Cumartesi Mayıs 4, 2024

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Ve kendi sorusunu yanıtlıyor: “Bir gerçek var ki o da Türkiye muhafazakârlaşmıyor, aksine Türkiye, batılılaşıyor. Muhafazakârlık sadece görünürde artıyor.”[6]

Yazarın “fuhuş, uyuşturucu-alkol kullanımı, kadına yönelik şiddet, boşanma” gibi “negatifler”i “Batılılaşma”nın göstergeleri olarak sunması, Millî Gazete camiasının geleneksel akıl haritası ile uyumlu, kuşkusuz. Gazetenin sözcülüğünü üstlendiği İslâmcı kesimler, yani MNP-MSP-Fazilet Partisi-Saadet Partisi tabanı, her türlü “melânet”i Batı’dan (ya da Siyonizm’den ya da ikisinden birden) bilen bir geleneğin sürdürücüsü, ne de olsa.

Ama benim burada tartışmak istediğim sorun, bu değil. Dahası, bu saptama, yazarın sorusunun isabetliliğine (en azından görünüşteki isabetliliğine) gölge düşürmüyor.

Gerçekten de, son on yılda Türkiye’de yapılan bütün anket çalışmaları, yalnızca siyaset alanında değil, toplumsal değerler sisteminde de belirgin bir muhafazakârlaşmaya işaret etmekte. Din, hiç kuşkusuz ki bu eğilimin bir veçhesi, ama muhafazakârlaşma eğilimi, salt dindarlığın artmasında açığa çıkmıyor. [Hatta, ilginçtir ki, bazı araştırmalarda dindarlık son yıllarda mevzi kaybetmiş gibi duruyor. Örneğin, BBDO reklam ajansının, 2012 yılında “Türk kültürünü ve kültürün belirlediği davranışları incelediği araştırma dizisinin”  ”Muhafazakârlık” başlıklı bölümünde, 2003’ten 2007’ye, yüzde 31.6 olan düzenli namaz kılma oranı  yüzde 29.3’e; düzenli oruç tutma oranı ise yüzde 65’ten  yüzde 50’ye gerilemiş gözüküyor. ‘Ipsos KMG’ tarafından iki yılda bir gerçekleştirilen ‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu’ araştırmasının 2012 sonuçları da, benzer şekilde Türkiye’de dini inancının hayatına yön verdiğini söyleyenlerin oranının 2007 ile 2011 arasında yüzde 72’den yüzde 66’ya gerilediğini ortaya koymakta.[7] Oysa söylem çok farklı: Katılımcılar, yükselen oranlarda (2003’te yüzde 21.5; 2007’de yüzde 24.8) muhafazakâr olduklarını söylüyorlar, örneğin…]

Türk muhafazakârlığının vurgusunun, kamusal alanda milliyetçilik/ “öteki-düşmanlığı”, özel alanda ise aileye yöneldiği, bilinen bir durumdur. Bu muhafazakârlık en fazla, öteden beri bir çeşit “has bahçesi” sayageldiği, kadınların yaşamları ve bedenleri üzerinde tecelli eder. Hemen tüm anketlerde “kadının esas görevi ailesine yöneliktir” mealinde yanıt verenlerin ezici çoğunlukta olması, evlenirken müstakbel eşinin bakire olmasını beklediğini söyleyen erkeklerin (popüler kültür araçlarındaki tüm aksi yöndeki gösterimlere karşın) oranının yüksek bir düzeyde sabitlenmesi, “hafifmeşrep” davranan, öyle giyinen kadınların taciz/tecavüzü hak ettiğine ilişkin yaygın kanı vb. vb.nde gözlemlendiği üzere…

O zaman, eşzamanlı olarak fuhşun artmasını, aile içi şiddetin zirve yapmasını, çocuklara yönelik cinsel istismarın ortalığa saçılmasını, alkol/uyuşturucu kullanımının yaygınlaşarak kullanıcı profilinin gençleşmesini… nasıl izah edeceğiz? Bir toplum hem bu denli “maneviyatçı”, hem de bu denli “düşkün” olabilir mi?

Aslına bakarsanız, hem maneviyatçılığı/muhafazakârlığı, hem de düşkünlük belirtilerini üreten zemin üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu durumun hiç de şaşılası olmadığını görürüz.

Evet, Türkiye, sosyal bilincinden ve hızlı politizasyonundan tank paletleri altında feragat etmek zorunda kaldığı 1980’lerden, ama daha yoğun olarak 1990’lı yıllardan bu yana, kıran kırana bir vahşi kapitalizm trend’ine girdi. 1960’lı yıllardan itibaren uygulana gelen ve yükselen emek mücadelesinin konsolide ettiği “sosyal devlet” uygulamaları ve anlayışı hızla terk edilirken, paternalist modernleşme modeli de tüm getirileriyle birlikte lağvedildi. IMF ve DB duayenliği altında “Kafayı kullan, köşeyi dön” retoriğine teslim edilen toplum kredi kartlandırılarak tüketim alışkanlıklarını değiştirmeye zorlandı. Kiwilerden, Çikita muzlardan, Nescafe’lerden, Amerikan sigaralarından, 3-G cep telefonlarına, en son bilgisayar oyunlarına mesafe, kısaydı; çok değil, 30-35 yıl önce en büyük eğlencesi, TRT radyosundan “Yurttan Sesler”i dinlemek olan, “edepli” bir toplumdan, on-onbeş yılda, “Yetenek sizsiniz” toplumuna dönüştük. 

Kemalettin Tuğcu romanlarının, Kibritçi Kız masallarının, “fakir ama onurlu” esas oğlanların, “zengin, şımarık genç kızları” yola getirdiği temiz aşkların hiçbir hükmünün kalmadığı bu değerler depreminde, alım gücünün üzerinde, üstelik de göstere göstere tüketmek, tek yaşam amacına hâline gelecekti…

Ve bu tüketim çılgınlığına, gelir dağılımındaki eşi görülmemiş bir bozulma eşlik ediyordu. Rantiye-spekülatif sermaye inanılmaz ölçüde değerlenirken, emek, başdöndürücü bir hızla değer yitimine uğruyor, geniş toplum kesimleri hızla yoksullaşıyordu.

Tüm bunlara, 1990’lı yılların kirli savaşın topraklarından kopartarak metropollere sürüklediği dev Kürt göçünün etkisini ekleyin…

Böyle bir toplumun akıl sağlığını muhafaza edebilmesi, mümkün olabilir mi?

*   *   *

Örgütsüzleşen, konumunu hızla yitiren, yaşamlarının denetimini ellerinden kaçıran kitleler, bir çeşit regresyonla, tutunacak dalı “maneviyatçılık”ta, “şanlı tarih”lerinde, dinde, ailevî değerlerde vb. aramaya yönelirler. Şişirilmiş milliyetçilik ile şişirilmiş erillik iki yakayı bir araya getirememenin, televizyonda her gördüklerini isteyen çoluk-çocuğa söz geçirememenin, kirayı yatıramamanın, iş bulamamanın, her an evden atılmayı beklemenin duygusal telafisidir; maneviyatçılık ise, bir yandan (hâl-i hazırda) iktidarın lütuflarına mazhar olabilme umudunun bir çıktısı, bir yandan da “ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da hissiyatı”na (Marx) sığınmaktır…

Üstelik, günümüzün neo-liberal dünyasında, toplumun bu “içe doğru büzüşmesi”, emekçilerin talepkârlık düzeyini düşürdüğü ve onların sistem karşıtı yönelişlerini engellediği ölçüde, son derece “hayırlı” bir vak’a addedilmektedir, iktidarlar tarafından.

Öte yandan, mallara boğulmuş bir dünyada alım güçleri gittikçe azalan, kışkırtılan arzularıyla gün geçtikçe daralan olanakları arasında sıkışmış insan(cık)lar, şiddete, uyuşturucuya, alkole, bedenini pazarlamaya, suça belenirler. (ABD’li antropolog Oscar Lewis’in “Yoksulluk kültürü” kavramıyla anlatmak istediği tam da budur. İşte Hayat’ında betimlediği Porto Riko’lu yoksullar, uyuşturucu-fuhuş-kadına yönelik şiddet-çocuk suistimali ve de “muhafazakârlık”ta, İstanbul varoşlarını hiç de aratmazlar!)

Bir başka deyişle, egemen sınıflar, sermayelerin ve metaların sınır tanımazca yerküreyi kat ettiği, sınırsızca serbestleştirmekten muazzam parsalar devşirdikleri ticaret rejiminde, halkların değer sistemlerini ve dayanışma örüntülerini parçalayıp, onları iflah olmaz bir tüketimciliğin hedonizmine doğru iteklerken, bir yandan da “kadınların namusu, din, ahlâk, millet, kutsal değerler” retoriğini dikmektedirler insanların önüne…

Yani “muhafazakârlık” ile “düşkünlüğü” bir madalyonun iki yüzü kılan, bizatihî neo-liberal kapitalizm ve onun dümenindekilerdir…

“Dümendekiler”in laik, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ya da Budist olmaları ise, hiçbir şeyi değiştirmemektedir…

 

28 Eylül 2012 11:39:04, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Kültür Sanat Dergisi ÜMÜŞ EYLÜL, Ocak-Şubat-Mart 2013, No:6… Tekirdağ Cezaevinde tutsaklar tarafından elle yazılıp mektupla dağıtılan 3 aylık dergi…

[1] Sallust.

[2] “Türkiye’de fuhuş artarken fuhuş yaşı da giderek düşüyor. Prof. Dr. Esin Küntay ve Prof. Dr. Güliz Erginsoy’un birlikte hazırladıkları çalışan durumun vehametini gözler önüne seriyor. Bununla birlikte çocuklara yönelik cinsel istismarda artmış durumda. Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği (YENİDEN) ile merkezi Avusturya’da bulunan ‘Çocuk Fuhuşu Pornografisi ve Cinsel Amaçlı Ticaretine Son Girişimi’ (ECTAP) tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye’de çocuklara yönelik cinsel istismar suçlarında artış var.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[3] “Türkiye de son yıllarda alkol kullanım yaşı ilkokula düşmüş durumda. 15 yaş üzeri kişi başı saf alkol tüketimi 1-1.29 litre, ilköğretim öğrencileri arasında alkol kullananların oranı ise yüzde 15.4. Ortaöğretimde en az bir kez alkol kullananların oranı yüzde 45-50, son bir ayda en az bir defa alkollü içki içme oranı yüzde 16.5,  bu oran erkeklerde yüzde 31.5 kızlardaysa yüzde 10.6. Üniversite öğrencilerinde alkol kullanım yaygınlığı ise yüzde 43.0-53.9 ve hâlen içenlerin oranı yüzde 22.9.”  (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[4] “2011 Boşanma istatistiklerine göre, 2010 yılının 2. döneminde 33 bin 139 çift boşanırken, 2011 yılının 2. döneminde 33 bin 702 çift boşandı. Geçen yılın aynı dönemine göre boşanma sayısı yüzde 1.7 arttı. Boşanma sayısında en fazla artış yüzde 8.3 ile Doğu Marmara Bölgesinde gözlendi. Bu arada 2011 yılı ikinci döneminde meydana gelen boşanmaların yüzde 40.1’i evliliğin ilk 5 yıl içinde, yüzde 24,3’ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşti.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’…”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[5] “Kadına şiddet ise son yıllarda artan bir diğer ahlâki erezyon. Yapılan araştırmalara göre çalışan kadınların yüzde 40.7’si, ev kadınlarının ise yüzde 46.9’u eşinden fiziksel şiddete maruz kalıyor. Her 100 kadından 40’ı ‘Dünyaya yeniden gelsem, kadın olarak gelmek istemem’ diyor. Kadınların yüzde 67.4’ü eşi tarafından sözlü şiddet görüyor. Kadınlarda evlenme yaşı düştükçe eşinden şiddet görenlerin oranı yükseliyor. 18 yaşından küçük evlenmiş kadınların yüzde 60’ı fiziksel şiddet görmüş. Diplomasız kadınların yüzde 51.2’si ‘Eşimden şiddet gördüm’ derken, bu oran üniversite mezunu kadınlarda yüzde 16.2’ye düşüyor.” (Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012).

[6] Fatih Yediler, “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’”,  Millî Gazete, 16 Mart 2012.

[7] http://www.sondevir.com/raporarastirma/81576/turkiyede-muhafazakar-olmak-ne-anlama-geliyor.html

104446

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Martager (Nubar Ozanyan)

Yaşamı Fakir, savaşımı Martager olan komutan, sert yaşadı. Bir derviş gibi Kafkaslar’ı, Ortadoğu’yu dolaştı. Mazlumların yaşamından gürültü yapmadan kopup giderken geride derin izler ve unutulmaz anılar bıraktı. Yaşadığı her toprak parçasında eski ve köhnemiş olan her şeye meydan okudu. Yaşarken Ararat’a, düşerken Cudi’ye bakarak “Elveda” dedi.

Devrimci Bir Çıkış İçin Örgütlen-Örgütle

“…Komünist Enternasyonale bağlı tüm partiler, ‘Kitlenin daha derinlerine!’, ‘Kitlelerle daha sıkı temas!’ şiarlarını ne pahasına olursa olsun pratiğe geçirmelidirler; kitleler sözünden anlaşılması gereken emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin, özellikle de en örgütsüz ve en bilinçsiz, en fazla ezilen ve örgütsel olarak kapsanması en zor olanların tümüdür.”(1)

Proletaryasız Burjuva Çağı Hayali(!)

 

Telaşlı diplomasi ve açık savaş hazırlığı Nijer: Afrika'da akut savaş tehlikesi!(Rote Fahne (Kizil Bayrak)

26-27 Temmuz gecesi, yaklaşık 26 milyon nüfusa sahip Batı Afrika ülkesi Nijer'de ordu bir darbe düzenledi. Bir önceki başkan Bazoum'u devirdi ve anayasayı askıya aldı.

Frankfurter Rundschau'ya göre Bazoum döneminde Nijer, "İslamcı teröristlerin Sahel'deki ilerleyişine karşı mücadelede Batı'nın son stratejik ortaklarından biriydi".

“En Önde” Durmak, “En Önde” Savaşmak (Dengê Azadî )

Lozan’daki tarihsel haksızlığın 100. yıldönümünde gerilla alanlarına yönelik işgal saldırıları sürüyor. Emperyalist devletlerle İttihatçı Kemalistler arasında imzalanan ve TC devletinin emperyalistlerce kabul edilmesinin resmileştiği tarih olarak 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçti.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

Sayfalar