Salı Mayıs 14, 2024

Mücadele edeceğiz, faşizmi yıkacağız, biz kazanacağız!

Albayrak'ın istifa ettirilip tüm suçun ona yüklenme çabası ne AKP'yi ne de Erdoğan'ı kurtarabilir.

Türkiye ekonomisi sarmal bir kriz içinde. Kriz, ekonominin sadece bir kesitiyle ilgili değil, tüm yönleriyle içiçe; sanayi, inşaat sektörü, tarım çökme sinyalleri veriyor. Covid-19 pandemisiyle krize giren ekonominin düze çıkarılması ne Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması ne de Berat Albayrak’ın istifa ettirilmesiyle düzelecek gibi.

Türkiye yarı-sömürge, kısmi siyasi bir bağımsızlığı olsa da ekonomik olarak emperyalizme bağımlı bir ülke. Tüm kritik sanayi kuruluşları, emperyalist tekellerin acentaları gibi çalışıyor. Bu durum dünya ölçeğindeki ekonomik krizin Türkiye ekonomisine yaptığı etkiyle birleştiğinde yapısal krize neden olmaktadır. Yapısal kriz de beraberinde durgunluğu ve arkasından yıkımı getirmektedir. Bu, R.T.Erdoğan öncesinde de Türkiye ekonomisinin karakteristik özelliğidir.

Tayyip Erdoğan’ın, 2008 dünya ekonomik krizinin Türkiye’yi “teğet geçtiği” ile övünmesi sadece bir yıl sürdü. Bu dönemde ABD Merkez Bankası’nın bolca bastığı karşılıksız doların az da olsa Türkiye’ye sıcak para olarak girmesi, AKP iktidarının “övünç” nedeni idi. Ancak bu da fazla sürmemiş ve 2009 krizi, Türkiye’deki üretimi neredeyse durma noktasına getirmişti.

Erdoğan, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ı istifa ettirerek piyasaları ve uluslararası tekellere artık “işlerin düzeleceği” mesajı vermeye çalışsa da sorun elbette Albayrak değildir. Sorun sitemin kendisidir. Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak ekonomiyi yönetememedeki kişisel sorumluluğu olmakla birlikte bu talidir. R. T. Erdoğan şimdilik görevden el çektirerek tüm “günah”ı Albarak’a yüklemeye çalışsa da işler iktidar için hiç de iyiye gitmemektedir.

Bu vesileyle birkaç noktanın altını çizmek istiyoruz; Erdoğan, her fırsatta Albayrak’ı kendi veliahdı olarak lanse edip durmadan şişirse de B. Albayrak’ın böyle bir yeteneği olmadığı ekonomideki tabloyla ispatlanmış oldu. AKP-MHP rejimi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin sistemdeki tüm aksamalara-gecikmelere-açıklara vb. çare olduğunu ileri sürerek 10 Temmuz 2008 tarihinde B. Albayrak’ı göreve getirdiğinde dolar 4.53 TL idi. İki yıl içinde 8.72 TL’ye yükselen dolar bugün önlenemez bir şekilde yükselişine devam ediyor. Albayrak döneminde enflasyon yükselmiş, ekonomik krizle birlikte işsizlik ve yoksulluk rakamları zirve yapmış, buna paralel olarak toplumsal muhalefete dönük baskı da artmıştır.

Albayrak’ın istifa ettirilip tüm suçun ona yüklenme çabası ne AKP’yi ne de Erdoğan’ı kurtarabilir. Albayrak’ın instagram üzerinden yayımladığı istifa mektubunun R.T.Erdoğan’ın bilgisi dışında yapıldığını düşünmek hata olur. Bu, oyunun bir parçasıdır ve R. T. Erdoğan’ın yeni bir hamleyle piyasaları “rahatlatma” çabasıdır. AKP içinde Albayrak “görevden alınmazsa 40 milletvekilinin istifa ederek” DEVA Partisi’ne geçeceği söylentileriyle birleşince istifa daha da anlaşılır olmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Albayrak, Hazine ve Maliye Bakanı olmadan önce Enerji Bakanı’ydı. Enerji Bakanı olduğu dönemde Erdoğan’la birlikte kurdukları Powertrans şirketi üzerinden IŞİD’le geliştirdiği iş birliği neticesinde IŞİD’in elindeki petrolü, Türkiye üzerinden pazarlayarak hem IŞİD hem de kendilerine milyarlarca dolar kazanç sağladılar. Bunu deşifre eden birçok gazeteci yargılandı ve tutuklandı.

Pandemi ekonomik krize paralel siyasi krizi tetikledi…

Pandemiyle birlikte Türkiye ekonomisi artık durma noktasına gelmiş bulunuyor.

Emperyalist merkezlerde baş gösteren ekonomik krizin, Türkiye gibi yarı-sömürge ülkelere yansıması daha da yıkıcı oldu. Dolar ve Euro’nun yükselmesiyle birlikte artan enflasyon, halkın alım gücünü etkiledi. Pandemi ile kapanan büyük sanayinin yanı sıra küçük ölçekli üretim yerleri, küçük esnaf ve hizmet sektöründeki durgunluk beraberinde yeni bir işsizlik dalgasını getirdi. 2020 yılının bitmesine az bir süre kala sanayideki daralma % 20 rakamlarını göstermektedir.

AKP’nin en fazla övündüğü inşaat sektörü de durma noktasına gelmiş durumdadır. Bu alanda çalışan 1 milyon insan işsiz kitlesine katılmakla yüz yüze. Aynı zamanda bir tarım ülkesi de olan Türkiye’de tarım ve hayvancılık da yok olma tehlikesiyle yüz yüze. Temel gıda maddelerinin önemli bir bölümünün ithal edilmesi sonucu köylü üretim yapmaktan vazgeçmiş durumda. Üretim için gerekli olan tohum fiyatların yüksek olması, üretilenin satılamaması köylülüğü iyice yoksullaştırmıştır ve tarım alanındaki işsizlik giderek büyümektedir. Son 18 yılda tarım üretiminde yüzde 12.3 bir düşüş yaşanırken, sebze üretiminde ise bu düşüş yüzde 15 olarak kayıtlara geçmiştir.

Yoksulluk giderek artmaktadır. Alım gücü düştüğü için insanlar yeterli beslenemezken R.T.Erdoğan, “Ekmek yiyorsanız bu, Türkiye’nin bir geçim derdi olmadığını gösteriyor” diyerek halkla adeta alay ediyor. Sırf “evimize emek götüremiyoruz” dediği için, ertesi gün insanlara zorla basın toplantısı yaptırıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Yoksulluk, halkın ödeyemediği faturalardan da rahatlıkla görülmektedir. Bu yılın ilk 6 ayında 1 milyon 655 bin 226 abonenin elektrik ve doğalgaz borcunu ödeyemediği için elektriği ve doğalgazı kesildi. Rakamlara göre her ay da ortalama 185 bin konutun elektriği, 80 bin konutun da doğalgazı, borcundan dolayı kesiliyor.

Tayyip Erdoğan ise 12 Kasım 2020 tarihinde yaptığı grup konuşmasında Türkiye ekonomisinin dolaylı da olsa iflas noktasına geldiğini ve bunu aşmak için “yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekiyorsa devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız” diyerek süngüsünü düşürmüş bulunuyor.

AKP’nin başı Tayyip Erdoğan her fırsatta “Türkiye’nin kalkınmasını istemeyen dış güçlerin” Türkiye’yi ekonomik olarak “zayıf düşürmek” istediklerini söyleyip bunu milliyetçiliği körüklemenin bir aracı olarak kullanırken, aynı Erdoğan 12 Kasım 2020 tarihinde yaptığı grup toplantısında kurtuluşu yine dış güçlerde görerek emperyalist mali sermayeye çağrı yapmaktan da geri durmuyor: “Türkiye’yi yerli ve uluslararası yatırımcılar nezdinde riski az, güveni yüksek, kazancı tatminkâr bir cazibe merkezi hâline getirmekte kararlıyız. Bu çerçevede ekonomi yönetimimiz yerli ve uluslararası yatırımcılarla yakın mesai içinde olacaktır. Özellikle ülkemize doğrudan yatırım getirecek herkese bu fırsatları birlikte değerlendirme teklifini yapacağız. Uluslararası yatırımcılarla bir dizi toplantılar yaparak, onlara Türkiye’nin imkânları, fırsatları, potansiyeli ve sağlayacağımız destekleri bizzat anlatacağım. Ekonomi politikalarında güven ve kredibilite kazanımına daha fazla odaklanacağız. Ülke risk primini düşüreceğiz, yatırımcılara her türlü kolaylığı göstereceğiz.’’

Bu yaklaşım, R.T.Erdoğan’ın temsilcisi olduğu AKP-MHP rejiminin emperyalistlerle, emperyalist mali sermaye ile bir sorunu olmadığını, tam aksine rejimin her şeyiyle emperyalizme bağımlı olduğunun itirafıdır. R.T.Erdoğan rejimi, emperyalist tekelleri Türkiye’ye davet ederek, ülkenin zenginliklerini emperyalist efendilerine peşkeş çekmeye hazır olduğunu bir kez daha ilan etmiş oldu.

Dipten gelen dalgaya hazırlanmalıyız!

AKP iktidarı, bir yönetme krizi içinde. Bu kriz hem ekonomik hem de politiktir. Egemenler yönetemiyor, kitleler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Ülkemizde devrimci durumun sürekli olmasının içeriği de budur. Her devrimci durum, bir devrime yol açmaz. Devrimci durumda kitleleri örgütlemede, hedefe yöneltmede subjektif güç belirleyicidir. Temel sorun budur.

İktidar yönetemedikçe artan öfkeyle sokağa yansıyan direnişleri baskı ve zor yoluyla bastırıyor. AKP’li yetkililerin Gezi İsyanı’nı sürekli anmalarının, dillendirmelerinin esas nedeni de budur. Onlar dipteki kaynamanın, dalganın farkındalar. Bu dalganın patlaması büyümesi durumunda kitlelerin öfkesinin karşısında duramayacaklarını da çok iyi biliyorlar. Bu yüzden durmadan saldırıyorlar.

15 Temmuz 2016 tarihinden bu yana faşist uygulamalarını derinleştiren, yaygınlaştıran ve daha aleni hale getiren AKP’nin derdinin Gülen Cemaati olmadığı başından beri belliydi. AKP, bunu bir fırsata dönüştürerek direnişin en diri güçlerine saldırdı. Kürt güçlerini, halkını hedef almasının nedeni de buydu. Rojava’da aldığı yenilginin hırsı ve intikamıyla içerde Kürt halkına, kurumlarına, devrimci ve demokratik faaliyete sürekli ivmesi artan bir saldırı siyasetini devreye soktu. HDP eski eş başkanlarının yanı sıra 10 milletvekili tutuklanmış, 5 bin HDP çalışına hapishanelere konmuş, 60’a yakın belediyeye el konmuş ve bütün Kürt kurumlarına her gün baskınlar yapılarak saldırmaya devam ediliyor.

Hiçbir işçi direnişine ve greve tahammül edemiyorlar. Soma-Ermenek maden işçilerinin hak arama direnişini polis ve jandarma zoruyla durdurmaya çalışıyorlar.

Devrimci güçler, ilerici partiler, gençler, kadınlar, LGBTİ+lar, Cumartesi Anneleri, köylüler… Herkes AKP’nin saldırı menzilinde. Bir basın toplantısı bile egemenler için büyük bir tehlike arz ediyor. Her direnişin, gösterinin ve grevin rejim için toplumsal büyük bir ayaklanmanın mayalanması olacağını gördükleri için filizlenen her direnişi daha büyümeden kurutmak istiyorlar.

AKP’nin sonu yakındır… Tüm faşist iktidarlar sona yaklaştıkça daha da saldırganlaşırlar. Saldırganlaştıkça sonlarının uzayacağını sanırlar. Tarih, faşist iktidarların ne kadar baskıcı ve zorbaca olursa olsun, kitlelerin öfkesi karşısında duramadıklarını göstermiştir.

Ülkemizde de faşizmin kaçınılmaz sonu bu olacaktır. Bu gücümüz ve cesaretimiz fazlasıyla var. Birleşik mücadelemiz umut veriyor. Tüm devrimci güçler faşizmin ortak bir birleşik mücadeleyle yenileceğini biliyorlar. Bunun için örgütleniyor ve yeni yeni planlar yapıyorlar. “Faşizmi Yıkacağız, Özgürlüğü Kazanacağız” kampanyası tam da AKP-MHP’yi, faşist diktatörlüğü hedefliyor.

Bu ortak faaliyet tüm toplumsal kesimleri kapsaması bakımından oldukça isabetlidir. Kampanyanın gençlik örgütleriyle start vermesi ilk mesajını vermiş ve toplumsal bir dikkate neden olmuştur. Bu oldukça önemlidir. Gençliğin dinamik gücü, ortak çalışmamızın çekim gücüdür.

25 Kasım’dan 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ne, devrimci tutsaklara özgürlük şiarının haykırılmasından Aralık ayında Maraş, Roboski ve 19 Aralık eylemlerine, Kürt ulusu üzerindeki baskıların protesto edilmesinden 1 Mayıs’a kadar ortak faaliyetimiz önemli bir işlev görecektir. Tüm toplumsal olaylar ve hak gasplarına yönelik direnişlerle bütünleşen kampanya, dönemin önemli bir atılımı olacaktır.

2097

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

Sayfalar