Salı Eylül 24, 2024

Devrimin objektif ve subjektif koşulları üzerine kısa bir değini

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu uluslararası müzmin kriz varlığını devam ettiriyor. İstikrarlı sürece bir türlü giremeyen bu ülkelerin finans kapitali, krizin faturasını kendi ülke proletaryasına ve bağımlı ülke halklarına çıkarıyor.

Nitekim çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı da bu külfetten payını aldı. Bunun sonucu 20 Temmuz OHAL darbesiyle uygulamaya konan siyasi, ekonomik ve sosyal baskı ve yaptırımlar daha katmerli boyutlara tırmandırılmıştır. OHAL ilanıyla parlamentoyu iyice işlevsiz kılan ve faşist kararnamelerle ülkeyi yöneten cumhurbaşkanı liderliğindeki devlet erki, tamamen kontrolden çıkmış, baskı ve saldırı unsuru doruğa çıkarılmıştır. Ama bu durum aynı zamanda sınıf mücadelesinin objektif (nesnel) koşullarının daha ivme kazanması demektir... Mevcut konjonktürde objektif duruma kıyasla zayıf olan subjektif (öznel) durumun lehine yeni bir sürece girilmesi demektir...

Objektif Koşullar

İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktür sınıf çelişkilerinin ve siyasi baskıların giderek üst düzeylere tırmandığı bir sürece tekabül ediyor. Öyle ki, emperyalist ülkelerde ve ekonomik olarak ilhak ettiği ve siyasi olarak bağımlı kıldığı yarı-sömürge ülkelerde sömürü, baskı ve tahakküm doruğa çıkmıştır. Bu durum uluslararası düzeyde mevcut toplumların objektif koşullarını daha olgunlaştırmıştır. Objektif koşullar, tarihsel olarak bir toplumun istek ve irade dışı varoluş yasalarıyla oluşmuş halidir. Bu durum, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin bileşiminden oluşan üretim tarzının kendi iç yapısındaki durumun dışa vurumudur. Üretim tarzında, üretici güçler geliştikçe, ilk başlarda üretim ilişkileriyle olan uyum, yerini uyumsuzluğa bırakır. Üretici güçler, toplumun tarihsel evriminde üretimin ilerici, devrimci yanını oluştururken; üretim ilişkileri engel teşkil eden, muhafazakar, gerici yanını oluşturur. Ve bu uyumsuzluk ve çelişki giderek gelişir ve keskinleşir. Bu tezat durum geliştikçe ve giderek öne çıktığında sınıf mücadelesinin objektif koşulları oluşur ve giderek ivme kazanır. Bu da toplumun çelişkilerini giderek geliştirir.

Tarihsel materyalizme göre oluşan objektif durum her toplumun üretim tarzına göre oluşmuştur.  İlkel komünal toplumda da objektif durum oluşmuştur. Ama bu toplumda sınıflar olmadığı için o toplumun üretim tarzındaki objektif koşullar -sınıf mücadelesi dışında- üretici güçlerin gelişmesine karşın, giderek köhneyen ve miadını tamamlayan üretim ilişkisinin engel teşkil etmesi sonucu oluşan nesnel durumdur. Sonraki toplumlarda üretim tarzı, sınıfları ve sınıf mücadelesini oluşturur. Dolayısıyla oluşan objektif durum sınıflara ve sınıf çelişkilerine tekabül eder. Bunun sonucu köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumların objektif koşulları nitel olarak birbirinden farklılık içerir.

Emperyalizm ve proleter devrimlerçağında da, üretici güçler geliştikçe, muhafaza edilen gerici sistemin mülkiyet biçimi, oluşan çelişkiyi keskin boyutlara tırmandırmıştır. Bundan dolayı sınıf mücadelesinin ve devrimin objektif koşulları iyice olgunlaşmıştır. Dolayısıyla bu nesnel gerçeklik reddedilemez. Ve sınıf mücadelesinde bu nesnel durumdan kopuk hareket edilemez. Toplumdaki her insan ezen veya ezilen sınıfa mensuptur. Dolayısıyla insanlar toplumsal yapıdan kopuk, sınıflar üstü bir iradeyle hareket edemezler. Tersine mensup oldukları sınıfın maddi varoluş yasalarına göre hareket ederler.

Nitekim Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya, Çin, Rusya gibi emperyalist ülkelerde sistemin çelişkileri giderek gelişmektedir. Üretici güçlerin iyice gelişerek mevcut konjonktürde en üst düzeye çıkmasına karşın, üretim ilişkilerinin (üretim araçlarının mülkiyet biçiminin) muhafaza edilmesi, uluslararası düzeyde mevcut çelişkileri en üst düzeye tırmandırmıştır. Bunun sonucu üretimde merkezileşmenin ve toplumsallaşmanın kapitalizm-emperyalizm tarihinde doruğa çıkması ve beraberinde meta sermayenin üretildiği oranda pazarlarda tümden tüketilemeyip para sermayeye dönüşmemesi, aşırı üretim ve mali krizi müzmin boyutlara tırmandırmıştır. Üretim tarzının neden olduğu bu mevcut durum sonucu sınıfsal, sosyal ve siyasal çelişkilerin daha gelişmesiyle, bu ülkelerde objektif durum daha olgunlaşıyor.

Diğer bağımlı ülkeler gibi Türkiye açısından da bu durum geçerlidir. Sistemin ürettiği çelişkiler ve sorunlar giderek artıyor. Sınıf çelişkileri, Kürt ulusunu hedef alan baskı ve saldırılar, siyasal baskılar, ekonomik ve sosyal yaptırımlar, artan işsizlik vb. baskı ve tahakküm artmıştır. Mevcut bu durum sonucu AKP/Saray erki kontrolden iyice çıkmış daha saldırgan bir hal almıştır.

Öyle ki, 20 Temmuz darbesiyle AKP/Saray kliği ilan ettiği OHAL üzerinden emekçilere, Kürtlere, devrimci, demokrat kesimlere saldırılarını katbekat artırmıştır. Nitekim 200 bin kişi işten çıkarılmış, on binlerce kişi tutuklanmış, hapishanelere konmuştur. Beraberinde Kürt ulusuna yönelik ulusal baskı ve katliamlar da aynı boyutlarda ivme kazanmıştır. OHAL öncesi Silvan, Sur, Silopi, Cizre, Nusaybin, Batman ve diğer il ve ilçelere yapılan saldırılar ile evleri-barkları yakılıp-yıkılan Kürtler üzerindeki katmerli saldırılar, OHAL ile tırmandırıldı. HDP’li belediye başkanlarının hemen hemen hepsi görevden alınmış, cezaevlerine konularak, yerlerine kayyum atamaları yapılmıştır. 500’ün üzerinde HDP üyesi ve HDP eş başkanlarıyla beraber 12 vekil tutuklanmıştır. Tüm bunlar HDP/Saray erki tarafından yargıya gönderilen fezlekeler üzerinden yapılmıştır.

Anayasa’nın 138. maddesini kendileri ihlal etmiştir. İşçi grevleri yasaklanmış, KHK ile işten çıkarıldıkları için açlık grevine giden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça tutuklanmıştır. 1400’ü aşkın dernek, vakıf gibi kuruluşlar ile 20’den fazla televizyon, radyo kapatılmıştır. İşçilerin kıdem tazminatı hakkının kaldırılması kararı alınmış, ama, tepki sonucu şimdilik geri çekilmiştir. Tüm bunlar OHAL döneminde KHK (Kanun Hükmü Kararnameler) üzerinden yürütülmektedir.

Bu katmerli baskı ve saldırılara karşın AKP ve R.T. Erdoğan yönetimi kitleler nezdinde iyice teşhir olmuştur. Baskı, sömürü, hile, entrika, şaibe, yolsuzluk almış başını gidiyor. Artık AKP/Saray çığırından iyice çıkmış, kitlelerin gözünde iyice teşhir olmuştur. Referandumdaki hile ve entrika mevcut yönetimin gerçek yüzünü iyice deşifre etmiş, halkın ileri kesimlerinin gözünde meşruiyetlerini yitirmişlerdir. Bunun sonucu seçimler öncesi ve sonrası artan baskılara karşın kitlelerin tepki ve öfkesi sindirilememiştir. İlan edilen OHAL ve çıkarılan kararnamelere rağmen emekçi ve ezilen kesimler, muhalif hareketler tepkilerini ve öfkelerini dışa vurmuşlardır.  Ülkemizdeki ezen ve ezilenler arasındaki çelişkinin iyice ayyuka çıkması, devrimin ve sınıf mücadelesinin objektif (nesnel) koşullarını daha olgunlaştırmıştır.

Subjektif Koşullar

Ezilen sınıf ve katmanların sömürü ve baskıya karşı tepki göstermeleri gayet doğaldır. Bu sınıf mücadelesinin sonucudur. İçinde bulunduğumuz çağda sınıf çelişkileri inişler-çıkışlar gösterse de evrensel olarak tüm ülkelerde varlığını devam ettirmiştir. Bunun sonucu işçi sınıfı ve tüm emekçi katmanların yürüyüş, miting, grev, gösteri vb. türden eylem yapmaları çelişki yasasının ürünüdür. Bu eylemler sendika, dernek, kooperatif vb. kurumlar üzerinden yapılabilir ya da kitlelerin kendiliğinden eylemleri olabilir. Bu eylemlerin haklı ve meşru talepleri vardır. Ve demokratik muhteva taşır. Sistemin sömürü ve baskı mekanizması ezen-ezilen çelişkisine nesnel zemin oluşturur. Ancak sorunları, çelişkileri, baskıyı ve zulmü yaratan düzeni ve kökenini hedef almayan düzen içi hareketlerdir. Çünkü bu tür hareketler, eylemler haklı talep ve isteklerine karşın, konumları nedeniyle sistemin temellerini bağrında barındıran üretim tarzını ve üst yapısını pratikte hedef almazlar. Sistem içinde kalan, düzen talepleriyle faaliyet yürüten hareketlerdir.

Dolayısıyla bu eylemler ve bu minvaldeki hareketler mevcut sistemi ve tüm kurumlarını hedef alan örgütlenme ve mücadeleden kopuktur. Ancak bu, ekonomik, demokratik, sosyal taleplerle oluşan bu tarz örgütlenmeye ve harekete ihtiyaç olmadığı anlamına gelmez. Bu örgütler, demokratik ve sosyal hakların mücadelesini verirler. Lakin bu kitle örgütler objektif sürece doğrudan müdahale eden devrim hareketleri değildir. Var olan boşluk ancak subjektif-öznel gücün oluşturulmasıyla doldurulur. 

Subjektif, yani öznel koşulların oluşturulması işçi sınıfı ve tüm ezilen yığınların örgütlenmesini devrim teorisiyle üstlenmektir. Bunun sonucu teori, devrim programı, irade birliği ve devrim perspektifiyle hareket eden subjektif (öznel) güç oluşturulur.  Daha açık bir deyimle, var olan objektif koşullara müdahale eden subjektif gücün inşa edilmesi ve emekçi kesimlerin devrim şiarıyla seferber edilmesidir. Yığınların devrim güzergahında sevk ve idare edilmesi ve yönlendirilmesidir, Bu öznel güç de sınıf bilinçli proleterya partisinin öncü müfrezesinin örgütlenmesiyle ve sosyal pratiğe müdahale rolünü üstlenmesiyle mümkündür.

Subjektif güç, oluştuğunda ve giderek geliştiğinde ve önderlik misyonunu daha etkin olarak oynadığında gelişen objektif duruma müdahale edebilir. Aksi takdirde subjektif güç oluşmadan objektif koşulların bağrından kendiliğinden devrim çıkması söz konusu olmaz. Objektif koşullar istediği kadar gelişsin devrim programına sahip örgütlenme zorunludur. Önderlik rolü de devrimin öncü müfrezesi parti ile yerine getirilir. Bu konuya ısrarla değinen Lenin şöyle der: “Şimdi sadece, öncü savaşçı rolünü ancak öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Lenin, Cilt 2, s. 56)

“Öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin”(abç) olmadığı zaman, objektif koşullara müdahale edilemez, eskinin bağrından yeni sistem çıkarılamaz. Objektif koşulların ve devrimci durumun en olgun olduğu anlarda bile, kitleler meydanlara çıksa da, öncü müfreze ve devrim teorisi oluşmamışsa ya da kitlelerle henüz kucaklaşmamışsa, yığınlar devrim fırsatını kaçırır.

Sorun devrim teorisinin oluşturulması ve ezilen, sömürülen kitlelere mal edilmesidir. Marks’ın deyimiyle; ancak o zaman “Teori, yığınları kucakladığı zaman maddi bir güç halini alır.” Görüldüğü gibi, sorun salt teorinin oluşturulması değil; beraberinde yığınları kucaklama sorunudur.

Bunda kitlelerin bilinç düzeyi, öncü müfreze önderliğinde örgütlenme, saflarında yer alma ihtiyacını hissetmelerinin de rolü vardır. Aksi takdirde kitleler subjektif olarak örgütlenmeye hazır olamaz ve kolektif yapı içerisinde yeterince yer almazlar. Dolayısıyla sorun öncü müfrezenin ve teorinin oluşturulmasıyla bitmiyor. Beraberinde kitlelerin öncü müfrezeye ve teorisine inanmaları da gerekiyor. Bunda, kitlelerin edindiği deney ve tecrübenin de rolü vardır. Yığınların deney ve tecrübesiyle beraber, öncü yapının gerçek yapıya uygun önderlik rolünü oynaması, emekçi yığınları kucaklayan bir öncü harekete dönüştürür. 

Ülkemizdeki somut duruma bakıldığında günümüzde objektif koşulların daha olgunlaşmasına karşın, subjektif koşulların aynı düzeyde geliştirilemediği gerçeği görülmelidir. Bunda ülke devrimini üstlenen yapının, olması gereken yerin gerisinde kaldığı görülmeli ve nedenleri üzerine gidilmelidir. Elbette ki programa ve mücadele tarihimize, olumlu yanlarımıza sahip çıkılmalıdır. Ama sahip çıkılan teori ve programla yanlışların üzerine gidilmeli, mahkum edilmeli ve kolektif yapının önü açılmalıdır. Önderlik misyonunu üstlenen hareket bunda kendi payını görebilmeli ve hatalarının üzerine gidebilmelidir. Mevcut durumda kendi iç yapısından çıkan tasfiyeci, benmerkezci, dogmatik çizginin üzerine gitmeli ve bertaraf etmelidir. Ancak o zaman önü açılacak ve yer aldığı minvalde güçlenerek ilerleyecektir. Öznel güç, objektif sürece o zaman müdahale edecektir.

Yukarıda belirtildiği gibi objektif durum son dönemlerde daha olgunlaşmıştır. Alt ve üst yapısıyla kitleler çürüyen, pörsüyen sistemin yüzünü daha iyi görüyorlar. Bunun sonucu Kürdistan’daki mücadeleyle beraber, son yıllarda batı illerinde yığınların mücadelesi TEKEL direnişinde, Gezi İsyanı’nda, seçimler öncesi ve sonrası eylemlerde giderek öne çıktı. Hakim sınıflar arasındaki iktidar kavgasının sonucu CHP’nin başlattığı Ankara-İstanbul yürüyüşünde de kitleler, CHP’ye rağmen aslında bu tepkilerini gösterdiler. Elbette ki CHP’nin öncülüğü tasvip edilmez. Ama diğer yandan kitleler bu düzen partisine de teslim edilmemelidir. Bu ve benzeri eylemler içerisinde yer alarak kitlelerin ileri kesimleriyle bağ kurmalı ve subjektif koşulları geliştirmelidirler. 

Şu anki objektif süreç bunu emrediyor... Şu anki öznel sürecin yüklediği asli görev de budur...

41336

Tanktan duvar(lar)ı yıkan 15-16 Haziran'ın hatırlattığı (1)

“Beklenmedik olanı beklemedikçe, onu bulamayacaksın.”[2]

Turgut Uyar’ın, “Bizim haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya/ /Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda/ Akıtılan ve akıp gelen kanlarda/ Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca/ Eller temizlenecektir/ Bir tören olacaktır/ Ölülerimiz toplanacaktır,” dizelerinde betimlenen 15-16 Haziran başkaldırısı, tarihimizin büyük işçi isyanı olarak anılmaya değer devrimci praksisidir...

IŞİD ve İslamcı ''Feministler

“Cehennem boş. Tüm şeytanlar burada... Hiç kimse duymak istemeyenbiri kadar sağır olamaz.”[1]

Haberiniz var, değil mi, El Kaide’den doğma, AKP beslemesi uluslararası Sünnî-İslâmcı örgüt Irak Şam İslâm Devleti (IŞİD), bir aya yakın bir süredir Irak’ta Musul ve çevresini kasıp kavuruyor. 

"Deniz" olmalıydım.../ Deniz Gülünay

Hasan Gülünay bu ülkede sayısı bile tam olarak tespit edilemeyen "kayıplardan" biri. İşe gitmek üzere İstanbul Tarabya’daki evinden ayrıldığı 20 Temmuz 1992 sabahından bu yana kendisinden haber yok.

Yine Bir Seçim Oyunu

"Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa, yani eğer bir cumhuriyet, bizim parti programımızda ve sovyet anayasasında söylenen her şeyi gerçekleştirmiyor ise, o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi için bir makinedir.

Sînor u Mirin (Sınır ve Ölüm)

T.C beslemesi IŞİD çetesinin Kobane’ye yönelik saldırıları hız kesmeden sürerken bizler de Kürdistan Hukukçular Derneği olarak çeşitli emperyalist güçlerinin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme çabasının bir sonucu olarak TC-KDP işbirliğinin etkisiyle Rojava’da her gün yeni katliamlara imza atan bu paravan örgütün sınır bölgelerinde halka yaptığı zulmü yerinde görmek ve yaşananları bir de bölgedeki insanların dilinden dinlemek için Urfa’nın Birecik ilçesinde bulunan çadır alanını ve sınır köylerini ziyaret etme kararı aldık.

Biz Hayatı Öğretiyoruz, Bayım! (Rafeef Ziadah)

Kendisine “Çocuklarınıza nefret etmeyi öğretmeyi bırakırsanız, her şeyin düzeleceğini düşünmüyor musunuz?” diye sorulması üzerine Rafeef Ziadah ‘nin yazdığı şiir :

We Teach Life, Sir! ( Biz Hayatı Öğretiyoruz, Bayım! )

Bugün, bedenim TV’de yayınlanmış bir katliamdı.
Bugün, bedenim demeçlere ve kelime sınırlarına
sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı.
Bugün bedenim, ölçülü cevaplara karşı istatistikle dolmuş demeçlere ve kelime sınırlarına sığmak zorunda olan, TV’de yayınlanmış bir katliamdı.

Ilımlı İslam projesi ve İhvan mesajı

İslam dininin iktidar, devlet ve siyasetle ilişkisi dini, siyasi ve sosyal çevrelerin, egemen güçlerin sürekli gündeminde olmuştur. Bu ilgi “yakın tarih” diyebileceğimiz zaman dilimi içinde oldukça artmıştır. Siyasal İslam olgusu toplumsal yaşam içerisinde daha çok yer almaya başladıkça ilginin dozajı da yükselmiştir. Son olarak Mısır’da İhvan hareketinin darbeyle dağıtılması, üyeleri hakkında alınan idam kararları bu gerçekliğin bir yansımasıdır. “Siyasal İslam”ın yani siyaset ve din/İslam kavramlarının biraradalığını bu dinin ortaya çıkış yıllarına kadar götürmek mümkündür.

40. Yıl'ında Kıbrıs işgal altında esirlere ne oldu?

Kıbrıs,Sicilya ve Sardanya'dan sonra Akdeniz'in üçüncü büyük adasıdır.Bulunduğu coğrafi konumu itibariyle önemli bir yere sahiptir.Tarihten günümüze sayısız işgallere ve savaşların yaşandığı Kıbrıs'ta stratejik konumu,Ortadoğu'ya açılan pencere,her türlü müdahale için harekete geçebilme açısından önemlidir.

Unutul(a)mayan ölümsüz sesler [*]

“Yavaş yavaş ölürler;okumayanlar,müzik dinlemeyenler,vicdanlarında hoşgörüyübarındıramayanlar.”[1]

Mirabeau’nun, “Bırakın, müzikle öleyim,” dediği o muhteşem şey için Unamuno, “Aşkın duygusal anlatımı müziktir”; W.Shakespeare, “İnsanın iç dünyası müzikle beslenir”; Björk, “Müzik, dinleyeni ve dinleteni öngörülmez kılar”; Esma Redzepova, “Müzik fakirlerin tek lüksüdür”; Miguel de Cervantes, “Müziğin olduğu yerde kötülük olmaz”; Emil Zeig, “Müzik, duygularımızın en açık dilidir”; Cemal Süreya, “Ayrılık acısıdır her müzik,” notunu düşerler…

12 Eylül yargılandı... mı?

“Eğer biz imkânsızı yapmazsak,olanaksız ile karşı karşıya kalacağız.”[1]

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye 12 Eylül darbesi aktörlerini “yargıladı”, “mahkûm etti”, hatta mahkeme darbeci generallerin “rütbelerinin sökülmesine” hükmetti…

Böylece, onyıllar sonra da olsa, “adalet yerini bulmuş”, ülke “darbe geçmişiyle hesaplaşmış”, ve bu yolla da “demokratikleşme yolunda çok önemli bir adım atılmış” ve hatta (galiba) “ileri demokrasi”ye geçilmişti…… mi?

Pontos bir ülkedir ve sahte aydinlar bu gerçegi degistiremez /Tamer Çilingir

Eline silah verilip, Hrant Dink’i katleden kişi, kendisinin Türk olduğunu ve Türklüğe zarar veren herşeyin düşmanı olduğunu söylüyordu. Peki ‘‘Türkiye‘‘ diye adlandırılan devletin sınırları içinde neden ‘‘en Türk‘‘ o idi?

Ya da aynı gerekçeyle Trabzon’daki Santa Maria Aziz Meryem Katolik Kilisesi’nin papazı Andrea Santoro’yu  2006’da öldüren 16 yaşındaki çocuk nasıl bir ruh hali içindeydi? Neden onca Türk milliyetçisi olmasına rağmen ‘‘Türklük‘‘ adına ‘‘vatan‘‘ için Trabzonlu bu çocuk cinayet işliyordu?

Sayfalar