Cumartesi Mayıs 4, 2024

Pontos bir ülkedir ve sahte aydinlar bu gerçegi degistiremez /Tamer Çilingir

Eline silah verilip, Hrant Dink’i katleden kişi, kendisinin Türk olduğunu ve Türklüğe zarar veren herşeyin düşmanı olduğunu söylüyordu. Peki ‘‘Türkiye‘‘ diye adlandırılan devletin sınırları içinde neden ‘‘en Türk‘‘ o idi?

Ya da aynı gerekçeyle Trabzon’daki Santa Maria Aziz Meryem Katolik Kilisesi’nin papazı Andrea Santoro’yu  2006’da öldüren 16 yaşındaki çocuk nasıl bir ruh hali içindeydi? Neden onca Türk milliyetçisi olmasına rağmen ‘‘Türklük‘‘ adına ‘‘vatan‘‘ için Trabzonlu bu çocuk cinayet işliyordu?

2005 yılında hapishanelerle ilgili bir basın açıklaması yapan TAYAD (Tutuklu Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) üyelerini Trabzon’da linç etme girişiminde bulunanlar da, yaptıklarını ‘‘vatanseverlik‘‘ adına savunuyorlardı.

Devletin Kürtlere yönelik baskı ve imha politikalarına, sokaklarda, Trabzonspor tribünlerinde en ateşli destek neden Trabzon’dan, Samsun’dan, Giresun’dan geliyordu?

2013 yılında HDK heyetine  Sinop’ta ‘‘Karadeniz’e giremezsiniz‘‘ sloganlarıyla toplanan bir grup, neden linç girişiminde bulunuyordu?

‘‘Karadeniz milliyetçilerin kalesidir‘‘ diye açıklamalar yapan ırkçı, şoven örgütlenmeler,  Karadeniz’in ‘‘Türk Yurdu‘‘ olduğu vurgusuna neden ihtiyaç duyuyorlardı acaba?

Müslümanlığa yapılan vurgu da, millliyetçilik ayarındaydı Karadeniz’de.

KİMLİĞİ YİTİK ÜLKE

Tüm bu soruların tek bir yanıtı vardır: Kimliğini yitirmiştir Karadeniz’in Sinop’undan başlayıp Rize’ye kadar uzanan, Amasya’yı, Gümüşhane’yi içine alan, güneyde Tokat ve Sivas’ın bir bölümünde yaşayanların büyük bir çoğunluğu. Daha doğrusu kimlikleri ellerinden zorla alınmıştır geçen yüzyılın başlarında.

Orası 3 bin yıldan daha uzun süre üzerinde yaşadıkları bir ÜLKE’dir. Bu ülkenin adı Pontos’tur.

Onlar, 3 bin yıllık topraklarında büyük bir soykırımına uğrayan, ardından 1923 yılında ‘‘mübadele‘‘ adı altında sürgün edilen Pontoslu Rumların soydaşlarıdır. Ama sağ kalmanın bedeli ağırdır: Egemenlere biat etmeleri de yetmez,  onlara güvenilmemektedir, bu yüzden kendilerini ispat etmek zorundadırlar. Bu, adeta  bir toplumsal reflekse dönüşmüştür.

Bu yüzdendir Pontos ülkesindekilerin ‘‘en milliyetçi Türk‘‘, ‘‘en dindar Müslüman‘‘ olduklarını ispat etme telaşı. Bu yüzdendir gizli servislerin, Pontos ülkesinde ellerine silah verip çocuklardan katiller yaratma becerileri…

YÜZYILLIK DEFTERLER AÇILIYOR

İttihatçıların başlatıp Kemalistlerin sürdürdüğü Hristiyanlara yönelik imha planı, o günkü konjoktürel koşullarda, emperyalist paylaşım savaşının galipleri ile Sovyet devriminin desteğiyle kurulan cumhuriyet,  Pontos ülkesinde yaşanan acılara yenilerini ekledi. Soykırımın ve mübadele adı verilen sürgünün ardından, geride kalanlar asimilasyona tabi tutuldu. Kontrgerilla merkezleri kuruldu, başta Trabzon olmak üzere, tüm Pontos illerine, kasabalarına.

Ama aradan geçen, neredeyse yüzyıla rağmen, hala ordalar işte soykırımı mağdurları, mübadele sürgünleri, asimilasyon kurbanı Rumlar. Artık resmi tarihin yalanlarına inanmıyorlar, gerçekleri öğreniyor, sorular soruyorlar… Kimliklerini arıyorlar…

Samsun’dan, Ordu’dan, Gümüşhane’den şu an müslüman olan Rumlar, sürgüne yollanmış akrabalarını buluyorlar. Anadillerini, Romeyika (Pontos Rumcası) araştırıyor, geliştirmeye çalışıyorlar.

Ben Rumum demekten korkmuyorlar. Türklükten aşağı olmadığını biliyorlar artık Rumluğun.

Ve bu sorunun Yunanistan’ın sorunu olmadığını biliyorlar artık. Yunanistan’ın politik çıkarları gereği propagandadan öteye gitmeyen Pontos ‘‘dostluğunun‘‘ sahteliğini biliyorlar.

Soykırımı ve mübadele sürecinde Venizelos’un yaptıklarından haberdarlar ve Mustafa Kemal’in iyi dostu olduğunu biliyorlar.

CUMHURİYETİN BEKÇİSİ DEĞİLİZ

Bizim ülkemiz Pontos’tur ve Pontos ülkesinde yaşayanlar, kendi ülkelerini kana bulamış olan cumhuriyetin bekçisi olamazlar. Hele hele Romeyika dilini konuşan, bu dili geliştirmek gerektiğini savunanlar hiç olamazlar, olmamalılar.

Ne acıdır ki, yaşanan onca acıyı bir yana bırakıp, ‘‘biz sizin için zenginliğiz‘‘ yalakalığıyla, ‘‘billahi bağımsızlık, özerklik, toprak vb taleplerimiz yoktur, bu düşünceler garabet düşüncelerdir‘‘ diye egemenlere hoş görünmeye, gelecek tepkileri yumuşatmaya yönelik yaklaşımlar içinde olanlar da vardır.

Onlar, Andon Paşaların, Eleni Çavuşların ve 353.238 kurban ile, bugün artık yaşamayan 182.169 Pontos sürgünün kemiklerini sızlatıyorlar.

Romeyikayı geliştirmek adına yapılacak her adım elbette olumludur. Ancak bu adımları atarken, yeniden, bir kez daha kimlik inkarına gidilmesi kabul edilemez.

Hele resmi tarihle hesaplaşılması gerektiğini vurgulayan, ‘‘bizden aldıklarınızı geri istiyoruz; dilimizi de, başımıza gelenlerin tanzimini de istiyoruz‘‘ diyenleri ‘‘nasyonalistlikle‘‘ suçlayan, ‘‘biz politikayla ilgilenmiyoruz‘‘ diyen ama bu duruşlarıyla soykırımcı egemen politikaları bize karşı savunanlara sessiz kalacağımız da sanılmasın.

PONTOS BİR ÜLKEDİR VE SAHTE AYDINLAR BU GERÇEĞİ DEĞİŞTİREMEZ

12 Temmuz 2014 tarihinde yayınlanan Hanife Türkseven imzalı yazının son paragraflarında

‘‘Türkiye’deki Müslüman kökenliler olarak, anavatanında ölmek üzere olan Romeyika için birleşip bir şeyler yapılması gerektiği sonucuna vardık:

Pontus İmparatorluğunu yeniden kurmak!

Bunu dikkatinizi çekmek ve bu türden fikirlerimiz olabileceği saçmalığına inananlara açıklama yapmaya zemin hazırlamak için yazdım.

Elbette bu türden (devlet kurmak, özerklik, bağımsızlık istemek) garabet fikirlerle uğraşacak enerjimiz ve zamanımız yok. Sadece, ninelerimizin, annelerimizin konuştuğu dili ve yaşadığı kültürü kayıt altına almak gerektiği sonucuna vardık. Tarihin ağırlığının altından kalkmak veya tarihe, tarihi yanlışlara saplanmak gibi bir meselemiz yok!

Çok kültürlü bir ülkemiz olabileceği inancımızı kaybetmeden, uluslararası platformlarda alnımız ak, açık olabilmek bize yeter. Her insana, etnik yapıya ve farklılığa saygı gösteren, değer veren bir ülkemiz olması dileği ve umudunu yitirmeden, bir şeyler yapmak gereğini duyuyoruz.‘‘  (*) deniyor.

Ve son paragrafta bahsedilen ‚‘‘çok kültürlü ülke‘‘ ise Türkiye’dir. Uluslararası platformlarda alnı ak ve açık olması dilenen ülke de Türkiye‘dir.

Yazının yazarının da bahsettiği gibi, ‘‘Türkiye’deki Müslüman kökenliler olarak…‘‘ birileriyle birlikte bir karar almışlardır. Bu kararlardan biri de, Rumluğu savunmamak, özerklik, bağımsızlık vb. taleplerde bulunmamaktır. Hatta ileri gidip bunların garabet fikirler olduğunu söyleyecek, Tarihin ağırlığının altından kalkmak veya tarihe, tarihi yanlışlara saplanmak gibi bir meselemiz yok! diyeceklerdir.

Pontos ülkesi yüzyıllık karanlığın ardından uyanırken, resmi tarihle hesaplaşırken, elbette birileri de boş durmayacak, bu yönelişi engellemeye çalışacaktır.

Başarabilirler mi?

Bence artık zor!..

(*) İlgili yazı bu linkten okunabilir : http://bianet.org/biamag/ifade-ozgurlugu/157108-n-evrisko-ta-riziyam-koklerimi-bulacagim

95336

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar