Cumartesi Mayıs 18, 2024

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Ve kendi sorusunu yanıtlıyor: “Bir gerçek var ki o da Türkiye muhafazakârlaşmıyor, aksine Türkiye, batılılaşıyor. Muhafazakârlık sadece görünürde artıyor.”[6]

Yazarın “fuhuş, uyuşturucu-alkol kullanımı, kadına yönelik şiddet, boşanma” gibi “negatifler”i “Batılılaşma”nın göstergeleri olarak sunması, Millî Gazete camiasının geleneksel akıl haritası ile uyumlu, kuşkusuz. Gazetenin sözcülüğünü üstlendiği İslâmcı kesimler, yani MNP-MSP-Fazilet Partisi-Saadet Partisi tabanı, her türlü “melânet”i Batı’dan (ya da Siyonizm’den ya da ikisinden birden) bilen bir geleneğin sürdürücüsü, ne de olsa.

Ama benim burada tartışmak istediğim sorun, bu değil. Dahası, bu saptama, yazarın sorusunun isabetliliğine (en azından görünüşteki isabetliliğine) gölge düşürmüyor.

Gerçekten de, son on yılda Türkiye’de yapılan bütün anket çalışmaları, yalnızca siyaset alanında değil, toplumsal değerler sisteminde de belirgin bir muhafazakârlaşmaya işaret etmekte. Din, hiç kuşkusuz ki bu eğilimin bir veçhesi, ama muhafazakârlaşma eğilimi, salt dindarlığın artmasında açığa çıkmıyor. [Hatta, ilginçtir ki, bazı araştırmalarda dindarlık son yıllarda mevzi kaybetmiş gibi duruyor. Örneğin, BBDO reklam ajansının, 2012 yılında “Türk kültürünü ve kültürün belirlediği davranışları incelediği araştırma dizisinin”  ”Muhafazakârlık” başlıklı bölümünde, 2003’ten 2007’ye, yüzde 31.6 olan düzenli namaz kılma oranı  yüzde 29.3’e; düzenli oruç tutma oranı ise yüzde 65’ten  yüzde 50’ye gerilemiş gözüküyor. ‘Ipsos KMG’ tarafından iki yılda bir gerçekleştirilen ‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu’ araştırmasının 2012 sonuçları da, benzer şekilde Türkiye’de dini inancının hayatına yön verdiğini söyleyenlerin oranının 2007 ile 2011 arasında yüzde 72’den yüzde 66’ya gerilediğini ortaya koymakta.[7] Oysa söylem çok farklı: Katılımcılar, yükselen oranlarda (2003’te yüzde 21.5; 2007’de yüzde 24.8) muhafazakâr olduklarını söylüyorlar, örneğin…]

Türk muhafazakârlığının vurgusunun, kamusal alanda milliyetçilik/ “öteki-düşmanlığı”, özel alanda ise aileye yöneldiği, bilinen bir durumdur. Bu muhafazakârlık en fazla, öteden beri bir çeşit “has bahçesi” sayageldiği, kadınların yaşamları ve bedenleri üzerinde tecelli eder. Hemen tüm anketlerde “kadının esas görevi ailesine yöneliktir” mealinde yanıt verenlerin ezici çoğunlukta olması, evlenirken müstakbel eşinin bakire olmasını beklediğini söyleyen erkeklerin (popüler kültür araçlarındaki tüm aksi yöndeki gösterimlere karşın) oranının yüksek bir düzeyde sabitlenmesi, “hafifmeşrep” davranan, öyle giyinen kadınların taciz/tecavüzü hak ettiğine ilişkin yaygın kanı vb. vb.nde gözlemlendiği üzere…

O zaman, eşzamanlı olarak fuhşun artmasını, aile içi şiddetin zirve yapmasını, çocuklara yönelik cinsel istismarın ortalığa saçılmasını, alkol/uyuşturucu kullanımının yaygınlaşarak kullanıcı profilinin gençleşmesini… nasıl izah edeceğiz? Bir toplum hem bu denli “maneviyatçı”, hem de bu denli “düşkün” olabilir mi?

Aslına bakarsanız, hem maneviyatçılığı/muhafazakârlığı, hem de düşkünlük belirtilerini üreten zemin üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu durumun hiç de şaşılası olmadığını görürüz.

Evet, Türkiye, sosyal bilincinden ve hızlı politizasyonundan tank paletleri altında feragat etmek zorunda kaldığı 1980’lerden, ama daha yoğun olarak 1990’lı yıllardan bu yana, kıran kırana bir vahşi kapitalizm trend’ine girdi. 1960’lı yıllardan itibaren uygulana gelen ve yükselen emek mücadelesinin konsolide ettiği “sosyal devlet” uygulamaları ve anlayışı hızla terk edilirken, paternalist modernleşme modeli de tüm getirileriyle birlikte lağvedildi. IMF ve DB duayenliği altında “Kafayı kullan, köşeyi dön” retoriğine teslim edilen toplum kredi kartlandırılarak tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye zorlandı. Kiwilerden, Çikita muzlardan, Nescafe’lerden, Amerikan sigaralarından, 3-G cep telefonlarına, en son bilgisayar oyunlarına mesafe, kısaydı; çok değil, 30-35 yıl önce en büyük eğlencesi, TRT radyosundan “Yurttan Sesler”i dinlemek olan, “edepli” bir toplumdan, on-onbeş yılda, “Yetenek sizsiniz” toplumuna dönüştük. 

Kemalettin Tuğcu romanlarının, Kibritçi Kız masallarının, “fakir ama onurlu” esas oğlanların, “zengin, şımarık genç kızları” yola getirdiği temiz aşkların hiçbir hükmünün kalmadığı bu değerler depreminde, alım gücünün üzerinde, üstelik de göstere göstere tüketmek, tek yaşam amacına hâline gelecekti…

Ve bu tüketim çılgınlığına, gelir dağılımındaki eşi görülmemiş bir bozulma eşlik ediyordu. Rantiye-spekülatif sermaye inanılmaz ölçüde değerlenirken, emek, başdöndürücü bir hızla değer yitimine uğruyor, geniş toplum kesimleri hızla yoksullaşıyordu.

Tüm bunlara, 1990’lı yılların kirli savaşın topraklarından kopartarak metropollere sürüklediği dev Kürt göçünün etkisini ekleyin…

Böyle bir toplumun akıl sağlığını muhafaza edebilmesi, mümkün olabilir mi?

*   *   *

Örgütsüzleşen, konumunu hızla yitiren, yaşamlarının denetimini ellerinden kaçıran kitleler, bir çeşit regresyonla, tutunacak dalı “maneviyatçılık”ta, “şanlı tarih”lerinde, dinde, ailevî değerlerde vb. aramaya yönelirler. Şişirilmiş milliyetçilik ile şişirilmiş erillik iki yakayı bir araya getirememenin, televizyonda her gördüklerini isteyen çoluk-çocuğa söz geçirememenin, kirayı yatıramamanın, iş bulamamanın, her an evden atılmayı beklemenin duygusal telafisidir; maneviyatçılık ise, bir yandan (hâl-i hazırda) iktidarın lütuflarına mazhar olabilme umudunun bir çıktısı, bir yandan da “ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da hissiyatı”na (Marx) sığınmaktır…

Üstelik, günümüzün neo-liberal dünyasında, toplumun bu “içe doğru büzüşmesi”, emekçilerin talepkârlık düzeyini düşürdüğü ve onların sistem karşıtı yönelişlerini engellediği ölçüde, son derece “hayırlı” bir vak’a addedilmektedir, iktidarlar tarafından.

Öte yandan, mallara boğulmuş bir dünyada alım güçleri gittikçe azalan, kışkırtılan arzularıyla gün geçtikçe daralan olanakları arasında sıkışmış insan(cık)lar, şiddete, uyuşturucuya, alkole, bedenini pazarlamaya, suça belenirler. (ABD’li antropolog Oscar Lewis’in “Yoksulluk kültürü” kavramıyla anlatmak istediği tam da budur. İşte Hayat’ında betimlediği Porto Riko’lu yoksullar, uyuşturucu-fuhuş-kadına yönelik şiddet-çocuk suistimali ve de “muhafazakârlık”ta, İstanbul varoşlarını hiç de aratmazlar!)

Bir başka deyişle, egemen sınıflar, sermayelerin ve metaların sınır tanımazca yerküreyi kat ettiği, sınırsızca serbestleştirmekten muazzam parsalar devşirdikleri ticaret rejiminde, halkların değer sistemlerini ve dayanışma örüntülerini parçalayıp, onları iflah olmaz bir tüketimciliğin hedonizmine doğru iteklerken, bir yandan da “kadınların namusu, din, ahlâk, millet, kutsal değerler” retoriğini dikmektedirler insanların önüne…

Yani “muhafazakârlık” ile “düşkünlüğü” bir madalyonun iki yüzü kılan, bizatihî neo-liberal kapitalizm ve onun dümenindekilerdir…

“Dümendekiler”in laik, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da Budist olmaları ise, hiçbir şeyi değiştirmemektedir…

 

28 Eylül 2012 11:39:04, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Kültür Sanat Dergisi ÜMÜŞ EYLÜL, Ocak-Şubat-Mart 2013, No:6… Tekirdağ Cezaevinde tutsaklar tarafından elle yazılıp mektupla dağıtılan 3 aylık dergi…

[1] Sallust.

[2] “Türkiye’de fuhuş artarken fuhuş yaşı da giderek düşüyor. Prof. Dr. Esin Küntay ve Prof. Dr. Güliz Erginsoy’un birlikte hazırladıkları çalışan durumun vehametini gözler önüne seriyor. Bununla birlikte çocuklara yönelik cinsel istismarda artmış durumda. Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği (YENİDEN) ile merkezi Avusturya’da bulunan ‘Çocuk Fuhuşu Pornografisi ve Cinsel Amaçlı Ticaretine Son Girişimi’ (ECTAP) tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye’de çocuklara yönelik cinsel istismar suçlarında artış var.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[3] “Türkiye de son yıllarda alkol kullanım yaşı ilkokula düşmüş durumda. 15 yaş üzeri kişi başı saf alkol tüketimi 1-1.29 litre, ilköğretim öğrencileri arasında alkol kullananların oranı ise yüzde 15.4. Ortaöğretimde en az bir kez alkol kullananların oranı yüzde 45-50, son bir ayda en az bir defa alkollü içki içme oranı yüzde 16.5,  bu oran erkeklerde yüzde 31.5 kızlardaysa yüzde 10.6. Üniversite öğrencilerinde alkol kullanım yaygınlığı ise yüzde 43.0-53.9 ve hâlen içenlerin oranı yüzde 22.9.”  (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[4] “2011 Boşanma istatistiklerine göre, 2010 yılının 2. döneminde 33 bin 139 çift boşanırken, 2011 yılının 2. döneminde 33 bin 702 çift boşandı. Geçen yılın aynı dönemine göre boşanma sayısı yüzde 1.7 arttı. Boşanma sayısında en fazla artış yüzde 8.3 ile Doğu Marmara Bölgesinde gözlendi. Bu arada 2011 yılı ikinci döneminde meydana gelen boşanmaların yüzde 40.1’i evliliğin ilk 5 yıl içinde, yüzde 24,3’ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşti.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’…”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[5] “Kadına şiddet ise son yıllarda artan bir diğer ahlâki erezyon. Yapılan araştırmalara göre çalışan kadınların yüzde 40.7’si, ev kadınlarının ise yüzde 46.9’u eşinden fiziksel şiddete maruz kalıyor. Her 100 kadından 40’ı ‘Dünyaya yeniden gelsem, kadın olarak gelmek istemem’ diyor. Kadınların yüzde 67.4’ü eşi tarafından sözlü şiddet görüyor. Kadınlarda evlenme yaşı düştükçe eşinden şiddet görenlerin oranı yükseliyor. 18 yaşından küçük evlenmiş kadınların yüzde 60’ı fiziksel şiddet görmüş. Diplomasız kadınların yüzde 51.2’si ‘Eşimden şiddet gördüm’ derken, bu oran üniversite mezunu kadınlarda yüzde 16.2’ye düşüyor.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[6] Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012.

[7] http://www.sondevir.com/raporarastirma/81576/turkiyede-muhafazakar-olmak-ne-anlama-geliyor.html

104532

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sayfalar

Sibel Özbudun

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

‘ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR-SANAT’A YANITLAR[*]

 

“Kâğıda dokunan kalem,

kibritten daha çok yangın çıkarır.”[1]

 

Ümüş Eylül Kültür-Sanat/ Hasan Şahingöz (HS): Sizce yazarlık nedir? Yazarlığın ayırt edici özellikleri nelerdir? Kime, neden yazar denir?

Temel Demirer (TD): “11. Tez”ci eyleminin saflarında, “Yazmak eylemdir; yazarlık ise son saatin işçiliği,” diyenlerden ve elime her kalem alışımda Friedrich Engels’in, “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür,” uyarısını anımsayanlardanım.

 

Ben Ölüyorsam Sizde Ölün: Seçimleri (Kılıçdaroğlu'nu Boykot)

Proletaryalar faydacıdır; yararlanmasını bilene.

Seçimler ilginç bir şey.

Herkes seçimlerin neler değiştirip değiştirmeyeceğini tartışıyor.

Ama kime göre neye göre?

Devrimcilere göre mi proletaryalara göre mi?

Şayet tartıştığımız seçimlerin sisteme karşı devrimcilerin yaşamlarında neler değiştirip değiştirmeyeceği  ise...

İnanın dün olduğu gibi bu günde seçimlerin devrimcilere karşı sistemin davranışlarında herhangi bir şey değiştirmeyeceğini herkesbiliyor..

Sistem yine devrimcileri gördüğü her yerde katletmeye çalışacak.

Nisan Güneşi Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor

Nisan’ın 24’ü çeşitli milliyetlerden ve inançlardan işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen yığınların öncü müfrezesi proletarya partisinin kuruluş günüdür. Aynı zamanda Marks ve Engels tarafından 1848 yılında ilan edilen Komünist Manifesto’nun Türkiye ve Türkiye Kürdistanı topraklarında yeniden yaşam suyuna kavuştuğu tarihi ifade etmektedir.

BURJUVA SEÇİMLERİ ve PROLETER TAKTİK

Bilim, ….. , isteklere ve görüşlere uygun tarzda, tek bir grubun, ya da tek bir partinin savaşım hazırlıklarına ve bilinç derecesine göre siyaseti belirleme yerine, ülkedeki bütün grupların, partilerin, sınıfların ve yığınların hesaba katılmasını emreder.[1]

Enkaz Yaratan Çürük Düzeninizi Yıkacağız; Seçim Kurtuluşunuz Olmayacak!

6 Şubat depremleri sonrasında on binlerce insan taammüden katledildi, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlarcası temel yaşam koşullarından mahrum bırakıldı. -Bir değil, iki değil, üç değil- on binlercemiz kendileri için bir mezar haline getirilen evlerinde öldürüldü. Sadece depremler nedeniyle değil enkaz altında kurtarılmayı beklerken yardım edilmediği için donarak öldürüldü. İnsanların yardım edin çığlıklarına, “Nerede bu devlet?” haykırışları eşlik etti.

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

“İstibdat”tan Kurtulmak İçin Kürdü Çağırmak!

14 Mayıs’ta yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, seçimlere ilişkin HDP ile bir toplantı gerçekleştirdi. Toplantı çıkışı basın önünde bir açıklama yaptılar. CHP lideri K.Kılıçdaroğlu da HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar da TBMM’nin önemine, halk iradesinin temsiliyetine dikkat çektiler! Basın önünde verdikleri mesaj “Hiçbir sorun çözümsüz değil, TBMM çatısı altında Türkiye’nin her sorununu çözmek olası…” biçiminde özetlenebilir.

Vicdan ve ahlak mı dediniz? (Ertan İldan)

Aslında Türkiye'de 50 gün sonra yapılacak seçimler hakkında daha fazla konuşmak niyetinde değildim. Tüm sermayesini bu muharabe'nin sonuçlarına yatırmış ve temelde iki kutupa ayrılmış bir toplumsal psikolojide aykırı bir görüşün yankı bulmayacağını bilirim. Daha da önemlisi muhtemel bir yenilgide akli melekelerini yitirmiş ve umutlarını tüketmiş bir kesimin hışmına uğramak tehlikesi de yok değil. Oysa benim "gemileri yakmak" gibi bir mecburiyetim yok. Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyen toplum kesimleri ile ilişkilerimi ve görüş alışverişimi sürdürmek isterim.

Kaypakkaya ve Kemalist Cumhuriyet

Bu yıl İbrahim Kaypakkaya’nın faşist Türk devleti tarafından katledilişinin 50. yıldönümüdür.

Ve faşist TC’nin de kuruluşunun yüzüncü yılıdır. Kaypakkaya yoldaşın siyasal yaşamı bu tekçi, inkarcı, katliamcı tarihle hesaplaşmakla geçmiştir. Hiç kuşkusuz onun analizleri yalnız geçmişi değil geleceği de içeriyor. Dolayısıyla cumhuriyetin yüz yıllık tarihini sorgularken onun görüşleri bize yol göstermeye devam ediyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir.

Sayfalar