Perşembe Mayıs 16, 2024

HDP’yi tartışmak…

Asıl tartışılması gereken bu iddianın altının nasıl doldurulacağı olmalıydı

Halkların Demokratik Partisi HDP’nin önümüzdeki Haziran seçimlerine bu kez parti olarak katılacağını açıklaması bazı çevreleri şimdiden gerdi. Bunların başında da AKP ve AKP’ye kapılanmış yalaka takımıyla Kürt düşmanlığı genlerine işlemiş sosyal şoven çevreler geliyor.

AKP neden korkuyor?

AKP ve yandaşlarının HDP’nin bu kararından tedirgin olmalarının nedeni çok açık. Çünkü HDP’nin seçime parti olarak girip yüzde 10 barajını aşması durumunda AKP bugüne kadar bedavadan cebe indirdiği en az 25-30 milletvekilliğini kaybedecek. Çünkü HDP’nin parti olarak değil de belli bölgelerde tek tek isimleri aday olarak gösterdiği durumda o aday isterse AKP’nin 4-5 katı oy alsın o isim dışında kalan diğer bütün milletvekillikleri genellikle AKP’ye gidiyordu.

AKP ikinci olarak, Meclis’te de CHP ve MHP gibi etkisiz, mıymıntı ve pejmürde bir “muhalefete” sahip olmanın avantajını kaybedecek. Hem bileşimi ve programatik perspektifleri hem de özellikle Kürt hareketi içinde giderek belirginlik kazanan sınıfsal farklılıkların neden olduğu yalpalamalar nedeniyle HDP muhalefetinin de tutarlı devrimci bir çizgide seyretmeyeceği çok açık. Ancak bilinen bütün zaaf ve zayıflıklarına karşın bugünün Türkiye’sinde gövdesini Kürt halk hareketinin oluşturduğu HDP’yi aşan, ondan daha militan ve etkili bir demokratik dinamiğin olmadığı da bir gerçektir. Gücünü asıl olarak sokaktan (serhildanlardan) alan ve kimi zaman pragmatist hesaplarla da olsa sokağın ve kendi dışında kalan muhalefet dinamiklerinin sesine diğer bütün partilerden çok daha duyarlı olan böyle bir partinin Meclis içinde yürüteceği muhalefetin de farklı olacağı, ilerici-demokratik bir karakter taşıyacağı ortadadır.

HDP’nin Meclis’e parti olarak girebilecek kadar güç toplamayı başaracak olması, üçüncü olarak, hem Kürtleri kimin ne ölçüde temsil ettiği konusunda yapılan demagojik spekülasyonlara hem de HDP’yi ısrarla sadece “Kürt kimliği” içine sıkıştırmak isteyen eğilimlere öldürücü bir darbe olacak.

Ortak payda: Kürt düşmanlığı

HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararından müthiş rahatsız olan diğer kampa gelince, burada homojen bir bütünlükten söz edilemez. Bir kutbunda gözü dönmüş Kürt düşmanı Ergenekoncu faşistlerin bulunduğu bu yelpazenin diğer kutbunu ise değişik tür ve renklerdeki küçük burjuva solculuğu oluşturuyor. Bu “beş benzemezler” topluluğunu bu konuda birbirlerine yaklaştıran ikinci ana etken kör bir AKP düşmanlığı.

Bunların ortak tezlerine göre, “HDP’nin barajı aşma şansı yok. Bu durumda daha önce bağımsız olarak çıkarabildiği 30-35 milletvekilliği de otomatik olarak AKP’ye gidecek. Böylece Tayyip Erdoğan, gönlünde yatan başkanlık sistemini anayasal hale getirecek ezici bir çoğunluğa ulaşacak. Zaten bu konuda İmralı’da bir anlaşma yapılmış bile. HDP’nin seçimlere bu kez parti olarak katılmak gibi bir maceraya kalkışmasının gerisinde de zaten bu anlaşma var…”.

HDP eşbaşkanlarından Selahattin Demirtaş defalarca, “böyle bir anlaşma falan yok. Bu alçakça bir iddiadır. Ayrıca AKP ile böyle bir başkanlık pazarlığına girmek de alçaklıktır…” dediği halde bu iftira hala sürdürülüyor. Bununla, konunun Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin gelişimi açısından doğurabileceği sonuçların artıları ve eksileriyle nesnel bir biçimde tartışılması yerine Kürtleri baştan “AKP işbirlikçisi” olarak damgalayarak geleneksel tabanının bile sıtkının sıyrıldığı CHP’nin uyuz muhalefeti ile onunla ya da onsuz bu hoşnutsuzluktan nemalanmanın hesabını yapan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) gibi anti Kürt tekkelerin yırtık yelkenlerine rüzgar üflenmek amaçlanıyor.

Kendi önlerini açabilmek için Kürtlerden geride durmalarını isteyen “sol/sosyalist” maskeli bu yüzsüzlüğün “Kürtler AKP ile anlaştı” iftirası dışında ileri sürdükleri gerekçeler de aptalca. Ahmet Kaya’nın bir şarkısında dediği gibi, “nerden baksan tutarsızlık/nerden baksan çelişki…”.

AKP’nin değirmenine asıl kim su taşıyor?

Mesela “Eğer HDP barajı aşamazsa o zaman onun çıkardığı 30-35 milletvekilliği de otomatik olarak AKP’ye gider” deniyor. İyi de, HDP seçime bağımsız adaylarla girdiği zaman da en az 25-30 milletvekilliği beleşe AKP’nin oluyor. HDP’nin gösterdiği bağımsız adayın 80 bin hatta 120 bin oy aldığı seçim çevrelerinde o adayın arkasından gelen AKP 15-20 bin oy aldığı halde geriye kalan 2-3 milletvekilliğini cebe indiriyor. Üstelik HDP’nin aday göstermediği ya da il barajını küçük farklarla geçemediği seçim çevrelerindeki oyların kurda kuşa yem olup çöpe gitmesi de işin cabası. HDP’nin seçimlere bu kez parti olarak katılma kararının eğriliği doğruluğu önyargısız bir yaklaşımla tartışılacaksa gerçeğin bu yönleri neden gözden kaçırılıyor?..

HDP’nin barajı aşabileceği nasıl kesin bir dille söylenemezse barajı aşamayacağı da bugünden mutlaklaştırılamaz. HDP’nin önüne ikinci barajı çekme yarışına çıkan keskin “solcular” bu konuda da bağnaz bir tek yanlılık içindeler. Barajı aşma olasılığının adını dahi anmıyorlar. Bu parti önceki seçimlerde olduğu gibi hala yüzde 5-6’lar düzeyinde dolaşıyor olsaydı eğer ne kadar sıkı bir kampanya yürütülürse yürütülsün kaybedileceği baştan belli bir kumar oynandığı iddiası o zaman haklı ve geçerli olurdu. Ancak son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy ve yapılan kimi anketler HDP’nin bugün yüzde 8-9 civarında dolaştığını gösteriyor. Demek ki HDP’nin yüzde 10 barajını aşabilme şansı var.

Eğer seçimlere katılmayı ilkesel olarak reddeden klasik “boykotçu” bir yaklaşımdan hareket edilmiyorsa (bu “sol çocukluk”un eleştirisi ayrı bir konu) bu durumda demokrasi mücadelesinin güç kazanması açısından (hatta gözü onun geriletilmesinden başka bir şey görmeyen sığ bir AKP düşmanlığı açısından dahi) hangi yaklaşım daha tutarlı sayılır: AKP’nin en az 25-30 milletvekili daha az çıkararak hükümet kurabilecek çoğunluğu sağlamasının dahi riske girebileceği bir katılma kararı mı yoksa önceki seçimlerde olduğu gibi ona baştan 25-30 fazla sandalye kazandıran “bağımsız adaylarla girme” kararı mı?..

HDP’nin barajı aşamama olasılığını şimdiden mutlaklaştırarak onu “AKP işbirlikçiliği”yle suçlayacak kadar ileri giden sözde demokratlar, asıl bu tutumlarıyla AKP’nin ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar. HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı tartışmasını her şey haline getirip merkeze koymakla hem yaklaşan seçim döneminde işçi ve emekçi yığınların karşısına en azından tutarlı bir devrimci demokrat tavır açısından nasıl bir program ve seçim stratejisiyle çıkılmasına yönelik anlamlı bir tartışmanın önünü kesmiş oluyorlar hem de barajı aşma olasılığı bu kez o kadar da zayıf olmayan HDP konusunda tereddüt ve düşmanlıkları körükleyerek tam da “AKP işbirlikçiliği” olarak damgalamaya çalıştıkları sonuca çanak tutuyorlar. Bunların gözlerini kör eden tek yanlı AKP karşıtlığı bile Kürtlere duydukları düşmanlığın gölgesinde kalıyor.

Tescilli CHP kuyrukçuluğuna yeni kılıf arayışı

Düşünün ki, Gezi’nin rantını yemek amacıyla dün birbirleriyle kanlı bıçaklı olanların bile bugün yan yana geldikleri bir yengeç sepetinden başka bir şey olmayan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) denilen oluşum, seçimlerde nasıl bir politika izleyeceğini hala belirlemiş değil. Ancak HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararını en pespaye yakıştırmalar eşliğinde topa tutanlar bu oluşumun kimi bileşenleri. Bunların gönüllerinde yatan aslan, CHP ile pazarlığa oturup belli bir kontenjan karşılığı onunla işbirliği yapmak.

Fakat kendilerini bir “güç” olarak pazarlayabilmek için önce HDP’ye yönelme olasılığı olan oyların önünü kesmeye ihtiyaçları var. Çünkü bunlar kendi başlarına kayda değer bir güç değiller. Kendileri de bu gerçeğin farkında oldukları için zaten apar topar biraraya geldiler. Ancak bu tür toplama “birliktelikler”in de bir işe yaramadığını son yerel seçimler sırasında Ankara’da denedikleri “bağımsız aday” pratiğinde gördüler. Aslında o Ankara pratiği, CHP kuyrukçuluğunun “bağımsız devrimci tutum” söylemi arkasına saklanan örtük biçiminden başka bir şey değildi. Şimdi farklı yollar ve atraksiyonlar deneniyor.

Sırf Kürtlerle yan yana görünmemek için “kendinde şey” haline getirilmiş bir AKP düşmanlığının arkasına saklanarak, “HDP barajı aşamayacak olursa AKP o zaman Anayasayı da istediği gibi değiştirebileceği çoğunluğa ulaşır ve başkanlık sistemini yasalaştırır” korkusunu üretip sömürenlere şu soruları sormak gerekir:

Bugünkü Meclis aritmetiği Tayyip Erdoğan’ın tek adam yönetimine dayalı fiili başkanlık sistemine geçişini ne kadar engelleyebildi ki bu gidişin derinleşmesi ya da önünün alınabilmesi Meclis aritmetiğine bağlı bir sorun olsun?

İkinci olarak, başkanlık sisteminin engellenmesi bir demokrasi savaşımı ise Kürt sorununun çözümü bir demokratikleşme sorunu değil midir? Buna bağlı olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi ya da olmayan demokrasinin “savunulması” için yapılması gerekenler -daha doğrusu “gerektiği” iddia edilen jest ve fedakarlıklar- neden hep Kürtlerden bekleniyor? Yük -ve fatura- neden hep Kürtlerin sırtına yıkılıyor?..

Diğer yandan madem bu korku duyuluyor, o zaman HDP’nin barajı daha rahat aşabilmesi için ona omuz vermek neden düşünülmüyor? 2010 seçimlerinde baraj altında kalma ihtimali var diye eli kanlı faşist MHP’ye bile oy vermek düşünülebilmiş ve bu yapılmışken bugün HDP, daha doğrusu Kürtler söz konusu olunca eller niye titriyor?..

Madem yanlıştı…

Keskin sol söylemler arkasına saklanarak boy gösteren HDP karşıtlığının ürettiği bahaneler içinde en komiği “önemli olan sandık değil sokaktır” edebiyatı olsa gerek. Çünkü bu edebiyatı yapanların neredeyse hepsi bugüne kadar bağımsız adaylar çıkararak seçimlere katılmakta bir beis görmemiş çevreler. Üstelik bunların çoğu sokakta da devrimci bir varlık ve pratiğin sahibi değiller. Buna karşın özellikle Kürt halkının sokakları nasıl süreklileşmiş bir kitlesellik ve militanlıkla kullandığı ortada.


Kaldı ki HDP’nin seçime katılmasını da değil parti olarak katılma kararını eleştirmek için “önemli olan sokaktır” edebiyatı yapanlar, bir başka açıdan daha kime ne dediklerinin farkında değillerdir. “Barajın altında kalırsanız AKP’nin elini rahatlatmış olursunuz” suçlamalarına yanıt olarak HDP, “bizim siyasal faaliyetimizin tek ya da esas biçimi Meclis değil zaten. O zaman gider halkımızla birlikte sokaklarda siyaset yaparız” demektedir. Devrimci bir durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentolar ve seçim zeminlerinden yararlanmayı reddeden küçük burjuva sol çocukluk hastalığından muzdarip olmayan önyargısız, samimi bir devrimcilik, seçimlere katılmakla birlikte parlamentarist hayalleri körüklemek yerine sokağı temel adres olarak göstermeyi sürdüren bu yaklaşımın neresine, neden karşı çıkar anlamanın olanağı yoktur.

Kaldı ki, HDP 12 Eylül rejiminin getirdiği seçim barajını aşamayarak meclise giremeyecek olursa, kim hangi sonucu elde etmiş olursa olsun o parlamentonun meşruiyeti daha ilk günden tartışmalı, dahası gayri meşru bir özellik kazanır. Başkanlık sistemine anayasal bir kılıf geçirebilmek şurada dursun, o parlamentonun alacağı en sıradan karar bile sokaklarda tartışılır ve yanıtlanır hale gelir. Bu, mevcut siyasal-toplumsal krizi ağırlaştırmakla kalmaz, zincirleme reaksiyonlara yol açarak ekonomiyi de allak bullak edecek genel bir krize dönüşür. Bu arada Kürtler, kendi topraklarında özyönetim yönelim ve uygulamalarına hız vererek Türkiye’deki burjuva faşist rejimin taşlaşmış yapısında derin yarıklar açmak suretiyle -kanlı bir iç savaşa dönüşme riskini de içermekle birlikte- radikal bir demokratikleşme sürecinin önünü fiilen açmış olurlar. vd.

Seçimlere katılmayı ilkesel olarak reddetmemekle birlikte bu katılımın parlamentarist-reformist hayal ve beklentileri güçlendirecek sonuçlar doğurmamasına da ilkesel bir dikkat ve özen göstermek zorunda olan devrimci bir yaklaşım açısından bu olasılığı da içeren bir seçim politikasına karşı mı çıkmak daha doğru ve tutarlı bir yaklaşım olur yoksa onu bağlayıcı programatik öneriler ve izlenecek kampanya stratejisi açısından daha eksiksiz ve güven verici bir devrimci demokratik içerik ve çerçeveye oturtmak yönünde etkide bulunmaya çalışmak mı?..

Asıl tartışılması gerekenler

HDP konusunda tartışılması gereken nokta seçime parti olarak katılma kararı olmamalıydı. Asıl tartışılması gereken, bu iddianın altının nasıl doldurulacağı, nasıl bir seçim stratejisi izleneceği, hangi sınıf ve kesimlerin desteğini kazanmanın esas alınacağı, özellikle de işçi ve emekçilerin karşısına hangi söz ve taleplerle çıkılacağı ve bu sözlerin tutulacağı noktasında onlara nasıl güven verilebileceği olmalıydı.

Çünkü HDP’nin özellikle Batı’da aşması gereken eşik, bu konularda bugüne kadar yeterince güven vermeyen, tutarsız ve zayıf bir pratik sergilemiş olmasıdır. Bu pratiğin gerisinde yatan çizgisel kırılmalar ve yapısal zaaflarıdır. Parti adına sık sık birbiriyle çelişen tutum ve yaklaşımlar sergilenmesidir. Öyle ki, Türkiye’de bugün birçok kesim HDP’nin seçimlere parti olarak katılma kararından son anda dönüp dönmeyeceği konusunda bile kuşkuludur.

Diğer yandan, son yerel seçimlerde İstanbul’da Sırrı Süreyya Önder’in ismi üzerine kurulan kampanyaya benzer tarzda kişilerin öne çıkarılmasına dayalı bir seçim stratejisi izlenecek olursa HDP’nin barajı aşması hayal olur. Buna karşın Demirtaş’ın aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçiminde izlenene benzer tarzda fikirlerin ve programatik perspektiflerin öne çıkarıldığı bir kampanya yürütülür ve bu program Kürt sorununda demokratik bir çözümün yanı sıra işçi ve emekçi yığınların sınıfsal talep ve beklentilerini esas alan, omurgasını emek eksenli bir sınıfsal yaklaşımın oluşturduğu bütünsel net bir demokratik program olursa o zaman bu, barajın aşılıp aşılamamasından da bağımsız olarak Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin gelişimine katkıda bulunur.

Emekçiler arasındaki kardeşleşmeye olduğu kadar işçi ve emekçilerin tutarlı bir demokrasi okulunda eğitilmelerine katkıda bulunacak anlamlı bir tartışma yürütülecekse bunlar tartışılmalıdır.

 HDP konusunda tartışılması gereken nokta seçime parti olarak katılma kararı olmamalıydı. Asıl tartışılması gereken, bu iddianın altının nasıl doldurulacağı, nasıl bir seçim stratejisi izleneceği, hangi sınıf ve kesimlerin desteğini kazanmanın esas alınacağı, özellikle de işçi ve emekçilerin karşısına hangi söz ve taleplerle çıkılacağı ve bu sözlerin tutulacağı noktasında onlara nasıl güven verilebileceği olmalıydı.

(Alınteri 1 Şubat 2015)


67698

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Rojava, Filistin, Karabağ: İşgal, Yıkım ve Direniş (Yorum)

Ortadoğu tarihi boyunca yer küremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Bölgenin stratejik konumu, uygarlığın gelişim düzeyi, baskıya, sömürüye dayalı dış müdahaleler için güçlü zeminler sunmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişkiler ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinde toplumsal çürümeler, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür.

“Hamas-İsrail Çatışmasında” İtidal Çağrısı Yapmak…(Polemik)

Filistinli 14 direniş örgütünün, 7 Ekim günü “Aksa Tufanı” adıyla İsrail devletine yönelik operasyonu, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Hamas gibi İslamcı örgütlerin yanısıra ve de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist eğilimli hareketlerin de yer aldığı hamle, Siyonist İsrail’in tarihi boyunca aldığı en büyük darbelerden biri olarak kayıtlara geçti. Sözkonusu direniş, kısa sürede dünyanın dört bir yanında devrimci, ilerici güçler nezdinde çok ciddi saflaşmaları da beraberinde getirdi.

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Yerini Bulan Her Vuruş Acı Verir!

Komünist partileri yaptıkları eylemleri kamuoyuna açıkladıkları gibi, yanlış yaptıkları eylemleri de kamuoyuna açıklar ve özeleştirisini yaparlar. Yanlış eylemlerin özeleştirisinin yapılması, o partinin dürüstlüğünü gösterir ve bu tür özeleştiriler kitlelere ve parti kamuoyuna güven verir.

Arif Alıç, 1978 yılında Hıdır Aykır ile Bayrampaşa  Hapishanesinden kaçtı. Parti tarafından kırsal (Dersim) alana gönderildi. 1981 yılının ortalarında, TKP/ML üyesi bir kişi tarafından öldürüldü.

Sayfalar