Perşembe Mayıs 16, 2024

HDP’yi tartışmak…

Asıl tartışılması gereken bu iddianın altının nasıl doldurulacağı olmalıydı

Halkların Demokratik Partisi HDP’nin önümüzdeki Haziran seçimlerine bu kez parti olarak katılacağını açıklaması bazı çevreleri şimdiden gerdi. Bunların başında da AKP ve AKP’ye kapılanmış yalaka takımıyla Kürt düşmanlığı genlerine işlemiş sosyal şoven çevreler geliyor.

AKP neden korkuyor?

AKP ve yandaşlarının HDP’nin bu kararından tedirgin olmalarının nedeni çok açık. Çünkü HDP’nin seçime parti olarak girip yüzde 10 barajını aşması durumunda AKP bugüne kadar bedavadan cebe indirdiği en az 25-30 milletvekilliğini kaybedecek. Çünkü HDP’nin parti olarak değil de belli bölgelerde tek tek isimleri aday olarak gösterdiği durumda o aday isterse AKP’nin 4-5 katı oy alsın o isim dışında kalan diğer bütün milletvekillikleri genellikle AKP’ye gidiyordu.

AKP ikinci olarak, Meclis’te de CHP ve MHP gibi etkisiz, mıymıntı ve pejmürde bir “muhalefete” sahip olmanın avantajını kaybedecek. Hem bileşimi ve programatik perspektifleri hem de özellikle Kürt hareketi içinde giderek belirginlik kazanan sınıfsal farklılıkların neden olduğu yalpalamalar nedeniyle HDP muhalefetinin de tutarlı devrimci bir çizgide seyretmeyeceği çok açık. Ancak bilinen bütün zaaf ve zayıflıklarına karşın bugünün Türkiye’sinde gövdesini Kürt halk hareketinin oluşturduğu HDP’yi aşan, ondan daha militan ve etkili bir demokratik dinamiğin olmadığı da bir gerçektir. Gücünü asıl olarak sokaktan (serhildanlardan) alan ve kimi zaman pragmatist hesaplarla da olsa sokağın ve kendi dışında kalan muhalefet dinamiklerinin sesine diğer bütün partilerden çok daha duyarlı olan böyle bir partinin Meclis içinde yürüteceği muhalefetin de farklı olacağı, ilerici-demokratik bir karakter taşıyacağı ortadadır.

HDP’nin Meclis’e parti olarak girebilecek kadar güç toplamayı başaracak olması, üçüncü olarak, hem Kürtleri kimin ne ölçüde temsil ettiği konusunda yapılan demagojik spekülasyonlara hem de HDP’yi ısrarla sadece “Kürt kimliği” içine sıkıştırmak isteyen eğilimlere öldürücü bir darbe olacak.

Ortak payda: Kürt düşmanlığı

HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararından müthiş rahatsız olan diğer kampa gelince, burada homojen bir bütünlükten söz edilemez. Bir kutbunda gözü dönmüş Kürt düşmanı Ergenekoncu faşistlerin bulunduğu bu yelpazenin diğer kutbunu ise değişik tür ve renklerdeki küçük burjuva solculuğu oluşturuyor. Bu “beş benzemezler” topluluğunu bu konuda birbirlerine yaklaştıran ikinci ana etken kör bir AKP düşmanlığı.

Bunların ortak tezlerine göre, “HDP’nin barajı aşma şansı yok. Bu durumda daha önce bağımsız olarak çıkarabildiği 30-35 milletvekilliği de otomatik olarak AKP’ye gidecek. Böylece Tayyip Erdoğan, gönlünde yatan başkanlık sistemini anayasal hale getirecek ezici bir çoğunluğa ulaşacak. Zaten bu konuda İmralı’da bir anlaşma yapılmış bile. HDP’nin seçimlere bu kez parti olarak katılmak gibi bir maceraya kalkışmasının gerisinde de zaten bu anlaşma var…”.

HDP eşbaşkanlarından Selahattin Demirtaş defalarca, “böyle bir anlaşma falan yok. Bu alçakça bir iddiadır. Ayrıca AKP ile böyle bir başkanlık pazarlığına girmek de alçaklıktır…” dediği halde bu iftira hala sürdürülüyor. Bununla, konunun Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin gelişimi açısından doğurabileceği sonuçların artıları ve eksileriyle nesnel bir biçimde tartışılması yerine Kürtleri baştan “AKP işbirlikçisi” olarak damgalayarak geleneksel tabanının bile sıtkının sıyrıldığı CHP’nin uyuz muhalefeti ile onunla ya da onsuz bu hoşnutsuzluktan nemalanmanın hesabını yapan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) gibi anti Kürt tekkelerin yırtık yelkenlerine rüzgar üflenmek amaçlanıyor.

Kendi önlerini açabilmek için Kürtlerden geride durmalarını isteyen “sol/sosyalist” maskeli bu yüzsüzlüğün “Kürtler AKP ile anlaştı” iftirası dışında ileri sürdükleri gerekçeler de aptalca. Ahmet Kaya’nın bir şarkısında dediği gibi, “nerden baksan tutarsızlık/nerden baksan çelişki…”.

AKP’nin değirmenine asıl kim su taşıyor?

Mesela “Eğer HDP barajı aşamazsa o zaman onun çıkardığı 30-35 milletvekilliği de otomatik olarak AKP’ye gider” deniyor. İyi de, HDP seçime bağımsız adaylarla girdiği zaman da en az 25-30 milletvekilliği beleşe AKP’nin oluyor. HDP’nin gösterdiği bağımsız adayın 80 bin hatta 120 bin oy aldığı seçim çevrelerinde o adayın arkasından gelen AKP 15-20 bin oy aldığı halde geriye kalan 2-3 milletvekilliğini cebe indiriyor. Üstelik HDP’nin aday göstermediği ya da il barajını küçük farklarla geçemediği seçim çevrelerindeki oyların kurda kuşa yem olup çöpe gitmesi de işin cabası. HDP’nin seçimlere bu kez parti olarak katılma kararının eğriliği doğruluğu önyargısız bir yaklaşımla tartışılacaksa gerçeğin bu yönleri neden gözden kaçırılıyor?..

HDP’nin barajı aşabileceği nasıl kesin bir dille söylenemezse barajı aşamayacağı da bugünden mutlaklaştırılamaz. HDP’nin önüne ikinci barajı çekme yarışına çıkan keskin “solcular” bu konuda da bağnaz bir tek yanlılık içindeler. Barajı aşma olasılığının adını dahi anmıyorlar. Bu parti önceki seçimlerde olduğu gibi hala yüzde 5-6’lar düzeyinde dolaşıyor olsaydı eğer ne kadar sıkı bir kampanya yürütülürse yürütülsün kaybedileceği baştan belli bir kumar oynandığı iddiası o zaman haklı ve geçerli olurdu. Ancak son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy ve yapılan kimi anketler HDP’nin bugün yüzde 8-9 civarında dolaştığını gösteriyor. Demek ki HDP’nin yüzde 10 barajını aşabilme şansı var.

Eğer seçimlere katılmayı ilkesel olarak reddeden klasik “boykotçu” bir yaklaşımdan hareket edilmiyorsa (bu “sol çocukluk”un eleştirisi ayrı bir konu) bu durumda demokrasi mücadelesinin güç kazanması açısından (hatta gözü onun geriletilmesinden başka bir şey görmeyen sığ bir AKP düşmanlığı açısından dahi) hangi yaklaşım daha tutarlı sayılır: AKP’nin en az 25-30 milletvekili daha az çıkararak hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlamasının dahi riske girebileceği bir katılma kararı mı yoksa önceki seçimlerde olduğu gibi ona baştan 25-30 fazla sandalye kazandıran “bağımsız adaylarla girme” kararı mı?..

HDP’nin barajı aşamama olasılığını şimdiden mutlaklaştırarak onu “AKP işbirlikçiliği”yle suçlayacak kadar ileri giden sözde demokratlar, asıl bu tutumlarıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar. HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı tartışmasını her şey haline getirip merkeze koymakla hem yaklaşan seçim döneminde işçi ve emekçi yığınların karşısına en azından tutarlı bir devrimci demokrat tavır açısından nasıl bir program ve seçim stratejisiyle çıkılmasına yönelik anlamlı bir tartışmanın önünü kesmiş oluyorlar hem de barajı aşma olasılığı bu kez o kadar da zayıf olmayan HDP konusunda tereddüt ve düşmanlıkları körükleyerek tam da “AKP işbirlikçiliği” olarak damgalamaya çalıştıkları sonuca çanak tutuyorlar. Bunların gözlerini kör eden tek yanlı AKP karşıtlığı bile Kürtlere duydukları düşmanlığın gölgesinde kalıyor.

Tescilli CHP kuyrukçuluğuna yeni kılıf arayışı

Düşünün ki, Gezi’nin rantını yemek amacıyla dün birbirleriyle kanlı bıçaklı olanların bile bugün yan yana geldikleri bir yengeç sepetinden başka bir şey olmayan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) denilen oluşum, seçimlerde nasıl bir politika izleyeceğini hala belirlemiş değil. Ancak HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararını en pespaye yakıştırmalar eşliğinde topa tutanlar bu oluşumun kimi bileşenleri. Bunların gönüllerinde yatan aslan, CHP ile pazarlığa oturup belli bir kontenjan karşılığı onunla işbirliği yapmak.

Fakat kendilerini bir “güç” olarak pazarlayabilmek için önce HDP’ye yönelme olasılığı olan oyların önünü kesmeye ihtiyaçları var. Çünkü bunlar kendi başlarına kayda değer bir güç değiller. Kendileri de bu gerçeğin farkında oldukları için zaten apar topar biraraya geldiler. Ancak bu tür toplama “birliktelikler”in de bir işe yaramadığını son yerel seçimler sırasında Ankara’da denedikleri “bağımsız aday” pratiğinde gördüler. Aslında o Ankara pratiği, CHP kuyrukçuluğunun “bağımsız devrimci tutum” söylemi arkasına saklanan örtük biçiminden başka bir şey değildi. Şimdi farklı yollar ve atraksiyonlar deneniyor.

Sırf Kürtlerle yan yana görünmemek için “kendinde şey” haline getirilmiş bir AKP düşmanlığının arkasına saklanarak, “HDP barajı aşamayacak olursa AKP o zaman Anayasayı da istediği gibi değiştirebileceği çoğunluğa ulaşır ve başkanlık sistemini yasalaştırır” korkusunu üretip sömürenlere şu soruları sormak gerekir:

Bugünkü Meclis aritmetiği Tayyip Erdoğan’ın tek adam yönetimine dayalı fiili başkanlık sistemine geçişini ne kadar engelleyebildi ki bu gidişin derinleşmesi ya da önünün alınabilmesi Meclis aritmetiğine bağlı bir sorun olsun?

İkinci olarak, başkanlık sisteminin engellenmesi bir demokrasi savaşımı ise Kürt sorununun çözümü bir demokratikleşme sorunu değil midir? Buna bağlı olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi ya da olmayan demokrasinin “savunulması” için yapılması gerekenler -daha doğrusu “gerektiği” iddia edilen jest ve fedakarlıklar- neden hep Kürtlerden bekleniyor? Yük -ve fatura- neden hep Kürtlerin sırtına yıkılıyor?..

Diğer yandan madem bu korku duyuluyor, o zaman HDP’nin barajı daha rahat aşabilmesi için ona omuz vermek neden düşünülmüyor? 2010 seçimlerinde baraj altında kalma ihtimali var diye eli kanlı faşist MHP’ye bile oy vermek düşünülebilmiş ve bu yapılmışken bugün HDP, daha doğrusu Kürtler söz konusu olunca eller niye titriyor?..

Madem yanlıştı…

Keskin sol söylemler arkasına saklanarak boy gösteren HDP karşıtlığının ürettiği bahaneler içinde en komiği “önemli olan sandık değil sokaktır” edebiyatı olsa gerek. Çünkü bu edebiyatı yapanların neredeyse hepsi bugüne kadar bağımsız adaylar çıkararak seçimlere katılmakta bir beis görmemiş çevreler. Üstelik bunların çoğu sokakta da devrimci bir varlık ve pratiğin sahibi değiller. Buna karşın özellikle Kürt halkının sokakları nasıl süreklileşmiş bir kitlesellik ve militanlıkla kullandığı ortada.


Kaldı ki HDP’nin seçime katılmasını da değil parti olarak katılma kararını eleştirmek için “önemli olan sokaktır” edebiyatı yapanlar, bir başka açıdan daha kime ne dediklerinin farkında değillerdir. “Barajın altında kalırsanız AKP’nin elini rahatlatmış olursunuz” suçlamalarına yanıt olarak HDP, “bizim siyasal faaliyetimizin tek ya da esas biçimi Meclis değil zaten. O zaman gider halkımızla birlikte sokaklarda siyaset yaparız” demektedir. Devrimci bir durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentolar ve seçim zeminlerinden yararlanmayı reddeden küçük burjuva sol çocukluk hastalığından muzdarip olmayan önyargısız, samimi bir devrimcilik, seçimlere katılmakla birlikte parlamentarist hayalleri körüklemek yerine sokağı temel adres olarak göstermeyi sürdüren bu yaklaşımın neresine, neden karşı çıkar anlamanın olanağı yoktur.

Kaldı ki, HDP 12 Eylül rejiminin getirdiği seçim barajını aşamayarak meclise giremeyecek olursa, kim hangi sonucu elde etmiş olursa olsun o parlamentonun meşruiyeti daha ilk günden tartışmalı, dahası gayri meşru bir özellik kazanır. Başkanlık sistemine anayasal bir kılıf geçirebilmek şurada dursun, o parlamentonun alacağı en sıradan karar bile sokaklarda tartışılır ve yanıtlanır hale gelir. Bu, mevcut siyasal-toplumsal krizi ağırlaştırmakla kalmaz, zincirleme reaksiyonlara yol açarak ekonomiyi de allak bullak edecek genel bir krize dönüşür. Bu arada Kürtler, kendi topraklarında özyönetim yönelim ve uygulamalarına hız vererek Türkiye’deki burjuva faşist rejimin taşlaşmış yapısında derin yarıklar açmak suretiyle -kanlı bir iç savaşa dönüşme riskini de içermekle birlikte- radikal bir demokratikleşme sürecinin önünü fiilen açmış olurlar. vd.

Seçimlere katılmayı ilkesel olarak reddetmemekle birlikte bu katılımın parlamentarist-reformist hayal ve beklentileri güçlendirecek sonuçlar doğurmamasına da ilkesel bir dikkat ve özen göstermek zorunda olan devrimci bir yaklaşım açısından bu olasılığı da içeren bir seçim politikasına karşı mı çıkmak daha doğru ve tutarlı bir yaklaşım olur yoksa onu bağlayıcı programatik öneriler ve izlenecek kampanya stratejisi açısından daha eksiksiz ve güven verici bir devrimci demokratik içerik ve çerçeveye oturtmak yönünde etkide bulunmaya çalışmak mı?..

Asıl tartışılması gerekenler

HDP konusunda tartışılması gereken nokta seçime parti olarak katılma kararı olmamalıydı. Asıl tartışılması gereken, bu iddianın altının nasıl doldurulacağı, nasıl bir seçim stratejisi izleneceği, hangi sınıf ve kesimlerin desteğini kazanmanın esas alınacağı, özellikle de işçi ve emekçilerin karşısına hangi söz ve taleplerle çıkılacağı ve bu sözlerin tutulacağı noktasında onlara nasıl güven verilebileceği olmalıydı.

Çünkü HDP’nin özellikle Batı’da aşması gereken eşik, bu konularda bugüne kadar yeterince güven vermeyen, tutarsız ve zayıf bir pratik sergilemiş olmasıdır. Bu pratiğin gerisinde yatan çizgisel kırılmalar ve yapısal zaaflarıdır. Parti adına sık sık birbiriyle çelişen tutum ve yaklaşımlar sergilenmesidir. Öyle ki, Türkiye’de bugün birçok kesim HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararından son anda dönüp dönmeyeceği konusunda bile kuşkuludur.

Diğer yandan, son yerel seçimlerde İstanbul’da Sırrı Süreyya Önder’in ismi üzerine kurulan kampanyaya benzer tarzda kişilerin öne çıkarılmasına dayalı bir seçim stratejisi izlenecek olursa HDP’nin barajı aşması hayal olur. Buna karşın Demirtaş’ın aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlenene benzer tarzda fikirlerin ve programatik perspektiflerin öne çıkarıldığı bir kampanya yürütülür ve bu program Kürt sorununda demokratik bir çözümün yanı sıra işçi ve emekçi yığınların sınıfsal talep ve beklentilerini esas alan, omurgasını emek eksenli bir sınıfsal yaklaşımın oluşturduğu bütünsel net bir demokratik program olursa o zaman bu, barajın aşılıp aşılamamasından da bağımsız olarak Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin gelişimine katkıda bulunur.

Emekçiler arasındaki kardeşleşmeye olduğu kadar işçi ve emekçilerin tutarlı bir demokrasi okulunda eğitilmelerine katkıda bulunacak anlamlı bir tartışma yürütülecekse bunlar tartışılmalıdır.

 HDP konusunda tartışılması gereken nokta seçime parti olarak katılma kararı olmamalıydı. Asıl tartışılması gereken, bu iddianın altının nasıl doldurulacağı, nasıl bir seçim stratejisi izleneceği, hangi sınıf ve kesimlerin desteğini kazanmanın esas alınacağı, özellikle de işçi ve emekçilerin karşısına hangi söz ve taleplerle çıkılacağı ve bu sözlerin tutulacağı noktasında onlara nasıl güven verilebileceği olmalıydı.

(Alınteri 1 Şubat 2015)


67707

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Sayfalar