Pazar Kasım 10, 2024

BE ZİMAN JÎYAN NA BE![1]

 

“Yaradılış gözyaşı vermiş bize,

acıma çılgınlığı vermiş,

İnsan artık dayanamaz gibiyse,

 üstelik

Ezgiler, sözler bağışlamış bana, yaramı

Bütün derinliğiyle dile getireyim diye;

Ve acıdan dili tutulunca insanın,

bir Tanrı

Çektiğimi anlatayım diye

bana dil vermiş.”[2]

 

Babam Boşnak kökenlidir. “Kökenlidir” diyorum, çünkü asimile olmuş, Türkleşmiş bir babanın evladı. Dedemin ailesi Balkan Savaşı’nın kargaşasında Mitroviçe’den göç edip İzmit dolaylarına yerleştiklerinde Boşnaklıklarını da sınırda bırakmışlar. Ne amcam ne de babam tek kelime Boşnakça bilmedikleri gibi, “Boşnak” tanımlamasını da hakaret sayarlardı… Dolayısıyla da, ağabeyimle benim kökenimizdeki bu Boşnak “damar”ını “keşfetmemiz”, babamın ölümünden sonraki kimi rastlantılara kalacaktı…

Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluşunu önceleyen yıllarda Balkanlar ve Kafkaslar’daki savaşlardan kaçarak dağılmakta olan Osmanlı’ya sığınan pek çok Çerkes, Gürcü, Tatar, Boşnak, Pomak, Arnavut vb. gibi tıpkı… Onlar da, savaşın acılarından kaçış olanağı sağlayan bir güvenli sığınak karşılığında anadilleri ve kimliklerinden feragat etmeyi yeğlemişlerdi.

Sığındıkları topraklarda biçimlenmekte olan yeni ulus-devlet ise, “Türk” sınırları dâhilinde kalan (ya da sonradan dâhil olan) nüfusun heterojenliğiyle nasıl baş edeceği sorunuyla karşı karşıyaydı: çareyi gayrımüslimleri çeşitli biçimlerde (soykırım, tenkil/ tehcir, mübadele…) tasfiye ederken, Müslümanları ise “Türk” olarak yeniden tanımlamakta buldu.

Ancak, ülke sınırlarına sonradan dâhil olanların bu yöndeki arzularına rağmen, onlar için dahi kolay bir süreç değildi bu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yolu, Türk Ocakları’nın İkinci Kurultay’ına (1925) katılan bir heyetin kendisini ziyaretinde, İsmet İnönü gösteriyordu: “(…) Milliyet yegâne vâsıta-i iltisâkımızdır. Diğer anâsır Türk ekseriyeti karşısında hâiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsâf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”[3]

Mustafa Kemal ise, 1930’da Adana’da yaptığı bir konuşmada konuyu çok “net” bir biçimde “bağlıyordu”: “Milliyetin çok açık vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Hâlbuki Adana'da Türkçe konuşmayan 20 binden fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gösterirse, gençler ve siyasi, içtimai bütün Türk kuruluşları bu durum karşısında duygusuz kalırlarsa, en aşağı yüzyıldan beri devam edegelen bu durum daha yüzlerce yıl devam edebilir. Bunun neticesi ne olur? Herhangi bir felaket günümüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimizde hareket edebilirler.”[4]

Mustafa Kemal’in “buyrultu”su gayet netti: resmî dil Türkçe konuşmayanlar, potansiyel düşmanlardı. Bunun için bir an önce anadillerini terk ederek Türkçe konuşur hâle getirilmeliydiler. Devlet’in bu alanda görevlendirdiği kurum da belliydi: Türk Ocakları.

Böylelikle Devlet kurumları ve devlet partisi CHF’nin teşkilâtının yanı sıra, başta Türk Ocakları (ve sonradan onun yerini alacak Halkevleri) olmak üzere, yarı-resmî dernekler “Ebedî Şef” ile “Millî Şef”in işaret ettiği “Türkleştirme/Türkçeleştirme” operasyonu için kolları sıvadılar. Kürtleri şimdilik bir kenara bırakacak olursak, Türklüğe dört elle sarılan, aydınları arasında namlı “Türkçüler”e yer veren Çerkes, Arnavut, Boşnak vb. unsurların kendi evlerinde, kendi mahallelerinde anadillerini kullanmaları bile “rahatsız edici bulunuyordu. İşte Türk Ocakları’nın 1926 tarihli Üçüncü Kurultayı tutanaklarından birkaç not:

- “Türkiye toprakları başka hissiyâtla meşbû ve başka lisanla görüşmekte ve bu suretle asabiyyet-i milliyemizi tahrik edenler için bir çiftlik, bir muhaberât mahalli değildir;” diyen Çal delegesi Dr. Şakir Turgut Bey, Kurultay’dan Türkçe’den başka bir dille konuşanların cezalandırılması yönünde bir yasa yapılmasını istiyordu.

- “Beşinci toplantıda (28 Nisan) Mesai Encümeni adına söz alan Van delegesi Ishak Refet (Işıtman), mesai programı ve şubelerden gelen faaliyet raporlarında göze çarpan en büyük eksikliğin, “Türk olmayan unsurların temsili (asimilasyonu) olduğunu söylüyor. “Türkiye’de Türkçe’den başka lisan kullananlar vardır. Bu hâl Şark vilayetlerinde şümûllü bir hâldedir. (…) Sonra Orta Anadolu’da yine böyle gayrı Türk anâsırlar vardır. Bunlar yarım asırı mütecaviz bir zamandan beri Türkiye’de bulundukları hâlde aralarında kendi anânelerini devam ettiriyorlar. Bundan başka yeni gelen muhacirlerimiz ki; onları Türk’tür diye alıyoruz. Hâlbuki bunlar da Türkçe’den başka lisan konuşuyorlar ve şehirlerde bugün ayrı ayrı mahalleleri vardır…”

- Ayaş delegesi Dr. Hüseyin Enver de, azınlıkların ‘temsili’ sorununu yalnızca Doğu Anadolu ile sınırlı olmayıp, Batı Anadolu’da da Türk-olmayan unsurlarla ilişkili önlemler alınması gerektiğini vurgulamakta, Osmanlı’dan beri uygulanan yanlış uygulamalar sonucu Kocaeli’de Çerkeslerin, Kütahya’da ise Boşnakların iskân edildikleri bölgeleri adeta bir ‘Bosna-Hersek’e dönüştürdüğünü belirtip hükümeti uyarmak gerektiğini savunmaktadır. Hüseyin Enver’e göre Türk Ocakları’nın birincil görevi reformların halka benimsetilmesidir. Temsil (asimilasyon) sorununda en önemli görev “harsî sermaye” oluşturmaktır.

- Trabzon delegesi Mustafa Reşit Bey, Karadeniz Bölgesi’nde bulunan Rum kültürel nüfuzunun özellikle kiliselerin varlığıyla sürdüğünü belirterek, ‘Trabzon vilayetinde -nazarı dikkatinizi celp ederim- üçyüz altmış kilise vardır. Bu üç yüz altmış kilisenin içinde ancak birkaç tanesi ibâdet içindir. (…) Rum yoktur. Her şey çıkmıştır, fakat gitmeyen ve duran kiliseler vardır. Adetler vardır,” demekte, Trabzon hudutları içinde doksan bin kişinin Rumca konuştuğunu açıklamaktadır. Mustafa Reşit bu arada Lâz sıfatının da gerektiğinden geniş kapsamlı kullanılmasını eleştirmektedir.

- İzzet Ulvi, “azınlıklar olarak kabul ettiği Çerkes, Boşnak vb. unsurların topluca yaşamalarının engellenmesini, hatta ulusal dillerini, giysilerini dahi kullanmalarına karşı çıkılmasını” talep etmektedir.

- Salihli delegesi Zahit Bey’in sözleri ise buram buram antisemitizm kokmakta. Zahit Bey, “Doğu Anadolu’da önemli bir sorun hâline gelen Kürtlüğe karşılık, Batı Anadolu’da Arnavutluk ve Yahudilik sorununun tehlikelerinden söz ederek, ‘Bu Yahudiler, biz İzmir’de ticaret ederken bizi soydular. Yunanlılara casusluk ettiler. Ve terk sırasında belki lazım olur diyerek bize hulûs göstermişlerdir ve bu suretle bir Yahudilik ihtiyatıyla bize de casusluk eder gibi göründüler. (….) Bu Yahudiler bugün Türk gençliğinin iktisab etmek istediği iktisadi vaziyete tamamiyle hâkim olmuştur.”

- İktisadî yapının ve özellikle ticarî kurumların ‘milliliği’ sorununu irdeleyen Mersin delegesi Nazım Bey ise, özellikle Güney Anadolu’da, Yahudi ve Fellahların iktisadî nüfuzunun arttığına işaret etmekte, çeşitli resmî dairelere, sokaklara asılan ‘Vatandaş Türkçe konuş’ biçimindeki levhalara, Türk Ocakları ve Ticaret-i Hariciye Müdüriyeti’nin işbirliğine karşın, Arapça konuşulmasının engellenemediğini belirtmektedir.[5]

Böyle bir “hâlet-i ruhiye” içinde, 1927’den itibaren, halkın da “Türk(çe)leştirme operasyonunda seferber edilmesini öngören “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasına “start” verilmiştir.[6]

 1930’dan itibarense (özellikle Kürt bölgelerinde) Türkçe dışında dillerin konuşulması yasaklanacak, konuşanlar ağır para ya da hapis cezalarıyla cezalandırılacaktır. Benzer bir kampanya da soyadların Türkleştirilmesi konusunda yürütülmüştür. Ve de daha sonra, yer adlarının[7]

“Türk kültürüne sadakati ve ‘Türkçe’yi anadili olarak konuşmayı’ merkezine alarak, özellikle gayri Türk Müslüman etnileri, bilhassa Kürtler ve Arapları hedef alan ve temelde bir asimilasyon yasası” olan İskan Kanunu (1934) ise, “Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun onlara verdiği her türlü hakları kullanmakta” olan unsurları “Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını” göstermektedir.

“Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada Devlet, hiçbir Türkün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez.”[8]

Geçici Komisyon raporu yasanın gerekçesini şöyle bildirmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti aynı ırkın kafa, gönül ve dil birliğine sahip çocukları olarak gördüğü Türkleri yüceltmeyi kendisine ülkü edinmiştir. Bu sebeple, Türk kültüründen uzak kalmış olanların bu kültürü benimsemeye zorlanmaları gerekmektedir.”[9]

* * *

Niyetim Cumhuriyet devletinin Türkçeleştirme ve bunun işaret ettiği asimilasyon siyasalarının bir tarihçesini vermek değil. Siz Kürtler bu tarihi etiğinizde kemiğinizde yaşadığınız için gayet yakından tanıyorsunuz. Bir kelime Türkçe bilmeden başladığınız ilkokullarda yediğiniz sopalardan, zindanda yatarken ziyaretinize gelen canlarınızla konuşmaya menedilişinizden, daha yaşlılarınızın sokakta telaffuz ettiği her bir Kürtçe sözcük için ödemek zorunda kaldığı para cezalarından tanıyorsunuz örneğin…

Yukarıdaki kronolojiyi, Türk devletinin dili bir “silah”, bir “cendere” olarak algıladığını göstermek için verdim. Bir “millîleştirme” silahı; farklılıkları bastıracak, homojen ve geçirimsiz bir ulusal (mono)kültürü şekillendirecek bir cendere… Üstelik de kurbanlarına bir “özgürleşme alanı” diye sunulan.

Nazilerin pek çok temerküz kampının girişinde, “Arbeit Macht Frei” yazdığı bilinir. “Çalışma Özgürleştirir…”

Pekiyi, 12 Eylül rejiminin 5 no.lu Diyarbakır zindanının girişinde ne yazıyordu? “Türkçe Konuş, Çok Konuş!”

Alman Nazileri tutsaklarını canlarını çıkartacak kadar çalıştırıp iliklerine-kemiklerine dek sömürerek “özgürleştirmekteydiler”, Türk muadilleri ise akıl almaz işkencelerle benliklerini teslim almaya çalıştıkları Kürt gençlerini ve onların Türkçe bilmeyen analarını resmî dilde konuşmaya zorlayarak… Kapitalizmin ve onun lanet çıktısı ulus-devletin ortak ve sefil “özgürlük” tanımının bu iki “düstur”dan daha çarpıcı bir ifadesi olabilir mi: Özgürlük, sermayeye ve (ulus-) devlete köleliktir… Sermaye ve devlet indinde özgürlük, farklı olma hâlinden vazgeçmek, bir üretim zincirinin çürüyene dek tektip bir işi yapacak bir halkası, tekil bir (resmî) dilin tektipleştirilmiş konuşmacısı olmaktır. “Her toplumda, dil toplumsal bilincin anahtarını elinde tutar. Dili kontrol edenler, toplumun manivelalarını da kontrol eder. Dilin kontrolü, kişinin dökümleyebileceği en güçlü kuvvettir. İktidarın insan aklını paslandırdığı umdesini kabul edecek olursak, dil üzerine kurulan yetke en iyi niyetlilerin dahi içindeki tiranı uyandırır ve onları, bu dönüşümün farkına varmaksızın ya da bu tür despotluğa karşı oluşlarına bakılmaksızın, toplumu boyunduruk altına almaya eğilimli despotlara dönüştürür,” diyor Aurun Shourie[10].

* * *

Dil gerçekten de muktedirlerin elinde bir kontrol aracı olagelmiştir: egemenliğin toplumun küçük bir kesiminin elinde yoğunlaştığı tüm toplumlarda. Kadim uygarlıkların tümünde dilin denetimi (yazı üzerindeki tekel aracılığıyla) ruhban ya da seküler, yönetici sınıfın elindedir. Sömürgeci ve emperyalist işgaller, kalıcı olabilmek için boyunduruk altına alınan halkların dillerine müdahalelerde bulunmuş, yerel seçkinleri yerli acentelerine dönüştürebilmek için başta dilsel olmak üzere bir dizi asimilasyon siyasasını devreye sokmuşlardır. Fransa’nın sömürgelerinde uyguladığı tektip(leştirici) eğitim sistemi, örneğin, Kuzey Afrika, Sahra-altı Afrika, Çin Hindi, Madagaskar ya da Dominikli çocuklara “atalarının sarışın, mavi gözlü Galyalılar” olduğunu belletiyordu - tabii Fransızca olarak…

Ulus-devletler sömürgeci siyasalarla “dış” topraklarına uyguladıklarını, “ulusalcı” siyasalar aracılığıyla “iç”eride de uygulamış, ulusal sınırları dâhilindeki etnik ve dilsel çeşitliliği baskılayarak resmî dil siyasaları, zorunlu tek-dilli eğitim, ulusal kitle iletişim araçları, kimi zaman da doğrudan yasaklamaları devreye sokarak kitlesel bellek ve dil yitimine neden olmuştur.

Böylelikle bilinen dünya dillerinin yaklaşık yarısı, son 500 yıl içerisinde yitip gitti. Bugüne kadar gelebilmiş olan yaklaşık 6700 dilin beş bininin ise, bir iki kuşak içerisinde yitip gideceği hesaplanıyor. 1950-1970 yılları arasında her yıl yaklaşık elli dil öldü; 1950’de hâlâ konuşulan dillerin yarısı da sadece doktora tezlerine konu olmak üzere hayatta kaldı. Bu “tükenme” süreci, bugün de bütün hızıyla sürmekte: yeryüzü, iki haftada bir dillerinden birini yitiriyor.

Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 96’sı yeryüzünde hâlen konuşulan 6.700 dilin yüzde 4’üyle iletişim kuruyor. Bir başka deyişle, dünyanın dilsel zenginliğini muhafaza edenler, dünya nüfusunun sadece yüzde dördü. Bunların çoğu ise, yeryüzünün marjinalleştirilmiş bölgelerine sıkışıp kalmış durumda, dev “modernleşme” dalgaları karşısında tutunmaya çalışan küçücük halk adacıklarından oluşuyor. Genç kuşakları ulusal eğitim sistemleri ya da ABD patentli tüketimcilik ideolojisi tarafından massedilip, “medeniyetin dilleri”ne doğru firar ederken, onlar bu insanlık hazinesini umutsuz bir inatla muhafaza ediyorlar.

Oysa “resmî” ya da “baskın” diller bir silah olarak kullanılmakla dilsel çeşitlilik yok edilirken, yeryüzünün kültürel çeşitliliği de imha edilmekte.

Çünkü her dil, taşıyıcısı ve konuşmacısı halk(lar)ın hem belleği, hem de güncel anlayışının çerçevesini oluşturur. Dil hem her bir halkın dünyayı özgül kavrayış tarzının yapılandırıcısı, hem de bu kavrayışın taşıyıcısı ve aktarıcısıdır. İnsan oğul ve kızları, sözcükler olmadığında kendilerine kaos olarak görünen doğal ve toplumsal dünyalarına dilleri aracılığıyla bir düzen dayatırlar. Northrop Frye’ın deyişiyle, “İnsanın kelimesi kaosumuzu düzenleyen güçtür.” Ve toplumlar tikel (doğal ve sosyal) dünyalarıyla girdikleri ilişkiler aracılığıyla/doğrultusunda birbirlerine benzeşir, birbirlerinden farklılaşırlar. Yani kültürün biçimlenişi/biçimlendiricisi olarak dil, farklı düşünsel evrenleri önümüze açan bir(er) kapıdır.

Örneğin denizle içli dışlı yaşayan Tahitililer yüzlerce balık tür ve çeşidini bir solukta sayabilir, dahası, insanları balık davranışları doğrultusunda sınıflandırabilirler… Kuzey Kutup bölgelerinde yaşayan Samiler (Laponlar) ise 0-6 ay, 6 ay-1 yaş, 1-1.5 yaş, 1.5-2 yaş, 2.-2.5 yaş. vb. erkek ve dişi rengeyiklerini ayrı adlarla adlandırır. Samiler rengeyiklerini ayrıca “donları”na, boynuzlarının biçimine, ayaklarına, huylarına göre de sınıflandırırlar. Yanı sıra, bizim kar deyip geçtiğimiz şey için de Samiler zengin bir terminolojinin sahibidirler: čahki, örneğin, “sert kartopu”nu, geardni “ince kar tabakası”nı; gaska-geardi, “kar tabakası”nı; gaska-skárta “sert kar tabakası”nı; goahpálat “karın yoğun yağıp şeylere yapıştığı kar fırtınası”nı; guoldu “rüzgârın şiddetli olmadığı ama yoğun kırağı yağdığında yerden yukarı doğru havalanan kar”ı vb. vb. tanımlar.[11] Ya da Mikronezya dillerinden Kiribati’de sayılar 66 farklı tarzda sınıflandırılabilmektedir. Veya Hopi dilinde zaman, Batı dillerinden çok farklı biçimde kavramsallaştırılmaktadır: tezahür eden ve tezahür olan. İlki duyumlar aracılığıyla deneyimlenen fiziksel evreni, geçmişi ve şimdiki zamanı içerirken, ikincisi ise akılda varolanı (biaztihi Kozmosu, aklı ve ‘gelecek zaman’ olarak tanımlanabilecek kipi) içerir…

Şu hâlde dil ne bir silah, ne de bir cendere olmak zorunda. Tam tersine, dilsel çeşitlilik, yeryüzündeki kültürel çeşitliliği sürdürmenin güvencesidir. Ve tabii ki paylaşmanın: “Farklı bir dil, farklı bir yaşam görüsüdür,” dediği üzere Federico Fellini’nin. Ya da “Yeni bir dili öğren, ruhunu yenile,” diyen Çek atasözünün dile getirdiği gibi…

* * *

O zaman gelin biraz da dilsel çeşitliliği güçlendirecek olası siyasalar üzerinde duralım. Yani çokdillilik siyasaları…

İzninizle bir itirazımı dile getirerek başlamak istiyorum bu konuya. Son zamanlarda üzerinde fazlaca düşünmeksizin sıkça bir önermeye başvuruyoruz: “Anadil haktır, engellenemez!” Sloganın gerisindeki niyet tartışılmayacak kertede iyi olsa da, kendisi yanlış.

Yanlış, çünkü kapitalizm, en azından kendini tanımladığı (ya da idealize ettiği) hâliyle bir “müzakere” rejimidir. Kapitalist devletin ayırt edici özelliği (en azından teorik olarak) (müzakere sonucu oluşmuş) bir “toplumsal sözleşme”nin ürünü olan bir düstura dayanmasıdır. Bir başka deyişle, kapitalizmin mantığı, “haklar”ın en ideal biçimini “toplu sözleşme” rejiminde ifadesini bulan bir müzakere süreci doğrultusunda toplumsal kesimler arasında dağıtıldığı bir rejimi ima eder.

Bu “öztanım”ın gerçekliği ne denli yansıttığı tartışması, konumuzun dışında. Benim itirazım, “anadil”in bir “hak” olarak müzakere masasına yatırılabilir bir “şey” olduğu algısına… Tıpkı, örneğin sekiz saatlik işgünü gibi, tıpkı hafta sonu tatili gibi, tıpkı kıdem tazminatı gibi, oy hakkı gibi…

Oysa kapitalizm deneyimlerinin tarihi hakların pekâlâ geri alınabildiğini gösteriyor bize.

Bu durumda anadil, bir “hak” değil, bir “hâl/oluş”tur. Soluk alıp vermek gibi - solumadan yaşayamazsınız; soluk almayı pazarlık konusu da yap(a)mazsınız. Yaşamak için soluk alır verirsiniz, işte o kadar…

Bugün dünyada (kimileri birkaç on kişi tarafından) beş bin kadar dil konuşuluyor. Oysa yeryüzündeki bağımsız devlet sayısı ise 200’ü geçmiyor. Şu hâlde, devletlerin hemen tümünün “çok-dilli” olduğu, bir vakı’adır. Ulusal sınırları dâhilinde ikinci, üçüncü… dillerin konuşulmadığı bir ülke, büyük olasılıkla yoktur; ancak bu durumla yüzleşmeye hazır olmayan pek çok devlet bulunuyor. Yeryüzü dilleri açısından en az çeşitliliği sergileyen Avrupa kıtasında dahi, 48 devlet 38 dili “resmî” kabul etmesine karşın, konuşulan dil sayısı 240’tır.[12]

Evet, yeryüzündeki devletlerin hemen tümü, fiilen çok-dillidir. “Çok-dilcilik” ise bunun resmen kabul edilmesi ve devletlerin bunun gereğini yerine getirmesidir; yani sınırları dâhilinde yaşayan kollektivitelerden bazılarının resmî dilden farklı bir dili konuştuğunu resmen kabul edip bu dillerin ulusal ya da yerel ölçekli olarak çeşitli alanlarda kullanılmasının önünü açmak: Bu tutum, sınırları dâhilinde konuşulan bütün dilleri “resmî dil” olarak tanıyan yeni Bolivya Anayasası’ndan,[13] dillerin yerel olarak “eğitim dili” kabul eden daha sınırlı yaklaşımlara dek çeşitlilik gösterebilmektedir.

Bir başka deyişle, “çok-dilliliğin” alabileceği biçim ve veçheler, çokyönlüdür: Devlet sınırları içinde konuşulan dillerin tümünün ya da bazılarının “resmî” sayılması; resmî sayılmamakla birlikte dilsel çeşitliliğin anayasal kabulü; bölgesel “resmî dil” ya da “çift-dillilik” uygulamaları; akademik kurumlarda dilsel çeşitliliğin tanınması ve araştırılarak geliştirilmesi yönünde çalışmalar yapılması; anadilde yayın özgürlüğü; tüm resmî kurumlarda yerel/bölgesel ya da ulusal düzlemde çiftdillilik-çokdillilik uygulanması; özgün yer isimlerinin korunması/kullanılması; anadilde eğitim…

Bu saydıklarım arasında hiç kuşku yok ki en önemli ve kritik olanı sonuncusudur, yani anadilde eğitim. Yaygın okur-yazarlığın damgasını taşıyan çağımızda bir dili bilmek, bir yönüyle onun yazılı formunu bilmek, bir başka yönüyle ise onu yaşamın tüm alanlarında kullanabilmek anlamını yüklenmektedir çünkü. Çağımızda diller “eğitim dili” olarak kullanıldıkları ölçüde çap ve kapsam olarak hayatiyet bulabilirler. Ve konuşmacılarına yaşam karşısında, onun sorunlarıyla başa çıkabilecek donanımı sağlar. Şu sıralar çok tartışılan “anadilde savunma” konusunu örnek verecek olursak, Kürtçe savunma yapabilmek -yalnızca evde konuşulan dille sınırlı kalmaksızın- Kürtçe hukuk bilgisini gerektirir… Tabii ki tarih, sosyoloji vb. bilgilerini de. Bir başka deyişle, Kürtçe’yi yalnızca gündelik yaşamda değil, teknik olarak da kullanabilmeyi gerektirir. Bunun için ise, ilkokula kadar evde konuşulan Kürtçe, ya da Kürtçe seçmeli dersleri izleyerek edinilmiş bir dil yeterli değildir. Anadilde eğitimle edinilebilecek bir melekedir.

Dahası, anadilde eğitim, bir dilin gelişme ve genleşmesinin de önkoşuludur: öğrenim süreci boyunca karşılaşılabilecek yeni kavramların anadilde karşılıklarını bulmak ve bilim dilinin gereksindiği standardizasyon, ancak anadilde eğitim ile karşılanabilir. Hasılı, günümüzde bir dil, hayatta kalmayı, konuşmacı sayısından bağımsız olarak, ancak eğitim dili olarak kullanıldığında başarabilecektir. Bir başka deyişle anadilde eğitim iki yönlü bir gelişmenin önkoşuludur: hem dilin hayatiyet ve kapsamının, hem de kullanıcılarının zihinsel yetilerinin gelişmesi.

Evet, çokdilliliğin temel bileşeni, anadilde eğitimdir; anadil öğrenimi değil. Günümüzde herhangi bir dilin yaşarlığının güvencesi, “eğitim dili” olarak kullanılmasıdır. “Eğitim dili” olmayan diller, yazılı kullanım alanlarının sınırlılığından ötürü, yeryüzünün matbaanın kullanıma girmesinden bu yana dönüştüğü “yazı dünyası”nda yerel diyalekt ya da diller arasında folklorik bir tema olarak varlıklarını belirli bir süre devam ettirebilirler belki; ama yaşamın tüm alanlarına nüfuz eden egemen diller karşısında bir süre sonra etkilerini ve dirençlerini yitirirler.

Bugün AKP iktidarının Kürtlere (“bireysel haklar” çerçevesinde) sunduğu “dil hakları”nın (Kürtçe konuşma, Kürtçe isim verme, Kürtçe yayın, Kürtçe öğrenimi ve nihayet son yasa değişikliğinde gündeme getirilen “ne deve ne kuş” cinsinden “anadilde savunma”) bu durumun bilincinde bir manipülasyon olduğu kanısındayım. AKP bu bilinçle, Kürtçe’yi (ve -Kur’an dili olduğu için Arapça’yı saymazsak- T.C. sınırları dâhilinde konuşulan “öteki” dillerden hiçbirini) eğitim dili olarak tanıma niyetinde değildir. Arapça’ya tanıdığı ayrıcalık dışında, bu açıdan kendini önceleyen iktidarlardan hiçbir farkı yoktur. AKP’nin öngördüğü “çokdillilik”, anadilde eğitim kalemini kapsamadıkça, bu coğrafyada Kürtçe konuşan yurttaşların da bulunduğu fiilî durumunun kabulünün ötesine geçemeyecek, günümüzde bir dilin yaşarlığının önkoşulu olan “bilimsel okur-yazarlığı” dışladığı ölçüde, Kürtçe’nin egemen dil(ler) karşısındaki yaşam şansını sıfırlayacaktır. [Bu bağlamda vurgulamalı: Bülent Arınç’ın bu yılın başında sarf ettiği “Kürtçe medeniyet dili değildir”[14] sözleri aba altında “ve olmasına izin de vermeyeceğiz!” imasıyla yüklüdür.]

* * *

Sözlerimi “Kürtçe öğrenimi”ne yine de karşı olmadığımı vurgulayarak tamamlamak istiyorum. “Anadili Kürtçe olanlar” için değil ama, “anadili Türkçe olanlar” için zorunlu Kürtçe öğreniminin, yani bu topraklarda yan yana yaşayan halkların mensuplarının birbirlerinin dilinden ve hâlinden anlamasının, TC devletinin ve kendini “Türk” olarak tanımlayanların büyük bölümünün “Türk-Kürt kardeşliği”nden anladığı “büyük ağabey” pozisyonundan vazgeçtiği gerçek bir kardeşleşmenin önünü açacağını düşünüyorum.

Bu ülkede yaşayanların İngilizce, Fransızca vb. yerine, belki de onların yanı sıra, birbirlerinin dilini öğrenmesi, yani hepimizin Kürtçe, Lazca, Boşnakça, Çerkesce vb. konuşabilmemiz, gerçek, eşitlikçi ve gönüllü bir kardeşleşmenin ön şartıdır…

 

27 Kasım 2012 09:25:12, Ankara.

 

N O T L A R

[1] “Dilsiz Yaşam Olmaz” 15 Aralık 2012 tarihinde Cizre Eğitim-Sen’in düzenlediği söyleşide yapılan konuşma… Esmer, No:76, Ocak-Şubat 2013…

[2] Goethe

[3] Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931) İstanbul: İletişim Yayınları, 2004 (1997), s.173.

[4] Çağla Kubilay, “Türkiye’de Anadillere Yönelik Düzenlemeler ve Kamusal Alan: Anadil ve Resmi Dil Eşitlemesinin Kırılması”, İletişim Araştırmaları, 2004, No:2, s.55-86.

[5] Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931) İstanbul: İletişim Yayınları, 2004 (1997), s.186-194-197-198-199-200-202.

[6] “Azınlıkların Türkleştirilmesi politikasının bir aracı olan bu kampanya Fransızca-İspanyolca konuşmayı sürdüren Yahudilere yönelik olarak başlamıştır. 1930’lar boyunca da aralıklarla sürdürülen bu kampanya, kamusal mekânlara tabelalar asılması yoluyla Türkçe dışında konuşulmasını engellemek ve azınlıkların Türkçe’yi öğrenmelerini sağlamaya yöneliktir.” (Kubilay 2004)

[7] Yer adlarının Türkçeleştirilmesi girişimi ilk kez 1925’te İl Genel Meclisi (Meclis-i Umumiye-i Vilayet) kararıyla Artvin’de başladı. Ancak ad değiştirmeler, 1940’da İçişleri Bakanlığı genelgesiyle resmilik kazanacak, İkinci Dünya Savaşı sırasında yavaşlayan işlemler, 1949 tarih 5442 sayılı İl İdaresi Yasası ile yeniden gündeme getirilecek, 1957’de “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” tesis edilmiştir. Kurul, çalışmalarına son verilen 1978 tarihine kadar 28 bin kadar yerleşim, 2000 kadar da doğal oluşumun (akarsu, göl, dağ vb.) adını değiştirmiştir. Kurul 12 Eylül sonrasında yeniden canlandırılacaktır (1983). Kurul çalışmaları sonucu, Türkiye’deki köylerin yüzde 35 kadarının adlarının değiştirildiği hesaplanmıştır. Söylemeye gerek var mı, bunların büyük bölümü, Kürtçe adlardır! (Harun Tunçel, “Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler”, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, 2000, c. 10, sayı 2, s.27)

[8] Kanunu hazırlayan geçici komisyon raporundan. Aktaran: Ahmet Yıldız. [2001] 2007. “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938). (İstanbul: İletişim Yay., s.248-253.)

[9] Yıldız, a.y.

[10] http://lifeandsomething.blogspot.com/2009/04/aphorism-language.html

[11] Ole Henrik Magga, “Diversity in Saami terminology for reindeer and snow”, http://www.arcticlanguages.com/ papers/Magga_Reindeer_and_Snow.pdf

[12] Durk Gorter vd., “Benefits of linguistic diversity and multilingualism”, Sustainable Development in a Diverse World, Position Paper of Research Task 1.2., s.8.

[13] “Devletin resmi dilleri; İspanyolca ile yerli köylü uluslar ve halkların Aymara, Araona, Baure, Bésiro, Canichana, Cavineño, Cayubaba, Chácobo, Chimán, Ese Ejja, Guaraní, Guarasu’we, Guarayu, Itonama, Leco, Machajuyai-kallawaya, Machineri, Maropa, Mojeñotrinitario, Mojeño-ignaciano, Moré, Mosetén, Movima, Pacawara, Puquina, Quechua, Sirionó, Tacana, Tapiete, Toromona, Uru-chipaya, Weenhayek, Yaminawa, Yuki, Yuracaré ve Zamuco dillerini içeren bütün dilleridir.” (Bolivya Anayasası 5.1.) Bolivya’da “resmî dil” kabul edilen yerli dillerinden bazılarının konuşmacı sayısı iki elin parmaklarını geçmemektedir.

[14] 3 Şubat 2012, CNN Türk’teki söyleşi.

105048

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun