Perşembe Mayıs 9, 2024

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-2 Kemalizm Sol Değildir!

AKP-MHP faşist ittifakı süresince siyasal İslamcılığın karşısına da alternatif olarak Kemalist ideoloji çıkarılıyor. Kendine “sol” diyenlerin siyasal İslamcılığın alternatifi olarak Kemalizm’i yeğlemeleri kabul edilebilir bir siyasi tutum değildir.

Bunlar madalyonun iki yüzü gibidirler. Her ikisinin de alternatifi sosyalizmdir. Burjuvazi, bilinçli olarak, sosyalist mücadeleyi boğmak için kendi sınıfsal çıkarlarına denk düşen ideolojileri ya da siyasal taktikleri öne çıkarıyor. Kitlelere, birinden birini seçmelerini öneriyor ve bunu küçük burjuvazi de rahatlıkla yerine getiriyor. Bugün de AKP siyasal İslamcılığına karşı Kemalist karşı-devrimciliğini yeğleyenlerin durumu budur. TC’nin kuruluşundan bu yana burjuvazinin bu ikili oyunu aynen devam ediyor. Oysa bugünkü AKP siyasal İslamcılığını ortaya çıkaran Kemalist burjuvazidir.

Kemalist burjuvazinin “devrimi”nde ilericilik bulanlar, bunların görülmesini ve savunulmasını istiyorlar.

Solun, daha doğrusu solun önemlice bir kesiminin, Türkiye’deki burjuva devrim ve modernizasyon süreçlerine son dönemdeki bakışını sağlıklı saymak ne yazık ki mümkün değildir. Bu tarihsel süreci, geri üretim biçim ve ilişkilerinin tasfiyesi, emeğin kapitalizm öncesi bağlarından kurtulması, modern sınıfların oluşması, sınıf mücadelesine olanak tanıyacak belirli bir aydınlanmanın yaşanması, medeni hukukun görece özgürleştirici yanları vb. nesnel-tarihsel ölçütlere göre değil de güncel siyasi duruma ve konjonktürel olgulara bakarak yargılamanın sağlıklı bir yaklaşım olduğu söylenemez. Bugün çetelerin varlığına, Kürtler üzerindeki baskılara, kirli savaşa, devletin yayılmacı özlemlerine vb. kızılıyorsa, bunların nedeni kendi başına “Birinci Cumhuriyet” değil, bu Cumhuriyet’in içini dolduran sınıfsal güçlerdir, sınıf mücadelesinde karşıt ağırlığın oluşturulamamasıdır, sosyalizmin henüz kitlesel bir güce ulaşmamasıdır. “[1]

Birçok defa vurguladığımız gibi küçük burjuvazi soruna tek yönlü bakıyor. Ve burjuva “ilericiliği”nden öte daha ileri bir şey göremiyor. Kemalizm’in “modernasyonundan”, “emeğin kapitalizm öncesi bağlarından kurtulmasın”dan söz ediyor. Ancak Kemalist “devrim”in feodal toprak ağaları ve yerli eşraf takımıyla birlikte yapıldığını ve bunların çıkarlarına uzun bir süre hiç dokunulmadığını görmezden geliyor. Ve dahası olası bir demokratik devrime karşı geliştiğini göremiyor.

Ayrıca Kemalistler, Osmanlı hanedanlığını devam ettiremezlerdi ve Osmanlı’nın tarihi süreci çoktan bitmişti. Yapılması gereken o günün koşullarında, “devrilen taçların yerine”, hakim sınıfların iktidarının “kazasız belasız” tesis edilmesiydi. Bu ise Batı’da olduğu gibi olmadı, olması gerektiği gibi oldu. Çünkü Türk burjuvazisi, bir burjuva devrimini burjuva devrimci tarzda gerçekleştirecek ekonomik ve siyasal koşullardan yoksundu. Osmanlı’dan kalma Türk ordusu artıklarıyla yapabildiklerini yaptılar.

Ki Ekim Devrimi’yle sınıflar mücadelesi yeni bir sürece, emperyalizm ve proleter devrimler çağına girmişti. Bu koşullar altında Türk burjuvazisi daha milli mücadele yılları içinde emperyalizmle işbirliğine girip, toprak ağalarıyla ittifak kurdu ve cumhuriyetini ilan etti. Kemalist “devrim” denilen şey işçi sınıfının ve köylülüğün demokratik devrim ihtimaline karşı gelişti.

Başka şansı yoktu!

T“K”P’li yazar (bu makaleyi yazdığı dönem T“K”P’liydi ve ölene kadar da bu sosyal şovenist ulusalcı çizgiyi terk etmedi), Kemalizm’in “ileri” yanlarını sayarken, olası bir işçi sınıfı devrimini nasıl boğduğunu hiç aklına getirmiyor. Varsa yoksa “burjuva moderasyonu”nu öne çıkarmaya çalışıyor. Oysa yanıbaşında bir Sovyet devrimi yaşanıyordu, M.Suphi önderliğinde TKP kurulmuştu. Kemalistler ise devrimi boğmak için M.Suphi ve yoldaşlarını, Kemalizm’e yönelik hatalı, eksik analizlerini bir fırsata çevirerek alçakça katletmişti. Yani Kemalizm’in, işçi sınıf önderliğinde olası bir devrimi boğması, M.Çulhaoğlu gibi düşünenleri hiç ilgilendirmiyor. İşte, küçük burjuvazinin burjuva ulusalcılığına bel bağlamaları bu denli güçlüdür. Kendilerine yapıştırdıkları “komünist” sıfatı ise üzerlerinde eğreti bir şekilde durmaktadır.

“Bugün çetelerin varlığı”, “Kürtler üzerindeki baskılar”, “kirli savaş” vb. lafları edenler nedense bu yaşananları bugüne özgü göstermeye çalışıyor. Koçgiri Kürt Ayaklanmasının bastırılması, Şeyh Said İsyanın bastırılması, Pontuslu Rumların katledilmesi, Dersim katliamları ise dün olmamış gibi. Yani bunları yapanlar T“K”P’li yazarın “ilericilik” bulduğu M.Kemal döneminde olmuştur.

Çeteleri bugüne özgü göstermeye çalışanlar Kemalist tarihi aklama ve de unutturma çabası içine girmektedirler. Topal Osman, Yahya Kahya ve daha niceleri ve her şeyden önce M.Suphi ve yoldaşlarının yani 15 komünistin katledilmesi vb. çetecilik bugüne özgü olmayıp dün de vardı. “Kirli savaş” denilen haksız ve karşı devrimci savaş bugüne özgü değildir, dün de alası vardı. TC devleti, Kemalizm ideolojisine dayanarak soykırım pratiği üzerinden yükselmiş bir devlettir.

İşçi sınıfı enternasyonalisttir!

 

Birgün yazarı Merdan Yanardağ, “Solda Türk kompleksi!” adlı (30.10.2022) yazısında ise, işi daha da ileri götürüyor: “Türkiye sosyalistleri, neredeyse Türk olmaktan utanıyor, bu kimliğini adeta gizlemeye çalışıyor. Bu durum, sosyalist hareket için ciddi bir meşruiyet sorunu, hatta krizi yarattığı gibi, ayaklarını bu topraklara ve kültüre basmalarının önünde de ciddi bir engel oluşturuyor. Daralmaya ve fiilen marjinalleşerek tasfiye olmasına yol açıyor.” [2]

Bu ifadeler küçük burjuvazinin “solu” ulusalcı çizgiye çekmek için demagojik ve yalan metaforunu kullanmaktan da çekinmediğinin göstergesidir. Komünistler insanları milliyetlerine göre değil sahip oldukları dünya görüşüne göre değerlendirirler. Ulusal aidiyetlerinden dolayı değil, dünya görüşlerinden dolayı gurur duyarlar ve hiçbir kimseyi de ulusal aidiyetlerden dolayı küçümsemezler. Tersine, ulusal ayrımcılığın, ırkçılığın ve sosyal şovenizmin amansız düşmanıdırlar.

Komünistler, “ne mutlu Türk’üm”, “ne mutlu Alman’ım”, “ne mutlu Fransız’ım” diye övünmez. Eğer övünmek gerekiyorsa, “ne mutlu komünistim” diye övünürler ve bunu da her yerde gururla ilan ederler.

Komünizm birleştiricidir, ulusalcılık ise ayrımcılık ve bölücülüktür. İşçi sınıfı ve emekçileri ulusal kimliklerine göre bölme burjuva politikasıdır. Burjuvazi, kendi sınıfsal çıkarları için kitleleri “ulusal bayrağı” altında toplanmaya çağırır. Sınıf bilinçli işçi sınıfının bayrağı ise bütün dünyada tekdir: Kızıl bayraktır.

Kızıl bayrak; emperyalizme, feodalizme, kapitalizme, ataerkiye, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı mücadeleyi ve sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasını temsil eder. Burjuvazinin ay yıldızlı bayrağı ise bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu üzerinde baskıyı, sömürüyü ve zulmü temsil eder.

Sol tanımlamaları ülkemizde de kendine sol diyen çevrelerde sık sık yapılmaktadır. Elbette bu tanımlamaların bir kısmı, solu, burjuvazi karşısında daha geri bir duruşa çekmek için yapılırken, bir kısmı da “sol”u, ulusallaştırmaya yani burjuva ulusalcılığın şovenist kulvarına çekmeye çalışıyor. Bunlar bütünüyle solu burjuvazi karşısında ideolojik olarak silahsızlandırma çabalarının ürünüdür. Bu aynı zamanda solu, sınıf uzlaşmacı bir tavra zorlamaktır.

Birikim yazarları ve çevresi, solu, liberalleştirmeye çalışırken, T“K”P gibi örgütler ise, solu, “ulusal”laştırmaya çalışıyor. Burjuva ulusal değerlerine sahip çıkılmasını öğütleyerek, Kemalizm’e karşı çıkan liberallerle, Kemalizm savunuculuğu yapan T“K”P, farklı kulvarlarda yürüseler de buluştukları bulvar aynı oluyor.

Tarih, farklı kulvarlardan akıp aynı bulvarda buluşanlara çokça tanıklık etmiştir.

Solu, esas olarak karşı-devrimci Aydınlık çevresi ulusallaştırmak için çok yönlü bir çaba harcadı ve bu çabasına devam ediyor. Bunu yaparken de kendisini Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao savunucusu olarak göstermeyi ihmal etmemeye çalışıyor ve M.Kemal’in yanına proletaryanın bu ustalarını da serpiştirmeyi de unutmuyor.

Böylece “sol” gözüküp sağ vurmayı deniyor. Solu ideolojik olarak manipüle etmeyi hesaplarken, elimine etmenin de siyasal ve pratik yollarını döşüyor. Bunda kısmen başarılı da oluyor demek yanıltıcı olmasa gerek. Burjuva Kemalist ulusalcılığın sopasını yiyenler, işkence tezgahından geçen kimi “Marksist” eskiler, Kemalizm’in plazalarına tünemeyi “devrimcilik” olarak göstermeye çalışıyorlar.

Aydınlık gibi tescilli karşı-devrimcilerin tavırlarının burada tartışılacak bir yanı yok. Onlar her yönüyle netler. Net olmayan, burjuva ulusalcılığı, kitlelere şirin göstermeye çalışan ve solu burjuva ulusalcılığı kabul ettirmeye çalışan T“K”P gibi sol örgütlerdir. T“K”P’nin bu çizgisi sınıf uzlaşmacı bir çizgidir. T“K”P’nin bu marifeti yeni mi? Ya da T“K”P “ulusalcılığı” yeni mi keşfetti? Elbette hayır. “Gelenek” dediği eski T“K”P’de, M.Suphilerin Kemalistler tarafından katledilmesinden bu yana, T“K”P, “burjuva Kemal”in ruhuna yapışık yürümüştür.

 Metin Çulhaoğlu, “solu tanımlamak” adlı yazısına; “Şu ‘sol’ kavramını günümüz koşullarında güncellemeye ne dersiniz?[3] diye başlamış ve solu kendi bakış açısıyla güncellemiş. Tam da T“K”P’nin çizgisine ve giderek ulusalcılığa daha yatkın hale gelen yanına göre bir “güncelleme” yapmış. Elbette her pratik adımın teorik bir yanı olması gerekiyordu. T“K”P’nin saflarındayken “teorisyenlerinden“ kabul edilen Çulhaoğlu’da üzerine düşeni “Cumhuriyetin 75. Yılı” kutlamalarından beri büyük bir gayretkeşlikle yaptı. Ama, T“K”P’nin ulusalcı yanını, daha doğrusu “Burjuva Kemal” yanını “sol” teoriyle cilalayarak, “ulusalcı” damgası yemekten kurtulmak için de “teorik” bir temel oluşturmaya çalışırken, Kemalizm’i de sola benimsetmeye çalıştı.

T“K”P, elbette şimdilik “sol” cenahta yer alıyor. Ancak “gelenek”çi olduğu kadarıyla da revizyonist ve Kemalist hayranlığı çukurundan bir türlü kendini kurtarmadığı, daha doğrusu böyle bir niyeti de olmadığı için, her seferinde, “sol” tarafının yanına bir de burjuva Kemalciliği eklemekte bir sakınca görmemiştir.

TKP, devrimcilerle ortak hareket etme yerine, başta kardeş örgütleri Aydınlıkçılar (Vatan Partisi) olmak üzere, CHP gibi egemen burjuvazinin partisiyle birlikte hareket edecek denli “sol”(!) kalmıştır. NATO karşıtı protestolarda kitlesini pikniğe çağırmıştır. Taksim Dayanışma’sının çağrısıyla, kitlelerin Taksim’de toplanmasına karşın, kendileri İP ve CHP ile birlikte Kadıköy’de “Gaz Adam Festivali”nde birlikte olmayı yeğlemiştir.

Bu bilinçli bir seçimdir. Çünkü mümkün olduğunca devrimci kesimlerle ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile yan yana görünmekten, yan yana durmaktan kaçınmıştır. Bu kesimlerle ortak hareket etmek yerine CHP ve İP gibi partilerle birlikte hareket etmeyi daha çok tercih etmiştir.

Son olarak Emek ve Özgürlük İttifakı’nın karşısında, “Sosyalist Güç Birliği” ittifakı ilan etmek tam da bu çizginin ürünüdür. Böylece egemen ulus ırkçılarıyla (CHP ve Aydınlıkçılar) birlikte olmayı “sol” kavramı içine sokabilmiştir. Çulhaoğlu’nun “sol”u “güncelleme”si tam da bunun altını doldurma gayretidir.

“Cumhuriyete sahip çıkma”, “Cumhuriyetin kurucusunu 10 Kasımlarda anmak” T“K”P’ye kalmış. AKP gericiliğinin karşısına bir başka gericilikle karşı koymayı kendine ilke edinmiş olan T“K”P, bunları kitlelere “devrim ve komünizm“ savunusu olarak yutturmayı da elden bırakmıyor.

“Sol”u daha önceleri Birikim Dergisi yazarlarından Ahmet İnsel “tanım”lamıştı. İnsel’in “Solu Tanımlamak” adlı kitabı, CIA’nın “anti-komünist cephesi”nde örgütlü ve maaşlı Daniel Bell ve liberal Andre Gorz’un görüşleri doğrultusunda Marksizm’e yönelik ideolojik bir saldırıyı içermektedir.

Marx’ı “ekonomizm”le suçlayacak denli yolunu şaşırmış ve idealizmin çukurunda kendine yol bulmaya çalışan küçük burjuva “aydınlar”ımızın imdadına; T“K”P’nin “teorisyen”leri de, bir başka cepheden, egemen ulus milliyetçiliğinden, “sol”u burjuvaziye yanaştırmak istemekle yetişiyorlar.

Liberaller ve ulu“sol”cular bu iki farklı cephe, Kemalizm konusunda anlaşamasalar da, Marksizm’i revize etme ve “sol”u, burjuvazinin kabul edebileceği noktaya çekme konusunda birleşiyorlar. Farklı kulvarlarda yürüyerek aynı bulvarda buluşmak buna denir.

Ulu“sol”un Kürt imtihanı!

Konuyu fazla dağıtmadan, Çulhaoğlu’nun “güncellemesi”ni buraya alalım: “Aydınlanmacılık, Emperyalizm Olgusu ve Emek-Sermaye Çelişkisi”ni sol’un kabul etmesini istiyor Çulhaoğlu. Bunları kabul edenlerin “sol” sayılabileceğini belirliyor. Kendine Marksist diyenlerin bunları kabul etmesi gerekir. Ancak yazarın, burjuva aydınlanmacılığını sol olmanın kıstasları arasına alıp, ülkemizde en önemli sorunlardan biri olan Kürt ulusal sorununu dıştalaması, onun günümüz için artık “geçerli olmadığını” söylemesi, bir gerçeğin üstünün örtülmesinin terminolojisidir.

Yani kapitalizmin şafağındaki burjuva aydınlanmacılığını “sol olmanın” kıstası içine alıp, Türkiye ve Kürdistan’da 40 yıldır özgürce ayrılma hakkını şu veya bu şekilde kullanmak için savaşan ve ağır bedeller ödeyen Kürt ulusal özgürlük hareketine yaklaşımı “sol” olmanın kıstasları arasından çıkarmak, tam da burjuva ulusalcılığın, T“K”P açısından da egemen ulus şovenizmini sahiplenmenin siyasal ve ideolojik argümanları olarak kalıyor.

“Burjuva aydınlanmacılığı” kapitalizmin şafağında ortaya çıkan bir olguydu. Bugün sorunu salt burjuva aydınlanmacılığı ile sınırlamak ise gericiliktir. Günümüz açısından toplumu daha ileriye götürecek, sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir toplumsal özgürlükler dünyasının yaratılması gerçeği ve bunun nesnel koşulları vardır. İşte, bunu savunmak ve bunun mücadelesini vermek sol olmak demektir. Burjuva aydınlanmacılığı feodal aristokrasiye karşı ilerici ve devrimciydi. Bugün ise her yönüyle gerici bir konumdadır. T“K”P vb.lerinin bilinçli olarak çarpıttığı nokta burasıdır.

Ulu“sol”cuların Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkına karşı düşmanlığını gizlemenin aracı/propaganda yöntemi olarak kullanılmaktadır.

Sosyalizm karşısına burjuva aydınlanmacılığını savunmak ya da ikisinin aynı kefeye koymak, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünü ve toplumsal kurtuluş mücadelesini, bir eski çağ ilericiliğine kurban etmek demektir. Yani tarihi geriye çekmektir. Günümüzde, siyasal İslamcıların varlığı, şeriat vb. düzenleri geri getirmek isteyenler ya da uygulayanlar, emperyalist gericiliğin bir ürünü ve emperyalizmin toplumları bütünüyle tahrip etmesinin ürünüdürler. Bu gelişmeler ve siyasal gericilik; üretici güçlerin alabildiğine gelişmesi karşısında üretim ilişkilerinin ne denli geri bir düzeyde kaldığı ve dolayısıyla, insanlığın (ve elbette doğanın) tahribinin de, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin keskinleşmesinin ürünüdür. Tahribatın boyutu, söz konusu çelişmenin keskinleşmesiyle doğru orantılıdır. Çelişmenin keskinleşmesi arttıkça, tahribatın boyutunda artmaktadır.

AKP siyasal İslamcılığına karşı olmak adına, alternatif olarak Kemalist burjuvazinin, daha bir başka söylemle; komprador Türk egemen burjuvazisinin ay yıldızlı bayrağına sahip çıkmak, onun yanında saf tutmak, “sol” olmanın değil, ama, egemen ulus şovenisti olmanın kıstasları arasına sokulabilir.

Özellikle, Türk ırkçılığı tescilli, işçi sınıfı devrimi ve devrimci düşmanı, ve her türlü eli kanlı faşist katillerle birlikte hareket eden; her koşulda ve her ortamda, MHP ile aynı kulvarda rahatlıkla buluşan, Alman Nasyonal Sosyalistlerin (Nazilerin) görüşlerinden ideolojik bağlamda hiçbir ayrımı olmayan Vatan Partisi (eski İP, Aydınlık, faşist kontr-gerilla bileşenleri) ile başına “yeni“ ekleyerek        “Cumhuriyet“ mitingleri düzenleyebilmeyi, T“K”P’nin ”aydınlanmacılık“ anlayışında aramak gerekir.

Aydınlığın “sol”culuğu ile Nazi’lerin “sosyalist”liği arasında her hangi bir fark yoktur. Naziler ne kadar “sosyalist” idiyse, Aydınlık’da bir o kadar “sol”dur!

“Cumhuriyet mitingleri” düzenlemek kendine “sol” diyen T“K”P’ye düşmemeli. Kendini “komünist” ve “sol” değerlendirenlerin cumhuriyetleri, sosyalizm olmalıdır. Çulhaoğlu’nun “emek-sermaye” çelişmesini de “sol” olmanın kıstasları arasında yer vermesi, sınıf mücadelesinden söz etmesi, sorunu bulanıklaştırmanın, T“K”P’nin şovenist çizgisinin üstünü küllemenin argümanları olarak kabul etmek gerekir.

1- M.Çulhaoğlu, “Seksen Beşinci Yılda Cumhuriyet ve Sol, 25 Ekim 2008, Sol Portal

2- https://www.birgun.net/haber/solda-turk-kompleksi-408161

3- Metin Çulhaoğlu, 22.10.2013, Sol gazetesi.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/liberallerin-ve-ulusolcularin-solculugu-1-sentez

1668

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar