Ekonomi ve siyaset
Siyaset mi ekonomiyi belirler, ekonomi mi siyaseti belirler, hep tartışılır olmuştur. Burjuva düşünce sahipleri, siyasetin ekonomiyi belirlediğini ileri sürerken, Marksist-Leninist-Maoist (komünist) düşünce sahipleri, ekonominin siyaseti belirlediğini savuna gelmişlerdir. Doğru olanda bu son yaklaşımdır.
Siyaset bir üst yapı kurumudur. Onu belirleyen, ortaya çıkaran ve ona geniş bir eylem alanı sunan ekonominin kendisidir, yani toplumsal ekonomik alt yapıdır. Toplumsal ekonomik alt yapıdan bağımsız siyaset yürütmenin olasılığı esasta olamaz. Siyaset ekonominin üzerinde yürür ve belirleyici olanda ekonomidir. Siyaset ekonomiye etki eder mi, elbette eder, ama, o ekonominin yanında ikincildir.
Burjuva siyaset arenasında, genelde siyaset kişilere bağlanır. Bu aslında, burjuva ideolojisinin temel sorunları gizleme ve kitleleri aldatma siyasetinden kaynaklıdır. Onun için kahramanlar vardır ve işleri tek tek kahramanlar yürütür.
Örneğin, her ABD başkanı değiştiğinde, siyasetinde değişeceğini ve ABD siyasetini yeni seçilen başkanın keyfi isteklerine bağlı olduklarını ileri sürerler. Oysa hiçte böyle değildir. ABD siyasetini, ABD ekonomisine egemen tekeller belirler. Siyaset onların çıkarları doğrultusunda yürür ve yürütütlür. Bu hem dış siyaset hem de iç siyaset için geçerlidir. Başkanların değişmesi ve değişen başkanlara göre siyaset yürütülmesi, başkanların kişisel durumlarından değil, onları seçen ve seçtiren ekonomiye egemen güçlerden kaynaklıdır. ABD ya da herhangi bir ülkede başkan ya da burjuva lider siyasetçilerin belirleyicilği oldukça sınırlıdır. Onlar bağlı oldukları ekonomik güçlere göre hareket ederler ve onların sınıfsal çıkarlarını savunur ve korurlar.
Putin Rusya’nın başına geldiğinde, sanki belirleyici olan bu kişi gibi algı yaratılmış ve yaratılmaya devam ediyor. Oysa, Putin’i seçen ve seçtiren Rus emperyalist burjuvazisidir. Onların sınıfsal çıkarlarını en iyi koruyan ve korumasına inandıkları Putin olduğu için, tekrar tekrar başa getirilmiştir.
Almanya’da uzun yıllardır Merkel vardır. Daha önce Kohl vardı ve bunlar, Alman burjuvazisinin çıkarlarını iyi temsil ettikleri için bu kadar süre başta kalabilmişlerdir. Bunlara düşen bir görevde kitleleri peşlerinden sürüklemesini bilmeleridir.
Burjuva siysetçilere iki görev düşer. Biri burjuvazinin ekonomik ve siyasi (genel anlamda sınıfsal) çıkarlarını en iyi şekilde korumak ve bu doğrultuda kitleleri etkilemek, bu çıkarların kitlelerin çıkarı olduğuna ikna etmektir. Yani, geniş yığınları burjuva siyaseti etrafında oyalayabilmek, tutabilmek ve düzenin yürütülmesini başarabilmektir.
Burjuva siyasetçilerini kitleler belirlemez. Burjuvazinin kendisi belirler. Burjuvazi bir bütün olmadığı için, içinde farklı çıkar grupları olduğundan liderlik konusunda, yani siyasal temsilcilik konusunda aralarında farklılıklar çıkar. Bu siyasete yansır. Almanya ya da ABD’de genelde iki parti güçlüdür. Biri “demokrat” görünümlü Sosyal Demokrat Parti diğeri ise “sağ” görünümlü Hiristiyan Demokrat Parti. ABD de ise Cumhuriyetçi Parti ve Demokratik Parti vardır. Bunlar arasındaki siyaset farkı, kendi sınıfsal çıkarlarlarıyla, sömürüden daha fazla pay alama ile doğrudan ilişkilidir.
Erdoğan ve Siyaset
Ülkemizde de AKP, esas olarak da Erdoğan ele alındığında, bu kişi her şeyi tek başına belirleyen ve ülkeyi kendi kişisel çıkarları doğrultusunda yöneten bir olarak öne çıkarılmaktadır. Aynı, Batılı burjuvazinin Putin (ve Trump için de) yaptığı propaganda, “Erdoğan’da diktatör”. Yani, “ülkeyi kendi egosunu tatmin için yönetiyor”. Bunlar, gerçeği gizleyen tipik burjuva siyasal argümanları ve kitleleri yanıltma siyasi bezirganlığıdır.
Oysa, Erdoğan ya da daha önceki askeri cuntalar tek başlarına ülke yöentmedi. Bunların arakasındaki görünmez ya da gösterilmeyen kesim sermayedir. Türk egemen sınıfları, ekonomiyi, devleti elinde bulunduran sınıflardır.
Bugün TC devletini “tek adam” yönetiyor gibi gösteriliyor. Aynı Hitler’in Almanya’yı “tek başına yönetti” dendiği gibi. Bu “çılgınlar”, “yarı akıllılar” ülkeyi yönetti ve yönetiyor. Ekonomiyi elinden bulunduran burjuvazinin hiç mi hiç günahı yok (!) Ülke ekonomisini elinde bulunduran koca koca tekellerin hiç günahı yok(!) O garibanları bu diktatörler dinlemiyor ve onlarda eziliyor (!) Aynen böyle deniyor. Özellikle TÜSİAD kesiminin ezildiği ileri sürülüyor ya da buna yakın düşünceler yayılıyor. Hatta, GEZİ’de neredeyse “direnişçi” gösterilen ve ülke ekonomisinin en azından %10’nu elinde bulunduran ve dünyanın çok uluslu ilk 250 tekeli içinde yer alan KOÇ’un, hiç mi hiç Erdoğan’ın uyguladığı bu politikadan haberi ve eli yok denecek duruma gelindi.
Öyleki “Bonapart Erdoğan”, burjuvaziye rağmen iç ve dış politikaları kendi başına hayata geçiriyor. OHAL’den, KHK’lerden burjuvazi “çok rahatsız”. Erdoğan ve yanına aldığı Bahçeli, TÜSİAD’a rağmen işi götürüyor demeye getiriyorlar. Bunu yazıp çiziyorlar da.
Hitler yenildikten sonra arkasından söyelenlere bakın. “Deli”, “tek başına ülkeyi ve dünyayı mahvetti” vb. Oysa, onu iktidara taşıyanın Almanya’nın en büyük çelik tekeleri ve diğer tekellerin olduğu gizlendi ya da gizlenmeye çalışıldı. Burjuva politikası aklanmaya ve “demokrat” gösterilmeye çalışıldı. Bugün en büyük uluslararası tekellerin arasında yer alan Alman menşeli tekellerin bütünü, Hitler döneminde en fazla “zorla işçi (yani, yahudileri, esirleri, komünistleri, çingeneleri, vd.) çalıştıran”ların arasında yer alırlar. Meşhur mühendislik, eleoktronik, kimya, otomobil, çelik tekelleri vb. leri....
Kenan Evren ve diğer faşist paşalar yönetime el koyduğunda, bütün Türk egemen sınıfları (emperyalist Batı burjuvazisi de dahil) yönetimi kutlamış ve kutsamışlardı. Ne zaman ki, kenan Evren ve şürekasının kullanım süresi doldu, başta burjuva yalakaları liberaller önce saldırıya geçti. Peşinden burjuvazinin kendisi. Hepsi birden “cunta karşıtı” oluverdiler. Oysa, onları o tepeye çıkaranlar kendileriydi. Ve o süreçte, işçi sınıfını susturarak en büyük sermaye birikimini yaptılar. Sermaye bu süreçte yoğunlaşma ve merkezileşmesini en üst seviyeye çıkardı.
Kenan Evren ve şürekası, yani sermayenin askeri cuntası askeri zorla kitleleri susturdu, demokratik hakları yok etti. Erdoğan ise, kitle desteği ve peşinden polisiye güçle bu işi götürüyor. Ama arkasında, büyük sermaye var. Ve yeni palazlanan sermaye güçleri olduğu gibi, eski palazlanmış sermaye güçlerinin de büyümeleri söz konusudur.
Türk egemen sınıflarının hiç bir kanadının, işçilerin susturulmasından, demokratik hak ve özgürlüklerin yok edilmesinden, Kürtlerin katledilmesinden, demokrasi güçlerinin baskı altına alınmasından hiç bir şikayetleri yoktur, tersine oldukça memnundurlar. Arada “demokrasi” laflarının çıkması, görüntünün ötesinde bir şey değildir, sahtedir.
Neden sahtedir? Çünkü, burjuva siyasetçileri yöneten ve yönlendiren sermaye kesimleridir. Sermaye, baskı sürecinde daha fazla büyür. Bütün büyük sermaye kuruluşlarına, yani kapitalist tekellere bakın, büyümeleri bu tür süreçlerde daha fazla olmuştur.
Bir burjuva tekeli, sermayedarı, holdingi vb. en çok nasıl sermaye birikimi sağlıyorsa, o siysal yapıyı, o siyasal yönetimi egemen kılmaya çalışır. Türk egemen sınıfları da büyümek için, genelde askeri ve sivil diktatörlükleri egemen kıldılar. Meşhir “24 Ocak Kararları” ancak ve ancak askeri bir yönetimle (12 Eylül 1980 Askeri Cuntası) topluma, yani işçi ve emekçilere kabul ettirilebilirdi. Öyle de yaptılar.
Daha sonraki süreçler ise, Türk burjuvazisinin büyüme ve serpilme dönemi oldu. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci çalkantılı geçti. Ecevit’in düşürülmesi, Kemal Dervişlerin devreye sokulması ve 2002 seçimleriyle AKP’nin iktidara getirilmesi vb. gibi olaylar, egemen sınıfların denetimi altında gelişen olaylardır. Bu süreçte, burjuvazinin bu politikasına karşı işçi ve emekçi cephesinden güçlü bir karşı koyuş (GEZİ) oldu, ancak, burjuvaziyi geriletmeye yetmedi.Ayrıca belirtmekte yarar var, ülkedeki her askeri darbe Türk egemen sınıfların (büyük burjuvazinin) isteği doğrultusunda olmuş ve onların ekonomik büyümesine hizmet etmiştir.
Türkiye’de bütün baskı süreçleri, sıkıyönetimler, OHAL ve KHK gibi uygulamlar, kitlelerin baskı altına alınarak, sermayenin büyümesi ve çıkarlarının korunması için uygulanmış ve uygulanmaya devam etmektedir.
Sermayenin birikimi ve merkezileşmesi, büyümesi, devlet yapısında da değişikliğe gitmeyi zorlamış ve burjuvazi devlete yeni bir biçim vermeye başlamıştır. Bugün de AKP’nin iktidarda olması, uygulamaları, başkanlık sistemi, toplumun islamlaştırılması, dinci eğitimin esas hale getirilmesi vb. uygulamalar, TC devletine gemen olan sınıfların, yani sermaye kesimin istekleridir. Bu gelişmeler, devletin yeniden reorganizasyonu için burjuvazi için gerekliydi. Bunu hem ordu içinde direnencek kesimleri ekarte ederek yaptı, hem de bürokrasi içinde ayak direyecek kesimleri ekarte ederek yaptı. Öte yandan en büyük muhalefet olan işçi sınıfının, devrimcilerin komünistlerin iyice ezilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin bütünüyle ortdan kaldırılması ve buna karşı koyacak her hareketin ezilmesini esas aldılar.
Bunun içinde en büyük muhalif örgütlü demokratik güç ise, Kürt hareketiydi.Kürt hareketinin gelişmesi, salt demokratik hakların genişletilmesi tehlikesini doğurmakla kalmıyor, burjuvazi için bundanda daha büyük bir tehlikeyi, ayrılma ve bütün Kürdistan’ın birleşmesi yolunu açması vardır.
Sonuç olarak Erdoğan-AKP hükümeti, Türk egemen sınıfların (TÜSİAD, MÜSİAD) politikasını yaşama geçiriyor. Türk devletinin iç ve dış politikası Türk egemen sınıfların çıkarlarına rağmen değil, çıkarlarına uygun bir şekilde yürütülüyor. Bunun tersini iddia etmek, Türk sermayesinin durumundan bir haber olanlardır. Ya da devletin kişilerin arzularına göre değil sınıfın arzularına göre yönetildiğini ve devletin sermaye sınıfının “ulvi” çıkarlarını temsil ettiğinden haberi olmayanlardır.
ABD, Türkiye ve AB İlişkileri
Son yıllarda Türk devletinin AB ve ABD dışında hareket etmeye çalışması ya da onlarla ilişkilerini zorlaması ve bir çok isteğini kabul ettirmeye çalışması, bölgesel güç olma isteği ile yakından ilgilidir. Suriye savaşı sırasında önce Rusya’ya karşı cephe alan ve bunu Rus uçağını düşürerek en yükseğe çıkaran Türk devleti, yanında AB ve ABD görmeyince, Rusya ile ilşkilerini yeni baştan gözden geçirip, Rusya lehine düzeltti.
Türk egemen sınıfları içinde uzun süredir bir “ŞANGAY BEŞLİSİ” heveslisi olan kesim var. Bu, yeni pazarlara açılma ve Batı’nın her tarafı kontrol altında tutan tutumundan kaçınma ve kendine yeni pazar alanları bulma isteği, umudu ve çabası olarak okunmalıdır.
Bu bir niyet değil ya da ekonomik gelişmelerden bağımsız bir siyaset izleme değil, ekonomini yönlendirdiği ve dayattığı bir siyaset yoludur.
Rusya, İran ile geliştirilen ilişkiler ve Ortadoğu ve Afrika pazarları Türk egemen sınıfları için cazip alanlar ve pazar bulma çabalarıdır. Koç Holding’in Afrika’daki ekonomik yatırımlarına bakmak bile yeterlidir. (Türk şirketlerinin dış yatırımlarına ilgi duyanların İbrahim Ekinci’nin Dünya Gazetesi’ndeki araştırma-haberine bakabilir) 1
“Yeni Osmanlılık” eğiliminin sık sık dile getirilmesi, eski Osmanlı topraklarına sahip çıkılmaya çalışılması, işgalden çok sermaye için pazar alanları olarak kullanılması için dillendirlmektedir.
Almanya ile sürtüşmeler, ABD ile karşılıklı vize restleri, bölgesel güç olma ve bunun önünde engel olunmasına karşı çıkmak olarak okunmalıdır. Ama, asla, anti-emperyalizm olarak değil!
Bütün bunlara rağmen, Türk egemen sınıfları ne AB ile ne de ABD ile ekonomik ve siyasal ilişkilerini kesmeyecektir. Diş göstermenin ötesine geçemeyecektir. Çünkü ekonomik ilişkilerin büyük bir bölümü AB (başta Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, italya olmak üzere) ülkeleriyle yapılmaktadır. Ayrıca, AB’de Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulamaz.
Adını verdiğim ülkelerin Türkiye ile yoğun ekonomik ilişkileri var ve doğrudan yatırımların yanı sıra bir sürü ticari ilşkileri söz konusudur.
ABD’nin vize restinin arkasındaki neden, Türk devletinin ABD’ye danışmadan işler yapmasıdır. Yani, Razzap, F. Gülen ya da ABD'li Rahip meselesi değildir. Bunlar, esas sorunları perdeleme argümanlarıdır.
Emperyalizm çağında sermayelerin iç içe geçtiği, “kapitalizmin kendi süretinde bir dünya yarattığı” bir süreçte ekonomik ilişkilerin askıya alınması oldukça zor ve kolay kolay başvurulmayan bir yöntemdir. Örneğin, AB ABD'nin istediği her ekonomik yatırımı devreye sokmayabiliyor. Ekonomik yaptırımlarda, sadece yaptırıma uğrayan ülke değil, yaptırım yapan ülke tekelleride zarara uğruyor.
Türk devleti, dışarıya açılan sermayesi ile, sahip olduğu askeri gücüyle ve dokuzyüz milyar dolara yaklaşan GSMH ile büyük emperyalist güçlerden “payını” istiyor. Bunu da her fırsatta Erdoğan’ın ağzından dile getiriyorlar.
Ortada bir anti-emperyalizm olayı yok ve olamaz. Tekelci burjuvazinin anti-emperyalizmi olamaz. Karşılıklı atışmlar, ekonomik ve siyasal çıkarların korunması, büyütülmesi ve derinleştirilmesiyle ilgilidir.
Kısacası, Erdoğan “bonapartist” olduğundan değil, Türk sermayesi Erdoğan’ı hırçınlaştırdığından işler bu haldedir. Çılgın olan, hırçın olan, agrasif olan, ülkeyi sermaye sınıfı için sömürü ve talan cenentei haline getiren ve neredeyse iki ayda bir çıkarılan “torba yasaları”, Kürt illerini yakıp-yıkan, her fırsatta Suriye’ye girmek isteyen, Kürdistan’ın bütününü yutmak isteyen, tüm demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, ülkeyi OHAL ve KHK’le idare eden, başkanlık sistemini getiren Erdoğan değil, onun temsil ettiği Türk burjuvazisidir. Sorun böyle okunmalıdır diye düşünüyorum.
Yusuf Köse
Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)