Cuma Mayıs 3, 2024

Sevgi’nin Üvey Ninesi

Evdeki abileri ise, ısrarla evlenmesini, başlarından def etmekti emelleri, onlara sanki bir ağırlık gibiydi kadersiz, yufka yürekli, kaybettiği gözü yüreğinde büyümüşcesine, bir melek kadar iyi olduğu halde, başlık bile almayacaklardı, ‘’Yeter ki evden gitsin!’’ istiyorlardı.

İki katlı sırça yapılı eski Rumlardan kalma geniş bir bahçesi olan, alt katta oturma odamız ve mutfakla bir salonumuz vardı, üst katta üç odamız, birinde annem ve babam, diğerinde erkek kardeşlerim,  ötekinde ben, kız olduğum için şanslıydım, tek kalırdım. Fato geldiğinde onun koynunda yatmayı çok severdim, tüm sıcaklığını bedenimde hisseder babamın anlatılarında onu daha bir başka severdim..

Oturma odamız yerlere atılmış minder, döşek ve hasır üzerinde bir Van kilimiyle kırmızı renklerin ağırlığı ile oluşan sıcacık bir odaydı.  Hep orada yere serdiğimiz sofrada bir leğende yemek yer, sonra o yün döşeklerin üzerine oturur, babam kolunu sağ dizi üzerine koyup yastığa dirseklenir,  tespihini usul usul, düşünceleriyle sarmaş dolaş çekerdi, babamın anlattıklarına kulak olurduk. Babam annesini henüz beş yaşındayken kaybetmiş, dört çocuğu ile yalnız kalan dedemin üçüncü çocuğuydu… Annesinin ölümü onu çok yıkmış olacak ki, hep anlatırken gözyaşlarını içine akıtırdı, ancak anasından sonra da babasının binbir meşakkatle dört çocuğa bakmasını ve nasıl ev işi artı eve nafaka kazanmak için uğraşılarını da efsanevi bir ifade ve gözyaşlarına banarak anlatırdı…

''Söz verin'' demişti babam, “’kimse Fato’nun kalbini kırmayacak, o bana babamdan yadigârdır bilesiniz!"

Madem Fato babamın kıymetlisi idi, bizim de olmalıydı. Saygıda kusur etmezdik. O canı istediği zaman evimize gelir yine canı istediğinde giderdi. Genelde kapıyı çalışından onun geldiğini anlardık. Zili iki kere kısa aralıklarla çalardı. Kapı açıldığında bütün utangaçlığı ile annemin yüzüne bakar, annem güler yüzüyle onu içeri davet ettiğinde küçük adımlarla ilerlerdi. Hiç şaşmaz hemen gider her zamanki oturma odasının sağ yanındaki kapıya yakın ilk minderine çökerdi. Annem bütün ısrarlarına rağmen salonda koltuğa oturmasına razı edemezdi onu. Yoksulluk ve hep dert çekmekten, her şeyi sırtına yüklemişçesine, iki büklüm olmuş bedeni onu her gördüğümde sanki daha küçülür incecik parmakları ve daima dışarı fırlayacakmış gibi duran ellerinin üzerindeki damarları benim içimi ürpertirdi. Annemin her defasında bana yaptığı kaş göz işaretiyle yanına zorla gider, o buruşuk ellerinden öperdim. Fakat asla başımı kaldırıp yüzüne bakamazdım. Bir gözünün olmayışı beni çok korkuturdu. Annem;’ küçükken çiçek hastalığı geçirmiş olduğunu ve bu yüzden gözlerinden birinin kör kaldığını’ söylese de ben bunu algılayamazdım. ‘Aç mısın daye sana yemek getireyim?’ dediğinde, ‘Yeni yedim’ deyip kabul etmez daha sonra annemin tepsi içinde getirdiği yemeği geri göndermeye çalışırdı.”

Tüm ısrarlardan sonra önüne getirilen yemeğini yer bitirirdi. Biz aslında ne kadar acıkmış oluğunu anlardık. Şalvarının cebinden çıkardığı çıkınını anneme uzatır, "Zamanı geldi saçlarım çok kaşınıyor'' diyerek annemin saçına kına yakmasını isterdi. Çukurca kalaylı bakır sahanın içine boşaltılan toz kına, ılık suyla yavaş yavaş ıslatılarak yoğrulup hamur haline getirildikten sonra oldukça seyrelmiş beyaz saçlarına sürülürdü. Bütün evin içini kına kokusu sarardı. O yüzünde kocaman bir gülümseme ile bundan ne kadar memnun olduğunu belli ederdi. Aslında saçlarının kaşınması bahanesiydi.  Babamı görmekti asıl sevgisi ve geliş nedeni…

Babam: “….Bize ilk gelin geldiğinde de böyle kınalı saçları vardı’’ derdi. Sonra anlatmaya devam ederdi; “Beş yaşında bir çocuktum annemi yitireli birkaç ay olmuştu. Ben ve diğer üç kardeşime babam iyi bakamıyordu. Ne yaptığı yemek yeniliyor, ne de yıkadığı giyiliyordu. Her yerimizi bit sarmıştı, köyde kimse yanımıza sokulmuyordu.’’  Köyün ileri gelenleri bir gün babamı yanlarına çağırıp, ‘Sadık bu çocukları ziyan ediyorsun. Senin hemen evlenmen lazım’ demişler.   ‘Olmaz ben çocuklara analık getirmem, kendim büyütürüm’ demişse de babam, bir süre sonra kendine bir eş aramaya başlamıştı. Hem dört çocuklu bir adama kim varır ki? Bulamamıştı, bir zaman sonra başka köylere haberler salınmıştı ve nihayet aylar sonra birkaç köy öteden haber gelmiş...”

İlk orada görmüş dedem Fato'yu. Örtüsünün altından beline kadar uzanan kınalı saçları dikkatini çekmişmiş. Kızıl saçlarının karşıdan gelirken savruluşunu, yanıma dayısı ile birlikte gelişini, başını kaldırıp yüzüne bakmayışını,  dedeminse onun yüzünü görmeye çalışışını gülümseyerek söyler, sonra. Başını kaldırıp dedemin yüzüne gülümsediğinde aklını başından çeldiğini, ’o kadar güzel gülüyordu ki gözünün körlüğü dikkatimi bile çekmemişti.’ dediklerini hikâye ederdi bizlere. Sonra ilk gelişini şöyle ifade ederdi:

     “Haftalar sonra babamla birlikte evimize gelmişti, küçük bir sandığın içindeydi eşyaları.  Sandığı kapının ağzına bırakmışlardı.  Babam ve kardeşlerimle evin orta yerinde öylece duruyorduk. Daha önce masallardan üvey annelerin çocuklara neler yaptığını çok dinlemiştik. İlk dikkatimi çeken gözünün birinin olmayışıydı. ‘Bu masallardaki cadı anne olmalı’ diye düşünmüştüm. ‘Bizi bu sandığa kilitleyecek’ diyordum. Korkmuştum. Kardeşlerimle birlikte birbirimize bakıyorduk. Belki de hepimiz aynı şeyleri düşünüyorduk.” Oysa o  “Cebinden çıkardığı renkli akide şekerlerini bize uzatmış, ama biz hiçbirimiz almak istememiştik ısrarına rağmen, babamın bize sert bir ifadeyle baktığını görünce şekerleri alıp elini öpmüştük. O ise bize gülümsemişti.” 

   “ Ertesi sabah bahçenin ortasına kocaman bir ocak yakılmış, ocağın üzerine bakır kazan oturtulmuştu. Biz babam evde olmadığı için bizi kazanda pişireceğini düşünüp korkuyorduk. Abim ortadan kaybolmuştu. Bütün seslenmelerimize rağmen ortaya çıkmıyordu. Daha sonra içeriden getirdiği çamaşır leğenine önce ablamı sokup bir güzel yıkamıştı, aylardan beri tarak görmemiş saçlarını iki örük yaparak bağlamıştı. Ablam çok mutlu olmuş, onun elini öpmüştü. O sadece gülümsemişti. Diğer kardeşimi de yıkayıp üzerini değiştirmişti. Uzaktan bizi seyreden abimin usulca bize doğru yaklaştığını görmüştüm.”

     “O gün ve ondan sonraki birkaç gün evdeki eşyaları dışarı çıkarıp, kireçle evin içlerini badana yapmıştı ve aylar sonra artık ocağımızda tencere kaynıyor, soframıza sıcak yemek geliyordu.  Yüzünde devamlı bir gülümseme oluyor, bize bir anne şefkatiyle davranıyordu. Babam defalarca ona ‘ana’ dememizi istemişse de dilim varıp diyememiştim. Kardeşlerim ‘daye’ diye seslenirdi. Ben ise  ‘Fato’ derdim, babam öyle çağırırdı. Ben de ‘Fato’ derdim, o gülümserdi.

Fato ile beraber evimizin neşeli günleri geri gelmişti. Arada ağladığını görürdük ama bizim ona baktığımızı görünce gözünden akan yaşı siler bize şefkatle sarılırdı.

Aylar sonra karnının büyümesinden fark ettiğimiz hamileliğinde hepimizi bir kuşku almış, bebeği olduğunda ‘bizi eskisi kadar sevmeyeceğini’ düşündüğümüzde, o bizi hiç ayırmamış hep bir tutmuştu. Gelinlik damatlık yaşlara varmıştık ki, babamızı kaybettik, küçük üvey kız kardeşimizi babam bir yatılı okula vermişti, onu hepimiz çok severdik kendimizden çok hepimizin sevgili küçüğüdür, biliyorsunuz halanızı da ne kadar sevdiğimi! ‘‘

Bu arada oğulları büyümüş ev bark sahibi olmuşlar babam ve kardeşleri de evlenince, bir müddet sonra o da artık onlardan ayrılarak büyük oğlunun yanına sığınmış, ancak oğlu çok hayırsız çıkmıştı. Resmen zulmediyordu. Evdeki baskı ve hakaretlerden kaçıp bize geliyordu. Annem onu zorla yıkıyor, üstünü başını değiştiriyor. Çaktırmadan cebine harçlık koyuyordu. Bu arada babamı da kaybetmiştik.

Babamın cenazesine sarılıp ağlayış ve yakarışları zihnime çakılmış hançerler gibi, onun sadakat ve sevgisi gibi durur.

Bize son gelişinin üstünden hayli zaman geçmişti, babamın vefatından sonra ziyaretleri çok sık değilse de arada gelirdi, gün güne daha kötü görünüyor acısı ve çektikleri sanki yüzündeki her kırışıkta şekilleniyordu. Onun son ziyaretinden sonra aradan bir ay geçmişti neredeyse. Ortalıkta gözükmüyordu, annem ve ben de merak etmeye başlamıştık.  Annem beni evine gönderdi. Gittiğimde kapının önünde belediyenin cenaze arabası vardı. Hızla uzaklaştı önümden. Gözüm arabanın kırık bir farına takıldı, içim ezildi, sanki babamın tüm anlattıkları film şeridi gibi tek gözüme yansımıştı, yalnız bir gözümden yaşlar akmaya başlamıştı, duygularım paramparça olmuştu…

Sevgi! ‘sen onu neden yalnız bıraktın?‘ diye kendimi sorgulamaya başlayıp, babamın bize tembihlediği bu melek insana bakamadığımızdan o tembihi yerine getiremediğime hayıflanıp, onun babama verdiği sıcaklık kadar benim de üzerimde hakkının olduğunu düşünüp tek gözüm çeşme gibi akmaya başlamıştı… Şimdi eve gidip babamın duvarda asılı resmine nasıl bakacaktım?


 

 

89425

Comment form

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantıya çevrilir.
  • Satırlar ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

Sayfalar