Çarşamba Mayıs 8, 2024

Özgecan'ın katlinin AKP’le ne ilgisi var ?[1]

“Omnes una manet nox.”[1]

Özgecan’ın katledilmesinin ardından patlak veren yığınsal öfkeye bakıp, medya ve sosyal medyadaki AKP kuyrukçuları soruyor: “Canım siz de ayağınız taşa takılsa, AKP’den bileceksiniz. Özgecan’ın öldürülmesinin AKP ile ilgisi ne?”

Hangisinden başlayalım ki?

Dilerseniz “ölen Kürt, öldüren Kürt; bu kesin AKP’yi gözden düşürmek üzere düzenlenmiş bir komplo!”; ya da “mini etek giyersen, akşamları sokakta dolaşırsan laikçi canavarlar seni parçalar” yolundaki hezeyanların bu “illiyet”i zımnen kabullenen “lapsus”lar olduğu gerçeğini bir kenara bırakalım. 

Gerçekten de son yıllarda bir veba salgını gibi bu topraklara yayılan ve hepimizin hayatını zehirleyen kadın katliamının AKP iktidarı ile o kadar çok ilişkisi var ki…

Öncelikle, minibüsüne binen bir genç kadının, kabaran cinsel iştahına mutlaka ve mutlaka boyun eğmesi gerektiğine inanan bir eril merkezcilik ve tahakküm sabit fikrinin -katilin siyasal tercihlerinden bağımsız olarak- AKP iktidarı boyunca şişirildiğinin tanığıyız, hepimiz.

Öyle ya, cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zatın defalarca terennüm ettiği “Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum”; “kızı yalnız bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya…”; sağlık bakanının “tecavüze uğrayan kadın doğursun, kendisi bakamıyorsa devlet bakar”; Ankara’nın “ezeli ve ebedi” belediye başkanının “Anası tecavüze uğruyorsa çocuk niye ölsün? Anası ölsün…”; orman bakanının (kendisinden iş isteyen bir kadına) “Evdeki işler yetmiyor mu?”; bir emniyet müdürünün (Münevver Karabulut cinayeti konusunda) “kızlarına sahip çıksalarmış”; bir aile ve sosyal politikalar eski bakanının “Kadın cinayetlerini medya abartıyor”, üstüne üstlük bir de “İnsan Hakları Komisyonu Başkanı” unvanı taşıyan bir iktidar partisi milletvekilinin “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur”; bir eski meclis başkanının “Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak,” sözleri... sizlere imam ve cemaat ilişkisini anımsatmıyor mu? 

“Devlet büyükleri”nden her gün bu sözleri duyan vasat’ın nasıl davranmasını bekliyorsunuz?

Üstelik AKP eşrafının bu kanaatlerinin “kendinden menkul” olmadığını, temel referans çerçevelerini dinin; İslâm dininin oluşturduğunu dost da biliyor, düşman da… Bir başka deyişle, kitabında erkekleri, “itaatinden şüphe ettiğiniz şüphe ettiğiniz kadınları dövünüz” yetkisiyle donatan bir dinin sözcüsü ve temsilcisi olarak davranan bir iktidar yönetiyor bu ülkeyi. Ve “imanı sağlam” kamuoyu oluşturucuları, her gün ekranlardan, gazete sayfalarından “talkını” veriyorlar halka: 

“Özür dilediyse affedin” (Çeşitli tarihlerde babasının cinsel tacizine maruz kalan 15 yaşındaki F.İ. hakkında Alo Fetva hattındaki hoca) 

“Ne diyor İslâm, annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder.” (“İslâm medeniyetini kuracak Öncü Nesiller yetiştirmek için” çalışan Furkan Vakfı kurucusu Alparslan Kuytul) 

 “Banyoda çırılçıplak yıkanmak mekruhtur. Göbeğin altında yani şortunu çıkartmayacak. Son anda onu çıkartıp durulanır.” (İlahiyatçı Prof. Nihat Hatipoğlu)

“Kadın spiker izlemek caiz değil”, “10, 7, 6 yaşındaki kız çocukları 25 yaşındaki erkekle evlenebilir. Aybaşı olmamış olduğu durumda nikâhlanabilir”. (Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız)

“18’indekinin zinasına karşı çıkmayıp, 7 aylık bebeğe tecavüze karşı çıkmak timsah gözyaşıdır.” (Samsun İl Müftüsü Yrd. Doç. Dr. Hayrettin Öztürk)

“Kadın-erkek eşitliği cinsel sapmalara, ailenin dağılmasına zemin hazırlar.” (“İslâmcı yazar” Ali Bulaç)

Anlayacağınız, kadınlar karşısındaki hoyratlıklarının gerisindeki gerekçeler sağlam…

Öyle ki, kadına yönelik şiddeti eleştirirken dahi, “Kadınlar bize Allah’ın emanetidir” argümanından başka bir gerekçe üretemeyecek kadar uhreviyata belenmiş bir söylem…

Bir parantez açıp sorayım; “kadınlar birilerinin erkeklere emanetidir” sözleri dahi, daha ağızdan çıktığı anda kadını erkek karşısında ikincilliğe, tabiliğe mahkûm kılmıyor mu? 

Malûm ya, emanet bir “şey”dir; kişi, insan filan değil. Edilgindir; birileri onu birilerine “gözetsin” diye verir. Hiç kuşku yok ki, emaneti gözetmekle yükümlendirilmiş kişinin ona “hıyanet” olasılığı da vardır. Yani “emanet”, her ne kadar eleştirilse de, “ihanet ve suistimal”e açık bir “şey”dir. Bu “şey” kendini savunma yetisine sahip değildir; ille de birileri tarafından kollanıp korunması gerekir. Potansiyel olarak hıyanet ve suistimal olanağına sahip birileri tarafından!

Oysa kadınlar, canlarını, bedenlerini zimmet edildikleri erkeğin insaf ve ahlâkına bırakmaksızın, insan ve birey kabul edilmek istiyorlar. Tırmanan eril şiddetin nedeni tam da bu değil mi zaten?

Her ne hâl ise…

Evet, evet; Özgecan ve diğer kadınların katledilmesi AKP iktidarıyla yakından ilişkilidir.

Çünkü kadın cinayetlerinin yüzde 1400 oranında arttığı bu dönemde göreve getirilen güvenlik görevlileri ve yargıçların kadın cinayetlerini neredeyse maktulü suçlu gören bir yaklaşımla ele alıyorlar... 

Bilmiyorum, hatırlayanınız var mı; ama AKP iktidarı 2012’nın 8 Mart’ında bize bir “armağan” vermişti: “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Yasa”… 

Yasanın çıkmasını önceleyen 2011 yılı içerisinde, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 121 kadın öldürülmüştü. “Tesadüf” bu ya, yasanın çıktığı 2012 yılı içerisinde bu sayı 210’a fırladı. 2013’te ise, 237 kadın öldürüldü. 2014 yılı, 294 kadın cinayeti ile kendi rekorunu kırdı… 2015 yılı ise Ocak ayındaki 20 kadın cinayetiyle başladı; Şubat olanca lanetiyle devam ediyor…

Bir başka deyişle, kadına karşı şiddeti önleme amaçlı yasa çıktığından beri, kadın cinayetlerinde hızlı bir tırmanış gözlemlenmekte. İşin korkunç yanı, yasanın çıkışından bu yana öldürülen kadınların 23 tanesinin güvenlik güçlerinin “koruma”sı altında olması…

Ve kadın cinayetlerini protesto eden kadınlara yıldırım hızıyla müdahale edip gözlerine biber gazı sıkan, onları saçlarından yerlerde sürükleyip yaka paça gözaltına alan “güvenlik” güçlerinin, kadınların katillerine karşı son derece yavaş, hatta gönülsüz davrandığının tanığıyız hepiniz. Lütfen bir an durup, TV ekranlarında kaç kadının çevredekilerin umursamaz bakışları altında kocası, eski kocası, sevgilisi ya da reddettiği erkek tarafından defalarca bıçaklanışını izlediğinizi anımsamaya çalışır mısınız?

Ya da karşısına getirilen katili sırf kravat takıp boynunu büktü, diye… Veya maktule kısa etek, tayt giymişti, cep telefonunda bir erkekle mesajlaşmıştı, katile hakaret etmişti, tanımadığı bir erkeğe cilveli bir şekilde saat sormuştu diye cezayı hafifletip üç-beş yılda salıverilmesine yol açan hakimler? Tecavüzcüleri sorgulayıp “tutuksuz yargılanmak” üzere serbest bırakan, “zeka özürlü” kız çocuğuna topluca tecavüz eden sanıkları “mağdurun rızası vardı” diye kovuşturmayan savcılar?

Yetmedi! Ya bugüne dek hiçbiri ceza almamış devletin tecavüzcü polisleri, jandarmaları, emniyet müdürleri, güvenlik görevlileri? Duymamış olamazsınız: 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı ama ceza almadan serbest bırakıldılar. Olaylar duyurulmadan örtbas edilenleri, “kovuşturmaya gerek yoktur” kararıyla salıverilenleri hiç saymıyorum!

Onlar serbest bırakıldı, ellerini kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşıyorlar; Pozantı cezaevinde olduğu üzere bazıları terfi de ettirildi. Üstelik de yeni çıkacak yasayla yetkileri ve güçleri daha da katlanıyor, ama onları deşifre eden gazeteciler tutuklanarak cezaevine konuluyor. Dumanı üstünde örnek; Zeynep Kuriş!

Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen bir “lapsus”la üstelik: “devletin mahremiyetini deşifre etmek” gerekçesiyle… Evet, evet; taciz ve tecavüz bu devletin “mahremiyeti”dir; onu deşifre edenler cezalandırılmalıdır. Boşuna üremedi “T.C.avüz!” sloganı…

Evet, evet; Özgecan ve diğer kadınların katledilmesi AKP iktidarıyla doğrudan ilişkilidir.

Çünkü AKP iktidarı kadına yönelik şiddeti, kadın cinayetlerini önleyici tedbirleri gereksiz ve israf sayan, kadınları destekleyecek önlemleri de içeren sosyal bütçeleri budayarak sermayeye peşkeş çeken neo-liberal siyasaların en gözükara temsilcisidir. 

Bir örnekle açımlayayım: Türkiye’de her 10 kadından 4’ünün fiziksel şiddete uğradığı biliniyor... Her 4 kadından 1’inin yaşadığı şiddet sonucu yaralandığı... Kadınların yüzde 15’inin cinsel şiddete uğradığı... Her 10 kadından 1’inin gebeliği sırasında fiziksel şiddete uğradığı... Şiddet gören kadınlar arasında lise ve üzeri düzeyde eğitim alanların oranının yüzde 27 olduğu... TÜİK verilerine göre, cinsel saldırı suçlarında da 5 yılda yüzde 30 artış olduğu da öyle. Yasa çıktıktan sonra yurt genelinde şiddete uğradığı gerekçesiyle polis korumasına alınan kadınların sayısının 77 bin 288’e ulaştığı da biliniyor. Ve Türk yasalarının nüfusu 50 bini

geçen her yerleşim biriminde bir kadın sığınma evi kurulmasını öngördüğü… Tüm bunlar biliniyor bilinmesine ama, gönüllü kadın kuruluşlarının açtığı sığınma evleri bürokratik engellerle kapatılmaya zorlanırken, nüfusu 50 binin üzerindeki belediye sayısının 206 olduğu Türkiye’de kadın sığınma evlerinin sayısı 122’yi geçmiyor! Bu kadar sığınakta şiddet gören milyonlarca kadından kaç tanesi kalıyor diye mi sordunuz? Toplam 1180 kadın ve 437 çocuk! “Sığınma evleri güvenli mi?” diye soracak olursanız, buna da olumlu yanıt vermek çok zor. Çünkü ‘Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun bildirdiğine göre, 2012 yılı içerisinde bu evlere sığınan kadınların yüzde 37.5’i, öldürülmüş!

Bir başka deyişle, AKP iktidarı, şiddete uğrayan, öldürülme riski altında bulunan kadınlar için adeta bir “ilkyardım merkezi” olan kadın sığınma evlerini savsaklamakta. Bu alanda gönüllü hizmet veren kurumların maruz kaldığı bürokratik engeller ve desteksizlik sonucu birbiri ardı sıra kapanmak zorunda kalması da cabası!

Kadına yönelik şiddeti azaltacak, giderek ortadan kaldıracak bir başka önlemin, kadınlara yaşamlarını güvence altına alacakları, iki ayakları üzerinde sağlam durmalarını sağlayacak bir iş ve çocuk yetiştirme yükünü kadınların sırtından alacak düzenlemeler olduğu biliniyor… Oysa kadın istihdamı, AKP indinde ancak yarım-zamanlı, geçici, düşük ücretli ve her türlü güvenceden yoksun olduğu ölçüde makbul… İktidar partisinin kadınları demografik kuluçka makineleri olarak görme eğilimi biliniyor. Ancak üç çocuk, dört çocuk, beş çocukla aile içerisinde kafese alınan kadını “aile içi şiddet”ten koruyabilecek sihirli formül, var ise de henüz keşfedilmedi…

Ya da daha bol ışıklandırma, daha güvenli kitle ulaşım araçları, daha sağlıklı bir kentleşme ile mekânların kadınlar için daha güvenli kılınması? Geçiniz…

Veya toplumsal cinsiyetler arasında eşitlikçi ve sağlıklı ilişkilerin tesisine yönelik sosyalizasyon süreçlerini hedefleyen bir toplumsal rehabilitasyon? Haydi canım sen de…

* * *

İktisat politikaları, nihayetinde, ülke kaynaklarının kimlerin yararına kullanılacağına dair bir tercihtir... “Sosyal” politikalar bütçeden sıradan insanlara, emekçilere, kadınlara, çocuklara, engellilere vb. daha fazla pay ayrılmasını öngörürken, neo-liberal politikalar kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, sosyal harcamaların kısılması ve kaynakların özel sektöre, ÇUŞ’lara yönlendirilmesini öngörür…

AKP, bu tercihlerin en yıkıcı hâlini temsil ediyor. Vazgeçtim özelleştirme adı altında “yandaş” sermayeye peşkeş çekilen kamu kaynakları ya da arazilerinden; kaç trilyona mal olduğunu kimsenin net olarak kestiremediği Kaç-Ak saray ile kaç kadın sığınma evinin kurulabileceğini, kaç kadına kendisine şiddet uygulayan kocaya mahkûm kalmayacağı bir iş sağlanabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Şu sıralar yangından mal kaçırılır gibi geçirdikleri Güvenlik Yasası da bir tercih… Hem de çok somut, çok net bir tercih… İktidar güvenlik yasasıyla birlikte, işçilerin emekçilerin ve/ veya kadınların yaşam koşullarını daha tahammül edilebilir kılacak düzenlemeleri, ne bileyim Alevilerin tanınma, Kürtlerin özerklik taleplerini karşılamak yerine ayaklanma bastırma savaşını yeğlediğini gösteriyor. 

Oyuk mermiler; üretimleri aksamasın diye Metal-iş grevinin yasaklandığı panzerler, akrepler, TOMA’lar; sokak sokak, dükkân dükkân topumuzu gözaltında tutan güvenlik kameraları; atama bekleyen öğretmen adayları birbiri peşisıra intihar ederken sayıları sürekli arttırılan polisler… muhaliflere karşı açılan “topyekûn savaş”ın habercisi…

Bu koşullar altında, AKP iktidarının kadınların şiddetten korunması, kadın cinayetlerinin önlenmesi konusunda ciddi bir adım atacağını gerçekten de düşünüyor musunuz? 

25 Şubat 2015 18:20:46, Ankara.

N O T L A R

[1] 26 Şubat 2015 tarihinde ‘Kaldıraç’ın ODTÜ’de düzenlediği “İç Savaş İlanı: İç Güvenlik Yasası” başlıklı panelde yapılan konuşma… 7 Mart 2015 tarihinde DKH’nin Antalya’da düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No:165, Mart 2015…

[2] “Herkesi bir gece bekliyor.” (Horatius.)  


77241

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar