Perşembe Mayıs 9, 2024

Katledilişinin 50. Yılı Vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML

Faşist T.C. Devleti tarafından, bundan 50 yıl önce bir komünist önder, aylarca süren işkenceli sorgular ardından hunharca katledildi. Buradan bir kez daha bu cinayeti kınıyor ve Türkiye-

K. Kürdistan devrimci hareketinin ender yetiştirdiği bu komünist önderi saygıyla anıyor ve ideallerine bağlı kalacağımızın sözünü yineliyorum.

Onun katli, “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” şeklinde olmayıp; bizzat devletin ilgili ve yetkili kurum ve kişilerince, “devletin ulvi çıkarları adına” karar altına alınan bilinçli ve iradi bir cinayettir.

Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan fikirlerdir. Onun yazılarında savunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” (TKP-ML Dava Dosyası, MİT Raporu.1973)

İşte hem ileri sürdüğü görüşlerin arz ettiği stratejik tehdit ve hem de işkence altındayken dahi milim geri adım atmayarak onları kararlıca savunmaya devam etmesi, onun katline ferman çıkarılmasının belirleyici gerekçesi olmuştur demek yanlış olmayacaktır. Çünkü ‘stratejik akıl’ öngörmüştür ki; böylesi bir beyin ve yüreğin arz ettiği stratejik tehdit, ancak ki susturularak savuşturulabilir.

Burada görülüp kabul edilmesi gereken şudur ki; devlet elbette, sınıfsal refleksle, o süreçteki tüm devrimci silahlı hareketleri, büyüyüp kitlesel tabanlar edinmelerine fırsat vermeden, alt etmeyi hedeflemiştir. Evet bu, yadsınamaz bir gerçek, ama şu da bir başka yadsınamaz gerçektir ki; devletin ‘stratejik aklı’ Kaypakkaya hariç, dönemin diğer hiçbir devrimci önderine karşı, yukarıya aktarılan MİT Raporunda olduğu gibi, özel bir hassasiyet içinde olmamıştır. Kaypakkaya özelinde gösterilen yaklaşımın benzer örneğine sadece Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının somutunda tanıklık ediyor tarih.

Dolayısıyla burada özel olarak baz alınan şeyin, “ihtilalci komünizm” fikir ve fiiliyatının arz ettiği ölümcül tehdit olduğu, rahatlıkla anlaşılabilir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ülkeye gelmesinden duyulan korkunun arka planında Bolşevik Devriminin halklar arasında yarattığı o muazzam etkinin korku ve paniği yatıyorken; Kaypakkaya’dan duyulan korku ise, 1920‘de yok ettiklerine inandıkları komünizm tehdidinin adeta yeniden hortlamış olmasıdır.

Faşist devlet nezdinde Kaypakkaya’nın tezlerini, o sürecin diğer devrimci önderlerinin ileri sürdüklerinden daha tehlikeli ve ölümcül tehdit olarak görülmesini sağlayan şey; hem çok tereddütsüzce komünizm ideoloji ve idealinin benimsenmesi, hem sistemden radikal köklü kopuşu temsil etmesi ve hem de o sürecin haklı bir üne sahip, egemen zorbaların korkulu belası olmuş Maoist devrim stratejisi olan Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisini (USHSS) benimseyip, uygulamaya sokmayı örgütlüyor olmasıdır.

Kaypakkaya’nın özellikle de TC. Devletinin kuruluş ideolojisi olarak Kemalizm’e dair analiz ve tanımlamaları üzerinden Devletin ve sistemin karakterine ilişkin çözümlemeleri, tartışmasız bir gerçektir ki, o güne değin karşılaşmadıkları türden, kutsallarına ve bekalarına yönelen radikal bir saldırı özelliğindedir.

Keza Kaypakkaya’nın toplumsal sınıf analizi ve buna bağlı olarak da devrimin esas olarak yaslanması gereken sınıf ve katmanlara ilişkin tespitleri de aynı şekilde onun fikirlerinin “zehirli fikirler” olarak görülmesinin bir başka sebebidir.

Elbette “ulusal sorun” bağlamında da, sorunun tam olarak ne olduğuna dair Kaypakkaya’nın tezleri (her ne kadar da sorunun özünün “pazar sorunu” olarak belirlenmesi, ezen-ezilen ulus çelişmesinin başlıca çelişmelerden biri olarak ifade edilmemesi ve keza Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş olması durumunun ‘tarihi bir haksızlık’ olarak nitelendirilmesi suretiyle, ‘birleşik Kürdistan’ talebinin günün sorunu olamayacağı gibi sorunlu yanları olsa da) tarihi bir eşik niteliğinde olup; o güne değin ileri sürülenlere (örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’ın tezlerine) kıyasla çok daha açık ve net olarak Leninist UKKTH ilkesi gereğince olup; her türden hakim ulus şovenizmine de kapıları sıkı sıkıya kapalıdır.

Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu ve kurduğu partinin programatik görüşleri olarak da kabul gören tezleri, yarım asırlık bir süreci etkisi altına alan Mustafa Suphi sonrası TKP’nin reformist + revizyonist hattı başta olmak üzere, irili ufaklı her türden burjuva, küçük-burjuva reformist, orta yolcu, darbeci, fokocu ve revizyonist akım ve hareketlerle giriştiği ideolojik-siyasi mücadele içerisinde şekillenmiş olup (gelişip yetkinleşmenin en önemli dinamiklerinden olan ideolojik mücadele, ne ilginçtir ki, bugün adeta terk edilmiş durumda. Kimsenin kimseyle bir derdi yok ve herkes ve her şey aynı bütünün unsurlarıymışçasına; ‘sınıf kardeşliği’ nin ‘barışı’ güdülüyor adeta.), bir bakıma; “HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL” (bu şiar TKP-ML' ye ait) olarak vücut bulmuştur demek, bir hakkın teslim edilmesi anlamında, son derece isabetli olacaktır.

Çok kısa denilebilecek bir sürede ve hem de yoğun örgütsel ve pratik mücadele koşuşturmaları içerisindeyken bu dereceli bir teorik külliyat ortaya çıkarabilmiş olması, herhalde ki onun bilimsel yöntemi/diyalektik materyalizmi çok iyi kavrayıp içselleştirmiş olduğuyla ve keza onun güçlü bir beyne sahip olmasıyla izah edilebilir.

Nitekim, ortaya koyduğu teorik eseri incelendiğinde, bu iki özelliği çok kolayca görülebiliyor da. Sınıf düşmanlarınca susturulmak istenen de aslında tam da bu yetkin beyindir.

KAYPAKKAYA VE ESERİ HAKKINDA KISA BİR DEĞERLENDİRME

Kaypakkaya’nın teorik eseri, ortaya çıktığı realite göz önüne alındığında, denilebilir ki; aslında henüz tamamına erdirilememiş, üzerinde çalışılarak son şekli verilememiş ‘taslak’ bir metin özelliği taşımaktadır. Öte yandan, kolektif bir tartışma sürecinden geçmemiş olması sebebiyle de bir partinin resmi görüşleri olma özelliği bakımından da sorunlu olup; esasen Kaypakkaya’nın kişisel görüş ve tezleri özelliğindedir.

Nitekim Kaypakkaya bunun önemle ve ciddiyetle ayırdında ve bilincinde olduğundan, partinin kuruluşunu takip eden bir yıl içerisinde program kongresini toplamayı önüne görev olarak koymuştur. Bunu öylesine ciddiyetle ele almaktadır ki; hapsedildiği hücrede kaleme aldığı savunma taslağında bile, ortaya koyduğu görüş ve tezlerini detaylandırma, tamamlama ve güncelleme derdinde olmuştur.

Tez ve görüşlerinin her biri hakkında bizzat kendisi neler düşünüyordu bilemiyoruz ne yazık ki. Ancak her şeyden önce ve ilk etapta sosyoekonomik yapı tahlili kapsamında ortaya koyduklarını masaya yatıracağını ve kongreye bir sosyoekonomik yapı tahlili taslağı sunacağını söylemek hiç de abes olmayacaktır. Keza bununla doğrudan bağlantılı olarak devrim aşama ve stratejisinin de kaçınılmaz olarak tartışılacağı açıktır.

Bunları, şuna dayanarak söylüyorum: Teorik eseri incelendiğinde rahatlıkla görülecektir ki Kaypakkaya’nın başlı başına bir sosyoekonomik yapı tahlili çalışması yoktur. Dolayısıyla da sosyoekonomik yapı tahlili adına ortaya koyduğu düşünceleri, daha çok, K. Kürdistan somutunda çıplak gözle gözlemleyebildiği baskın feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin genelleştirilmesi şeklinde, “ilk elden yorumlar” özelliğindedir.

Keza eserinin ilgili bölümleri incelendiğinde rahatlıkla görülecektir ki Kaypakkaya, daha TİİKP içerisindeyken, gerek arkadaşlarıyla iki farklı alanda yaptıkları saha çalışmalarında ve keza gerekse bir fiil pratik tanıklığıyla fikir sahibi olduğu Ege, Marmara ve İç Anadolu gibi alanlarda baskın üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu ifade eder. Hatta bir Kürdistan kasabası olan Kürecik’te bile baskın öğenin ticari kapitalist öğeler olduğunu dile getirir ilgili raporunda.

Ancak bu olgusal gerçeklere rağmen yine de (ki sanırım burada TİİKP yöneticileriyle giriştiği hararetli gerilla savaşı-halk savaşı polemiklerinin ve bir an önce ayrışarak her kesin kendi yoluna gitmesi gerektiğine dair güçlü inancının da basıncıyla) K. Kürdistan bölgesinin sosyoekonomik realitesini Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı olarak genelleştirme yoluna başvurmayı tercih ediyor. Tabii burada görülmesi gereken bir diğer önemli unsur da Kaypakkaya’da da K. Kürdistan ile Türkiye’nin iki farklı sosyoekonomik yapı olduğu fikri yoktur. Böyle olduğu için de ikisinin verilerinin toplamı üzerinden sonuca gitmekte de bir sakınca görmemiştir. Öyle ya tek ülke, tek baş çelişki ve dolayısıyla da aynı devrim aşama ve stratejisi geçerli nasılsa.

TİİKP’in revizyonist şefleriyle giriştiği kim gerçek anlamda ihtilalci ve gerçek halk savaşı istem ve savunucusu polemiği, sanırım Kaypakkaya’nın böylesi bir ikileme düşmesinin de zemini olmuştur. Çünkü malum, bir ön kabul olarak USHSS savunuluyor ve bu devrim stratejisi de ancak ki feodal, yarı-feodal ve sömürge, yarı-sömürge sosyoekonomik yapılar zemininde mümkün olabiliyor.

Bu bir spekülasyon değil; incelendiğinde görülecektir ki Kaypakkaya’ın “devrim stratejisi” olarak ortaya koyduğu teori, Çin devrim stratejisinin indirgeme bir kopyasından çok da farklı bir şey değildir. Yani bir bakıma sosyoekonomik yapı tahlili, adeta devrim stratejisine uyarlı kılınmış gibidir. (*)

Ve şu rahatlıkla söylenebilir ki; güçlü bir şekilde bilimsel yöntemi ve komünizm teorisini kendisine rehber edinen Kaypakkaya’nın, teorik çalışmasının bu konularını ve muhtemelen daha başkalarını da örneğin:

- Türkiye ve K. Kürdistan’ın farklı sosyo-ekonomik yapılarca karakterize edildiğinden hareketle iki farklı baş çelişki ve iki farklı devrim aşaması ve birleşik devrim sürecinin bir ihtiyacı olarak da Kürdistan seksiyonun oluşturulması zaruriyeti ve de farklı devrim stratejilerinin gerekli hale gelip gelmediğini, 

-Öte yandan ezen-ezilen ulus, cins ve inanç/mezhep çelişmelerinin başlıca çelişmeler olarak formüle edilip edilmemesi sorunu, 

-Keza kurtuluş savaşının önderliği ve Kemalizm’in ilk döneminin sınıfsal analizi, 

-Keza önemli oranda sübjektif yönler barındırdığı apaçık olan Dünyada ve Türkiye’de devrimci durum ve görevlerimiz konusunda ve 

-Keza eserinde çok belirgin bir şekilde yer alan iki farklı çağ tespiti gibi konuları da kongre sürecinde tartışacağı, tartıştıracağı ve daha tam haliyle kongre onayına sunacağı, kuvvetle olasıydı. Çünkü tüm bu konularda çok belirgin açmazlar, çelişkili olup birbirini dışlayan ve hayat tarafından desteklenmeyen sübjektif ve mekanik değerlendirme ve belirlemeler söz konusudur. Bunların en azından önemlice bir bölümünü ilk etapta zaten bir fiil kendisinin doğrudan görebilme olasılığı çok yüksek. Bunun, kuvvetli olasılıkla böyle olacağını, (Bu konuları “‘Türkiye’ ve sosyalist devrim gerçekliği” kitabım başta olmak üzere diğer bir kısım kitaplarımda genişçe ele aldığımdan, burada böylesi kısa değinilerle yetiniyorum) Kaypakkaya’nın fikirlerinin evrimsel sürecini takip eden herkes rahatlıkla teslim edebilir. Çünkü o gerçek anlamda bilimsel düşünme rehberi olan somut koşulların somut tahlili Leninist ilkesini güçlü şekilde içselleştirmiş bir liderdir. O aynı zamanda, tıpkı öğretmenleri Mao ve Stalin gibi iyi bir Leninist’tir. Zaten eseri incelendiğinde Lenin’in güçlü etkisi hemen kendisini belli eder de. Ve öte yandan o, özellikle de devrim stratejisi ve modern revizyonizme karşı sınıf mücadelesinin yürütülmesi sorunlarında da Mao’nun sıkı bir öğrencisi ve takipçisidir. Fakat o, eserinin hiçbir yerinde kendisini bir ‘Maoist’ olarak tanımlamaz da. Onda “Mao Zedung Düşüncesi” (MZD) formülasyonu varken; “Maoizm” formülasyonu yoktur. Yani Kaypakkaya Mao’nun ML teoriye katkılarından hareketle onu ‘üçüncü zirve’ olarak değerlendirmez. Onun açık formülasyonu: “Marksizm-Leninizm ve MZD” dir. Ama böyleyken ardılı partilerden kimileri, sırf kendileri ‘Maoizm teorisi’ savunusu yaptıkları için; Kaypakkaya’yı da ‘Maoizmi’ savunuyormuş gibi sunmaktadırlar ki; bu asla doğru bir yaklaşım olmadığı gibi, Kaypakkaya’nın anısına saygısızlıktır da. Çünkü her şeyden önce onun kendisinde böyle bir formülasyon yokken; varmış gibi sunmak, fevkalade saygısızcadır. Kimsenin onun onayından geçme şansı olmayan kendi doğrularını onunmuş gibi lanse etme hakkı olmasa gerek. Yaşasaydı, sol sübjektif bir sapma olan ‘Maoizm Teorisi’ni benimser miydi bilemeyiz elbet; ama ortada olan bir gerçek var ki; o da geride bıraktığı eserinde bu formülasyon ve teorinin olmadığıdır. Dolayısıyla da ondan ve eserinden bahsedilirken baz alınması gereken bu olur herhalde ki, değil mi? Bu vesileyle bunu da antrparantez böylece ifade etmiş olayım.

Ve ama ne yazık ki Kaypakkaya, temelini atıp, kolonlarını dikip, çatısını da çattığı görkemli eserini tamamlama ve sağlamlaştırma fırsatı bulamadı. Doğal olarak bu tarihi görev ve sorumluluk, kurduğu ve ‘emanetini’ bıraktığı TKP-ML' ye kalıyordu.

Dönemin önder kadrolarının ezici çoğunluğu kısa sürede tutsak düşmüştüyse de ama hayattaydılar ve rollerini bir şekilde oynama ve Partiyi toparlayıp harekete geçirme şansına sahiptiler. Nitekim bir-bir buçuk yıl gibi kısa bir süre sonra (1974 Affıyla), ‘kurucu kadro’ olarak tanımlanan kadroların büyük çoğunluğunun tutsaklığı sona erdi.

Ancak acı bir şekilde görüldü ki; “Koordinasyon Komitesi” olarak görev üstlenen bu kadroların tamamına yakınının (ki, aslında hapiste kalan M. Oruçoğlu ve A. Kılıç da dahil) Kaypakkaya ile aralarında uçurumlar oluşmuş. Adeta hapishanede akılları başlarına gelmişçesine; sosyo ekonomik yapı tahlili ve devrim stratejisi başta olmak üzere temel bazı konu başlıklarında Kaypakkaya’dan farklı düşündükleri anlaşıldı. Öyle ki bunlar, kuruluş kongresini yapmamış olmasından hareketle, TKP-ML’nin parti olma özelliği dahi kazanamamış olduğunu, dolayısıyla, bir ‘hareket’ olarak kaldığını ileri sürecek kadar Kaypakkaya ile yollarını ayırmışlardı.

Ve daha da beteri, bunlar bu düşüncelerini, iç tartışma yoluyla kolektifin iradesine sunup, ardından da kongreyi toplayarak yapının resmi görüşüne dönüştürmeye çalışma yerine, darbeci, anti demokratik bir tarzla, tepeden talimatlarla bunları yapıya dayatmaya kalktılar. Böylece parti bu kez de iç dinamikleri üzerinden ağır bir darbe aldı ve bölündü.

Bu durum da gösteriyor ki; Kaypakkaya, TİİKP eleştirisi üzerinden etrafına topladığı nispeten öne çıkmış beş-on ileri militan ile kuruluşunu ilan ettiği TKP-ML, aslında kendi aralarında bir devrim teorisi üzerinde tartışıp netleşmiş ve dolayısıyla da her biri o devrim teorisinin inançlı, kararlı savunucusu olmuş, önder-kurucu kadro niteliği taşıyanlar tarafından kurulmamıştır. Tam aksine, her biri Kaypakkaya’dan etkilenen, ona inanıp güvenen, onunla ölümüne yol almaya karar vermiş bu devrimci militan kadrolar; azgın bir fırtınada kaptanlarını yitirince, bir nevi ‘fikirsel özgürlük’lerini kazanmış olarak, farklı düşündüklerinin idrakine varmış oldular.

İşte bu tablo bile Kaypakkaya’nın gerek teorik gerek örgütsel ve gerekse de silahlı mücadelenin başlatılması anlamında birçok şeyi (muhtemelen mücadele seyri içerisinde teoriyi ve partiyi inşa edeceği düşüncesiyle) aceleye getirerek kotarmaya çalıştığını göstermeye yeterli olacaktır.

Bu acı gerçekliğimiz aynı zamanda şunu ortaya koyuyor ki; bir teori, bir program veya bir strateji ancak ki onlarca önder kadro tarafından ortak bir irade ürünü olarak içselleştirilerek benimsenip sahiplenilmesi halinde güçlü bir harekete veya istikrarlı-ısrarlı politik önderliğe sahip bir partiye dönüşebilme şansına sahip olabilir.

Görüldü ki Kaypakkaya’nın kuruluşunu ilan ettiği TKP-ML bu özelliğe sahip olarak kurulmadığından; sonrası süreci de kaçınılmaz olarak, sancılı bir seyir izleyecekti. Tarihi ve bilimsel bir gerçektir ki, bir yapı veya partinin iç istikrarının ve güçlü-disiplinli birliğinin temeli sadece ve sadece ideolojik-siyasi birliğidir. Eğer bu yoksa, o yapı veya parti iç didişme ve bölünüp parçalanma döngülerinden yakasını asla kurtaramaz ve tüm enerjisini de esasen kendi bu marazlı mecrasında tüketmek durumunda kalır. Yarım asırlık TKP-ML tarihi gerçekliği bunun yadsınamaz kanıtı değil midir sizce de?

1976 yılında Koordinasyon Komitesi darbeci bir tarzla kendi görüşlerini partiye dayatmayıp, tüm temel stratejik konuları bir kongre gündemi olarak parti içi tartışmaya açsaydı ve demokratik-merkeziyetçilik ilkesi esası üzerinden parti birliği ve inşasını koruma azami özeni içerisinde olsaydı (ki, aynı şey bu partiye, benzeri bir şekilde, 2017’ de yaşanan darbeci tasfiyecilik sürecinde de yaşatıldı.); muhtemelen parti ilk kongrede olmasa da sonraki bir-iki kongre sürecinden, aynılar aynı ayrılar ayrı yerde olarak da olsa, ideolojik-siyasi birliğini sağlayıp pekiştirerek çıkmayı başarır ve böylece de nispeten istikrarlı bir yapı karakteri kazanabilir ve en önemlisi de kendi içinde demokrasi kültürü edinebilirdi. 

Ancak bu tarihi fırsat Koordinasyon Komitesince hoyratça heba edildi. Haklı olarak bu darbeciliğe karşı TKP-ML’yi sahiplenen kesim, kadrosal güç itibariyle, doğal olarak daha da cılız düştü ilk başlarda. Ve sanırım hem kendilerine yeterince güven duymamaları ve hem de bir anda merkezi koordineden yoksun kalmalarının da yarattığı ‘panikle’ önlerine öncelikli görev olarak merkezi hiyerarşiye sahip bir örgüt haline gelmeyi koydular. O realite içerisinde belki anlaşılabilir bir tutumdur, ancak stratejik yönelim boyutuyla sorgulandığında, hiç de isabetli bir tutum olmadığı rahatlıkla görülebilir de. Bölgesel güçler arası koordineyi sağlayacak ve parti güçlerini merkezi konferansa hazırlayacak ve konferansı örgütleyecek bir örgütlülük oluşturulabildiğine göre; demek ki görev edinilseydi, Kaypakkaya’nın görev olarak önüne koyduğu program kongresi de rahatlıkla örgütlenebilirdi. Ancak böyle yapılmayarak, tabiri caizse, lokal iyileştirmelerle günü kotarmak tercih edildi. Yani bir tarihi fırsatta böyle kaçırılmış oldu.

Ve bu adeta kısır bir döngüye dönüşerek, sonrası süreci de belirler oldu. Böylece, aradan yarım asır gibi devasa bir zaman geçmesine rağmen, TKP-ML hala Kaypakkaya’nın yarım kalmış eserini tamamlayamamış olduğu gibi, iç istikrarının ve örgütsel birliğinin çimentosu olan siyasi birliğini, devrim teorisi (sosyoekonomik yapı tahlili başta olmak üzere, devrim aşama ve stratejisi ve tüm diğer temel siyasi sorunlar) üzerinden oluşturmayı başaramadığından, (1994’de faşist Türk Devletinin, Parti güçlerinin birleşmesiyle yakaladığı o muazzam atılım hamlesinin önünü kesmek maksadıyla, hemen 1.OPK sonrası, ajanı kontra Nihat üzerinden tezgahladığı Partiyi bölüp parçalama saldırısıyla yaşanan bölünme hariç.) irili-ufaklı bölünüp parçalanmalarla güç  yitirmeye devam ediyor maalesef ki.

Kaypakkaya’nın ardılı oldukları iddiasında olan kurumların (B. Partizan ve kısmen de MKP hariç) Kaypakkaya’dan en büyük kopuşları, herhalde ki, hayatı 1972 de ve Kaypakkaya’nın ortaya koyduklarıyla dondurmuş olmalarıdır. Yani bilimsellikten ve verili anın sınıf mücadelesini yürütmenin siyasetinden kopuşlarıdır. Kaypakkaya’nın o gün bile kapitalist olarak değerlendirdiği çok açık olan, ama K. Kürdistan üzerinden, toplama bir sonuç ile, yarı-feodal olarak nitelemeyi yeğlediği Türkiye’nin bugün hala yarı-feodal olarak değerlendirmeye devam ediliyorsa, devrim aşaması hala Kaypakkaya’nın formüle ettiği “özü toprak devrimi olan demokratik halk devrimi” olarak savunuluyorsa ve tek ülke olarak ele almaya devam ettikleri ‘Türkiye’ için devrim stratejisi hala Kaypakkaya’nın öngörmüş olduğu biçimiyle geçerliliğini koruduğu ileri sürülebiliyorsa (ki, TKP-ML, 2019 yılında gerçekleştirdiği program kongresinde, sosyoekonomik yapı tahlili dahi yapıp tartışmadan bütün bunları karar altına alabiliyor da.); açıktır ki burada Kaypakkaya’nın esamesi dahi okunamaz aslında.

Yani özetle: Kaypakkaya’nın tamamlamaya ömrünün yetmediği eseri hem hâlâ o haliyle duruyor ve hem de hayat ile teori arasındaki marj, Kaypakkaya dönemiyle kıyaslanamayacak derecede çok daha fazla açılmış olduğundan; eskide ısrar, TKP-ML’yi siyasi mücadele alanında etkisiz marjinal bir hareket konumuna düşürmeye devam ediyor.

İşte tam da bu yüzden, TKP-ML, katledilişinin 50. Yıldönümü vesilesiyle, Kaypakkaya’nın tarihsel rolünü ve işlevini betimlemek için kullandığı o isabetli saptamayı kendisine günün acil görev ve sorumluluğu olarak belirlemesi, herhalde ki, Kaypakkaya’nın tarihsel işlevinin güncelleştirilmesi anlamında da daha isabetli olacaktır.

Yani TKP-ML’yi hak ettiği yere taşıyabilmenin tek gerçekçi yolu kendi tarihiyle hesaplaşması, güncelliğini yitirmiş siyasi tespit ve değerlendirmelerden ve keza yanlış ve eksik olanlardan kararlıca kopuşu sağlaması ve günün somut koşullarında çözüm olabilecek yeni bir yol ortaya koymasıdır.

Yaşam deneyimimiz gösteriyor ki; bu tarihi görev ve sorumluluk sırf, örgütsel/hiyerarşik ihtiyaç gereği oluşan önderliklere havale edilemeyecek kadar hayatidir TKP-ML için. Bu yüzden de kendisini TKP-ML’li olarak tanımlayan herkes, (“ben bilmez merkez bilir” edilgenliğinden ve köylü miskinliğinden çıkıp) bunu kolektif bir iradeye dönüştürmek için, belki de bir ‘Kültür Devrimi Ruhu’ ile, yapıyı bu rotaya sokmayı görev edinmesi gerekiyor.

Ve sanırım ancak ki bu şekilde Kaypakkaya’ya ve sınıfa/halka karşı olan tarihi sorumluluğumuzu yerine getirebilmek üzere her birimiz üzerimize düşeni yapıyor olabileceğiz. 

Ha, olurda birileri öküz altında buzağı aramaya çalışırsa, boşuna zahmete girmemesi için peşinen ifade edeyim ki, burada ‘cepheden bayrak açma’ tutumu yok. Bu sadece; “kol kırılır yen içinde kalır” tutumuyla hareket etmenin artık bir sorumsuzluğa dönüştüğü bu özgülde, dışa dönük bir iç eleştiri ve değerlendirmeden ibarettir.

ŞAN OLSUN KOMÜNİST ÖNDER KAYPAKKAYA’YA VE ÖLÜMSÜZ ESERİNE

23 Şubat 2023

1503

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar