Perşembe Mayıs 9, 2024

Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! (1)

Dünyada 1965-1970 yılları arasında emperyalist-kapitalist sistemin kaynaklık ettiği ana çelişkiler giderek şiddetleniyordu. Bu başlıca çelişkiler; emperyalizm ile ezilen halklar ve uluslar arasındaki çelişki, emperyalist-kapitalist ülkelerde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki ve yine çeşitli emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerdi.

Bu çelişkilerin varlığı bir yanda egemenlerin baskı, sömürü ve saldırganlık politikalarını derinleştiriyordu. Diğer yanda da bu saldırganlık siyasetine karşı Asya, Afrika ve Latin Amerika başta olmak üzere enternasyonal proletaryanın, ezilen dünya halkları ve ulusların emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelesine giderek zemin hazırlıyordu. Devrimci dalganın kabardığı bu yıllar yeni Ekim devrimlerinin, demokratik halk cumhuriyetlerinin güçlü işaretlerini de içeriyordu.

Avrupa merkezli 1968 gençlik hareketleri ve Vietnam Devrimi anti-emperyalist mücadeleye ivme kazandırıyordu. Tüm bu olumlu gelişmelerin yanısıra Stalin’nin ölümünden sonra, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanet, ideolojik olarak devrimci saflardaki kirlenmeyi de derinleştiriyordu. Başkan Mao, bu sosyalist maskeli bürokratik burjuvaları ortaya çıkaran nesnel koşulları bilimsel bir tarzda sorguladı. Ki aynı dönemde yaşanan Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi de bu bilimsel sorgulayıcılığın eseridir. Sosyalizmde sınıf mücadelesi ve bu mücadelede tarihin yaratıcısı olan kitlelerin rolü, bu kavrayışın daha da derinleştirilmesinin ürünüdür.

Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı etkilememesi düşünülemezdi. İşçi, köylü ve gençlik cephesinde kendiliğinden gelişen bu hareketler yeni devrimci parti ve örgütlerin açığa çıkmasına zemin hazırladı. Hiç tartışmasız bu süreçte Türkiye sol hareketi içinde Kemalizm’in etkileri ve parlamentarist hayaller güçlüydü. Kürt ulusal sorununa yaklaşımda sosyal şovenizmin etkisi, devrimin yolu konusunda da parlamentarist düşünüş tarzı, sol cephedeki ideolojik yozlaşmanın ana kaynağıydı. Reformizm, revizyonizm ve her türden tasfiyecilik bu kaynaklardan besleniyordu.

Proletarya partisini tarih sahnesine çıkaran koşullar da dünyada ve Türkiye’deki bu gelişmelerdir. Kaypakkaya yoldaş önce Türkiye İşçi Partisi ve daha sonra da Proleter Devrimci Aydınlık ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi içinde yer almıştır. Kaypakkaya, kurucusu olduğu proletarya partisinin ideolojik siyasal hattında burjuva düşünüş tarzına karşı yürüttüğü bu ideolojik mücadele üzerinde şekillendirmiştir. Yani proletarya partisinin temel tezleri tarihsel tecrübeler ışığında Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nın somut koşulları üzerinde şekillenmiştir. İşçi grevlerine, toprak işgallerine, gençlik hareketlerine katılan Kaypakkaya, edindiği bu tecrübe ve deneyimle proletarya partisinin tarihsel tezlerini oluşturdu.

Burada devrimci teori ile pratiğin uyumu vardır. Burada tarihi tecrübeleri somut koşullara yaratıcı bir tarzda uygulama gerçeği vardır. Kısacası burada uygulanan yöntem bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntem, gücünü Marksizm-Leninizm-Maoizm’den almaktadır. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olan proletarya partisi de bu kaynaklardan beslendi.

Kimilerinin iddia ettiği gibi proletarya partisi tarafından şekillendirilen “5 temel belge, 11 ilke” Çin devrim stratejisini Türkiye coğrafyasına dogmatik bir tarzda uyarlama çabası değildir. Demokratik Halk Devrimi, Halk Savaşı, Kemalizm, ulusal sorun vb. konulardaki tüm tezler, Osmanlı yıkıntıları üzerinde kurulan TC’nin iktisadi ve siyasi analizine ve bu diktatörlüğe karşı nasıl mücadele edileceği gerçekliğine işaret ediyor. Çünkü Kaypakkaya, bu sonuçlara, TC’nin kuruluş sürecinde emperyalistlerle girdiği ilişkileri, Kürt coğrafyasındaki gelişmeleri vb. inceleyerek ve kendisinin bizzat katıldığı işçi ve köylü hareketlerinde edindiği deneyimlerle sentezleyerek ulaşmıştır.

Keza Kaypakkaya şu konularda nettir: Zora karşı zor yani karşı-devrimci şiddete karşı devrimci şiddet ve her türden burjuva düşünüş tarzına karşı tereddütsüzce ideolojik mücadele. Ama dönemin parti, kadro ve militanlarının esas olarak bu anlayışı içselleştirdiğini söyleyemeyiz. Zira 1976 yılında dönemin önderliğinin (Koordinasyon Komitesi’nin) darbeci bir tarzda anti-MLM düşüncelerini proletarya partisine dayatması bunun en somut örneğidir. Burada şu gerçeğe dikkat çekmek, önyargılı bir yaklaşım değildir.

Proletarya partisi, TİİKP’nin burjuva çizgisine karşı mücadele içinde doğan komünist bir partidir. Bu partinin ideolojik, siyasal, örgütsel inşacısı, baş mimari Kaypakkaya’dır. Fakat bu çizgi o kısa zaman dilimi içinde kendi kadrosunu yaratamamıştır. 1976 yılında dönemin geçici küçük burjuva önderliğinin parti içi demokrasi kültürünü, iki çizgi mücadelesini yadsıyan ve kendisini dayatan bu yıkıcı anlayış proletarya partisinin kuruluşu sonrasında var olan en kötü miraslardan biridir.

Bu kötü miras, düşman saldırıları ve içte yaşanan ideolojik kırılmaların yanısıra proletarya partisi, kadrosal-niteliksel anlamda da zayıflayınca daha yıkıcı hale geldi. Kadrosuz parti düşünülemez. Güçlü bir komünist parti, güçlü kadroların eseridir. Sürekliliği sağlanmış bir önderlik, güçlü kadrolar yaratan bir proletarya partisiyle mümkün olabilir. Böylesi bir parti hem devrimci şiddeti uygulamada hem de her türden anti-MLM anlayışa karşı mücadelede amansız ve tavizsiz olur. Kaypakkaya’nın tutumu da budur. Daha sonraki önderliklerin esas olarak yapamadığı da budur. Bu konuda hem sorgulayıcı hem de yol gösterici bir görevle karşı karşıya olduğumuzu asla unutmamalıyız.

Başkan Gonzalo’yu bir kez daha saygıyla anarken, onun PKP’nin kuruluş sürecine dair yaptığı şu değerlendirmelere bakmakta yarar vardır. Çünkü, bu değerlendirmeler proletarya partisinin kuruluş sürecinde Kaypakkaya’nın tarihsel rolüne dair benzerlikler içermektedir.

Başkan Gonzolo: PKP için Mariategui onun kurucusudur. O, partiyi berrak bir ML temel üzerinde inşaa etmiştir. Böylece onu açık bir ideolojik tavır ile donatmıştır. Ona göre Marksizm-Leninizm kendi zamanının, kendi döneminin Marksizmiydi. O, partiye genel bir siyasi hat temin etmiştir. Mariategui bugüne kadar Amerika kıtasının yarattığı bu en büyük Marksist, bizlere en büyük eserini yani PKP’yi miras bırakmıştır. Onu kaybetmemizin parti için ne anlam taşıdığını çok iyi anlıyoruz. Ancak şurası açık olmalıdır ki, o bütün hayatını bu büyük eserin gerçekleşmesini adamıştır. Partinin kuruluşu onun bütün yaşamını almıştır, kastettiğimiz budur. Ama partiyi sağlamlaştırmak ve geliştirmek için zamanı olmamıştır. Bir düşünün. Partinin kuruluşu üzerinden henüz iki sene bile geçmeden, hayatını kaybetti. Tarihi görevini yerine getirebilmesi için, partinin sağlamlaşma, gelişme zamanına ihtiyacı vardır.” (Başkan Gonzalo Konuşuyor, s. 13)

Kaypakkaya, proletarya partisinin kurucusudur. Ve o bize bu güçlü mirası bıraktı. Onun bu çizgiyi derinleştirmeye, sağlamlaştırmaya zamanı olmadı. Bu çizginin savunucuları olarak, bizler esas olarak bu görevleri başaramadık. Ama sınıf savaşımı sürüyor. Ve başaramadığımız her şey önümüzde görev olarak duruyor. Ellinci yılını selamlarken, her militan görevlerine bu tarihsel sorumluluk bilinciyle yaklaşmalıdır.

Neden başaramadık sorusuna yanıt aramak ve durmadan sorgulamak görevdir.

Bilindiği gibi proletarya partisi, kuruluş sürecinde Türkiye sol hareketi içinde tabu olarak görülen ve dokunulmayan konulara dokundu. Bu anlamıyla proletarya partisi ile dönemin diğer devrimci parti ve örgütleri arasında temel bir ayrım söz konusudur.

Bu ayrım noktası yalnız Türkiye coğrafyasının gerçekliğini çözümlemeyi kapsamıyordu. Aynı zamanda uluslararası komünist hareketin içinde sürmekte olan burjuva çizgiyle proleter çizgi arasındaki mücadelede de doğru bir noktada konumlanmasını sağlıyordu. Proletarya partisinin Başkan Mao’nun önderliğinde modern revizyonizme karşı yürütülen mücadelenin yanında saf tutması asla bir rastlantı değildir. Bilakis sahip olduğu proleter düşünüş tarzının bir sonucudur. Proletarya partisinin 50 yıllık mücadele tarihine baktığımızda, uluslararası komünist hareket içinde yaşanan saflaşmalarda tüm yetersizliklerine rağmen esas olarak doğru bir noktada konumlanmıştır. Bu gerçekliği modern revizyonizme karşı tutumunda da görmek mümkündür. Bu gerçekliği Arnavutluk Emek Partisi ve Çin Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanetlere karşı aldığı tutumda görmek mümkündür.

Proletarya partisi bu gücünü üzerinde yükseldiği ideolojik zeminden almaktadır. Çünkü tüm yetmezliklerine ve sınıf savaşımı içinde geri savrulmalarına rağmen Marksizm-Leninizm-Maoizm’i savunmadaki ısrarı onu güçlü kıldı. Elbette ki daha güçlü bir çıkış ideolojik sorgulamada derinleşmeyi, siyasal alanda yetkinleşmeyi ve örgütsel olarak güçlü bir partiye dönüşmeyi zorunlu kılıyor. Ve proletarya tarihi tecrübeleriyle biliyor ki, komünist parti içinde boy veren oportünizme ve revizyonizme karşı amansız bir mücadeleye girilmezse özgür gelecek yürüyüşü sakatlanır. Çünkü revizyonizm, oportünizm her koşulda komünist partisinin birliğini bozmaya çalışır. Komünist güçleri bölmek, parçalamak bu burjuva düşünüş tarzının hedeflerinden biridir. Revizyonizmin proleter saflardaki ideolojik ajanlık tanımı da bu gerçekliğe işaret eder.

Bugünkü durum, görevlerimiz ve birleşik mücadele

“… emperyalizm çürüyen, can çekişen kapitalizmdir. Bir bütün olarak kapitalizmin gelişmesinin son aşamasıdır. Sosyalist Dünya Devriminin başlangıcıdır.” (1928 Komünist Enternasyonal Programı, s. 22)

Evet aradan yaklaşık olarak bir yüzyıl geçmesine ve hala emperyalist-kapitalist sistem varlığını sürdürmesine rağmen Komünist Enternasyonal’in bu saptaması gerçekliğinden bir şey kaybetmemiştir. Çünkü tarih sınıf mücadelesi tarihidir. Ve sınıf mücadelesi, tüm tarihi süreci içeren, sömüren ile sömürülen arasında süren uzun bir zaman dilimini kapsar. Bu süreç aynı zamanda zaferlerle ve yenilgilerle iç içedir. Bugün de emperyalist-kapitalist sistem her geçen gün dünyada yaratıcısı olduğu adaletsizlikleri daha da derinleştiriyor. Dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Bu anlamıyla kapitalizm yalnız insanlığın geleceğini değil, doğayı da tahrip ediyor.

Keza kapitalizm toplum için değil, bir avuç egemen sınıf için zenginlik üretiyor. Bundan dolayı artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemi de, üretenlerin bu sömürü düzenini değiştireceğine işaret ediyor. Bilindiği gibi yerküremiz yalnız ekonomik bir krizle değil, siyasal, ekolojik, iklim krizi içinde de debelenmektedir. Elbette ki krizler ne denli büyük olursa olsun kapitalizmin yıkımına yol açmaz. Sadece yıkmak için tarihsel olanaklar sunar. Bu anlamıyla proletarya önderlikli devrimler bir ihtiyaçtan öteye, bir zorunluluktur. Tüm mesele başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş emekçi yığınların bu zorunluluğun farkına ne zaman varacağı sorunudur. Bugün enternasyonal proletarya ve devrimci güçlerin tüm çabası da bu gerçeklerin görülmesine ve buna uygun tarihsel sorumlulukların yerine getirilmesine dönüktür.

Proletarya partisinin ellinci kavga yılında; ezilen yığınların değişim istemi devrimle taçlanacaktır. Bunu durdurmaya emperyalist-kapitalist sistemin ve dünya gericiliğinin gücü yetmeyecektir. Bu tarihin kanunudur. Eğer tersi durum olmuş olsaydı, insanlık tarihinin saati köleci toplumda duracaktı. Oysa tarihin saati her daim çalıştı-çalışmaya da devam ediyor. Bu tarih hem bağrında onlarca devrimi hem de zikzaklı bir yürüyüş yolculuğunu barındırıyor. Ve bundan dolayı devrimler kaçınılmazdır diyoruz.

  1. yüzyıl “barış, refah ve özgürlük” yüzyılı olacaktır diyen emperyalistler ve kiralık kalemşörlerinin bu söylemlerinin enternasyonal proletarya ve ezilenler için ne anlam ifade ettiği açık ve nettir. Onların sözünü ettiği “barış”, “ücretli kölelik” sisteminin sorunsuz bir tarzda sürdürülmesidir. Baskıya, sömürüye ve zulme karşı enternasyonal proletaryanın ezilen halklar ve ulusların çöl sessizliğine gömülmesidir.

Ama ezilenler, sömürülenler böylesi bir sessizliği kabul etmeyeceklerdir. Dünya çapında yaşanan huzursuzluklar da bunu gösteriyor. Kapitalizmin içine girmiş olduğu ekonomik kriz beraberinde siyasi krizi daha da derinleştirecektir. Yine an itibariyle ortada güçlü bir devrimci dalga yoktur. Ama süreç bu yöne doğru evrilmekte, krizin yaratmış olduğu bu yoksulluk ve sefalet tablosu sokaklarda daha güçlü yeni kitle hareketlerinin gelişmesine yol açacaktır. Temel sorun dipten gelen bu dalgayı siyasal iktidar mücadelesine kanalize edecek proleter önderliklerin yaratılmasıdır.

Tarihi tecrübelerimizle biliyoruz ki, burjuvazi 20. yüzyılda Ekim Devrimi, Demokratik Halk Devrimleri korkusuyla yaşadı. Ve bugün ellinci mücadele yılında bir kez daha haykırıyoruz; enternasyonal proletarya 21. yüzyılda yeni Ekimlerle, Demokratik Halk Cumhuriyetleriyle emperyalist burjuvazinin korkusunu daha da büyütmeye devam edecektir. (Devam edecek)

1901

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar