Cuma Mayıs 17, 2024

Serkan : Rober Koptaş

Her ölüm erken ölümdür demiş şair, ama doğru değil. Bazı ölümler gerçekten erkendir, bazıları değil, işin aslı bu.

25 Ekim günü kaybettiğimiz genç arkadaşımız Serkan Çağlı, onun erken ölümü, bizlere hayatın, hayatlarımızın, içinde boğuştuğumuz meselelerin nasıl küçük, nasıl bizler gibi fani, nasıl bizler gibi tek nefeslik olduğunu hatırlattı en çok.

Serkan hakkında yazmak istedim, çünkü bu evlatçık, bu oğlancık, 34 yıllık kısacık ömrüne, belki 340 yıla yetecek kadar dostluk ve sevgi sığdırmayı başarmıştı. Bunları elde etmek için kendini oradan oraya atmadan, hiç büyüklenmeden, hep sessiz ve nazik, hep olduğu gibi olarak.

Serkan, 1980’de Lice’de doğmuştu. Anası Hatun, babası Cercis; kardeşleri Yusuf, Elina, Metin, Silva, Hülya, Çiğdem, Deniz ve Serkan. 1915 karanlığından en acı payları almış, can vermiş, hayatta kalabilmek için kimliğini gizlemek zorunda kalmış bir ailenin geride kalanları, kılıç artıkları. Ama aynı zamanda umutları, yarına açmış çiçekleri…

Ondan üç yaş, okul hesabıyla ise beş sınıf büyüğüm. Yollarımız, İstanbullu Ermenilerin, fakir fukara çocukları okusun ve barınsın diye kurdukları okullarda, Karagözyan’da, Tıbrevank’ta, yazları Kınalıada’daki çocuk kampında kesişti. Aynı yatakhanelerde uyuyup, aynı karavanaya kaşık salladık; iyisiyle kötüsüyle, çocukluğun benzer ruh hallerini yaşadık. Sonra, Aras Yayıncılık’ta bize bir yaz çıraklık etti. “Etti” dediysem lafın gelişi, nihayetinde hepimiz hayatın çırağıydık, hâlâ da öyleyiz.

Serkan’ı anlatacak tek bir kelime bulmaya çalıştığımda, gencecik yaşta toprağa verilmiş biri için hiç de sürpriz, hiç de şaşırtıcı sayılamayacak bir sıfat geliyor aklıma: İyi.

İyiydi, çok iyiydi Serkan. Biliyorum, herkesin ardından aynı şey söylenir; biz öte dünyaya göçen herkesi “iyi biliriz”, ama mesele bu değil. Mesele bu değil, çünkü Serkan gerçekten iyiydi, çok iyiydi. Sessiz, sakin, gözlerinin içi gülen, çalışkan, varlığıyla insanı rahatlatan, yardımsever, gülmesini de, ağlamasını da bilen bir çocuk.

Çok sevdiği sınıf arkadaşları da aynı şeyi söylüyor. Murat mesela, “Sizin ekipte en iyi adam kim diye sorsalardı, herkesin vereceği cevap hiç şüphesiz Serkan olurdu” deyip ekliyor: “Bir insan nasıl olur da doğduğu günkü saflığından, güzelliğinden, iyiliğinden hiçbir şey kaybetmez. Biz, Serkan’da bunu hiçbir zaman anlayamadık.”     

Bir diğer arkadaşı Seto da, “Sınıfın sübyanlarındandı; hem de en naifi, en safı, en kibarı, en kötü olmayanı” diye anlatıyor onu. Ari, “Serkan, kibarlık, temizlik, saflık, iyi niyet demekti” sözleriyle onaylıyor Seto’yu. “Serkan, saf iyiliğin bu dünyada vücut bulmuş haliydi” diyen Bedo ise, şu yürek yakan lafı ediyor hemen ardından: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

Bu nur yüzlü Serkan portresinin göze çoğu zaman görünmeyen karanlık yanı herhalde tam da bu cümlede gizli: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

“Neden?” diye sormak geliyor içimden hemen. Neden? İnsan alacaklı olduğu halde neden borçlu hisseder ki kendini?

Hangi yaralar, hangi bereler, hangi ezilmişlikler, hangi dermansız dertler bir insanı hiç durmadan bir borcun ifası için yaşamaya, sürekli iyi olmaya iter? Küçücük bir çocuk, hangi kötülüklerden korunmak için iyiliğe sığınmaktan başka bir yol bulamaz? Bu, onun o körpecik ruhuna hangi yükleri yükler?

Serkan’ın bu yaralı yüzünü Ari anlatıyor: “Serkan çok hassas, çekingen, düşünceliydi. Hatta hastalığında bu her şeyi kafasına takan halinin payı olduğunu düşündük. Hastalığının nüksettiği bir sene önceki süreçte sürekli telkinlerde bulunduk her şeyi kafasına takıp sıkıntı yapmasın diye ama nafile, o dönemde bile saçma şeyleri kendine dert etti. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden buldu hastalık onu.”

Ben de, yıllar önce, yayınevinde birlikte çalıştığımız yaz, o mutlu görünüşüne rağmen, içini sıkan bir şeyler olduğunu, ama bunun ne olduğunu bir türlü ifade edemediğini, hatta bu mevzu üstüne konuştuğumuzu hatırlıyorum. “Bilmiyorum, ” diyordu, “İçim bir şeylere sıkılıyor, ama nedenini bilmiyorum.”

Serkan, dermansız sandığı derdinin kaynağını muhtemelen gerçekten bilmiyordu. Kendi hayatında mıydı o sıkıntının kaynağı; yoksa hiç tanımadığı büyüklerinden, kendinden önceki nesillerden mi mirastı ruhuna, kim bilir?

Serkan, Lice’de doğup İstanbul’da büyüyen; Karagözyan, Tıbrevank ve Trakya Üniversitesi mezunu; küçük yaşlarında Kadıköy, Üsküdar taraflarında Agos dağıtıcılığı yapan; aslen gümrükçülükle iştigal eden ama her nerede ihtiyaç varsa oraya koşan; Ahmet Kaya’yı, baba oğul Dinkjian’ları, Şiwan Perver’i, Ahmed Arif’i, domuz etini (tövbe estağfurullah!), tulumba tatlısını ve Fanta’yı çok seven; her fırsatta, hele Cahit’le yanyana geldiyse mutlaka halay çeken; tarih kitaplarına ve bilim kurgu filmlerine meraklı, son zamanlarda garip bir şekilde kafayı Bulgar şaraplarına takan; aşkı Ayda’ya ve çocukları Arad’a çok düşkün; can arkadaşı Sarkis’e Lice’ye gömülmek istediğini söyleyen; Berç’e ise “Keşke bu kadar çok çalışacağıma daha çok gezseydim” diyen bir güzel evlatçık, bir güzel oğlancık olarak göçtü bu dünyadan.

Serkan’ın ve benim de okuduğum Tıbrevank, Anadolu’nun türlü yörelerinde kalakalmış Ermeni ailelerin çocukları eğitim görsün diye kurulmuştu 1953’te. Sivas’tan, Malatya’dan, Kastamonu’dan, Amasya’dan, Kayseri’den, Diyarbakır’dan, Siirt’ten gelen çocukların kocaman bir yuva oluşturduğu o okulun ürettiği en büyük değerler, paylaşma, dayanışma, diğerkâmlık oldu. Serkan’ın da parçası olduğu 1999 sınıfı ise, kardeşlikten öteye taşıdıkları sevgileriyle, 60 yıllık bu okulun tarihinde çok özel bir yere oturuyor benim gözümde.

O çocukların her biri, Serkan’ın hastalığı süresince, onunla nefes aldı, onunla hastalanıp onunla sağaldı, onunla tökezleyip onunla ayağa kalktı. Kanseri iki defa yenme noktasına gelen, ama zayıf bedeni onca yüke sonunda dayanamayıp pes eden Serkan’la birlikte her birinin birer parçası da öldü muhakkak. Ama onun sevgisiyle dirilmeyi de bileceklerdir. İnsaniyetleri için, onlara ne kadar teşekkür etsek az.

Allah sana rahmet eylesin Serkan. Nur içinde yat.

 

77959

Kapitalizmin Sosyalizmi İçerden Ele Geçirme Çizgisi Olarak Modern-Revizyonizm Ve Dust Bowl Sendromu

 
 

 

 

 

PİR SULTAN ABDAL'IN SUÇU?

 

1. Pir Sultan, dinsizdir, namaz kılmaz, ramazan orucu tutmaz.

 2- Şeriata aykırı söz söylüyor ve davranış sergiliyor.

 3- Müslümanlara Yezit diyor ve şarap içiyor.

 4-Ayin-i Cem adında gizli toplantılar yapıyor.

 5- Safevi taraftarı ve Kızılbaş taifesinden, Devlet-i Ali düşmanıdır.

 6- Rafızi kitaplar bulunduruyor, okuyor ve okutuyor.

BARIŞ NE YANA DÜŞER USTA ...

 

Emperyalist ABD haydudu ve beraberindeki kan emiciler, Suriye’ye saldırı hazırlığı içindeyken, "barış”tan söz etmek abesle iştigaldir. Etrafin emperyalist ve kapitalist haydut devletlerle sarılmış ve kan emici kapitalist sistem yaşatılmaya devam edilirken, "kardeşlikten", "barıştan" söz etmek büyük bir aldatmacadır. Emperyalist ve gericiliğin vahşi saldırılarıyla içiçe yaşayan, kitlesel katliamlara uğrayan ezilen halklar ile dalga geçmek demektir.

Emperyalist Saldırıya da, Savaşa da Hayır!

Bu ülkenin Başbakanı önceleri ismi “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” olan ve daha sonra hedefi, kapsamı, amacı genişletilerek adı “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi(1)” olarak değiştirilen emperyalist paylaşımcı projenin Eşbaşkanlarından birisidir ve dolayısıyla da ABD emperyalizminin en başta gelen işbirlikçilerindendir. 

Yaşadığımız bu son süreçte bu projenin bir aşaması gerçekleştirilmek isteniyor.

Nasıl mı? Suriye’ye savaş ilan edilerek.

Gerekçe? O da hazır. “Kimyasal silah kullanıldı” 

Ermeni Sorunu’nun Doğuşu ve Osmanlı Bankası Baskını

 

19.yüz yılın sonunda 500 yıldır hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu artık son evresine gelmiş yok olmakla karşı karşıya bulunuyordu. Avrupa'da kapitalizmin gelişmesi, ulusal uyanışlar, bağımsızlık hareketleri,1789 Fransız devriminin yankıları, Balkanlarda ulusal kopuşlar Anadolu'da yaşayan Ermeni ve Rum toplumlarında da oluşmaya başlamıştır.

Osmanlı, iktidarı altında yaşayan Ermenilere, azınlıklara ibadet özgürlüğü, mülklerinin güvence altına alınması, reformlar, yasa önünde, vergi alanında eşitlik vaat ediyordu.

Türki entergasyon dinamikleri ve anadilde egitim

TC’nin Lozan sonrası Kürdistan’a ilişkin programı askeri işgal,asimilasyon ve entegrasyon temelli olmuştur.  Kürdistanlılar askeri işgale ve asimilasyona karşı ciddi isyanlar geliştirmiş,mücadeleler vermiş ve bedel ödemişlerdir.Kuzey Kürdistan’da askeri işgale karşı belli gerilla alanları haricinde herhangi bir kazanım elde edilememiş,ancak asimilasyona karşı yürütülen mücadele hedefine tam ulaşamasa da belli sonuçlar üretmiştir. 

Gülfikâr Aksu'nun Anısına/ Hasan Aksu

Gülfikâr Aksu'nun Anısına: "Cocuglar Bize Oyle Ogrettiler. Ne Bilek Hakim Beg; Biz İbocuyuk, Tikkocuyuk!"/ 

Ben Annemi 18 Mayıs 2000 yılında yitirdim. Annem her Anne gibi önce Kadın’dı. Doğurgan özelliğinden gelen koruma, kollama, her şart altında sahiplenme esasıydı. Erkek egemen toplumunda kadın olduğundan dolayı, cins ayrımcılığına uğradı. Baskı ve şiddet gördü. Kürt olduğundan dolayı ulusal baskıya uğradı. Alevi olduğundan dolayı dinsel, mezhepsel baskılara maruz kaldı, aşağılandı.

Kürtler Ve Burjuva Yalanlar

 

Burjuva siyasal iktidar, iktidarini korumak, işçileri bölmek, birbirine düşürmek, kendi şoven-kirli siyasetinin bir parçası olarak, işçileri kullanmak için her türlü ideolojik silahını kullanıyor.

Güncel Sanatın Vahim Hâl(sizliğ)i[*]

 “Süren acılara dayanmak,çabucak ölmekten çok dahabüyük bir kahramanlıktır.”[1] 

Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Ama sorun; büyüdüğünde geriye nasıl bir sanatçı kalacağıdır,” saptaması sanat ve insan ilişkisinin en net betimlemelerinden biriyken; bu da biz(ler)e sanatın “Anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuksu naifliğinden beslenen isyancı niteliğini anımsatır. Bu elbette işin bir yanıdır.

Kürt Kerbelası‏

 

Boyunlarına ip geçirerek bir duvarın üzerine dizdikleri küçücük çocukları aşağı itip boşlukta sallandırarak boğuyorlar. Çocuklar çırpına çırpına can verirken o vampirler, "Allah Allah" naraları ile onların can çekişini seyrediyorlar.

Bu oyunu zor bozar

 

 

Tarihte, zorun rolü üzerine çok şeyler söylenmiştir. Özellikle sınıfsal zorun ortaya çıkışı, varlığı ve uygulanması konusunda, burjuvazinin ideologlarıyla Marksistler arasında ciddi bir ayrım konusu yaşanmış ve yaşanmaktadır. Burjuvazi, kendi sınıfsal zorunu meşru görürken, ezilenlerin, özellikle de işçi sınıfının burjuvaziye karşı uyguladığı devrimci zorun adını bile duymak istemediği gibi, bunu “toplumsal etik dışı” olarak, son yılların burjuva moda deyimiyle,  “terörist” eylemler olarak kriminalize etmeye çalışır.

Sayfalar