böyle ifade (veya formüle) edilmesi teorilerinin iç tutarlığı bakımından herhangi bir sıkıntı/arıza oluşturmazdı da. Çünkü devrimin muhtevası, çözmeyi hedeflediği başlıca çelişme (veya çelişmeler) tarafından belirleniyor olacaktır.

Kongre bilinci ‘feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişme’yi toplumun verili andaki başlıca çelişmelerden biri olarak saptamış olduğuna ve toprak sorunu dahil, demokratik devrimin günceliği olan tüm diğer görevlerinin çözümünü sosyalist devrim katarına yüklediğine göre, demektir ki bu çelişmenin çözümü de sosyalist devrimle olacaktır. Ve haliyle sosyalist devrimin bir diğer aktüel hedefi de ‘feodal kalıntılar’ olacağından, muhtevası kaçınılmaz olarak bu özelliği de kapsıyor olacaktır.

Yukarıda aldığımız yaklaşımların da aslında bundan çok daha önemlisi, sosyalist devrimin ayırt edici en temel, en karakteristik varlıksal koşullarından olan anti-kapitalistliğini ‘komprador tekelci kapitalizm’e indirgeyip, bununla sınırlandırmış olmasıdır. Ve tabii böyle olunca da bu muhteva o devrimi sosyalist değil, demokratik devrim limanına demirler. Böyle olunca da Kongre bilincinin bu devrimi demokratik halk devrimi veya devrimci işi-köylü iktidarı değil de sosyalist devrim kılan ayırt edici özelliğinin ne olduğunu açıklaması gerekecektir.

Kongre iradesi bu esaslı açmazı uluslararası sermayenin ve komprador kapitalizmin tesis ettiği tekelcilik ve kapatmaya çalışmışsa da ancak bunun hayatın ve olguların gerçeklikleriyle buluşmayan sübjektif bir gerekçelendirme olduğu son derece açıktır. Çünkü Kongre iradesinin iddiasının aksine ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan Coğrafyası’nda ki kapitalizm sadece uluslararası/çok uluslu yabancı işletmelerin ve ‘tekelci komprador burjuvazi’nin temsil ettiği ‘komprador tekelci kapitalizm’den ibaret değildir. Bunun dışında mesele 123. Dip notta bahsi edilen ‘yerel’ bir kapitalizm de söz konusudur.

Sosyalist devrimi, kaçınılmaz olarak Kongre bilincinin adeta ‘hokus-pokus’ marifeti vari bir marifetle yok saydığı ‘milli’ veya ‘orta burjuvazi’nin ana gövdesini de temel eden bu kapitalizmi ve keza ‘zengin köylülük’ün dahil olduğu ‘kır burjuvazisi’ni de hedeflemek zorundadır. Aksi halde öngörülen bu muhteva devrimi sosyalist değil, demokratik kılar.[6] (Kongre bilincinin sosyalist devrim ile yeni demokratik devrim arasındaki bir benzer bocalaması da sosyo-ekonomik yapı tahlili bölümündeki şu sözleriyle karşımıza çıkıyor: “(…) üçüncüsü, kamulaştırma sınırı en düşük haliyle ancak 1000 dekara (100 hektar) yani zengin köylü ile sınırlandırmalıdır. Milli burjuva kesimlerin dahi topraklarına el konulmayacağı savunulurken halk sınıf ve tabakaları içerisinde yer alan zengin köylülerin topraklarını zorlama bir yaklaşımla toprak reformu yapacağım diyerek kamulaştırma daha başından halk güçlerini bölmekten başka işe yaramayacaktır.[7]

Görüleceği gibi Kongre bilinci sorunu burada çok bariz bir şekilde hâlâ yeni demokratik devrim perspektifli refleksiyle ele almaktadır. Oysa ön gördüğü ve kanıtlama gayreti gösterdiği devrim sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim de doğası gereği, kaçınılmaz bir şekilde ve kararlılıkla kapitalizmin tasfiyesini öngörür. Ve bu anlamda kır burjuvazisini temsil eden zengin köylüğü ve keza ‘milli’ diye literatürümüze girmiş olan, tekelci burjuvazi/işbirlikçi büyük burjuvazi vb. ile kıyaslanmasında ‘orta burjuva’ kesim olarak tasnif olunan kapitalistleri de hedef almak zorundadır. Aksi halde bu devrim, arzettiği muhtevası itibariyle sosyalist değil, demokratik devrim zemininde kalan bir devrim olur. Bunu böylesi bir netlik ve açıklıkla ayrıştırıp koymak gerekiyor.)

Keza, konuluş biçimiyle, sosyalist devrimin muhtevasındaki ‘anti-emperyalist’lik sorunu da ciddi şekilde problemlidir. Bu problemli hal özellikle de uluslararası/çok uluslu sermayenin parantez içinde ‘emperyalizm’ özdeşliğiyle sunulmuş olması ve daha başka bir yerde de devrimin düşmanları arasında ülkede doğrudan veya ortaklıklar üzerinden yatırımlar yapmış, işletmeler kurmuş ve bu anlamıyla da ülke kapitalizminin bir bileşeni olarak işlem gören “çok uluslu tekel sahipleri”[8] bahsedilmesiyle ve emperyalizmin ülkedeki baş çelişmenin unsurları arasında sayılmasıyla daha bir belirginleşiyor.

Sosyalist devrimin doğası gereği kapitalist ve bunun en yüksek aşaması olan emperyalist sistem karşıtı olması ile; sömürge, yarı-sömürge veya daha başka biçimli bağımlılık ilişkilerinin bir ifadesi olarak; yani emperyalizm ile ezilen bağımlı ülke halkı arasındaki çelişmenin bir ifadesi olarak andaki devrime ‘anti-emperyalist’lik misyonu biçmek ve buradan hareketle devrimin ‘anti-emperyalist, anti-kapitalist’ bir muhtevaya sahip olması her haldeki apayrı şeylerdir.

Bilinir ki doğrudan emperyalist bir işgal söz konusu olmadıkça emperyalizm ile ülke halkı arasındaki çelişme baş çelişme olarak devrimin doğrudan ve de öncelikli hedefi haline gelmez. Devrimin anti-emperyalist özellik arzetmesi, emperyalizmin doğrudan değil, yerli işbirlikçileri sisteminin hedef alınmış olmasıyla, onun çıkarlarının bu yolla darbelenmiş olması, devrimle onun iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel tüm dayanaklarının hedefleniyor olması sebebiyledir.

Kongre bilinci elbette bütün bunları biliyordur, ancak söz konusu karışıklığa sebep olduğu da bir gerçekti. Bunun başlıca nedenlerinden birisi de her haldeki devrimin doğrudan hedefleyeceği ülke kapitalizminin bileşenleri durumunda olan uluslararası/çok uluslu sermayeyi ‘emperyalizm ile özdeş tutan buna indirgeyerek sunan yaklaşımı olsa gerek. Ülke kapitalizmin bir unsuru konumunda olan ve kaçınılmaz olarak da devrimin doğrudan hedefi olacak olan uluslararası tekelci sermaye kuruluşlarını başlı başına ‘emperyalizm’ olgusuna indirgemiş ve bu da özellikle baş çelişme konusundaki o esaslı karmaşaya neden olmuş. Hani deniyor ya: “(…) bu bağlamda başlıca çelişkiler içerisinde somut olarak baş çelişki, emperyalizm ve komprador tekelci kapitalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olarak değişikliğe uğramıştır.”[9]

Sorunu böyle koymak, bir süreçte farklı iki çelişkiyi aynı esnada baş çelişme ilan etmektedir de. Kongre bilincinin bunun doğru olmayacağını bilebilecek durumda olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, burada bahsettiğimiz anlamda bir karışıklığın yaşında daha rahat görülebilir. Ve sanırız baş çelişme olarak ‘komprador tekelci burjuvazi’ ile birlikte ‘devrimin düşmanları’ arasında ifade ettikleri ve kurum ve kuruluşlarıyla, işletme ve iştirakleriyle ülke kapitalizminin doğrudan unsuru durumunda olan şu ‘çok uluslu tekel sahipleri”[10] de belirtilmek istenmiş. Yani bu durumda söylenmek istenen şu olmuş oluyor: “Baş çelişki ülkemizdeki çok uluslu tekel sahipleri ve komprador tekelci burjuvazi ile…”

Evet, karışıklığa sebep olan güçlü öğenin esasen bu olduğu görülüyor. Ancak sadece tek başına bunun olduğunu söylemek de pek isabetli olmayacak gibi. Çünkü bunun yanında ülkede hâkim olan kapitalizmin emperyalizm tarafından geliştirilmiş olması ve onunla organik bir bağımlılık ilişkisi içinde, bir bakıma bir nevi bir entegrasyonun oluşmuş olduğu şeklindeki bu görüşün de böylesi bir sonuca, varmada perde arkası bir rol oynadığı söylenebilir. Yani mantıksal fikir yürütüşleri şöylesi bir şey olsa gerek: Komprador kapitalizm kendi başına bir şey olmadığına ve doğrudan emperyalizmin bir unsuru olduğuna göre ve komprador kapitalizme ve çokuluslu şirketlere karşı gelişecek her devrimin karşısına otomatikman emperyalist güçler dikileceğine göre, o halde bunları ayrı olgular olarak değil, birlikte olgular olarak değerlendirmek ve haliyle de komprador burjuvaziyle birlikte devrimin doğrudan baş hedefi saymak gerekir.

Kongre bilinci muhtemelen işte böylesi bir düşünüş tarzından hareketle, emperyalizmi, yukarıda bahsettiğimiz bu her iki şekliyle, sosyalist devrim sürecinin baş çelişme unsurlarından/bileşenlerinden bir olarak belirlemektedir. Nitekim Kongre iradesinin dünya çapındaki baş düşman ve baş çelişme tespitlerinin de aynı düşünüş ve fikir yürütüş tarzının bir ürünü olduğu dikkate alınırsa, bu söylediklerimizin spekülatif bir söylem olmadığı daha rahat görülebilir. 

Ancak düşüncemize göre, ülke kapitalist sistemin doğrudan unsurları olarak konumlanmış olan uluslararası/çok uluslu kapitalist işletme, şirket, firma ve çeşitli finans kuruluşların sahibi olarak yabancı tekelci burjuvazinin yerli işbirlikçi burjuvazisiyle birlikte sosyalist devrim sürecinin baş çelişmesi kapsamına alınması isabetli ve doğru iken; ‘entegrasyon’ olgusundan yola çıkarak, emperyalizm ile ülke halkı arasındaki çelişmenin bir unsuru olan ‘emperyalizm’ olgusunu sosyalist devrim sürecinin baş çelişmesinin doğrudan bir bileşeni/unsuru olarak ilan etmek; yani yarı-sömürgelik olgusunun ifadesi olan çelişmeyle, proletarya-burjuvazi çelişmesini kaynaştırıp tek bir baş çelişmeye dönüştürmek, her halükarda isabetsizdir, yanlıştır.

Neden doğru olmadığını uzun uzadıya tartışmak elbette mümkün; ancak biz bu konuda sorunun gerek ‘baş çelişme’ ve gerek ‘baş düşman’ olguları bakamından Marksizm-Leninizm teorisindeki perspektifin, özellikle de Mao Zedung’unaçılımsal yorumlarının günümüzde de geçerliliğini ve yeterliliğini koruduğunu ifade etmenin, en azından bu çalışma bağlamında, yeterli geleceğini düşündüğümüzden, konuyu daha fazla teferruatlandırmadan, bunları belirtmiş olmayı yeterli buluyoruz.

Devam edecek:  “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA TKP/ML’NİN TAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:


[1] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 90.

[2] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 91.

[3] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 93.

[4] Geniş Değerlendirmeler için 2 no.lu dipnotta age. bakılabilir.

[5] Geniş Değerlendirmeler için 2 no.lu dipnotta age. bakılabilir.

[6] Sorunun bu yönüne ilişkin farklı görüşlerin ve sert tartışmaların olanca hararetiyle devam etmekte olduğunu da belirtmek gerekiyor. Mesela, “Türkiye’deki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, maddi-teknik-ekonomik temeli, sosyalizmin inşası bakımından asgari bir temel sunmaktadır”, “Yukarıdaki tablo, dünya proleter devriminin bir bileşeni olan Türkiye devriminin, proleter devriminin nesnel koşulları bakımından, çok daha fazla olgunlaştığını göstermektedir. Diyen, diyebilin MLKP çizgisinden Hasan Ozan (Bkz. ‘Kesintisiz devrim ve İktidar sorunu’ abç ve ama buna rağmen sıralamış olduğu pek çok gerekçeyle (ki, malum gerekçeler) birlikte: “Türkiye’deki kapitalist gelişme düzeyi bu gelişme düzeyinin belirlediği sınıflaşma düzeyi, proletaryanın hemen ve doğrudan tüm burjuvaziyi ve kapitalizmi hedef alarak tasfiye etmesini önlemektedir. Doğal olarak, her devrim iktidarda (aç. H. Ocak) olan sınıfa yönelir ve iktidarda olan sınıfı ya da sınıfları yıkar. Bugün Türkiye’de iktidarı elde tutan sınıf, bir bütün olarak burjuvazi değil, işbirlikçi tekelci burjuvazinindir. (…)” (sayfa 127) şeklindeki bu ‘orijinal’ gerekçeyle de gündemdeki devrimin neden sosyalist olamayacağını ve neden demokratik devrim olması gerektiğini açıklamaya koyulmuş: “(…) işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarının tasfiyesi görevi bizleri sosyalizme yaklaştıran, sosyalizme doğru bir adım karakteri taşıyan burjuva demokratik içerikli bir görevdir ve bu olgu, devrimimizin anti-tekel yanını açığa çıkarmaktadır. (..)” Tabii bu yaklaşımdaki bariz açmazlar ve çelişkiler son derece aleni olduğu gibi ‘her devrim iktidarda olan sınıfa yönelir ve iktidarda olan sınıfı ya da sınıfları yıkar’ temel kriteriyle devlet iktidarını elinde bulunduran hakim sınıf kliğini yıkılacak güç olarak belirleyen ve diğer burjuva kesimleri güncel devrimin hedefi dışında tutan ve devrimin bir de ‘anti-tekel’ yönünün olacağını savlayan bir yaklaşım her haldeki aynı anlayışla emperyalist kapitalist ülkelerde de doğrudan sosyalist devrimi öngörmüyor olacaktır: Çünkü oralarda da iktidarda olan klik tekelci mali sermeyedir ve onun oligarşik hakimiyeti söz konusudur. “Her devrim iktidarda olan sınıfa yönelir. (…)” onları yıkıp tasfiye etme öncelikli göreviyle hareket edeceğine göre, öyle ya, demek ki buralar devrimleri de ‘anti-tekel’ öncelikli tarihsel görevleri itibariyle sosyalist değil, demokratik devrimci bir muhtevayla, devrimin tüm burjuvaziyi ve kapitalizmi hedefleyebilmesinin zeminini hazırlamaya çalışacaktır doğal olaraktan. Tabii buradaki beylik savunuları ‘hayır öyle olmayacak. Çünkü buralarda işçi sınıf ve tekelci burjuvazi dışındaki kesimler çapsızdır. Dolayısıyla da izlenecek strateji farklı olacaktır. “vs. vs. Yani özetle H. Ozan ve benzeri yaklaşım sahiplerinin teorilerindeki zorlama yönler işte böylesine uç boyutlu uçuk sonuçlara vardırıyor kaçınılmaz olaraktan.

[7] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 60.

[8] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 46.

[9] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 94.

[10] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 90.

 

2260

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Halil Gündoğan

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

Sayfalar