ALÂEDDİN’e bir dilek ve telafinin gelecegi[1] ERIC NAZARIAN
Bugün burada olduğunuz ve beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Çocukken Alâeddin masalını severdim. Hangi çocuk üç dileğini yerine getirecek şişedeki bir cini istemez ki? Okuldan eve yürürken hayalimdeki bu cinle sohbetlerimi hatırlıyorum. Gizli defterime yazdığım bir dilek listem vardı. Dileklerim çeşitliydi. “Keşke kanatlarım olsaydı ve uçabilseydim” şeklindeki çocukluk dileğim biraz büyüdüğümde Sophia Loren’i öpmek ve Charles Aznavour gibi şarkı söyleyebilmek şeklini almıştı. 2007’den bu güne kadar cinden gerçekleştirmesini istediğim dilek aynı kaldı: Keşke hepimiz bugün Hrant’ın suikastının 8. yılı anmasını değil de, Hrant’ın Nobel Barış Ödülünü almasını onunla beraber kutluyor olsaydık.
Alâeddin, Tom Sawyer ve Hovhannes Toumanian’ın büyüsü altındaki o çocukluk günlerinden bu yana çok şey değişti. Masallar, klasik Hollywood filmleri, şiirler ve resimler bunların tümü ailemin ve büyükbaba ve büyükannemin Los Angeles’daki evindeki akşam yemeği masasında hayat buldu. Ailem Tahran’da doğdu, ben Ermenistan’da doğdum, erkek kardeşim de Hollywood’da doğdu. Ermenistan’da bir deyişimiz vardır: vorteghits vortegh. “Nerden nereye geldik”. İşte bu Ermenilerin ebedi hikâyesidir.
Babamın ayak izlerini takip ederek, onun gençliğinin filmleri ile kitaplarına aşık oldum ve bir film yapımcısı ve yazar olmak için büyüdüm. Siyah beyaz resimler evimizin her yerindeydiler. Marlon Brando, Stanley Kubrick, Simone Signoret, Albert Camus. Bu efsaneler bizim işçi sınıfı apartmanımızdan dünyaya açılan pencereler hâline geldiler ve hatta aynı zamanda çok yakın ve akraba gibi görünmeye başladılar. Bu resimler ilham verici ve güzeldi ve aileye ait anlamına gelen “Harazat” kelimesinin içeriğini karşılıyorlardı.
Hatırladığım anılardan en eskilerinden bir tanesi aile evimizin duvarında yan yana duran Charlie Chaplin’in ve Ağrı Dağı ve Küçük Ağrı’nın resmileriydi. Kahkaha ve görkem yan yanaydı. Hatırladığım diğer bir imaj bir resim ya da film değil. Bu imaj akrabalarımın ezberden okudukları muhteşem Yeghishe Charents’e ait bir şiirde geçen bir kelime. Bu kelime “Arevaham”. Bu kelime tam anlamıyla tercüme edildiğinde “ güneşin tadı” anlamına geliyor fakat dürüst olmak gerekirse tercüme esnasında anlam kaybı oluyor. Bu kelimeyi hiçbir zaman unutmayacağım çünkü bu kelimenin bende yaptığı çağrışım “güneşin tadı - kuru kayısı”. Bu çağrışım tam da küçükken Ermenistan’ın benim için ne olduğunu anlatıyor - geldiğimiz yer, bol güneşli kadim bir cennet. Bu şiirleri bana Charents öğretti, şiir de resim gibi, tıpkı film ve müzikte olduğu üzere, şeyleri görmemizi ve hissetmemizi sağlayabiliyordu. Bir çocuk olarak bu kelime ve babamın en çok sevdiği sanatçıların imajları ve bunlara ilaveten Martiros Saryan, Hakop Hakopian, Federico Fellini ve Hovannes Aivazovsky günlük yaşamlarımızı aydınlattı. Ev ödevi öncesinde, akşam yemeğinden sonra kahve ve sigara içme zamanı boyunca bu efsanevi sanatçıların hikâyeleri, resimleri ve VHS videoda izlenen filmleri Glendale’daki küçük dairemizi zenginleştirmeye devam etti. Sanat dünyaydı ve müzik tüm kültürleri bağlayan evrensel bir bağ idi. Bunlar bir çocuk olarak bana öğretilen derslerdi. Kültürü, sanatı, bilgiyi, yaratıcılığı sevmek ve bir küresel vatandaş olarak sınırların ötesine geçmek...
Daha sonra tüm Kafkasya dillerinde besteler yapan ve şarkı söyleyen Ermeni ozan ve aşık Sayat Nova’yı öğrendim. Kani Vor Janim, Yar Ki Ghurbanim şarkılarını…
Bu şarkılardaki ses, müzikal tını, ağıt ve derin ruh her zaman tüylerimi diken diken etti ve içimde adlandıramadığım bir gençlik melankolisi uyandırdı. Aralarında Henri Cartier Bresson, Ara Güler’in bulunduğu, haklarında birçok şeyi babamdan öğrendiğim muhteşem imaj makerların ve dünyanın mükemmel foto muhabirlerinin resimlerindeki ve Sayat Nova ve Gomidas’ın müzik örtüsündeki üzüntüde, insanın içini sarmalayan bir sıcaklık vardı.
Amerika’daki “Arevaham” çocukluk dönemim boyunca yaşadığım balayı, gençlik yıllarımda, Elizabeth Taylor’un çok iyi düzenlenmiş büyüleyici fotoğraflarına, Martiros Saryan’ın tuvalindeki canlı yağlı boya tablolara ve Cartier-Bresson’un Parisli fragmanlarına hiç benzemeyen farklı bir imajı keşfettiğimde kaçınılmaz şekilde sona erdi. Gençlik yıllarımın imajı birbirleri üzerine yığılmış ve kafaları kesilmiş 8 Ermeni’nin soluk ve pürüzlü siyah beyaz bir fotoğrafıydı. Bu Ermeni Soykırımını ve 24 Nisan 1915’de neler olduğunu öğrendiğim zamandı. Bu resim bilincimde pandoranın kutusunu açtı. Bir daha asla fotoğraflara aynı şekilde bakmayacaktım. Bu resmi çeken fotoğrafçı Ara Güler veya Yousuf Karsh veya Cartier-Bresson değildi. Objektif kapağını kaldırıp resmi çeken ve farkında olmadan 100 yıldır yol almakta olan ve hatta biz bu dünyadan göçtükten çok sonraları dahi gelecekte yol almaya devam edecek olan, tasavvur edilmesi imkânsız bir dehşeti resmeden bir fotoğrafı ölümsüzleştiren meçhul bir kişiydi.
Ve bu fotoğrafla göz temasımın kurulması ile Ermeni Soykırımının uçsuz bucaksızlığı ve soykırımın küresel çapta anlık ve uzun vadeli etkilerini içeren acı verici ve bitmez tükenmez bir eğitim sürecini kapsayan,
20 yılı aşkın bir süredir, tam bugüne kadar devam eden psikolojik ve kişisel bir yolculuk başladı. Armin T. Wegner adını ve çeşitli illerde tanıklık ettiği tehcirin gizli bir şekilde çekilmiş fotoğraflarını öğrendim. Her bir resim, içinde, kim olduklarını veya sonuç olarak başlarına neler geldiğini bilmemizin mümkün olmadığı insanlara dair çok daha büyük bir hikâyeye ait bir parçayı anlatıyordu.
Armin Wegner ve bugüne kadar kim olduğu anlaşılamayan meçhul fotoğrafçı sayesinde 100 yıl önce bu topraklarda neler olduğunu gösteren görsel dokümanlara sahibiz. Fotoğraflar üzerinden yaptığım araştırmada daha derinlere indikçe, hikâye dağları daha da büyüdü ve kendimi pek çok anlatıdan oluşan bir labirentinin içerisinde buldum. Korku üstüne korku. Sağ kalanlar üstüne sağ kalanlar. Yetimler üstüne yetimler. Soykırım cehenneminden kaçmayı başaran dünyanın başka yerlerindeki insanlar benzer hikâyeler anlattılar. Bu kişileri kitaplardan, mektuplardan ve Amerikalı ve Avrupalı misyonerlerin telgraflarından, sağ kalanların büzüşmüş gözlerinden ve belgesellerde sessizlikleriyle ciltler dolusu şey anlatan, sağ kalanların soyundan gelen kişilerden keşfettim. Adana’dan Beyrut’a ve Los Angeles’e… vorteghits vortegh (nerden nereye geldik).
Gençlik ve üniversite yıllarına vardığımda bilincim apaçık bir şekilde bir karpuz gibi ikiye ayrılmıştı: bir tarafta çocukluğumun selüloit kahramanları ve herkesin mutlu ve seksi olduğu Hollywood düş fabrikasının cazibesi vardı. Diğer tarafta ise Osmanlı İmparatorluğunun tepelerinde, vadilerinde ve çöllerinde yok edilmiş bir buçuk milyon Ermeni insanın yaşadığı kadim Tarihi Ermeni cennetleri üzerinde dolanan karanlık.
Okuduğum okuldaki Amerikalı öğretmelerim Sayat Nova veya Komitas (Gomidas) veya “Arevaham” kelimesini bilmiyorlardı. Ermeniler hakkında bildikleri her şey Amerika’da 1. Dünya Savaşı Sonrasında tohumları atılmış, yirminci yüzyılda devam edip günümüze kadar gelen pop kültür söylemine indirgenmiş (küme düşürülmüş) şeylerdi. Okulda Ermeniler konusu ele alındığı zaman, öğretmenlerim “Çocukken, yemeklerimi tamamen bitirmediğim zaman büyük annem hep AÇLIKTAN ÖLEN ERMENİLERİ hatırlatırdı” şeklindeki bir ifadeyi ilgisiz bir hâlde söylerlerdi. Bu üç kelimeyi her duyduğumda, içimden, gömülü hâlde tutmaya çalıştığım yakıcı bir aşağılama duygusu fışkırıyordu. Ama bu duyguları içimde gömülü hâlde tutmayı başaramıyordum. Bir keresinde sınıftan ağlayarak dışarı koştuğumu hatırlıyorum. Evde, babacığımın dolması ve safran pilavı ile tıka basa doymuş bir hâlde yemek masasına gözlerimi diker bakardım ve Der Zor çölündeki kemik dağlarına kafa yorardım. Neden Türkler kadınlara ve çocuklara bunu yapmışlardı? 8 Ermeni kellesinin fotoğrafını kim çekmişti? Gömülmüş görüntüler neticede halkımın hikâyesini anlatma isteğini yarattı ve neyse ki sinema vasıtasıyla katarsis olanağını buldular.
Ve işte 2015 yılındayız, Soykırımın başlamasından bu yana 100 yıl geçti. O zamanlar Ermeniler Musa Dağının üzerinde yaşamları uğruna savaşıyorlardı. Ve bundan sadece birkaç ay önce, Yezidiler Sincar Dağında hayatta kalmak için savaşmaya zorlanıyorlardı. Çok şey değişti ve maalesef çok şey aynı kaldı. Geçen birkaç yılda Ortadoğu’nun aldığı bu bataklık hâli içerisinde, bir hikâye anlatıcısı olarak son dönemde rolümün ne olduğunu çok merak ediyorum. Çile görüntüleri üzerinden anlatı oluşturmamızın sebebi nedir? Aynen 1915’te Ermenistan’da olduğu gibi on binlerce insan yerinden yurdundan edilirken, sürgüne gönderilirken ve sınır dışı edilirken hikâyeler ve imajlar fark yaratır mı? Ermeni Soykırımının 100. yıldönümüne işaret eden bu çok kritik yıl boyunca imajların ve hikâyelerin önemi nedir? Yarın, unutulmaktan kaynaklanan acı ve öfkemizle yüzleşmek için bize yardım edebilecek ve bizi iyileştirebilecek hangi imajlar ortaya çıkacak?
Bir Ermeni olarak, kendi hikâyelerimizi anlatıyoruz ve unutulmaması için imajlar yaratıyoruz. Gelecekteki jenerasyonlara ait isimsiz gezginler için kurbanları anmak ve ölümsüzleştirmek adına taş ve harçtan dünya çapında anıtlar inşa ediyoruz. Gelecekte gerçekleşmesi olası soykırımların önüne geçme umuduyla, Soykırım barbarlığı konusunda sahip olduğumuz bilgiler ve koruyuculuk tavrı vasıtasıyla hikâyeleri filme çekiyoruz, mürekkebi kâğıda geçiriyoruz ve soluk siyah beyaz Armin Wegner fotoğraflarını dijitalleştiriyoruz. Biz aynı zamanda, 1939 yılında Polonya işgalinin arifesinde Hitlerin örnek olarak kullandığı, insanlığa karşı işlenmiş muazzam bir suç için de adalet arıyoruz. Bu, insanlığa karşı işlenmiş tam da aynı suç Raphael Lemkin adlı genç avukatın “Soykırım” sözcüğünü türetmesi için itici bir güç olmuştu.
İmparatorluklar ve krallıklar dünya üzerinde, geçici güç yapılarına dayanan ve sürekli değişen sınırlar çizerler fakat gerçek zamana, yağmalamaya ve adaletsizliğe hiç önem vermeden kemikleşmiş ve dokunulmaz olarak kalır. Adalet, iyileşme ve silme tehdidine dair konular, soykırımdan bu yana dünya çapında Ermeni psişesini (ruhunu) merkez alan konulara evrildiler. Ve bu durum, bize yasaklanan anavatanımızın parçalanmış kökleri içerisinde sağlıklılığa dair bir şeyler bulmak üzere sanatımızın, müziğimizin, resimlerimizin, şiirlerimizin ve günlük arzularımızın bilgi kaynağını oluşturdu. Bir veya birkaç yüzyıldır, Akdamar, Palu, Soradir, Sason, Bitlis, Kars, Muş ve Diyarbakır’daki taş yapılar hikâyelerimizi anlatmaya ve geçmişin hiçbir zaman unutulup gitmeyeceğini ve gerçeğin geçmişin içinde bulunacağını anlatan bir vasiyetname olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar.
Ankara’ya Los Angeles ve Bolis üzerinden bugün geldim. Türkiye’ye ilk defa 2010 yılında, Unutma Beni İstanbul (Do Not Forget Me İstanbul) adlı bir antoloji için, İstanbul Ermenileri hakkında bir film yapmak
üzere davet edildiğimde gelmiştim. Filmim, Yunanca ismi Konstantinopolis’ten türetilmiş İstanbul’un Ermenice karşılığı olan “Bolis” adını taşıyor. Bir kez daha, bir hikâye anlatıcısı olarak unutulmamış ve belleğe dair konulara çekildim. Filmi eski Bolis’e bir aşk mektubu olarak yapmak istedim. “Eski Bolis”, büyük babasının Tellalzade adını taşıyan bir caddedeki ud dükkânının tek bir fotoğrafı ile Kadıköy’e dönen, çelişkili duygulara sahip bir ud ustası Diaspora Ermeni’sinin gözlerinden görülüyordu.
İstanbul’a iniş yapmadan hemen önce, Boğaziçi semalarında uçağın içerisinde sessiz bir panik atak yaşadım. Zihnim, o karanlık Nisan gecesinde tutuklanan ve trenlerin içerisinde, iç kısımlara doğru sürülen Gomitas, Daniel Varoujan, Siamanto, Krikor Zohrab’ın imajlarının akınına uğradı. Gecenin içinde kaçmayı başaran Zabel Yesayan’ı düşündüm… “Açlıktan Ölen Ermeniler” sözünü dile getiren Amerikalı öğretmenlerimi düşündüm… Der Zor’daki kemik okyanusunu düşündüm… Soykırımın merkez üssüne geri dönmekle ne halt ediyordum?
Yanıt, trajik şekilde basit ve günceldi. Hrant Dink. Savunduğu şey ve paylaştığı acılar hayatımdaki üçüncü aydınlanma hâline geldi. Onu çok sevdiği şehri görmeye gereksinimim vardı. Şehri ilk kez kuşbakışı görmemle yaşadığım sessiz paniğe rağmen İstanbul’un havasını teneffüs etme ihtiyacı duyuyordum. Yere indik. Fakat çok hızlı bir şekilde arkadaş olduğumuz ve soykırımın, büyük babasının Kadıköy’deki müzik dükkânını bulmakla görevli ve ud çalan bir Diaspora Ermenisi üzerindeki uzun vadeli etkileri hakkında bir film yapmaya dair sinematik görevimi fark etmeme yardımcı olan bir grup film yapımcısı ile birlikte İstanbul’un sokaklarında dolaşırken büyük bir korku ve endişe üzerime çullandı. Filmin karakteri artık var olmayan bir şeyi bulmak için arayış hâlindeydi ve sonuç olarak beklemediği bir şey buluyordu - kısa bir dostluk ve empati anı. Muhtemelen film benim kendi yolculuğumu yansıtıyordu. Buraya eski Bolis’in yankılarını bulmaya geldim. Fakat gerçekte empati arıyordum. Hrant’ı arıyordum.
Filmde, Armenak adındaki başkaraktere başka bir karakter İstanbul’u sevip sevmediğini sorar. Armenak birbiri ile çatışan hislerle şöyle cevap verir: “Burada 1915’de neler olduğunu unutmama geçmişin şeytanları hiçbir zaman izin vermeyecekler”. Bu kadim şehre dönen Ermeniler olarak bizler, yüzeydeki coğrafyanın görkemini görüyoruz fakat başımızı çevirdiğimiz her yerde, ilk olarak, kolektif bilinçten ve tarih kitaplarından silinmiş olan yüzlere, yerlere ve tarihlere dair gömülü görüntülerin (hayaletlerin dadanmasına maruz kalıyoruz) dehşet uyandırıcı akınına maruz kalıyoruz.
Bu nedenle, Hrant’ın izinden giderek, hikâyeleri anlatmak ve anlatılan hikâyeleri izlemeye devam etmek, şimdi her zamankinden daha fazla önemlidir. Hikâye anlatıcılığı vasıtasıyla, Kürtler, Yahudiler, Süryaniler ve Ermenilerden oluşan bölgedeki azınlıkların tahrip edilmiş ve derinlere gömülmüş tarihlerine dair gerçeği kirleten yalanları doğrular hâline getirebiliriz.
Ve hikâyelerimiz anlatırken, ihtiyaçları besleyip karşılıyoruz ve umarım ki adalete ulaşmak yolundaki ilk adımları gerçekleştiriyoruz. Hikâyelerin anlatılması bir protesto olduğu gibi aynı zamanda da bir sivil başkaldırı hareketidir.
Irkçılık, sürgün, yerinden etme, adaletsizlik, soykırım belaları yüzünden hâlâ acı çekmekte olan, bu bölgenin ve tüm dünyanın erkek ve kadınlarının, susturulmayı reddederek, insanlıktan çıkartılmayı reddederek, unutulmayı reddederek, anlatılması gereken tüm gerçeği daha yüksek sesle ve daha kararlı ve açık bir şekilde söylemeleri cesareti bulduğum yerdi.
Bu geçen yılda, tarihin kırık pikabı kendisini tuhaf ve çirkin yollarla tekrarlıyor. Umuyorum ki, sivil toplum örgütleri ve açık kalpler vasıtasıyla ve yerli azınlıkların acılarının sulandırılmasını ve tahrif edilmesini reddetmek suretiyle, yalanları yok eden bilgi, empati ve açık kalplilikle Ermeni, Rum ve Süryani soykırımlarının inkârıyla ve hoşgörüsüzlükle savaşan ve 100 yıl boyunca bu topraklardaki tarihimiz olan kabusa uyanan vatandaşların içlerinde, yeni bir uyanış ve daha derin bir adalet bulunabilecektir.
Bugün, kendimi, çocukluğumun cininin yeniden omzumun üzerinde hayata dönebileceğine ve yarın için bir dilek dileyebileceğime dair ikna edebilseydim eğer, dünyadaki her çocuğun Hrant Dink isimli güzel insanın hikâyesini bilmelerini ve Hrant’ın barış ve samimiyet mesajını kalplerimize ekilmesini ve gerçek, adalet ve empati vasıtasıyla hakiki barışma yolunda bize yardım etmesini ve kılavuzluk yapmasını dilerdim. Dicle ve Fırat’ın anıları çok uzundur ve kalem her zaman kılıçtan daha keskin olacaktır.
N O T L A R
[1] ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 17 Ocak 2015’de Ankara’da (Türkiye), “Hrant, 1915 ve Adalet” başlığıyla düzenlen konferansa sunulan tebliğ… Türkçeleştiren: Pınar Ömeroğulları… Newroz Yıl:8, No:264, 2 Mart 2015…