Çarşamba Mayıs 15, 2024

„Sosyal Medya“ paylaşımları ve ‘kişilik’ (1.Bölüm)

“Sosyal medya” paylaşımları denilen, özünde “sanal alem” olan bu alandaki hastalıklara, yozlaşmaya, kişilik ve ahlaki tükenişe dikkat çekmek gerekiyor. Bunun için yazı boyunca ifadelendirmeyi “sanal alem” olarak kullanmayı doğru buluyorum. Zira, “sosyal medya” olarak ifade edilmesini ise kısmen bir manipülasyon olarak görürken, ifade anlamını tam karşılığıyla bulmadığını düşünüyorum. Sosyalleşmek orada olmak, direkt yaşamak, temas etmektir! Mekanik biçimiyle ifade edecek olursak, gözlerinin içine bakmak, yüz mimiklerini görmek, dokunmak, o an’ı aynı hava koşullarında yaşamaktır. Canlı iletişimdir. Oysa sanal alemde yalnızca ekrana bakıyoruz!

Türkiyelilerin İnternet ve sanal alemde zaman geçirme de dünya lideri konumunda olduğunu biliyor muydunuz? Bu durum, kullanımda ve onca zaman geçirme süresinde, ihtiyaçları karşılama temelli değil, gerçeği yaşa(ya)mayan, sanal alemde ‘yaşayan’ bir toplumun gerçekliğini ifade ediyor!

Önce sanal alem de yapılan paylaşımların, uzmanlar tarafından bilimsel olarak nasıl yorumlandığına bakalım. Sonra, kendi hedef kitlemizde ki yansımasını ve nasıl hayat bulduğunu irdeleyelim.

Sosyal medya da aktif olan bir çok kimse bu alanda gerçek isimleriyle yer alırken, gerçek kimlikleriyle/kişilikleriyle yer almıyorlar. O alanı kullanan başkalarına ‘ideal beni’ yansıtıyorlar. Uzman Psikologlar bu durumu gündelik yaşamda yetersiz, yalnız kalmış, ilişkilerinde başarılı olamayan, problemli, dev egolar taşıyan, narsist, kendine güveni az kimselerin sosyal medyayı en çok kullanan kimseler olduğunu söylüyorlar. Bu kimselerin kendilerini sanal alemde ‘zeki, başarılı, ideal insan, çok iyiyi ve en doğruyu bilen, bilge, düşünür, yazar-çizer, entelektüel, mükemmel vb.’ şeklinde yansıtma çabaları olarak değerlendiriyorlar. Bu da karşıdaki insanları kandırmanın, kolayca yalan söylemenin zaman içinde bir kişiliğe/karaktere dönüşmesini sağlıyor.

Sanal alam de ki paylaşımlar, medyanın kullanımı, kısacası her şey insanın referans kriterlerini, baz aldığı ölçüleri yok etti. İnsanlar, başarının referansını takip ettiği medya kullanıcılarından alıyor. “Ahmet gibi Roma’ya gideceğim, Mehmet gibi arabam, Hasan gibi evim olacak, Ayşe gibi elbisem, Fatma gibi düğünüm olacak” vb. deniyor. Başkalarının gerçek veya gerçek olmayan paylaşımlarından kendisine ait olmayan hayaller toplayarak bir başarı kriteri oluşturuluyor. Kendi yaşamından çok, bir başkalarının yaşamı takip ediliyor.

Günün en az 5-6 saatini (hatta 10-12 saatini) sanal alemde geçiren günümüz insanı, paylaşımlarıyla, beğenileriyle, yazışmalarıyla muazzam bir benzeşme içerisindedir. Herkes ama herkes aynı şeyleri paylaşıp beğeniyor. Kimileri ise bu durumu “ben bilgi almak için paylaşıyorum. Bilgi temelli paylaşımlarım var. Okuduğum makale, kitap vb. şeyleri paylaşıyorum” diyerek kendisinin bu alanda yer alan sanal alemcilerden ‘farklı’ olduğunu savunuyor. Bu kimseler esasen kendilerini kandırıyorlar. Örneğin, bir düşünürün, bir yazarın, yazısını veya kitabını paylaşmak ‘retweet’ etmek dahi ‘bakın ben de buradayım’ demektir. Hatta ‘benim okuduğum şeyler bunlar, benim entelektüel düzeyimi görün’ demek, kendini göstermek, ispat etmek, kabul ettirmektir.

Facebook ve Instragram başta olmak üzere, diğer sanal medyada, hatta WhatsApp, Tango gibi uygulamaların profil fotoğraflarında dahi kullanılan fotoğrafların anlamı koca bir “ben” egosunun şaha kalkmasıdır. Paylaşılan fotoğrafların incelemesini yapan uzmanlar, paylaşımların yarısından fazlasını kişilerin tek kişilik fotoğraflarından oluştuğuna dikkat çekiyorlar. İnsanların bu kadar çok kendilerini fotoğraflayıp medyada paylaşması, beğenilme, taktir edilme egosunun her geçen gün artmasıdır. Öyle ki, paylaşımı veya kendi fotoğrafları az beğenildiği için psikologlara giden hastaların arttığı bir dünya gerçekliği içerisindeyiz. Beğenilmeye, taktir edilmeye, olmayan biri gibi kendisini gösterip önemsenmeye, ciddiye alınmaya, onaylanmaya bu kadar önem vermek temel bir takım şeylerin eksikliğine işarettir.

Bu narsist ego, gündelik sohbetlere de yansıyor; “o fotoğrafı, o yazıyı ilk ben paylaştım, ben şu kadar ‘like’ aldım. Şu kadar ‘beğeni’, şu kadar ‘paylaşıldım’ oldu” diyerek önemsendiğini, yüzlerce, binlerce insanın kendisini takip ettiğini, ciddiye alındığını, kendi dünyasında ‘ünlü’ ve ‘tanınan’ biri olduğunu sanıyorlar. Bu da müthiş bir egoya neden oluyor. Bu duygular süreç içinde değişik ‘mutluluk’ arayışlarına itiyor kişileri. “Herkes beni takip ediyor, ama benim hiç kimseyi takip etmeye ihtiyacım yok, çünkü herkesin benden öğrenecekleri var, ben en iyi, en entelektüel, en zekiyim” egosu baskın duygu oluyor. Sanal dünyanın yarattığı bu ruhsal, kişilik ve karakteristik hastalık gündelik yaşamda da yerini buluyor. Kimseyle sağlıklı ilişkiler kurulamayarak yalnızlaşmaya sürüklüyor insanı. Bilişim ve iletişim çağında, insanın yalnızlığının temellerinden birini oluşturan etmenlerden biri budur.

Gelişen teknoloji insan yaşamında bir çok şeyi kolaylaştırsa da, ciddi bir bağımlılıkta geliştirdi. Ellerde telefon düşmez oldu. İnsanlar yıldızlara bakmayı unuttu. Yürürken, toplu taşıma araçlarında yolculuk yaparken, yemek yerken, kafede otururken kısacası her yerde tüm ilgi telefonlarda toplanıyor. Bu durum, arkadaşların kendi aralarında, eğitmen ile öğrencinin ilişkilerinde, çocuğun aile içi iletişimlerinde zayıflamaya neden oluyor. Kimse birbiriyle yeterince zaman geçirmiyor. Zamanın çoğu dijital araçlarla geçiriliyor. Sanal alemde geçirilen zaman, reel yaşamdaki bağı koparıyor. Uzun yıllar birbirini görmeden, herhangi bir paylaşım yaşamadan sürdürülen yapay ve sanal ilişkiler ortaya çıkıyor.

Sanal alem üzerinde kurulan ilişkilerin önemli çoğunluğu, aldatmaya ve yanıltmaya dayalı ilişkiler oluyor. Zira, gerçek kişilik değil, ‘ideal ben’ ile kurulan ilişkiler. Yani karşındakini aldatmaya, kandırmaya, yanıltmaya dayalı ilişkiler kuruluyor. Reel iletişimin yerini alan sanal iletişim, bir çokları tarafından ‘daha sosyal’ olunmakla ifade edilse de, esasen tam tersi, gittikçe yalnızlaşıyoruz.

Örneğin, hiç sesini duymadığınız, yüzünü görmediğiniz insanlara duygusal bağlılık başlıyor. Saçma ama gerçek. Çünkü sanal alem sizi önce yalnızlaştırıyor, sonra bu yalnızlığınızı, tekil halinizi aşmanız, ruhsal boşluğu doldurmanız ve kendinizi yalnız hissetmemeniz için yazıştığınız karşıdaki kişiye duygu beslemenize neden oluyor. Bu alanda kurulan ilişkiler ve sanal alemin verdiği rahatlık ile aldatmalar daha yoğun yaşanıyor. Süreç içinde aldatmak sıradan bir eyleme dönüşüyor.

Sanal alemde tüm bu yaşanılanların yanısıra, kişiler de dikizleme kültürünün geliştiğini söyleyen uzmanlar; “İnsanlar, kim nereye gidiyor, ne yapıyor, ne yiyip, ne içiyor diyerek birbirini dikizliyor.”diyorlar. Araştırmalar, bu kişilik bozukluğunun oranını %60’lara vardığını açıklıyor. Bu durum yalnızca bir kişilik bozukluğuna yol açmakla kalmıyor, sevdikleriyle, takip ettikleriyle kendi yaşamını kıyaslamayı, onlardan geriye kalmamayı, aynı şeyleri yapmak için kendini paralamayı getiriyor. Aynı şeylere sahip olunamadığında ise derin bir mutsuzluğa dönüşüyor. Başkalarının sahip olduklarına sahip ol(a)mamak, bunu da her eline telefonu aldığında, bilgisayarı açtığında yeniden-yeniden görmek, tanık olmak, geride kalma duygusunu yaratarak, ezikliği, hiçliği, eksikliği, başarısızlığı, iç dünyasında kırılmayı getiriyor. Yani, ne kadar dikizliyorsa o kadar kendisi ile kıyaslama, o kadar huzursuzluk, o kadar kendini paralama ve o kadar mutsuzluk oluşuyor. Sürekli bir rekabet, sürekli sahip olma, geride kalmama kompleksi.

Yazımızın ikinci kısmında değineceğiz ama buraya not düşelim. Ki, yazının ikinci bölümüne kadar bir manipülasyona maruz kalmayalım. İnsan teknolojiyi yapar, teknoloji insanı geliştirir. Bu karşılıklı gelişim döngüsü bilimsel, bilinçli ve ölçülü yaklaşan topluluklar için geçerlidir. Bu ölçütlere sahip olmayan topluluklar için tam aksidir, yıkıcıdır! Yukarıda yazdıklarımız, kullanılan sanal medyanın bilinçsizce ele alınmasından kaynaklı oluşan kimi olumsuzluklardan yalnızca küçük bir kısmıdır. Keza, yazımızın diğer bölümünde bunlara değinmeye devam edeceğiz. Burada işin olumsuz yönünü ifade ederken, insanlığa kattığı bir çok olumlu yönünü yadsıdığımız düşünülmemelidir. Aksine, insanlığa katkılarını, yaşamda sağladığı kolaylıkları saymakla bitiremeyiz. Ancak bu yazı da ki amaç, yayılmakta olan olumsuz yönlerine dikkat çekmektir. İletişim teknolojisini kullanmayalım demiyoruz. 17.yy’ın ilk çeyreğinden başlayan ‘makine kırıcıları’ gibi teknolojiyi ret edelim de demiyoruz. Bilinçli ve ölçüsünü bilerek kullanmaktan bahsediyoruz. Çünkü, bu şekilde bir kullanım, bu alanda daha etkin, daha nitelikli ve daha yaratıcı şeyler geliştirmeyi mümkün kılacaktır. Kendimizde bir ölçü yaratmadığımız halde, yetiştireceğimiz çocuklarımızda bunun ölçüsünü tutturmak mümkün olmayacaktır.

Devam edecek… 

49139

Ya Özgürlük Mücadelesinden Yanasınız ya da Değilsiniz

Türk egemen sınıfları, Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlanırken ikinci yüz yılı için de nutuk atmaya başladılar. Halkımızın deyimiyle perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Nitekim ilk yüzyılı işçilere, emekçilere, devrimcilere, komünistlere, ezilen ulus ve azınlık milliyetlere, kadınlara, LGBTİ+lara, inanç gruplarına zulmetmekle geçen bir yüzyıldır. Bu baskıcı, asimilasyoncu, ırkçı, cinsiyetçi, tekçi ve emperyalizm uşağı sömürü-soygun düzeni, Kemalist cumhuriyetin ikinci yüzyılı da birinci yüz yılını izleyecektir.

Katliamlar Cumhuriyeti

13 Kasım'da, İstanbul'un en kalabalık caddesinde yapılan bombalı saldırı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir kere daha katliamlar cumhuriyeti olduğunun acı bir kanıtı oldu.

Çamur at…[ismail cem özkan]

Kasım ayını soğuk bir gününde kalabalığın henüz tam yoğunlaşmadığı bir saatte İstiklal Caddesi'nde bir katliam yaşandı. Banka konan bir bomba patladı ya da patlatıldı ve 6 masum, hiçbir şeyden haberi olmayan insan öldürüldü…

Ateş düştüğü yeri yakar ve acısını kelebek kanadı gibi evrene yayar, fakat küresel evrenimizde o kadar çok acı yaşanıyor ki, eskisi gibi haber dahi olmuyor… Yaşanan olay ajans bülteninde geçen birkaç satıra dönüştü… Acılar, düşen ateş ve yok olan hayaller…

BORAN için – İmera Fera Yeşilgöz

Herkes olması gerektiği yerde mücadele görevini, parti görevini yerine getirmekteyken, yani her şey olması gerektiği gibiyken gelen her not kalp atışlarımızı hızlandırır. Her şeyden evvel “bir şey mi oldu?” kaygısı hissedilir.

Bir TİKKO savaşçısı:“Devrimci mücadeleye katılma tercihimin bir geçmişi var!”

Avrupa metropolünden gelen bir devrimci olarak, kapitalizmin “vahşetinin kalbinde” yaşarız. Hepimizin hayatı, değerlendirme mantığına göre yapılandırılıyor. İster klasik sömürü ilişkileri ve işgücünün yabancılaştırılması olsun, ister ayrıştırma ve izolasyona dönük eğilimler ya da sosyal yaşamda kendi kendimize olan yabancılaşma olsun; sürekli akan bir damlanın taşı oyduğu gibi insan, kapitalist merkezlerde sürekli kapitalist ideolojinin ekonomik, sosyal ve teknolojik saldırılarına maruz kalıyor.

Kaypakkaya’nın Yoldaşı Olmak! (OKUR POSTASI)

Bazen bulunduğumuz yerlerin, taşıdıkları değeri istemesek de göz ardı edebiliyoruz. Benim Partizan’la tanışmam yılları alıyor ama aktif olmam 3 seneyi buluyor. Birçok insandan şunu duyardım İbo’nun kültüründen gelenler sağlam olur. O kültürü almışsan uzakta da olsa onu yaşatmaya çalışırsın. O bağlılık hiç bitmez.

CHP'NİN İHANETLERİ /Mehmet Emin Gündoğdu

 


   Bu yazının amacı kısa bir CHP değerlendirmesi yaparak, bu partinin izlediği politik hattı ortaya çıkarmak ve okuyucuya bir fikir vermek. Çünkü bu parti tarihi boyunca hep mevcut düzenin koruyucusu olmuştur. Düzen ne zaman tıkansa CHP yardıma koşar. En son marifeti unutulmuş bir konuyu yani türbanı gündeme getirerek Erdoğan hükümetine koz vermiştir.

Mersin Eylemi: Savaşın Dayanılmaz Ağırlığı – Emir Arda

26 Eylül günü, Mersin Mezitli’de ki Tece polisevine yapılan eylemin üzerinden ortalama bir hafta geçti. Eylem, yapıldığı günden itibaren, ak koyun ile kara koyunu ayrıştıran bir işleve sahip oldu açıkçası. İki kadın devrimcinin fedai eylemi, siyasal alanın tam ortasına, onu ikiye bölen bir çizgi çekti… Bu yazı eylemin hemen ertesinde kaleme alınabilirdi. Ancak hem HPG’nin açıklamasını beklemek daha doğruydu, hem devletin vereceği refleksi ve eylemin sonuçlarını görmeliydik. O yüzden bu yazının yazılması ve yayınlanması bugüne değin bekletildi… Bu kadar bekleme yeterli.

İtirazın Farkındalığıyla Meydan Okumadır Şiir[*]

 

 

“Bilim aklın şiiridir,

şiir de yüreğin bilimidir.”[1]

 

Andrey Tarkovski’nin ifadesiyle, “Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, gerçekle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir.”

Yaşamı savunmak; insan olmak (ve sonuna dek de İNSAN kalmak) hâlidir.

Bundan kimsenin şüphesi olmasın…

Çünkü “Hakikâte ulaşmanın yolları şunlardır: Felsefe, Sanat, Siyaset ve Aşk,” diye uyarır Alain Badiou!

Siz toplumsal muhalefetin yükselmesini bekleyin / ERGÜN ASLAN

Biz proletaryalar enternasyonalizmimizi vermeyenin varlığını sorgularız varlığını.

Ama gıdık.

Ama yanak.

Ama...

Demek öyle.

Demek böyle.

Demek  her şey...

Marks'ın, devrime engel olmaya başlayana kadar dünya proletaryalarının çeşitliliğini enternasyonalizmde  bir araya getirmeye çalıştığını görmezlikten gelmemize kadarmış

En büyük ihanetler en güzel proletarya şarkıları arkasına gizlenilerek gerçekleştirilmiş ihanetlerdir.

Kıymetlimizzz...

Yüksek yüksek menfaatlerimizzz....

Diktatörlerin Surlarını Döven Dev Dalgalar!

21.yüzyılın ilk çeyreği bitmeden ve son yirmi yılda yerkürede işçi sınıfı ve ezilenlerin isyan ve devrim türküleri defalarca yankılandı. Nasıl ki yirminci yüzyılın başında insanlık Ekim Devrimi’nin top sesleri ile uyandıysa, içinden geçtiğimiz yüzyılın da daha ilk çeyreği dolmadan yaşanan ayaklanmalar, isyanlar, grevler insanlığın özgürlük umudunun canlı ve bir o kadar da gerçek olduğunu gösterdi.

Sayfalar