Perşembe Mayıs 9, 2024

Saflar çoktan seçildi,kazanan sokaklar ve alanlar olacak!

Başta AKP olmak üzere birçok çevre tarafından “milat” (Tayyip, 25.03.14) olarak gösterilen, yerelden öte “genel” anlamı yüklenen 30 Mart seçimleri; yakın dönemde hemen her tarafça girişilen tahkimatın son durumunu yansıtan verileriyle geride kalmış, üçlü sandık sürecinin ilk aşaması tamamlanmıştır. 30 Mart bir milat değildir ama üreteceği sonuçlardan kaynaklı, kritik bir viraj olma niteliğiyle, kayda değer etkilerde bulunacaktır.

Politik ortamdaki tansiyonu yüksek gelişmeler, kaçınılmaz biçimde 30 Mart’ın “genel” bir karakter kazanmasına neden olmuştur. Bununla beraber, hem seçimin özgün kuralları hem de “yerel” yönünün ortadan kaldırılamayacak özellikleri nedeniyle tipik bir “genellik”ten söz edilemeyeceği, dahası referandum vb. kıyaslamalarla zorlama bir çaba içerisine girilemeyeceği de açıktır.

Tipik bir “genel” niteliği olmasa da seçimler, yasal politik platformdaki durumun sorgulanması ve test edilmesine yönelik fikir vermesi bakımından önemlidir. Yerel yönetimlerin merkezin organik bir uzantısı olmaktan gayri, ciddi bir işlevinin olmaması gerçeği, algının bu yönde şekillenmediği durumda, özgül ağırlığından bir şey kaybetmemesine yol açmakta, dolayısıyla politik aktörlerin güç tartısı bu alanda da önem arz etmektedir.

Son yerel ve genel seçimlerle (2009, 2011) kıyaslandığında, 30 Mart’ta büyük oy kayması ve değişimleri yaşanmamıştır. Belli başlı partilerin tümü son iki seçimin ortalaması civarında dolaşmış, kimi belediye yönetimleri el değiştirse de, genel tabloda sarsıcı bir yenilik ortaya çıkmamıştır. Beş yıllık bir zaman dilimi için son derece olağan sayılabilecek bu durum, olağan dışı gelişme ve olayların gerçekleştiği son bir yıllık sürecin ardından yaşandığı içindir ki, “şaşırtıcı” olarak tartışılmaya başlanmıştır.

Gezi ve 17 Aralık’ın ardından, hatırı sayılır bir çevre tarafından, büyük bir oy kaybına uğrayacağına neredeyse kesin gözüyle bakılan, yönetememe krizinin tavan yaptığı koşullarda sandıkta da büyük bir sarsıntı yaşayacağı düşünülen AKP’nin, hangi ölçü alınırsa alınsın yenilgiye uğramadan çıktığı seçim sonuçları, kitlesini konsolide ve gücünü tahkim etme faaliyetinin etkili olduğundan başka, bir dizi gerçeğe yeniden işaret etmemize neden olmaktadır.

AKP, 12 yıllık dönemde, merkezden yerele ve yukarıdan aşağıya İslami motifler ve değerler üzerinden, güçlü bir lider figürüne bağlı olarak ideolojik bir kamp inşa etmeyi başarmış ve onunla özdeşleşen bir iktidar yapısını kurumsallaştırmıştır. Oy tabanı olarak da işlev gören kitlesel destek, “kendisi” için hareket etme güdüsüyle sağlanmaktadır. Yön veren mekanizmadaki çatlama ve genel olarak yönetememe krizine karşın bu potansiyelin gücünü koruması, geleneksel/Ortodoks Kemalist (laikçi) klik karşısındaki tarihi konumlanışla doğrudan ilgilidir.

Seçim kampanyalarında daha yoğun olmakla beraber, geçmişe referansla sürekli biçimde işlenen bu tarihsel “düşmanlık” teması, safların tahkiminde büyük bir rol oynamaktadır. Bitmek tükenmeyen bilmeyen bir nefret duygusuyla intikamın izi sürülmektedir. Alternatifsizliğin kendi cephesi üzerinden sorgulanması gerçeği de bunun eseridir. Karşıt cephenin bu bloğu alt etme şansının minimum seviyede tutulmasıyla beraber, kendi kampındaki pozisyonu da korunduğunda, sorun büyük oranda çözülmektedir. Oy potansiyeline bakılmaksızın Cemaat’e var gücüyle yüklenirken ortak referansların kuvvetle altının çizilmesinin sırrı da buradadır.

Kamplaşma/cepheleşme olgusunu güçlendirmek için kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı (biz/onlar, ihanet) söyleme ağırlık veren propaganda faaliyeti, tehdit algısını diri tutmayı da ihmal etmemiştir. Öyle ki aleyhine çok ağır sonuçlar doğurabilecek, rüşvet ve yolsuzluğu alenileştiren ve faşist kimliği deşifre eden gelişmeler, “darbe”, “komplo”, “suikast” vb. nitelemeler ile tehdit unsuru kılınarak ve “mağdur” temasına tahvil edilerek aksi yönde değerlendirilmiş; kenetlenmeyi pekiştiren bu durum, “istiklal savaşı” ilanıyla seferberliğe dönüştürülmüştür.

Yolsuzluğun yoksullukla temas kuramadığı koşullarda, bu kampanyanın AKP kitlesinde tepkisel sonuçlar üreteceğini kestirmek zor değildi. Nitekim Gezi’ye giden aşamadaki politikaları ve isyan sürecindeki açık zorbalık tavrına karşın yanında saf tutanlar, bindirilmiş ve doldurulmuş kıtalar, aynı körlemesine tutumla liderlerinin etrafında bütünleşen bir görüntü vermişlerdir. “Büyük şef”in kaderiyle ortaklık kurma hali, “neylerse güzel eyler” felsefesine bağlı bir biat kültürü üzerinden itaatkar bir duruş yaratmıştır.

Burada ayrıca, yerel ve merkezi iktidar olanakları ile yağma ve sömürüden pay/bahşiş babında hiçbir iktidar ya da hükümetin yapamadığı oranda bir para ve eşya dağıtımı ile elden geldiği ve becerilebildiği kadar hile, dolap ve oynama ile baskı ve tehdidin işletildiğinden de tali ama etkin unsurlar çerçevesinde bahsetmek gerekmektedir. Son yıllarda dikkate değer sosyolojik araştırmaların konusu edilen “toplumsal zehirlenme” olgusu üzerinde durmak ve bunu dikkate alan bir yaklaşıma da alan açmada fayda vardır.

Elitist bir yaklaşımla kitleleri aşağılamak ve küçümsemek ne kadar yanlışsa, popülist bir anlayışla yığınların her tercihi ve yöneliminde bir keramet aramak ve tavrı karşısında el pençe durmak da doğru değildir. Öncü, önder, kitle ilişkisi ve korelasyonu bağlamında “toplumsal ilerleme” tartışmalarında mesafe alınmasına ihtiyaç bulunmaktadır. İyi bir analiz üzerinden yapılacak doğru değerlendirmelere ihtiyacımız vardır ve bunu yapmaksızın yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan sonuçları yorumlamak aldatıcı olmaktadır. Açmaza düşmemek ve sağlıklı kararlar verebilmek için, belli kalıplara sıkışmayan ve dar bakış açısından arınmış bir düşünce tarzının geliştirilmesi gerekir.

Egemen cenahtaki kamplaşmanın diğer ucundaki CHP ve MHP’yi ele aldığımızda, onların da aynı gerilim ortamından beslenerek durumlarını “idare” ettikleri görülmektedir. Bu partilerin Gezi ve 17 Aralık sonrasında ortaya çıkan olanak ve birikimi kullanma çabaları, kutuplaşma iklimi ve kimliklerinden kaynaklı esas olarak boşa düşmüştür. Yine de olası kayıpların üzerine özellikle metropollerde belli bir artıştan bahsedilecekse, bu faktörlerin katkısından söz etmemiz gerekir.

Faşist-Kemalist ideolojinin versiyonları olarak tarihsel kökleri olan bu iki parti, geleneksel kodlarına bağlı olarak yürüttükleri politik faaliyeti, “AKP karşıtlığı” paydasıyla şekillenen bir kamp sayesinde lehlerine çevirme fırsatı bulmuşlar ve Kürt düşmanlığını köpürtme olanağının zayıfladığı koşulda bile durumlarını muhafaza etme şansı elde etmişlerdir.

Aynı çizgide yürüyen MHP’yle dolaylı biçimde ilişki kurmak “ayıp” karşılanır düşünülmezken, CHP ile dolaysız ilişki kurulmasını dahi kabul eden yaklaşım bozukluğu, devrim ve demokrasi güçlerinin hala en büyük açmazlarından birisini oluşturmaktadır. Kürt ulusal hareketinin seçimler düzeyinde etkinlik kurmaya başladığı 90’lı yıllardan günümüze, kendisini bu platformda daha net ortaya koyan bu gerici tutum günümüzde hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmektedir.

HDK ve HDP ile ilgili sürecin karşısına dikilen bu “sosyal-şoven” bozukluğun tarihsel olarak Kemalizm’e karşı sakat şekilleniş ve konumlanışın devamı olduğunu hatırlatmak gerekir. Mustafa Suphi’den sonraki revizyonist TKP’den günümüze kadar “sol” yelpazenin çok büyük bir bölümünü içine alan bu sakatlık halinin, çalıntı TKP üzerinden İbrahim yoldaşın şapkası altına gizlenenlerce Dersim/Ovacık seçimlerine kadar taşınması ve bu sayede medyatik bir reklama da vesile olunması hazindir, ibretliktir…

Devrim ve demokrasi güçlerinin seçimlerdeki durumu da kamplaşma olgusundan soyutlanarak ele alınmamalıdır. Bu atmosfer, yurtsever hareketle belli bir ittifak içerisinde hareket eden ilerici ve devrimci güçlerin tabanını da etkilemiş, kayda değer bir ilerleme sağlanamayışı, bir ölçüde bu durumdan kaynaklanmıştır. T. Kürdistanı’nda gerek oy oranı gerekse de yerel yönetim sayısında belli bir artış sağlanmakla beraber, batıda HDP’nin oy oranı açısından beklentilerin altında kalınması, yeni bir faaliyet olmasından öte geliştirilen politikalarda ve ittifak projesinin işletilmesinde sorunlar olduğunu göstermektedir.

Seçim ve sandık üzerinden “kurtuluş” ya da “demokrasi” arayışının beyhudeliğine vurguyu ihmal etmeden belirtmek gerekir ki, bir seçim kampanyası ve sonuçlarının değerlendirmesinde; halk demokrasisi ve bağımsızlık mücadelesinde, bu alanın ve araçlarının kullanılmasına dair gereğin yeterince yerine getirilip getirilmediği tartışılmak zorundadır.

Böyle ele aldığımızda, bir gücün bu alan üzerinden kendini göstermesi ve belli kazanımlara dayanarak alan genişletmeye çalışmasının önemi doğru anlaşılmalıdır. Bu durumun ucu açık biçimde birinci parti olmaya taşınma amacı ya da iktidar ortaklığı için önemli bir potansiyel yaratma hedefine uzatılmasının bazı güçlerin programıyla uyumlu olması işin esasını değiştirmez, değiştirmemelidir.

HDK, devrim mücadelesinin başlıca cephelerinden birisini oluşturan demokratik alan faaliyetinde, halk güçlerinin en geniş, en dinamik ve en etkin eylem birliği platformunu oluşturma, sürekli ve işlerli kılma hedefi açısından, önemli olanaklara sahip bir mevzi olarak ortaya çıkmıştır. Şekilleniş sürecinden başlayarak bir dizi zaaf taşıması, birçok hata ve eksikle yol alması bu durumu ortadan kaldırmamıştır. Hatta HDP’nin kurulması da bu zemini bozan bir adım sayılmamalıdır.

Nitekim bir biçimde ilişkilenmemizi gerektiren yerel ya da genel seçim gündemlerinde gerekli bir araç olması nedeniyle, değerlendirilebilir ve “kabul edilebilir” bir yeri de bulunmaktadır. Bu nedenle, “destek” tavrımızın sürece bağlı olarak daha ileri bir konuma evrilmesi de ideolojik-politik hattımıza ters bir durum oluşturmayacaktır. 2014 seçim kampanyası çerçevesinde gerek BDP gerekse de HDP ile yürütülen ortak çalışmalar bunun için daha sağlıklı ve gerçekçi değerlendirme olanakları sunmuş bulunmaktadır. Bu durum 2015 seçimlerine yönelik politik taktiğimizi geliştirirken kaçınılmaz biçimde netlik kazanacaktır.

HDK ve HDP pratikleri, Gezi İsyanı’ndan başlayarak çok yönlü bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Burada ilk önce Gezi’nin derslerini kavrama bakımından “başlangıç” aşamasından çıkılamadığına dikkat çekmemiz gerekir. Devamındaki dönem pratiğinden görüldüğü ve anlaşıldığına göre hiçbir yapı özgülünde yüzleşme ve hesaplaşma yapılamamış, tartışma ve değerlendirme süreci işletilmemiştir. Bunun için erken olduğunu düşünmek yanıltıcıdır, zira sınıf mücadelesi baş döndürücü tarzda akmakta ve kriz-kaos-fırsat çarkı hızlı biçimde dönmektedir. Bu çark ileriye taşıyıcı olduğu kadar öğütücüdür de…

Çöküş sürecine giren ve yolun sonuna gelen AKP iktidarının can havliyle atıldığı ve “milli irade” kavramı üzerinden sandık meşruiyetine sığındığı 30 Mart seçimleri, istediği düzeyde bir oy oranı ve seçim “başarısı” elde etmesine karşın AKP’nin durumunu kurtaran bir sonuç yaratamayacaktır. Gezi İsyanı ile başlayan sarsıntı, iktidar bloğunu da çatlatmış ve yönetim mekanizması tamiri mümkün olmayan biçimde tahrip olmuştur.

Sandık sonuçları bunların cephesinde esas olarak iktidarı yitirme biçimi ve süresi açısından etkiler doğuracaktır. Bu sürenin her durumda son derece kısaldığı açıktır. Önümüzdeki aşama daha şiddetli çatışmalara gebedir. Kutuplaşma ve kamplaşma, seçim sonuçlarıyla giderilecek bir olgu değildir. Zira bu olguyu yaratan sınıf mücadelesinin dinamikleridir ve ortaya çıkan yarılma ve çatlamaya hücum eden devrimci ve karşı-devrimci bütün güçler kaos ve kargaşayı büyütmüşlerdir.

Ortaya çıkan tablo, seçim sonuçlarıyla üstü örtülemeyecek netlikte bir yönetim zafiyetini resmetmektedir. İfşa olunan, sergilenen ve ortalığa dökülen faşizmin aşağılık ve iğrenç yüzü, bunu örtme ve yıkımı önleme adına şiddetin ve zorbalığın var gücüyle pompalanacağı bir döneme kapı aralamış bulunmaktadır. 30 Mart bu yöndeki tahkimat ve hazırlığın bir durağı olarak görülmelidir.

Açığa vurulan ve bir kısmı “dava dosyası” kapsamında olan bir çok eylem, mevcut hukuk düzeni açısından “anayasal” düzeyde “ağır ceza/suç” kapsamındadır ve her biri yıkıcı nitelikte özellikler taşımaktadır. “Son bomba” olarak dışişlerindeki dinleme üzerinden afişe edilen “savaş kışkırtıcılığı” da hesaba katıldığında, bütün bunların üzerine gitmeyi görev belleyecek geniş bir kitle muhalefetinin, seçim gündemi ve sonuçlarının frenleyici etkisinden kurtulması uzun zaman almayacaktır. Gezi İsyanı’nı hazırlayan etmenlerle kıyas kabul etmeyecek derecede “neden” birikmektedir.

Bu gerçeğin farkında olarak “balkon” konuşması yapan Tayyip’in saray efradı ve diğer suç şebekesi mensuplarına sahne dekorunda yer vermesi, aklama ve meydan okuma seremonisinin mesaj algısı bakımından önemle not edilmelidir. Ama daha önemlisi, muzaffer komutan edasıyla ve yüksek perdeden okunan “savaş” manifestosunun içeriği ve buna yön veren ruh halidir. Tayyip Erdoğan, aldığı ölümcül yaraların farkındadır. Ayakta durma gayreti, çıkmayan candan umut kesmemeye çalışma halinden kaynaklı nafile çırpınışları yansıtmaktadır.

Tarihteki benzerleri gibi, efendilerine ve eldeki kurumlara “kitle desteği” mesajı vermekte, son çare bağlamında devreye sokmayı hesapladığı “kitle” faktörünü diri tutmaya çalışmaktadır. Suriye ile savaş halinde olduklarını itiraf eden, “inlerine gireceğiz” söylemiyle Cemaat üzerinden bütün topluma mesaj gönderen Tayyip, muhalefeti dizayn etmekten başka “daha güçlü bir demokrasi getirmekten” söz etmiştir. Bunun ne anlama geldiği son süreçte devreye sokulan yasa ve yasaklarla ortadadır. Saldırganlaşacak ve ezmeye çalışacaktır. Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır…

İktidarı kaybetmemek için başvuracağı şiddet ve zorbalık için, “güven tazeleme” işlemi geride kalmıştır. Hamle üstünlüğünü eline geçirmiş olmanın avantajıyla hareket edecek ve seçim öncesi zirve yapan gerilim, ulaştığı seviyeden itibaren yeniden yükselmeye başlayacaktır. Bu konuda bir diğer önemli çelişki alanı olarak, “Kürt sorunu”na dair “barış/çözüm” adı altındaki tasfiye sürecinin  “oyalama ve yedekleme” safhasını sürdürme planları, c.başkanlığı seçim hesabına bağlı olarak yeni hamleleri gerektirmektedir.

Burada kolaylıkla çözülme yaşayacağına dair net bir görüntü vermeyen yurtsever hareket, sıkça dillendirdiği üzere demokratik özerkliği inşa pratiğiyle bir direniş çizgisi oluşturduğu takdirde, önümüzdeki sürecin yüksek gerilim hattında yaşanacak mücadele ve çatışmada önemli bir bileşen olarak kendini var edebilecektir. Görev bu yöndeki gelişme sürecinde Ulusal Hareket güçleriyle sıkı bir dayanışma ve işbirliği geliştirmeye gayret etmek olmalıdır.

Daha önce de vurguladığımız gibi, 1 Mayıs ve Gezi İsyanı’nın yıldönümünü de kapsayan yakın süreç, faşist diktatörlüğün yukarıda belirttiğimiz daha azgın pratiğiyle (“ya taraf ya da bertaraf” parolasıyla) beraber sınıf mücadelesinin ivmesinin yükseleceği bir zaman dilimini işaret etmektedir. AKP iktidarının sancılı, zorlu ve kanlı bir çekiliş dönemine doğru gidilmektedir. Karşılıklı adım ve manevralar ülkeyi bir anda yangın yerine çevirebilir. Bu duruma yönelik bir hazırlık kapsamında en önemli husus, başta kendi yapılanmamız gelmek üzere, ittifak güçlerinin diri ve uyanık tutulması, ileri kitlelerin buna uygun biçimde hazırlanmasıdır.

PARTİZAN

93519

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar