Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
Azerbaycan Tezkeresi ve Emperyalist Yayılmacılık

17 Kasım 2020 tarihinde TBMM’de “Azerbaycan’a Asker Gönderme Tezkeresi” kabul edildi. Peşinden bütün iktidar yanlısı gazeteler: “102 yıl sonra tarihi buluşma” ve esas olarak da: “Türk Askeri 3 Kıtada” [1] başlıklarını büyük puntolarla yazdılar.
Türk burjuvazisi, özellikle son 10 yıldır askeri bir strateteji uyguluyor. Bu son gelişmeler 1951’de Kore’ye asker gönderme ve orada ABD’nin denetiminde bir askeri üsse sahip olmakla (ki bu tamamen ABD’nin denetimindeydi) bir bağlantısı yok. O ABD emperyalizmine hizmet amacıyla yapılmış bir dış askeri görevdi. İkincisi ve en büyüğü ise Kıbrıs’ın Kuzey kesiminin 1974 yılında işgal edilmesi ve oraya tamamiyle yerleşilmesi ve Türkiye’nin bir parçası haline dönülştürülmüş olması gerçeği vardır.
Daha sonraki süreçlerde BM ve de NATO’nun kararları doğrultusunda çatışmalı bölgelere/ülkelere asker gönderilmesi gündeme geldi ve Türkiye Avrupa, Asya ve Afrika’nın bir çok ülkesine asker gönderdi. Bu faaliyet bir işgal faaliyeti olarak ele alınmasa da, dış ülkelere asker gönderme konusunda Türk devletinin oldukça iştahlı olduğu söylenebilir.
Dış ülkelere asker gönderme, “barışı korumak”, “savaşı durdurmak”, “anlaşmazlıkları çözmek”, “bölge halkınının güvenliğini korumak” amaçlı yapılıyor. Gerekçeler bunlar olsa da, hiç bir emperyalist ülke ve hatta emperyalist olmayan ülke dahi, askeri varlığını bir pazar hakimiyetine dönüştürme, kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını o alanlarda güçlendirme amaçlı kullanmaktadır.
Şimdi, kısaca, hangi ülkelerin denizaşırı ülkelerde askeri üsleri olduğunu aktaralım. Daha sonra ise konumuz olan Türk devletinin emperyalist saldırganlığının askeri/savaş boyutuna dönelim.
Günümüzde deniz aşırı ülkelerde askeri üs ve askeri varlığı tartışmasız olarak en fazla ülke ABD’dir. ABD’nin deniz aşırı ülkelerde askeri üslerinin sayısı konusunda çelişmeli rakamlar olsada, Pentagon, 46 ülkede 517 raskeri üssü olduğunu açıklasada, gerçek rakamı yansıtmadığı açık. Amerikan Üniversitesi Dijital Araştırma Arşivi’ne (American University Digital Research Archive) göre ise; 2017 yılı itibariyle, 80 ülkede 800[2] civarında olduğunu ve hatta bini aştığını ileri sürenlerin yanında 172 ülkede ABD ordusunun konuşlandığını ileri sürenlerde var.[3]
ABD’yi ise sırasıyla Rusya 25, İngiltere 14 ve Fransa 11 denizaşırı askeri üsle izlemektedir.
Bu ülkelerin dışında, İtalya, Japonya, Çin, Avusturalya, Almanya, G. Kore, Hindistan, İsrail, Holanda, Pakistan, Türkiye ve Yunanistan’ın da denizaşırı ülkelerde askeri üsleri olan ülkeler içinde sıralanmaktadır.
Dünya emperyalist ülkelerin askeri üsleri ve varlıkları ile dolu denebilir. Özellikle enerji yataklarının yoğun olduğu bölgelerde askeri üssü olmayan emperyalist ülke yok gibidir. Kızıl Deniz ve Basra körfezi emperyalist ülkelerin askeri üs yığınağı haline gelmiştir. Burada (Katar, Somali, Sudan) Türk devletininde askeri varlığı ve askeri üsleri vardır.
Deniz aşırı ülkelerde askeri varlık ya da üs bulunduranların bulundurma amaçları çok nettir: Emperyalist amaçlıdır.
Türkiyenin Emperyalist Askeri Politikası
Denizaşırı ülkelerde asker bulundurmak ve askeri üs kurmak belli bir sermaye birikimi de gerektiriyor. Her iseteyen istediği yere gidemiyor, asker konuşlandıramıyor. Bunun için güçlü bir sermaye birikimini şart koşuyor. Örneğin, Türkiye’nin uzun yıllardır askeri gücü (bunu, ülke içinde başta işçi sınıfı olmak üzere ve dışarıya karşı, burjuvazinin savaş gücü olarak okumak gerekir. Ve şimdi burjuvazi bu savaş gücünü, Kürt Ulusal Hareketi’ne ve onun ulusal kazanımlarına karşı kullanıyor) sayısal anlamda çok olmasına karşın, istediği her yere gidemiyordu. Kendi ordusunun silahlanması daha çok dışa bağımlıydı. Şimdi ise, sermayesinin gücü oranında istediği bir çok yere askeri varlığını da götürüyor. Ya sermaye önceden gidiyor ya da önce asker sonra sermaye arkasından geliyor. Örneğin Suriye’ye önce asker gitmiştir. Burada işgal edilen yerler ise sermaye yerleşmeye çalışıyor.
Türkiye 1974 yılında Kıbrıs’ı işgal ettiğinde emperyalist bir ülke değildi. Ama işgalci bir ülkeydi. Gelinen aşamada ise Türk tekellerinin küçümsenmeyecek bir bölümü uluslararası tekel durumuna gelmiştir. Yani, dış ülkelere askerden önce Türk sermayesi gitmiştir.[4] Daha önceki “alt-üst” emperyalizm tartışmaları bağlamında ...” adlı yazımda bu sermayenin ne kadar olduğunu yazmıştım. Bunu tekrarlamanın gereği yok.
Ancak, askeri yayılmacılığın sermaye yayılmacılığı ile doğru orantılı olduğu görülmelidir. Sermaye olmadan tek başına askeri yayılmacılık fazla bir yarar sağlamayacağı gibi, işgalci gücün işgal ettiği bölgede tutunması da zorlaşır. Ancak, burada öne çıkan sorun, esas olarak sermayenin yayılmacılığı birincildir. Askeri yayılmacılık ise sermayenin yayılmacılığını hızlandırmak, korumak, güçlendirmek ve derinleştirmek amaçlı olur. Türk devletinin askeri yayılmacılığı da bu amaçladır. Emperyalist askeri yayılmacılığın ekonomik, jeopolitik ve jeostratejik boyutları vardır.
Türkiye’nin GSYİH büyüdükçe askeri saldırganlığıda artmıştır. AKP iktidarı boyunca Türk devletinin saldırgan politikasının arkasında yatan esas nedenlerden biri aşağıdaki grafikte kendi gösteriyor.[5]
Dış borçta büyümesine karşılık AKP’nin döneminde GSYH 3,1 (2002-2019) kat büyümüştür. Türk burjuva ekonomisinin 2018’den beri kriz içinde olması nedeniyle GSYH küçülmeye devam etmektedir. En iyi dönemi 2013 yılıdır. Bu dönemde dış sermayenin en fazla ülkeye girdiği dönemdir.
Erdoğan’ın hırçınlığı ve saldırganlığı (Türk devletinin askeri olarak saldırganlığı) ve uzun süre iktidarda tutlmasının nedeni de bu. Sermaye kesimi giderek büyümüş, saldırganlaşmış ve yayılmacı bir sürecin içine girmiştir. Buna koşut olarak da içerde başta Kürt ulusu üzerinde olmak üzere işçi sınıfı üzerindeki baskılar artmış, işçilerin hemen hemen tüm kazanımları ellerinden alınmış ve son olarak ellerinde kalan kıdem tazminatı ise alınmaya çalışılıyor.
Türk sermaye devleti, sermayenin çıkarları için bölgesel bir güç olmayı da amaçlamıştır. Bölgede sermaye olarak güçlü olmasının yanında, askeri güçle bu gücü pekiştirmeyi ve yayılmacılığı genişletmeyi ve derinleştirmeyi amaçlamaktadır. Ve bunu işgallerle ve yaygın askeri üslerle fiiliyta geçirmiştir.
Türkiyenin asker bulundurduğu ülkeler ve askeri üsleri:
- Küzey Kıbrıs’ın 1974 yılında işgal edilmesinden sonra Türkiye buraya her yönüyle yerleşti ve bugün gelinen aşamada 50 binden fazla askerin yanı sıra askeri üsleri var. Doğu Akdeniz’deki gelişmelerden sonra ise yeni bir askeri deniz üssü inşa edildiği haberleri çıktı.[6]
- Katar ile Türkiye arasında 2017 yılında yapılan bir anlaşma nedeniyle Türkiye burada askeri üs kurdu. Üste 300 kadar asker bulunduruyor.
- Somali’nin başkenti Mogadişu’da Türkiye 30 Eylül 2017 yılında askeri bir üs açtı. Amaç “Somali ulusal ordusuna asker yetiştirmek” olarak açıklandı. Bu askeri eğitim kampı 4 km²’ye yayılmış ve inşası 50 milyon ABD dolarına mal olmuştur. SIPRI’nin verdiği bilgiye göre Türkiye’nin deniz aşırı bir yabancı ülkedeki en büyük askeri üssü. TSK’nın resmi internet sitesinde[7] Somali’ye; “BM Somali Harekatı (UNOSAM)” kapsamında gitiğini söylemesine karşın, burada Somali devleti ile anlaşarak büyük bir üs kurmuştur. Kimi kaynaklar asker sayısını 2000 olarak göstermesine karşın, SIPRI 200 olarak veriyor.[8]
Türkiye ile Somali arasındaki ticari ilişkiler ise, 2010 yılında 5 milyon ABD doları civarında iken, 2016 yılında 116 milyon ABD dolarına çıkıyor.
- Sudan ile Türkiye 2017 yılında yaptıkları anlaşma gereğince Kızıl Deniz’deki Sudan’nını Savakin adası 99 yıllığına Türkiye’ye askeri üs amacıyla kiralandı. Türkiye’nin buradaki varlığına Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve daha bir çok bölge ülkesi karşı çıkmasına karşın, Türkiye buraya yerleşti. Amacını ise, sivil gemileri korumak olarak açıkladı. Türkiye’nin Sudan’da 300 milyonu doğrudan ve 300 milyonu ise müteahhitlik işleri olmak üzere 600 milyon ABD dolarlık (2019 yılına kadar)[9] yatırım yaptı. Ayrıca Sudan, ithalatının %5’ini Türkiye’den yapıyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı ve Türk devletinin emperyalist yayılmacı amaçlarına hizmet etmek için kurulan ve bu işlevi yerine getiren TİKA[10] (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) en fazla yardım ettiği ülkelerin başında Sudan gelmektedir.
- Güney Kürdistan (Kuzey Irak), Türkiye ile Irak devleti arasında resmi bir anlaşma olmadan ve Irak devletinin karşı çıkmasına karşın, Türkiye Barazani’lerin bölgesine, yani Güney Kürdistan’a iyice yerleşmiş durumda. Adeta askeri işgal söz konusu denebilir. Resmi olmayan rakamlara göre ondan fazla askeri karakolu ve Başika bölgesinde ise askeri bir üssü var. İleri karakol olarak kurulan yerler, esasta TSK’nın askeri üsleridir. Ancak Türkiye’nin Güney Kürdistanda birden fazla askeri üssü olduğu bildirliyor. Sözcü gazetesi’nin 16 Ocak 2020 çıkan sayısında bunu doğruluyor. Gazete, TSK’ya ait toplam 9 askeri üslerin bulunduğu yerlerin adını sıralamış. Azerbaycan’a Asker Gönderme Tezkeresini kutlayan Erdoğan yanlısı gazeteler de “Kuzey Irakta birden fazla askeri üs”ü doğruluyor.[11]
Güney Kürdistan yönetimi Türkiye’nin varlığına karşı değil, tersine PKK’ya karşı ortak işbirliği yapıyorlar ya da Türkiye tarafından buna zorlanıyor denebilir. Güney Kürdistan yönetimi ve burjuvazisi ile Türk devletini yoğun bir ticari ilişkisi de söz konusu. Güney Kürdistan’a egemen Kürt burjuvazisini Türkiye’ye bağımlı kılan da ekonomik işbirliği ve Avrupaya açılan kapısı olmasıdır. Irak yapılan ihracatın %70’i Güney Kürdistan’a yapılıyor. Güney Kürdistan’daki büyük müteahhitlik işlerin büyük bir bölümü Türk müteahhitlerin elindedir. Ve irili-ufaklı Türk firma sayısı (2014 yılı verileri) 1500’ün üzerindedir.[12]
Türk devletinin Güney Kürdistan’da onbini aşkın askeri olduğu sanılıyor.
- Suriye’nin Kuzeyi Türk devleti tarafından işgal edilmiş durumda. Suriye devletinin tüm itirazlarına rağmen Türk devleti Suriye’nin Türkiye ile olan sınırlarının büyük bir bölümünü işgal altında tutuyor. Ve burada resmi olmayan tahmini rakamlara göre 25 bin askeri olduğu sanılıyor. Özellikle İdlip’te askeri yığınağını devamlı olarak artırıyor.
- Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Türkiye arasında 27 kasım 2019 tarihinde “Güvenlik ve İşbirliği Mutabakat muhtırası” ile “Deniz Yetki alanlarının sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat muhtırası” anlaşması imzalandı ve Libyaya asker gönderme tezkeresi TBMM’de onaylanarak resmileştir. 2019 yılı Aralık aynının son günlerinde Türk askeri Libya’ya gönderildi. Erdoğan bunu Ocak 2020’nin ilk haftasında açıkladı.[13] Libya’da askeri üssü var. Burada da ne kadar askeri olduğu bilinmiyor. Ve buradaki savaşa, UHM güçleri yanında aktif olarak destek veriyor ve SİHA ve İHA’ları kullanıyor.
- Azerbaycan’da 100 asker. Ancak, bu resmi bir rakam olmayıp, ne Türk devleti ne de Azerbaycan devleti bu konuda net bir bilgi vermekten kaçınıyorlar. Oysa, 3 Temmuz 2016 yılında imzalanan protokol uyarınca Bakü’deki Gizil Shereg Garnizonu’nda yer alan bazı binalar ile Sumgayt şehrindeki Nasosnanya (Hacı Zeynel Abdin Tağıyev) hava Üssü’nde bir terminal TSK’nın kullanımına verilmişrtir.[14] Son Dağılık Karabağ savaşında, Karabağ Ermeni güçlerine karşı TSK’ya bağlı F-14 savaş uçaklarının kullanıldığı biliniyor. Türk devletinin burada askeri üssü olduğu şimdilik iddia aşamasında. Ama her iki devlet her yıl, Azerbaycan topraklarında ortak askeri tatbikatlar yapıyor.
Azerbaycan’a asker gönderilmesi tezkeresinin TBMM’de 17.11.20220 tarihinde onaylanmasından sonra, bu resmiyet kazandı ve bundan sonra Türkiye Azerbaycan’ın güvenliğinden de sorumlu olacak. 18 Ağustos 2010 tarihinde de “Türkiye ve Azerbaycan Stratejik Ortaklık ve Yardım Anlaşması” imzalanmıştı. BMM’de kabul edilen “asker gönderme tezkeresi”nin kabulü belgesinde, “Eğer toprak bütünlüğüne saldırı olursa Türkiye ve Azerbaycan arasında kapsamlı ortak askeri harekatlar geliştirilmesi” yer alıyor. “Tezkere” de; “... bölge halklarının huzur ve refahı yararına olacağı” nın da geçmesi, elbette doğru değil. Türk ve Azerbaycan burjuvazisinin yararına bölge halklarının ise zararına olan bir anlaşma.[15]
Türk burjuvazisi “tek millet iki devleti”, ekonomik ve askeri olarak tek devlet yönetimine, yani Türkiye tarafından yönetilmesine getirmek için çaba harcıyor. Ancak, karşılarında Rus emperyalizmi var. Türkiye’nin Azerbaycan’la askeri ve ekonomik ilişkileri, Gürcistan ve ukranya’daki ekonomik yatırımları Rusya’yı Kafkasya’da sıkıştırdığı kesindir.
Buraya Azerbaycan-Türkiye eknomik ilişkileri almıyorum. Azerbaycan’ın Türkiye’de yatırımları varken, örneğin Petkim’in sahibi SOCAR (Azerbaycan devlet tekeli), Türkiye’nin 9 milyar doları, Azerbaycan’ın ise Türkiye’ye 10 milyar doları aşkın sermaye yatırımları var[16]. TPAO’nın Azerbaycan’daki yatırımları yanı sıra, TANAP doğal gaz boru hattının Şah Denizi’nden Avrupa’ya (ve bir yanıylada Bulgaristan üzerinden balkan ülkelerine) bağlanması, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu ağının varlığı, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin ekonomik boyutunun bir kısmını içermektedir.
Türkiye’nin, BM ya da NATO çerçevesinde çok uluslu güçlerle birlikte asker bulundurduğu diğer ülkeler:
- Afganistan’da NATO çerçevesinde 2000 askeri var.
- Lübnan’da Türkiye’nin, BM Geçici Görev Gücü çerçevesinde 100 asker.
- Mali, BM Çok Boyutlu Enterge İstikrar Misyonu (MINUSMA) kapsamında
- Orta Afrika Cumhuriyeti, BM Çok Boyutlu Enterge İstikrar Misyonu (MINUSMA) asker bulunduruyor.
- Bosna-Hersek’te 250 asker.
- Kosova’da 400 asker
- Arnavutluk’ta 24 asker
- Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 17 asker
2009 yılından beri, “Korsanlarla mücadele operasyonları” programı altında Türkiye’nin savaş donanması Kızıldeniz, Aden Körfezi ve Umman Denizi’nde konuşlanmış durumdadır. CTF-151 adıyla korsanlarla mücadele adıyla kurulmuş olan çok uluslu bir deniz gücü çerçevesinde Türk deniz kuvvetleri orada yer alıyor. Temmuz 2020’den itibaren bu çok uluslu gücün komutanlığına bir Türk tuğamirali getirildi.
Türk devleti, mümkün olduğunca bütün uluslararası askeri güç içinde yer alıyor. Ve almak içinde zorluyor. Çünkü, dış ülkelerde asker bulundurulmasının, Türk burjuvazisinin yayılmacılığını kolaylaştırmada bir araçtır. Sermayenin yenemediği yerde askeri güç ile yayılmacılığını deniyor. Bunda başarılı da oluyor. Kuzey Irak, Suriye, Libya, Azerbaycan’da durum böyledir. Ve Ekim 2020 tarihinde yapılan Karabağ-Azerbaycan savaşında, Azerbaycan’ın Dağlık Karbağ’da 7 kantonu ele geçirmesi (Dağlık Karbağ’ın yüzölçümünün yarısından fazlası) Türk devletini askeri desteği ile kazanılmıştır. Bu da Türk devletinin Kafkasya’ya yerleşmesinin kalıcılığının göstergesi ve bundan sonra saldırgan politikalarına o bölgede devam edeceğinin göstergeleri olması yanında, Rusya ile egemenlik çekimesini artırıcı ve aralarında var olan çelişmeyi keskinleştirici bir eğlimi de barındırmaktadır.
Ayrıca ekelmek gerekiyor, Türk devletinin emrinde sayısı oldukça kabarık bir paralı askeri var. Bunlar “Suriye Ulusal ordusu” ya da diğer dinci cihatçilerden oluşan ve emperyalist devletlerin paralı askerleri olarak savaşan paramiliter güçlerdir. Kimi din adına kimi ise başaka nedenlerle, ama paralı asker olarak emperyalist devletlerin hizmetindeler. Türkiye’nin de Suriye, Libya, Irak, Azerbaycan’da paralı askerleri var. Ve bunlar sık sık, türkiye ve uluslararası basında yer alıyor.
Bütün bu gelişmeler Türk devletinin stratejik bir hedefi olduğu ve adım adım, Balkanlarda, Kafkasya’da Ortadoğu ve Afrika’da yayılmaya başladığının gösteriyor. Bu emperyalist bir yayılmacılıktır.
Türkiye’nin yurt dışındaki asker sayısı konusunda net bir bilgi yoktur. Genel olarak 50 bini geçtiği haberlerde yer alıyor. Ancak, sadece, işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs’ta 50 bini aşkın askeri vardır. Suriye’de 25 bini askeri var ve Güney Kürdistan’da on bini aşkın askeri vardır. Bütün bunlar hesaplandığında oldukça büyük bir sayı çıkmaktadır. Bu nedenlede Global Firepower, dış ülkelerdeki askeri hareketlilik açısından, Türkiye’yi ABD’den sonra dünyanın en hareketli askeri gücü olarak belirtirken, askeri savaş gücü açısından ise dünyanın 11. Askeri gücü olarak göstermektedir.[17]
Bu verilerden hareketle, şu söyelenebilir: Türk burjuvazisi, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” rüyasını askeri olarak kısmen, sermaye olarak ise tamamen gerçekleştirdikleri söyelenebilir. Adriyatik Deniz’inde kıyısı olan Arnavutluk ve Bosna-Hersek’e askeri varlıklarını konuşlandırdığı gibi, sermaye olarakta buralarda önemli yatırımları vardır. Güney Çin Deniz’inde askerleri yok, ama, Çin’de dahil olmak üzere, bu deniz ile kıyısı olan ülkelerde sermaye yatırımları ve hatta bazılarında üretim tesisleri var.
Türk Devletinin Savaş Sanayi
Türkiye, ekonomik olarak dış ülkelerde yatırımlar yaparken, yani, egemenlik alanlarını, ekonomik pazar alanlarını genişletirken, buna bağlı olarak da askeri yayılmacılığı ve bunun temelinde de savaş sanayini geliştirmeye öncelik vermektedir.
Türkiye silahlanmaya ve silah sanayinin geliştirilmesine ağırlık verdi. 2002 yılında Türk silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ihtiyaçlarının %24’ünü iç üretimden karşılayan devlet, 2016[18] yılında bunu %68,5’a çıkarmıştır. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI)’nin verilerine göre, 2014-2018 yılları arasında 2009-2013 yıllarına oranla Türkiye’nin silah ihracatıdaki artış oranı %170 olarak gerçekleşmiş. Bu da dünya silah ihracatında Türkiye’yi 14. sıraya yükseltmiştir.[19] Türkiye, 2018 yılında 2,2 milyar ABD dolar sialh ihracatı yapmıştır. Aynı ülke, 1999 yılında ise dünyanın en çok silah ithalatı yapan 3. Ülkesiydi.
2010 yılında, dünyanın ilk 100 silah üreticisi firmanın içinde Türkiye’nin bir firması (ASELSAN) var iken, 2020 yılına gelindiğinde bu sayı 7’ye çıktı.[20] Bunlar uluslararası bir tekel konumundadır. ABD merkezli Carnegie Uluslararsı Barış Vakfı (CEIP)’in bir raporuna göre ise; 2015’ten 2019’a kadar, Türkiye’nin silah ithalatındaki payı %48 azalmış. Ama Türkiye’nin sialhlanması ve silah yatırımlarında bir azalma değil, tersine artış var. Bu da silahlanmayı ülke içindeki silah tekellerinden sağladığının bir göstergesidir. Aynı rapor, ülkenin askeri silah ihtiyacının %70’ini dışardan karşılarken şimdi bu oranın %30’a düştüğünü bildiriyor.[21]
Türkiye’nin silah endüstirisi 2002’de 1 milyar ABD dolarından 2020’de 11 milyar ABD dolarına çıkıyor ve bunun 3 milyar ABD dolarından fazlasını ihracat yapıyor.
Silah sanayinde dışa bağımlılık azalmasına karşın, temel konularda hala dışa bağımlılık devam ediyor. Örneğin tank, helikopter motorları konusunda tamamiyle dışa bağımlılık söz konusudur. Bu nedenle Altay tankı projesi bütünüyle gerçekleşebilmiş değildir. Altay tanklarının motoru Alman silah tekeli Rheinmetal’den bekleniyor. Ancak Alman hükümetinin kısıtlamaları olduğu için sorun çözülmemiştir. CEIP’in verilerine göre, Altay tankı, 13,75 milyon dolar birim fiyatıyla dünyanın en pahalı tankı olacakmış. Ve Katar Altay tanklarından parasını peşin ödeyerek 100 tane sipariş vermiş.
Aynı kaynağın verdiği bilgiye göre Türkiye’de 1067 silah üreticisi şirket var ve 2016 yılında bu sektörde toplam çalışan sayısı 35.502. [22]
Şimdi dünyanın ilk 100 silah tekeli içinde yer alan 7 Türk silah üreticisi tekeli sırasıyla kısaca inceleyelim:
Türkiye, savaş sanayinin geliştirmek için ülkenin belli bölgelerinde organize sanayi bölgeleri kurulmuş ve savaş ve uzay sanayi firmaları buralarda özel olarak kümelendirilmiş.
Aşağıdaki bilgiler, Türkiye Savunma ve Havacılık Sanayi resmi (Invest In Turkey) sitesinden bazı bilgileri buraya allım.[23]
İstanbul: teknoparkistanbul, burada 220 silah ve havacılık firması,
Ankara: OSSA (Ostim Savunma ve Havacılık Kümelenmesi) 173 firma,
Ankara: HAB (Ankara Uzay ve Havacılık ihtisas Organize Sanayi), 400 firma,
Ankara: TSSK (Teknoloji savunma Sanayi Kümelenmesi) 125 Firma,
Kırıkkale: OSB (Kırıkkale Silah İhtisas Organize Sanayi Bölgesi), 9 firma,
Eskişehir: ESAC (Eskişehir Havacılık Kümelenmesi), 29 firma,
Bursa: BASDEC (Bursa Uzay Havacılık ve Savunma Kümelenmesi), 75 firma,
İzmir: Hukd (Havacılık ve Uzay Kümelenmesi Derneği), 45 firma.
ASELSAN[24]
Türkiye’nin en büyük silah üreticisi tekeli Aselsan’ın yurt dışında bir çok şirketi, şubesi ve ofisi var. Makedonya ve Güney Afrika’da birer şube, Endenozya ve Filipinler’de ise ofisleri var. ASELSAN’ın yurtiçin de ise 14 şirketi var. Bunların büyük çoğunluğuna %50 ve üstü ortak, bir kaç tanesinde ise küçük pay sahibi.
ASELSAN’da toplam çalışan sayısı 7.610. Çalışanların %3’ü doktara, %27’si yüksek lisans, %39’u lisans ve %31’i ise diğerleri. Yani, burada çalışanların büyük bir bölümü üniversite mezunu ve geri kalanlanlar ise teknik elemanlar. ASELSAN, 2020 dokuz aylık finansal göstergeler bölümünde personel sayısının (ortalama) 8.642 veriyor.
Aselsan’ın Yurtdışı Şirketleri, Ortakları, Şube ve Ofisleri
Yurt dışı İştirakleri
Pay Tutarı
ASELSAN’ın Payı (%)
ASELSAN Bakü Şirketi
1.601.978 Azerbaycan Mantı
100
ASELSAN Malaysia Sdn. Bhd.
100 Malezya Ringiti
100.00
SADEC LLC.
11.250.000 S. Arabistan Riyali
50.00
ASELSAN Middle East PSC.
1.225.000 Ürdün Dinari
49.00
IGG ASELSAN Integrated Systems LLC
9.800.000 BAE Dirhemi
49.00
Kazakhstan ASALSAN Engineering LLP.
3.464.300.000 Kazakistan Tengesi
49
BARQ QSTP LLC.
480.000 katar Riyali
48
Kaynak: ASELSAN 2019 Faaliyet Raporu, sf. 6-7[25]
Yurt içi tedarikçi firma saysı 3.100. Ve İstanbul’da BİST’e de kotadır. ASELSAN, toplam satışlarının %62’sini TSK’e yapıyor. ASELSAN tekelinin %74,20’si TSKGV (Türk silahlı Kuvetlerini Güçlendirme Vakfı)’na ait. Geri kalanı ise halka açık ve borsada işlem görüyor. Ar-Ge harcamaları ise 419 milyon dolar.[26]
ASELSAN, dünyanın ilk 100 silah üreticisi şirket sıralamasında 2020 yılında 2 milyar 290 milyon ABD doları ile 48. sırada yer aldı.[27] Aynı şirket 2016 yılında 93. sıradaydı.
TUSAŞ (Türk havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş.)
Tusaş, ya da TAI (Türkish Aerospace Industries INC.) , Defense News sıralamasının 53. sırasında yer alıyor. 2019 yılında 69. sıradaydı. 2020 yılı için toplam geliri 2,266.76 milyon ABD doları.
Tusaş’ın %54’ü TSKGV’nın, %45,45’i Savunma Sanayi Başkanlığı’na (SSB) ve %0,06’sıda Türk Hava kurumu’na ait.[28] Tusaş’a bağlı bir çok şirket mevcut ve daha çok motor geliştirme üzerine faaliyet südrülüyor. Tusaş’ın AIRBUS’ta %5,6 gibi küçük bir hissesi de var. 2019 yılı itibariyle 8.993 çalışanı var.[29] Kendi resmi sitesinde çalışan sayısı yer almadığı gibi faaliyet raporu da yok.
BMC Otomotiv Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Adı geçen silah tekeli, Defense News 100’ün 89’uncu sırasında yer alıyor. Bir önceki yıla 85. Sıradaymış. 2020 yılı toplam ciroso 676.59 milyon ABD dolar. 2718 çalışanı var.[30] Şirket kendi resmi sitesinde, 80’i aşkın ülkeye ihracat yaptığı eklenmiş. Tekelin %50.1’i özel %49,9’u ise yabancı ortak, yani Katar’a ait.
Roketsan A.Ş.
TSKGV ait olan Roketsan silah tekeli, Defense News 100’ün 91. sırasında yer alıyor. Toplam cirosu (2020) 515.18 milyon ABD dolar. Roketsan’ın %84.83 hissesi TSKGV ait. Geri kalanı ise halka açık ve BİST’de işlem görüyor.
STM Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş.
STM, Defense News’in 92. sırasında. Aynı yıl için toplam cirosu 503.73 milyon dolar.
FNSS Savunma Sistemleri A.Ş
FNSS, ilk 100 silah şirketi sıralamasında 98. sırada yer alıyor. Toplam cirosu (2020) 374.94 milyon dolar. İSO 500’de yer alan bilgiye göre şirketin %51 Nurol Holding’e aitl ve %49 ise Birleşik Arap Emirlikleri BAE System’e ait. Çalışan sayısı ise 999.[31]
Havelsan A.Ş. (Hava Elektronik Sanayi ve Ticaret A.Ş.)
Havelsan 99. Sırada yer alıyor ve toplam cirosu 342.27 milyon dolar. Toplam çalışan sayısı 1.832.[32] ve %100 hissesi TSKGV ait.
Türk devleti, savaş sanayisinin geliştirmeye özel bir önem ve ağırlık verdi. Ve Türkiye’nin en büyük silah tekelleri TSKGV’e ve Savunma Sanayi Başkanlığına aittir. Öne çıkan silah tekellerinden BMC ve FNSS ise yabancı ortaklı özel tekellerindir. Türkiye’nin en büyük uluslararası tekeli olan OYAK’ında TSK mensuplarının yardımlaşma ve emeklilik fonu olarak kurulduğu hesaplanırsa, Türk ordusunun sermaye ile doğrudan ilişkisinin ötesinde sermaye sahibi olduğu net olarak görülür.
Türk devletinin emperyalist yüzü görülmeden, emperyalist saldırganlığı ve yayılmacılığı teşhir edilmeden, işçi sınıfının devrimci mücadele taktikleri doğru olarak belirlenemez.20.11.2020
[1] Sabah Gazetesi, 17.11.2020
[2] www. american.edu.
[3] www.thenation.com/the-us-has-mlitariy-bases/24.01.2018. www.justiceonow.de/2017-10-27
[4] Bkz. Yusuf Köse, “Alt” “Üst” Emperyalizm Tartışmaları Bağlamında Emperyalist Türkiye. www.kaypakkayahaber.com/alt-ust-emperyalizm-tartısmaları ...10 Ağustos 2020
[5] Mafi Eğilmez, Kendime yazılar. www.mafiegilmez.com.2020/01/turkiye-ekonomisinin-son-17-yılı
[6] www.stratejikortak.com/2018/09/yurtdisi-turk-askerş-üsleri
[7] www.tsk.tr/BarisiDestekleme.
[8] Bkz. www.bbc.com./turkce/haberler/06.10.2017.
[9] www.evrensel.net/turkiiye-sudana-ne-kadar-yatirim-yapti/17Nisan2019
[10] TİKA, SCBB’nni dağılmasının arkasından 25 Aralık 1991 yılında kurulmuştur. 5 kıtada 150’ye yakın ülkede şube yada ilşkisi var. Bkz. www.tika.gov.tr/hakkimizda. Türkiye’nin kalkınma adı altındaçeşitli ülkelere yaptığı yardım tutarı 8 milyar 120 milyon (2017) ABD doları. Bu rakam 2002 yılında 85 milyon dolardı. Bu Türk burjuvazisinin emperyalist yayılmacı yüzünün bir başka yanıdır.
[11] Bkz. 18.11.2020 Günlük Gazeteler ve www.dw.com.tr/tbmmde-azerbaycan-tezkeresi-kabul-edildi/
[12] www.emlakkulis.com/kuzey-irak-turk-isaat-firmalari
[13] www.dw.com./tr/erdogan-türk-askeri-libyaya-intikal-etti./06.01.2020.
[14] Cenk Özgen, Türkiye’nin Deniz aşırı Askeri Üs Kurma Girşimleri, Güvenlik Bilimleri dergisi, Kasım 2019, C.8, sy. 2, sf. 394, www.dergipark.org.tr.
[15] TBMM’de kabul edilen Azerbaycan’a asker gönderme tezkersindeki gerekçe şöyle:
Bkz. TBMM Azerbaycan’ Asker Gönderme Tezkeresi, ve www.dw.com.tr/tbmmde-azerbaycan-tezkeresi-kabul-edildi/ 17.11.2020
[16] TC Dışişleri bakanlığı 2016
[17] www.globalfirepower.com ayrıca bkz. A. Haşim Köse, Güçlü Türkiye: Quo vadismus?, 20.08.2020 Gazete Duvar.
[18] www.invest.gov.tr/defense-aerospace-industry.pdf, sf.7.
[19] Wwww.sipri.com.2019. bkz. www.paraanaliz.com/2019/g1üncel/silah-ihracatimiz-%170-artti.
[20] Defense News Top 100, 2020, www.people.defensenews.com/top-100
[21]Ferhat Gurini, www.carnegieendowment.org/09.10.2020
[22] www.invest.gov.tr/ Ocak 2018.
[23] www.invest.gov.tr/ sf. 24, Ocak 2018.
[24] Aselsan, ilk 100 silah şirketi içinde 48. sırada.
[25] www.aselsan.com.tr/2019_Faaliyet_Raporu_pdf
[26] Makale içinde geçen “dolar” ABD dolarıdır.
[27] www.people.defensenews.com/top-100/
[28] www.tusas.com/kurumsal/hakkımızda.
[29] www.fortuneturkey.com/fortune500.
[30] www.iso500.org.tr/2019/BMC-Otomotiv-
[31] www.nurol.com.tr/faaliyet-raporu-2019.
[32][32] www.iso500.org.tr/2019
Burjuva İdeolojisinin İflası

Emperyalist burjuvazi derinleşen ekonomik ve siyasi krizine çözüm arıyor. Çözümü, her zaman olduğu gibi yine işçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi, artı-değerin kat kat artırılmasında, doğanın onurulmaz tahribatında görüyor.
Burjuva ideolojisinin kalemşörleri, krizi, “kötü yönetim” de, ya da beklenmeyen olaganüstü gelişmelerde buluyor. Krize neden olan kapitalist üretim tarzına dokunmaya ise hiç bir şekilde yanaşmıyorlar. Tersine, çağımızda bütün kötülüklerin anası, doğanın ve onun parçası olan insanlığın düşmanı kapitalist üretim tarzı diyen komünistlere karşı anti-komünist propagandayı, işçi sınıfı düşmanlığını diri tutmaya çalışıyorlar.
ABD burjuvazisinden Türk burjuvazisine kadar, krize karşı tek bir ideolojide birleşiyorlar; “vatan-millet-tanrı”. Daha fazla milliyetçilik, daha fazla ırkçılık, dafa fazla faşizm onların dayanakları oluyor. Bir zamanlar çok övündükleri burjuva demokrasisi dahi, artık, onlar için arkaik dönemde kalmış olarak gösteriliyor. Sermaye ile gün yüzüne çıkan burjuva demokrasisi, yine sermaye tarafından bir kenera atılıyor.
Her ne kadar burjuva ideolojisinin baş kuryeleri olarak görev yapan liberal aydınlar, “aman demokrasiden vaz geçmeyelim” diye burjuva ideolojisinin diri tutmaya çalışsalarda, burjuva ideolojisi, ekonomisiyle, politikasıyla dikiş tutmuyor. Kapitalizmin tanırısı sermaye, sermaye birikimi için önüne gelen her şeyi, yarattığı tüm değerleri birer birer yutuyor, tahrip ediyor. Ancak, çürümüş kapitalizmin ölen yanı da işçi sınıfının üzerine bir kabus gibi çöküyor. İflas etmiş burjuva ideolojisi; küçük burjuva saflarda kendini diriltmeye, oralardan beslenerek, kapitalizmin imlik imlik dökülen yanlarını küçük burjuva ideolojsiyle örtmenin de keyfini sürüyor.
Emperyalist burjuvazi kendi aralarındaki çelişmeleri gideremediği gibi, silahlanmaya hız vererek savaş hazırlıkları yapıyorlar. Yeni emperyalist devletlerin ortaya çıkışı var olan çelişmeleri daha da derinleştiriyor ve sertleştiriyor.
Burjuvazi, kapitalizmin yararttığı ekonomik ve çevre krizinin dramatik olarak her geçen gün daha fazla derinleşmesini önliyemiyor. Krizler, daha büyük yeni krizlerin habercisi oluyor. Emperyalist burjuvazi artık eskisi gibi yönetemiyor. Ekonomik krizin yanında siyasi krizlerde derinleşiyor. Kapitalist sermayenin örgütleri ve birlikleri (G7, G20, UNO, NATO, DTÖ, İMF, DB, AB, BRICS) önlerini göremez hale geldiklerini, “gözü kapalı el yordamıyla yol aldıklarını” itiraf eder hale geldiler.
Burjuva ekonomi politiğinin iflası burjuva ideolojisinin iflasını pekiştiriyor.
Emperyalist burjuvazinin en fazla güvendiği kalelerden biri olan emperyalist büyük bir güç olarak ABD emperyalizmi çözülüyor. Kitle eylemleri, yasak ve polis baskısı dinlemiyor. Irkçılığa ve işsizliğe karşı drenişler, yer yer duraklasada devam ediyor. Burjuvazinin “önce vatan” söyleminin, “önce sermaye” olduğunu kitleler artık net olarak görüyor.
AB burjuvazisinin gözbebeği Almanya’da 2019 yılında 5,2 milyon işçi ve emekçi, ekonomik ve demokratik haklarının gaspına ve çevrenin tahribatına karşı sokaklara çıkıyor, mücadeleye katılıyor. Avrupa’da Fransız işçi ve emekçileri ise öncü olmaya devam ediyor. Burjuvazinin, kriz yönetme dikişi artık tutmuyor.
Küçük Burjuva ideolosinin Krizi
Burjuva ideolojisinin iflası, küçük burjuvazide, küçük burjuvazinin ideolojik krizine dönüşüyor.
Kimi küçük burjuvalar yazıyor: “kahrolsun faşizm”, “yaşasın sosyalizm” “bayatlığından vazgeçelim” buyuruyor. İmdadına, kimi küçük burjuva internet sitelerinde övdükleri yeni kakutskyci “günümüzün büyük marksisti –aynen böyle yazıyorlar-“ David Harvey[1] çıkıyor. O da burjuvaziye aklı veriyor: “Barış içinde birlikte sömürün! Savaş çıkarmanıza gerek yok” diyor.
İşçi sınıfından elini eteğini çeken küçük burjuvalar, yeni argümanlar bulmakta gecikmiyor. “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”[2] yazarları çıkıyor. Kriz ise derinleşiyor. Küçük burjuvazi işçi sınıfından uzaklaşmanın bunalımını yaşıyor. Burjuva ideolojisi buradan, bunlardan besleniyor.
Kendine T”K”P diyen bir başak küçük burjuva yeni modern revizyonistleri, “yaşasın cumhuriyet” diye kemalist dönemi kutluyorlar. Burjuvazinin dahi savunamaz hale geldiği, ırkçı-faşist kesimlerin beslenme kayağı bir dönemin savunusunun üstlenilmesi, işçi sınıfına bütünüyle yabancılaşmanın, burjuvaziye ise şirin görünmenin eylemliliğine dönüşüyor. Burjuva ideolojisi, kitlelere ulaşma ve nüfuz etme kaynaklarını buradan buluyor.
Mustafa Suhpilerin katledilmesinden tutunda kemalizm döneminde komünistlerin soluk almasının bile yasaklandığı, onlarcasının hapishanelerde çürütüldüğü TKP üyelerinin devrimci anılarının üzerine basarak, “kemalist cumhuriyet” kutlamaları yapılıyor. İşçi haklarının bütünüyle yasaklandığı, işçi sınıfının zaptı-rapt altına alındığı ve burjuva demokrasisinin en küçük bir kırıntısının varlığına dahi müsade edilmediği bir süreci ve Türk burjuva sermayesinin en kanlı (Kürt ulusu üzerindeki asimilasyon ve katliamları) birikim dönemine methiyeler düzmek, David Harvey’in emperyalizme düzdüğü methiyeler ile örtüşüyor. Burjuva ideoljisi buradan besleniyor ve aynı zamanda bu; burjuva ideolojisinin iflasının küçük burjuva ideolojisinde krizi dönüşmüş hali oluyor.
Faşist AKP-MHP hükümetinin üç kişinin yapmak istediği basın açıklamasına dahi müsade etmediği bir ortamda, T”K”P, “valinin izin vermemesine rağmen kahramanca cumhuriyet yürüyüşü yaptıklarını” (https://sol.org.tr) yazıyorlar. Kürt Ulusal Hareketi’nin düşmanı olmanın bir hediyesi olduğunu bilmelerine karşın. Kemal Okuyan’ın kemalist yurtseverliğinin vardığı nokta: Yeni modern revizyonizm ve sınıf uzalaşmacılığı. Burjuva ideolojisi küçük burjuva vasıtasıyla böyle yaşatılıyor.
T”K”P’nin kardeş örgütü Almanya Komünist Partisi (DKP)’de, Rus emperyalizmini ve Putin’in “anti-emperyalist” ve “halkların dostu” olarak propaganda yapıyor. ABD emperyalizmine karşı Rus emperyalizmin yanında yer alıyor. Burjuva ideolojisi buradan işçi sınıfının içine sızarak erken ölümünü geciktiriyor.
Tüm baskı ve yıldırmalara, ideolojik ve siyasal manipülasyonlara rağmen kitleler sokaklara çıkmaktan vaz geçmiyor. 2018 yılında yaklaşık 25 milyona yakın işçi ve emekçi sokaklara çıkarken, bu sayı 2019 yılında 528 milyonu geçiyor.[3] Kitle eylemlerinde nitel bir sıçrama oluyor. Eylemler daha da siyasileşiyor ve istemler ve hedefler netleşiyor. Anti-komünist burjuva ve küçük burjuva idelojileri sefilliği oynuyor. Devrim ise mayalanmaya devam ediyor.
Kitlelerin burjuvaziye karşı baş kaldırısı, burjuvazinin üstüne kabus gibi çöküyor. İşçi sınıfına kabus olanlar, kitlelerin baş kaldırısında kendi kabuslarını görüyorlar. Şili bunun örneği. Örnekler giderek çoğalıyor. Burjuvazinin ırkçılığı, faşist baskıları ve ideolojik saldırıları artık kitleler üzerinde etkisini eskisi gibi göstermiyor. Dünya işçi sınıfının sınıf bilinçli siyasallaşması artıyor. Aynı Soma ve Ermenek madencilerinin direngen mücadelesinde olduğu gibi. İşçi sınıfı burjuvazi ve onun devletinden, saldırganlığından korkmadığını açıktan söylüyor. Bu mücadeleci devrimci dalga, dipten gelen sesin yakın bir zamanda daha gür çıkacağının işaretini veriyor. 31.10.2020
[1] Bkz. David Harvey, Yeni Emperyalizm
[2] Bkz. Guy Standing, Prekarya, Yeni Tehlikeli Sınıf
[3] Gabi Fechtner ile Söyleşi, Rote Fahne
Aslolan Kitlelerin Devrimci Kalkışmasıdır

Faşist Türk devleti, ekonomik krizi derinleştikçe daha fazla saldırganlaşıyor. Son olarak HDP’e ve ilerici aydınlara karşı yapılan toplu tutuklamalar, saldırganlık sınırının burada bitmediğini ve bitmeyeceğini göstermektedir. Faşist iktidardan saldırganlıkta, duraklama beklemek ya da burjuva demokrasisinin olası “yumuşaklığını” beklemek, siyasi körlükten öte, burjuva muhalefetin kitleleri oyalama ve faşist devlet yönetimine payanda etme taktiğidir.
Türk tekelci emperyalist devletinin, kitlelerin demokratik odaklarına, her türlü ilerici örgütlenmesine karşı saldırıları, onları yok etmek istemesi kaçınılmazdır. Çünkü onun bugün içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durum, faşist saldırganlık üzerine kuruludur. Faşist saldırganlığı gevşettiği anda ekonomik krizin derinleştiği bir süreçte kitlelerin ekonomik demokratik hak mücadelesinin gelişeceğini görmektedir.
Tekelci burjuvazi, ekonomik ve siyasal krizini, işçi sınıfı, Kürt Ulusal Hareketi ve diğer ilerici muhalefeti sindirerek aşmak istiyor. Çünkü “burjuva demokrasi”nin normlarının uygulanması halinde sermaye birikimini gerçekleştiremeyeceğini görmektedir. İçte ve dışta sürekli bir savaş halindedir. Uzun bir süredir uluslararası alandaki kapitalist gelişmede bu yöndedir.
Erdoğan başkanlığındaki bilimum faşisti koalisyon iktidarının seçimle gideceğini var saymak ya da beklemek, burjuva muhalefetin en alçakca kitleleri oylama taktiğidir. Erdoğan yönetimi, esas olarak 2010 yılından bu yana, burjuva demokrasisinin, “seçimle gel, seçimle git” o yönünü bütünüyle kapatmıştır. Kitleler, tarihi GEZİ ayaklanmasıyla bunu yıkmak istemesine karşın başaramadı. Başta CHP olmak üzere, tekelci burjuva devletinin bütün irili ufaklı burjuva muhalefeti bunu bilmelerine karşın, kitleleri oylayarak faşizme destek olam taktiğini yürütmektedirler. Bu onların görevidir ve kapitalist devletin istemlerini yerine getirmektedirler.
Sorunun esas yanı, burada, “var olduğunu” söyleyen devrimci muhalefetin yokluğudur. Devrimci muhalefet; ilerici, demokrat, devrimci ve komünistlerin, faşist iktidar karşısında en asgari programla bir birilik oluşturamamalarıdır. “Faşizme karşı birlik” propagandaları yapılmasına karşın, ortada somut bir oluşum ve eylem söz konusu değildir. Bir kısmı, tam da Türk devletinin istemleri doğrultusunda, mümkün olduğunca Kürt Ulusal Hareketi ve onun bileşenlerinden uzak duruyorlar. Sosyal şovenist politikaları nedeniyle ülkenin en önemli aktif demokratik muhalefetinden uzak kalarak faşizmin işini kolaylaştırıyorlar. Revizyonist, reformist, oportünist ve sosyal şovenist politikaların tarihsel işlevlerinden biri de budur. Bunlar, CHP ve eli kanlı tescilli “iyi” faşist M. Akşener’den muhalefetlik görevi bekliyorlar.
Faşizm karşısında en asgari demokratik programda birleşemeyenler, ne faşizmi geriletebilirler ne de işçi sınıfı ve emekçileri örgütleyerek faşizme karşı mücadeleyi geliştirebilirler. Böylesi bir taktik izleyenler faşizm karşısında ezilmekten kurtulamazlar.
Faşist iktidarın yıkılması, ancak ve ancak işçi sınıfı ve emekçilerin büyük kitlesel kalkışmaları ile gerçekleşebilir. Bu görülmelidir. Kitlelerin susturulduğu, ezildiği, en küçük demokratik odakların ve olanakların yok edildiği ve genel anlamda faşist devletin vahşi terörü karşısında hareketsiz bırakıldığı bir ortamda; yukarıda belirttiğim faşizme karşı birleşik cephe ya da birliğin oluşturulması yanında; devrimcilere düşen çok önemli başka görevlerde vardır. Faşizme karşı aktif savaşmak. Bunun içinde çelikten örgütlenmeler yaratarak ve TDH militan tarihinden öğrenerek onu aktif hale getirmektir.
Uzun bir zamandır TDH üzerinde muazzam bir reformist ve onu “sol” olamaktan çıkaran revizyonist anlayışlar egemen hale gelmiştir. Çünkü, büyük bir çoğunluğu işçi sınıfından kopmuş, ya parlamenterizminden medet umar hale gelmiş ya da MLM diyalektik materyalizmin dünya görüşünden uzaklaşarak liberal etkilerin güzergahlarında yol almaya çalışmaktadırlar.
Ölüm oruçları (bunu gerçekleştirenlerin devrimci kahramanlıkları tartışma dışıdır) gibi bireysel eylemler kitleleri harekete geçirmekten uzak olduğu gibi, tersi bir etki yaratmaktadır. Ama bir “Ankara Yüksel” eylemleri daha ciddi ve olumludur.
Mücadeleyi geliştirmenin temeli işçi sınıfı içinde azimli, karalı, sabırlı örgütlenmeyi geliştirmektir. Bunun dışında faşizme karşı bin bir türlü devrimci taktikler vardır. Kaypakkaya’ların, Deniz Gezmiş’lerin ve Mahir Çayan’ların devrimci mücadelelerinden, dogmatizm ve şablonculuktan uzak , ama “somut koşulların somut tahlili” ışığında öğrenmek şarttır. “Sol” liberaller onların mücadelesini TDH’nin devrimci havızasından silmeye çalışmaktadır. Üzülerek söylemek gerekir ki; onların ihtilalci ruhu önemli ölçüde revize edilmiştir.
Faşizme karşı mücadele kitlelerin olmadığı, kitleleri harekete geçiremeyecek “uzak diyarlarda” değil, bizzat kitlelerin yoğun olduğu ve faşizmin karargah kurduğu (şehirler) alanlarda, faşizme karşı ihtilalci mücadele yürütülebilir.
Bugün TDH, işçi sınıfından uzaklaşmanın, diyalektik materyalizm yerine küçük burjuva düşünceleri egemen kılmanın ve MLM olan inancın erozyona uğratılmasının bedelini ağır bir şekilde ödemektedir. Bu ancak, sosyalizm perspektifinden sapmadan; örgütlenmede, çalışma tarzında, mücadele taktiklerinde işçi sınıfının ihtilalci ruhu kuşanılarak aşılabilir.
26.09.2020
“Alt”, “Üst” Emperyalizm Tartışmaları Bağlamında Emperyalist Türkiye

Son günlerde Türk devletinin ne olduğu üzerine sol kesimde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışma elbette kendiliğinden ortaya çıkmadı. Türk devletinin askeri, politik ve sermaye olarak saldırganlığının artışı ile paralel yürütülüyor.[1]
Bu konuda birden fazla makale yazmıştım. Bunlardan bazılarının isimlerini vereyim: Birincisi, 11.04.2019 tarihinde yayaınladığım; “Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu” başlıklı. İkincisi, S-400’lerin Ekonomik-Politik Yüzü (24.07.2019) ve Üçüncüsü; 19.02.2020 tarihinde yayınlanan “Türk Tekelci Devleti, Paylaşılmış Alanları Yeniden Paylaşmak İstiyor” başlıklıydı. Bu makaleler kendi bloğumda ve www.kaypakkayahaber.com’da yayınlandı.
Burada emperyalizmin oluşması teorik tartışmasına girmeyeceğim. Çünkü bunu, “yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu” makalemde, “Sorunun Teorik Ortaya Konuluşu” başlığı altında yapmıştım.[2]
Marksist-Leninist ve Maoistler verili koşullardan hareket ederek yaptıkları analizleri salt akademik bir çalışma amacıyla değil, esas olarak sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının strateji ve taktiklerini geliştirmesi ve mücadeleyi daha ileri taşıması için yaparlar.
Marksizm çevrelerinde tekelci Türk devletinin yeni karakterinin tartışılmaması yanlış olurdu. Çünkü, Türk devleti çok açık oynamakta ve her yönüyle emperyalist niteliğini ortaya koymaktadır. Açık askeri işgalleri, başka ülkelerdeki askeri üsleri ve Türk tekellerinin bir ahtapot gibi, bütün kıtalarda yüzden fazla ülkeyi sarmaları, sermaye aytırımı yapmaları, diğer emperyalist ülkeler ile dişe diş dalaşmaları vb.görmezden gelinemez.
Süriye’nin bir çok bölgesinin açıktan askeri işgali, “PKK’ye operasyon” adı altında, Kuzey Kürdistan’da bir çok askeri üs kurması, askeri saldırganlığı ve günlük bombalamaları ve açık işgali; Libya’yı bölme çabaları, Doğu Akdeniz’de birden fazla ülkeyle dalaşma, 1974’den beri işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs’ta askeri üslerini genişletmesi, bir çok Afrika ülkesinde askeri üslere sahip olması, Kafkas’larda “bende varım” diyerek Azerbeycan ile ortak askeri tatbikatlara girmesi vb. Türk devletinin tekelci kapitalizm karakterinden, yani onun emperyalist niteliğinden ayrı ele alınamaz.
Sermayenin emperyalist yayılmacılığından ayrı olarak, yayılmacılığı salt “Osmanlı özentisi” olarak ele almak, günümüz gerçekliği ile örtüşmediği gibi, Türk sermaye devletinin niteliğini, yani onun emperyalist yüzünü gizlemek anlamına geldiği çok açıktır. Bu yaklaşım, aynı zamanda, küçük burjuvazinin sosyalşovenist bir sapma içinde olduğunu da gösterir. Türk burjuvazisi, elbette, bir Osamnlı İmparatorluğu gibi büyük bir alanı egemenliği altında tutmak ister. Bu kapitalist sermayenin karakterinde vardır. Bunu salt bir “özenti” olarak göstermek, gerçeklerin üsütünü örtmektir. Sermayenin emperyalist yayılmacı niteliğinin özünü küçük burjuva yaklaşımla sulandırmaktır.
Türk tekelci devlet kapitalizmin derin bir ekonomik kriz içinde olması, herkesten para dilenmesine bakılarak, onun emperyalist niteliğini göz ardı etmek, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının önünü karartmaktan başka bir anlam taşımaz. Aynı zamanda, bu yaklaşım, emperyalist ekonomilerin “güçlü” olduğu, “kriz içinde olmayacağı” gibi anlayışlara yol açar ki, Mao Zedung’un, “emperyalistler kağıttan kaplandır” gerçekliğininde inkardır. Ya da özellikle Korona’nın yayılmaya başlamasından bu yana (ki, emperyalist dünya ekonomik krizi 2018 ortalarında başlamıştır) bütün emperyalist ülkelerin derin bir ekonomik kriz içinde oluşunun yadsınmasıdır.
Emperyalizmi salt bir kaç ülkeyle sınırlamak, başka kapitalizmin geliştiği ve emperyalist aşamaya geçtiği bir süreçte yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamayacağı gibi anlayışlara varmak, kapitalist-emperyalist sistemin gerçekliği ve eşitsiz gelişme yasasıyla örtüşmemektedir.
Türk devletinin dış saldırganlığı, yeni pazarlar bulma çabaları, başka ülkelerin topraklarını işgal etmesi ve işgal girişimlerinin devam etmesi, ve bir çok ülkeyle sıcak savaş düzeyine gelmesi (örneğin Yunanistan ve Mısır) salt bir “özenti” işi olmayıp, sahip olduğu sermayenin büyüklüğü, saldırganlığı, yayılmacı ve egemenlik kurma karakteri ve bunu askeri olarak desteklemek ve pekiştirmek istemesiyle doğrudan bağlantılıdır.
Askeri saldırganlık sermayenin oranıyla doğrudan bağlantılıdır. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü’ne (UNCTAD) göre, 2019 yılı sonu itibariyle Türk devletinin dış yatırım stoku 47 milyar 754 milyon ABD doları kadardır.[3] Türk tekellerinin ikinci ülkelerden üçüncü ülkelere yaptıkları sermaye yatırımlarının tutarı ise, Türk Ticaret bakanlığının 2017 yılı verilerine göre 8 milyar[4] ABD dolarını aşmış durumdadır.
Bu sermaye, yeni pazarlar ve paylaşılmış pazarlardan pay istemektedir. Bu bağlamda, yeni bir emperyalist ülke olan Türk tekelci devleti her geçen gün daha fazla saldırganlaşmakta ve savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır.
Türk devletinin saldırganlığını salt “ABD uşaklığı” ile noktalamak, Türk burjuvazisine yapılan en iyi yardım olsa gerek. Onun niteliğini gizleyip, bütün suçu ABD emperyalistlerine bağlamak, var olan gereçkliğin üstünü örtme, Türk emperyalist devletini daha masum göstermeye yaramaktadır. Niyet bu olmayabilir, ama, yapılan yanlış analizler buna yol açmaktadır.
ABD ile tarihinin en sıkıntılı ilişki sürecini yaşayan Türk devletini her saldırganlığını ve işgallerini, “efendi-uşak” ilişkisine indirgemek, Koç Holding’in neredeyse dünyanın bütün kıtalardaki sermaye yatırımlarını, fabrikalarını yok saymak, burada çalışan işçilerin artı-değerlerine el koyup Türkiye’ye aktarmalarını emperyalist amaçlı görmemek; küçük burjuvazinin kendi ulusal tekellerine karşı sosyal emperyalist bir yaklaşımı olarak öne çıkmaktadır. Türk tekelerinin bir çok Afrika ülkesindeki madenlerinde ölen ve direniş yapan işçilerin sınıf mücadelesini görmezden gelmek olduğu gibi, oralarda maden işleten sermaye kesimlerini, “gittikleri ülkeyi kalkındırmak için buradalar” burjuva sahtekarlığını gerçek gibi göstermektir.
Ya da diğer emperyalist ülkelerin ve tekellerin Türkiye’deki yatırımlarını emperyalist amaçlı görüp, Türk tekellerinin diğer ülkelerdeki sermaye yatırımlarını “emperyalist amaçlı” görmemek, düpe düz emperyalist soygunculuğa ve yağmacılığa mehtiye düzmektir.
Hele bazıları öyle bir yazıyor ki, ABD sermaye veriyor, Türk tekelleri’de onu ABD adına işletiyor. Evet, ABD ya da herhangi bir emperyalist ülke kredi verir. Kendileri de borç tahvilleri çıkarıp, para (sermaye) topluyor. Bu kapitalist ekonominin doğal bir işleyişidir. Ancak, emperyalistler, kendi pazarlarını kendileri elinde tutmak ister. Bunun için özel bir taşerona gerek duymaz. Tekeller arası ilişki çıkarlar üzerine yürür ve birbirini alt etmek için uğraştıkları gibi, birbirbirleriyle ilişki içine girerler. Bu ilişkide güçlü olan tarafa daha ağır basar.
Örneğin Koç Holding, Ford ve Fiat ile başta ilişkiye girdiğinde, payın büyük bölümü diğer iki yabancı ototmobil tekelinindi. Ama, zamanla Koç’un sermayesi büyüyünce, “efendi-uşak”sinin yerini “ortaklar” ilişkisi aldı ve paylar yarı yarıya bölüşülmeye başladı. Türk devleti 50’nin üzerinde uluslararası tekele sahiptir. Koç Holding, dünyanın ilk 500 en büyük tekeli arasında yer alırken, dünyanın ilk en büyük 100 tekeli arasında ona yakın Türk tekeli vardır. Ayrıca, Erdoğan rejmini en sıkı şekilde destekleyen inşaat firmaları ( aslında bunlara inşaat firmaları olarak adlandırmak eksik kalıyor. Çünkü, inşaatın yanında, enerji, finans ve daha bir çok dalda iş yapıyorlar), dünya sıralamasında ilk sıralarda yer alıyorlar.
ENR’nin en büyük 250 inşaat şirketi listesi içinde 46 Türk kökenli inşaat şirketi var. Birinci sırayı 65 inşaat şirketiyle Çin alırken, Türkiye ikinci, ABD ise üçüncü sırada yer almaktadır. Çin’in bu pazardaki payı % 21.1 iken ABD’nin payı ise % 8.9’dur. Türkiye’nin payı ise %5,6 kadardır. Türkiye’nin bu alanda Ortadoğu’daki payı %9.1, Asya’da % 7, Afrika’da ise % 5.1 kadar.[5]
İngiltere’nin en büyük ulsulararası bankası olan HSBC’nin Türkiye’de varlığı emperyalist amaçlı olurken, Çalık Holding’in Arnavutluk’un ve Kosava’nın ikinci büyük bankası BKT’ı 2006’da yine Arnavutluk telekomu olan Albtelecom’un %76’ını 2007 yılında satın alması[6] ve işletmesi “empeyalist karakter”li neden olmasın ki! Ne de olsa Türk burjuvazisi çok iylik severdir, kötü emeller peşinde olmaz(!) demek mi istiyorlar acaba ... Hadi diyelim ki, Türk tekelci burjuvaları Türk oldukları için “çok iyilik severler”, ancak, kapitalist sermaye, kişilere, ulusal, dinsel aidiyetlere ya da cinsiyete göre değil, kendi kurt kanununa göre hareket eder.
Türkiye-ABD ilişkisini “efendi uşak” ilişkisine indirgeyenler, nedense daha düne kadar ABD’nin sözünden çıkmayan AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri ile ABD arasındaki ilişkiye değinmiyorlar. AB hala ABD’nin askeri vesayetinden kurtulmak için çaba harcıyor, ama kurtulamıyor. Buradan hareketle, bir Almanya ile ABD arasındaki ilişkiyi “efendi-uşak” ilişkisine indirgenebilir mi? Elbette ki hayır! Buna, güçlü ve daha güçlü ya da zayıf ve güçlü emperyalistler arası ilişki biçimi olarak bakılabilir.
Ayrıca, iliğine kadar “borç”lu olmak salt Türk devletine özgü bir olay olmayıp, bütün emperyalist devletlere özgüdür. Dünyanın en büyük borçlu ülkesi en büyük emperyalist ülke olan ABD’dir. Sırasıyla Çin, Japonya, Almanya ve diğerleri gelir.
Diğer bir karşıt argüman ise, Türk tekellerinin sermayesini başka emperyalistlere ait olduğunu söylemek. Türk tekellerini salt bir taşeron gibi göstermeye çalışmak, bu tekellerin gerçek niteliğini gizlemeye hizmet etmektedir. Uluslararası niteliğe sahip Türk tekellerinin cirosunun önemli bir bölümü yurtdışı faaliyetlerden gelmektedir. Bunlar tekellerin kendi internet sitelerinde kolayca görülebilir.
Bu tür argümanlarla bir ülkenin emperyalist olmadığına karar verenler, kapitalist-emperyalist ekonomik sistemi anlamadıklarındandır. Bütün emperyalist ekonomiler içiçe geçtiği gibi, ve bunlar kendi ülkelerine dış yardımı çekmek için adeta dört takla atmaktadır. ABD’si, Almanyası, Çin’i, Japonya’sı ve diğerleri, dış sermayeye aynı çağrıyı yapıyorlar. Bunlar, Mevlana’nın çağrısını dış sermayeler için yaparlar: “Kim olursan olun, yeter ki gel!” ABD’nin esas olarak Çin’le ve kısmen AB ile ticaret savaşlarının özü ise yine emperyalistler arası egemenlik savaşıyla doğrudan bağlantılıdır.
Türkiye’yi emperyalist olarak değerlendirmeyenlerin bir diğer argümanı ise; “Emperyalizmin kendine rakip çıkmasına müsade etmeyeceği” gibi, ekonomi-politik gerçeklikten uzak, Marksizm adına komplo teorileri ile nesnel gerçekliğin analiz edilmek istenmesi ya da analiz ettiklerine inanmaları...
Bu tür yaklaşımlar, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomi politiğini iradeceliğe indirgemektir. Bu idealist bir yaklaşımdır.
Türkiye’nin ya da bir başka yeni emperyalist ülkenin eski emperyalist ülkelerle kıyaslanması:
Bu tür kıyaslama yapanlar, sorunun özüne bakmayıp, Almanya’da bulduklarını Türkiye’de de bulmak istiyorlar. Biri yüzyılı aşkın büyük bir emperyalist ülke, diğeri ise yeni emperyalist olmuş bir ülke. Aradaki bu fark görmezden gelinirken, emperyalistler arası eşitsiz gelişme yasası da gözden ırak tutularak, düz bir mantıkla hareket ediliyor. Bu, küçük burjuva düşünce tarzına özgü tipik dogmatik yaklaşım örneğidir. Ama, aynı kıyaslamayı, Finlandiya, Lüxemburg, İsveç vb. gibi küçük emperyalist ülkelerle yapmıyorlar.
Örneğin bir İsviçre emperyalist olduğundan beri kimseye saldırmamış ve de savaşmamıştır. Bir başka ülkeyi askeri olarak işgal etmemiştir. Ama sermaye olarak güçlü bir emperyalist ülkedir.
Uluslararası emperyalist tekeller arasında da bir kıyaslama yapılırsa, dev tekellerin yanında küçük tekellerde vardır. Örneğin aynı işi yapan ABD’nin WALMART’ı ile Almanya’nın METRO GROUP’u kıyaslandığında, ikincisi birincisinin yanında her açıdan cüce kalır. Birincisi 2 milyon 200 bin işçi çalıştırıyor, ikincisi ise 101 bin. Birincisinin cirosu 524 milyar ABD dolarını aşarken, ikincisinin cirosu 27 milyar Avro kadar. (Rakamlar 2020 yılına ait)
Uluslararası tekel haline gelmiş şirketler tekelci ve emperyalist karakterlidir. Tekelci devlet kapitalizmi haline dönüşen devletler ise emperyalist nitelikli hale gelmiştir. Emperyalist ülkeleri büyüklüklerine ya da küçüklüklerine bakarak nitelikleri belirlenemez. Bu nicelik bir belirlemedir. Nitelik belirleme karakterleriyle doğrudan ilişkilidir.
Kapitalist ekonominin eşitsiz gelişme yasasından dolayı yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamsı mümkün ve çıkmaktadır ve çıkmaya devam edecektir. Bugün Macaristan, Polonya, Tayland, Malezya vd. yeni emperyalistleşen ülkeler arasına katılmıştır. Emperyalizm kapitalizmin bir üst aşamasıysa ve emperyalizm tekelcilikse, gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist aşamaya gelmesi de kapitalist-emperyalist ekonomi politiğinin diyalektik gelişimidir.
Türkiye’nin emperyalist olması, devletin tekelci devlet kapitalizmi haline gelmesi, yani esas olarak tekellerin devleti olmasıdır. Askeri saldırganlığı tek başına onun emperyalist oluşunu belirlemeye yetmez. Ama bu saldırganlık komşusu ile (Peru-Ekvator arasında vb. yerlerde olduğu gibi) sınır anlaşmazlığı olmayıp, esas olarak egemenlik kurmak ve oraları işgal ederek nüfuzunu genişletmek istiyorsa bu emperyalist bir saldırganlıktır. Türkiye hem sermaye olarak hemde askeri saldırganlık olarak emperyalist bir ülkedir. Bu bağlamda, “alt” ya da “üst” emperyalizm tartışması ya da nitelemeleri Türk devletinin gerçekliği ile uyuşmamaktır. Türkiye emperyalist bir ülkedir.
Sınıf bilinçli proletarya, strateji ve mücadele taktiklerini buna göre belirlemelidir. 10.08.2020
[1] Sendika.org’da, Gaztet Duvar’da ve daha bir çok yayın organında bu konuyla ilgili, tartışmalar yürütülmektedir.
[2] Ayrıca, bu konuda en iyi kaynaklardan biri; Stefan ENGEL, “Yeni Empeyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine”, El Yayınları.
[3] Bkz. World Investment Report-2020, sf. 262. www.unctad.org
[4] www.ticaret.gov.tr/Yırtdışı Yatırım Anketi-2017 Sonuç Raporu.pdf
[5] ENR The Top 250, www.ENR_2019_International_Contractors1.pdf
[6] Bkz. www.calik.com
Burjuvazinin MLPD'yi Kriminalize Etme Taktikleri

Kapitalizmin krizinin derinleşmesi, burjuvazi ile proletarya arasında varolan sınıf çelişmesini de keskinleştirici bir rol oynamaktadır. Burjuvazi, böylesi dönemlerde, proletaryanın öncü örgütü üzerindeki baskılarını artırma ve onu sınıftan tecrit etmenin taktiklerini izler.
Alman Tekelci burjuvazisi, MLPD’nin proletarya içindeki etkinliğinin artmasını engellemek ve onu tecrit etmeye çalışmaktadır. Kapitalizmin ekonomik, finans ve siyasi krizinin derinleştiği, toplumun genel olarak burjuva sistemine karşı güvensizliğinin geliştiği bir süreçte, Alman tekelci burjuvazisinin temsilcisi birçok siyasi kurum çok yönlü ve aşamalı olarak, MLPD üzerindeki baskılarını artırmakta, küçük burjuvazi yoluyla da onu işçi sınıfı ve emekçiler içinden tecrit etmeye çalışmaktadır.
MLPD’nin işçi sınıfı içinden tecrit edilmesi görevini, bütün burjuva partilerin yerine getirmeye yeminli olmasının yanında, esas olarak işçi sınıfından yana gibi gözüken küçük burjuva devrimcileri (oportünist, revizyonist ve anarşistler) de bu görevi üstlenmiş gibi. Tekelci burjuvazi, “sol” görünümlü, anarşist ve maceracı bu tasfiyeci gruplara, bu görevi vermiş gözükmektedir. Çünkü, bu grupların ezici çoğunluğu, Stalin şahsında, işçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizme-Leninizme karşıdırlar. Burjuvazi ve neonaziler ile bazı anarşist-maceracı küçük burjuva gruplar, siyasal farklılıkları olsa da, MLPD düşmanlığında birleşmiş durumdalar.
Burjuvazi, MLPD’nin önderlerine konuşma yasağı getiriyor. Geniş kitlelerin katıldığı festivallerini yasaklıyor, merkezi bürolarını kapatıyor. Neonazi faşistler ise, MLPD’nin önder ve ileri gelen kadrolarını açıktan ölümle tehdit ediyor. Küçük burjuva anarşist-maceracı gruplar ise yürüyüş ve mitinglerde MLPD’ye saldırıyor. Tekelci burjuva devletin polis şefleri, burjuva basınında ve tv’lerdeki açık oturumlarda MLPD’yi hedef alıyor.
Küçük burjuva marjinal maceracı gruplarda, yürüyüş ve mitinglerde MLPD saflarında yürüyenlere sprey boya sıkarak saldırmakta, onun bayraklarını indirmeye çalışarak, yırtarak polisin görevini üstlenmekte bir sakınca görmüyorlar. Onlar, ML bir partiyi düşmanlaştırmakta burjuvaziyle aynı saflarda hizalanmanın ayırdına varamayacak durumdalar ya da bilinçli olarak planlı davranmaktalar. Bunun sonuçlarını görmüyor olduklarını varsaymakla hareket edemeyiz, onların bu küçük burjuva yaklaşımlarını, düşmanla onları taraf yapan MLPD ‘ye yönelik saldırılarını görmemek ML yolunda yürüyenler için naif bir yaklaşım olsa gerek.
Üzücü olan, kendine ML diyen Türkiye’li bazı gruplarda bu anarşist-maceracı grupların MLPD’ye yönelik karşı-devrimci saldırılarını görmezden gelerek, onları destekler duruma düşmektedirler.
Burjuvazinin MLPD’den rahatsızlığı anlaşılır. Çünkü iki karşıt sınıftırlar ve MLPD; proletaryanın ideolojik olarak kazanılmış ve pratik olarak deneyimlenmiş ML partisidir . Almanya çapında çalışması ve büyük fabrikalarda örgütlenmesi vardır. Büyük işçi direnişlerinde MLPD’nin imzası vardır. Tekelci burjuvazi bu nedenle MLPD’ye saldırmaktadır. Ancak, proletaryanın dünya görüşünden yoksun küçük burjuva tasfiyeci (likidatör) gruplarda, burjuvazinin bu karşı-devrimci taktiklerini, kendi taktikleri olarak benimsemişlerdir.
Maceracı ve marjinal tasfiyeci grupların, MLPD’ye yönelik saldırgan tavrıları, burjuvazinin MLPD’yi kriminalize etme çalışmalarına hizmet etmektedir. Bütün ML parti ve devrimci örgütlerin ortaklaşa mücadeleyi geliştirmeleri gerekirken, bazılarının, tasfiyeci-macerajı grupları kollamaları, onların Marksist-Leninstlere karşı saldırılarına kol-kanat germeleri kabul edilemez.
Bugün, anti-faşist, anti-emperyalist birleşik cepheyi bütün alanlarda geliştirme görevi acilken, küçük burjuva maceracı grupların enternasyonal proletaryanın birliğine kast eden eylemleri teşhir edilmeli, gerçek niyetleri ve ML düşmanlıkları kitlelere, bıkmadan usanmadan anlatılmalıdır.
“Sol” maceracılık ve oportünizm yenilgiye, Marksizm-Leninizm zafere götürür!
Not: MLPD: Almanya Marksist-Leninist Partisi (Marxistisch-Leninistische Partei Deutschlands)
Yusuf Köse
Halil Gündoğan’ın Basılmamış Kitabı Üzerine

Devrimci kamuoyunun yakından bildiği gibi, Halil uzun yıllar (7+23) Türk devleti tarafından hapishanelerde esir tutuldu. Ve son 23 yıllık fiili olarak hapishanede tutulması, onu, sınıf mücadelesinin bir çok aktif görevinden alıkoymasına karşın, tüm zorluklara karşın, işçi sınıfının mücadele ve taktikleri konusunda teorik eserler vermesini engelleyemedi.
Halil, Türk egemen sınıfların hapishanelerde baskıcı uygulama ve devrimci-komünist tutsaklar üzerinde uyguladığı faşist devlet terörüne –tecrit, tek kişilik hücrede tutma, her türlü şiddete başvurma, kitap, gazete vb. basın ve yayınların verilmemesi, sık sık uygulanan ziyaret ve mektup alma ve gönderme yasakları, sağlık sorunları olunca doktora çıkarmama vb.- rağmen, Markisist-Leninist ilkeler ışığında devrimci düşünce üretmeye devam etmiştir. O, işçi sınıfının en temel sorunlarını ele alma, inceleme, araştırma ve yanlış gördüklerini cesaretle eleştirme ve bunları ele alırken diyalektik materyalizmi uygulama yönteminden vaz geçmemiş, tersine, dogmatik ve subjektif küçük burjuva yaklaşımlara karşı mücadele etmiştir.
Halil, hapishane koşullarında toplam 10 eser ortaya çıkarmıştır. Ne yazık ki bunlar tam anlamıyla okurla buluşamamıştır. En geniş şekilde dağıtılan Metris Firarını anlattığı “Metris’ten Munzurlara” ve “Dersim Dağlarında” anı kitapları. Ancak diğer inceleme ve araştırma kitapları okuyucuyla fazla buluşamadı. Bu Halil’den kaynaklı değil, kitapları basmaya pek yanaşmayan kesimlerden kaynaklandı.
Halil’in kitaplarını sırasıyla buraya almak istiyorum:
- Rota (basılmadı)
- Öcalan’ın Demokratik Cumhuriuyeti”i Kimin Cumhuriyetidir?
- Metris’den Munzur’a Bir Firarinin Öyküsü
- Kadın Sorunu Üzerine. İki Cins Arası tam hak Eşitliği ve Cinslerin Kendi Bedenleri Üzerinde Tassaruf Hakkı
- Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine-1, Felsefi
- Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine-2, Sosyalizmin Sorunları
- Mao Zedung değerlendirmeleri Üzerine-3, “Maoizm teorisi Üzerine”
- MKP’nin Tarihi Muhasebesi Üzerine
- Dersim Dağlarında
- MKP 3. Kongre Kararları Üzerinden ‘Türkiye ve Sosyalist Devrim Gerçekliği’
Halil, şimdi bu kitaplarının bir çoğunu kendi bloğuna PDF olarak koydu. Bu girişim, okuycuyla kitpaların buluşmasını sağlayacaktır.
Halil’in basılmamış birçok kitabı var. Bunlardan en önemlilerden birisi, MKP 3. Kongresi’ni değerlendirdiği;
“MKP 3. Kongre Kararları Üzerinden ‘Türkiye ve Sosyalist Devrim Gerçekliği’” başlığı altında inceleme ve değerlendirme özelliği taşıyan çalışmasıdır. Bu çalışma 2014 yılında yapılmıştır.
Bu kitap altı yıl önce yazılmasına karşın, güncelliğini hala korumaktadır. Kitap yazıldığı yıl okuyucuyla buluşabilseydi, elbette sıcağı sıcağına daha verimli olurdu. Ancak, geç değil. Teorik bir eserin güncelliğini koruması, onun diyalektik yöntemi kullanmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Halil’in bu eserde, diyalektik yöntemi kullanmış ve ML ilkeler temelinde sorunlari ele almıştır.
Kaypakkaya geleneğinden gelenlerde, dogmatizmi aşamama, subjektif değerlendirme gibi bir ciddi sorun vardır. Bu Kaypakkaya’nın hatası değil, sonradan gelenlerin onu bir tabu olarak ele alması, dondurması ve gelişmesinin önüne set çekmesiyle olmuştur. Yani, Kaypakkaya’dan sonra diyalektik dondurulmuştur. Halil bu dogmatik ve eklektik anlayışların karşısında eleştirel olarak yer almıştır.
Buna ek olarak, eleştirilen konular, MKP tarafından hala savunulmaktadır. Bu da Halil’in ele aldığı konuların güncelliğini koruduğunu gösteriyor. Halil’in bu çalışması, verili durumda, bu görüşleri savunan örgütsel yapıların içinde bulundukları durumdan çıkış yollarına da işaret etmektedir.
MLM polemik, MLM eleştiri aynı zamanda yeniyi yaratma, eskiyi yıkıp yeniyi kurma ve ileriye hareket etme çabasıdır. Uzlaşmacı ve eleştirel olmayan yaklaşımlar, günümüzün modası; “ideolojiler özgür olsun” ya da “ideolojiler arasında ayrım yapılmasın” burjuva ideolojisinin küçük burjuva versiyonları olarak işçi sınıfı saflarına sokulmasıdır.
Halil’in bu kitabı, salt bir MKP eleştirisi olarak görülmemeli, aynı zamanda bir çok önemli temel teorik sorunlarda TKP/ML eleştirisi olarak ele alınmalıdır. Halil bunu da özellikle belirtmektedir.
Halil, bu geniş -247 PDF sayfası- çaplı çalışmasında, bir çok konuyu ele almıştır. Ülkede kapitalizmin gelişmesi, emperyalizmin niteliği, proletarya diktatörlüğü, halk devleti, sosyalist devlet, devrimci durum, devrimin taktikleri, devrimin niteliği ve MKP 3. Kongresi’nin ele aldığı konularının önemli bölümlerini ele alıp değerlendirmektedir.
Ben burada, Halil’in ele aldığı konulara tek tek değinmeyeceğim. Buna gerek yok. Çünkü amacım; bu kitabın kısa tanıtımını yapmaktır. Okuyucu, Halil’in yaklaşımlarının nasıl olduğunu, okuyunca kendisi görecektir.
„Örneğin bugün Koç’ları, Sabancı’ları, Doğuş’ları, Zorlu’ları, Eczacıbaşı’ları, OYAK’ları, Ülker’leri, ve daha pek çokları artık dünün sıradan – basit acenteleri, komisyoncu kompradorları değiller. Bunların her biri kendi çapında uluslar arası sermayedarlar grupları arasında yer alan büyük tekelci sermayedarlardır. Ve bunlar gerek otomobil, gerek beyaz eşya ve gerekse gıda, tekstil ve inşaat sektörü ve daha bir çok sahada ortaklıklar şeklinde kendi sermayeleriyle varlık gösteren/gösterebilen, söz ve karar sahibi olabilen birer aktör gerçekliğindedirler. Dolayısıyla da olgu ve nesnel gerçekler baz alınarak o eski ezberci söyle ve değerlendirme kriterleri terk edilmek zorundadır.“ PDF, sf. 43-44
Halil, bu yaklaşımların yanında MLM ile revizyonistler arasında temel bir sorun olan;
“Proletarya diktatörlüğü mü”, “halkın devleti mi” sorununu da ele almakta ve MKP’nin “halkın devleti” revizyonist anlayışını değerlendirmektedir.
Bitirirken, belirtmeyi zorunlu görüyorum. Elebette, Halil ile bir çok konuda farklı düşünüyoruz. Örneğin Mao değerlendirmesine olduğu gibi. Ancak, bunlar sorunlara eleştirel yaklaşımı engellemez. Özellikle dogmatik yaklaşımı bir ilke haline getirerek, sınıftan uzaklaşarak marjinalleşen anlayışlara karşı mücadelenin geliştirilmesi ve bu konuda diyalektik yöntemin kullanılarak aşılması çabaları desteklenmeli ve alkışlanmalıdır.
Okuyucu, Halil’in bu kitabını okurken, kendisine yeni şeyler kattığının farkında olcağı gibi, aynı zamanda, sınıf mücadelesini işçi sınıfı lehine daha ileri taşımada bir basmak oluşturacağını da görecektir.
Not: Halil Gündoğan'nın kitapları bu adresten okunabilir:
http://halilgundogan.blogspot.com/search/label/PDF Kitaplar
Kapitalizm Acilen İmha Edilmelidir!

Bütün uluslararası tekellerin sahipleri, onların kukla hükümetleri ve kalemşörleri: ABD halkının haklı ve şüphe duyulmayacak kadar meşru ve hatta çok geç kalmış haklı tepkisi için, “yağmacılar”, “vandaller” diyerek, kendi kanlı iktidarlarını meşru göstermeye çalışıyorlar. Yeryüzünün zebanileri, işçi sınıfı ve emekçilerin sonuna kadar haklı mücadelelerini lekelemek istiyorlar.
Evet, ortada bir anarşi var. Bu anarşi, kapitalist sistemin ta kendisidir. Irkçılığı gün be gün üreten, sömürüyü her geçen gün kat be kat artıran, işsizliği kitleselleştiren, doğayı sermayenin katlanarak büyümesi için imha eden bir sistemin sorgulanacak zamanı çoktan geçmiştir. Artık, işçi sınıfını ve doğayı katleden, insanlığın canına kast eden, kitleleri boğan, salgın hastalıklarla kitlesel ölümleri yaygınlaştıraran bir sistemin, vakit geçirilmeden acilen imha edilmesi çoktan gelmiştir.
Halkları yağmalayanlar, ırkçılığı, milliyetçiliği ve her türlü cinsiyet ayrımını meşrulaştıranlar ve gün gün üretenler, “yağmadan” söz edemezler. Savaşlarda yüzbinlerce insanları yok edenler, işçi sınıfını “yakıyorlar, yıkıyorlar” diye suçlayamazlar.
Kapitalizme karşı işçi sınıfının ayağa kalkışı ve kapitalizmi imha hareketleri her yerde meşru ve haklıdır. Nerede olursa olsun desteklenmeli ve ortaklaşa eylemlikler geliştirilmeli ve ortaklaşa mücadele birlikleri kurulmalıdır. İşçi sınıfı enternasyonal birliğini en yüksek noktaya çıkarmalıdır.
Ülkeleri işgal ederek imha edip yağmalayan, binlerce silahlı asker, polis ve para-militer güçler besleyip işçilerin üzerine salan bir avuç sermaye sahibi asalak burjuvazinin, insanlığa hükmetme hakkı yoktur. Üreten ve yaratan işçi sınıfı yönetimi de kendi ellerine almalıdır.
Dünya halklarının, burjuvazinin yıkımını ve imhasını ortadan kaldırmasının tek yolu; burjuvaziye karşı daha büyük yıkım ve imha savaşına kalkışmasıyla mümkündür.
Burjuvazinin, tüm kaleleri, karakolları, sömürü merkezleri, tüm iktidar organları, finans merkezleri elbette uluslararası işçi sınıfı tarafından yıkılacaktır. Çünkü bu bir sınıf savaşımıdır. Bu savaşı onlar başlattı. İşçi sınıfı ise kapitalizmi imha ederek; yeryüzünden savaşı, sömürüyü, ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını kaldırıp, özel mülkiyet düzenine son verecektir. Bunun adı; sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir dünya olan sosyalizmdir.
Uluslararası işçi sınıfı 20. yüzyılda bir çok devrim yaptı, sosyalizm inşa etti. Bu defa, geçmişinden öğremiş ve daha güçlü, daha bilinçli, daha deneyimli ve kararlı adımlarla geliyor. İşçi sınıfının, yeryüzünün en kanlı emperyalist “efendilerini” titreten ayak sesleri, kapitalizmi 22.yüzyıla bırakmayacak gibidir.
Liberal burjuvaların ve bütün kapitalizm sevici revizyonistlerin dediği; “kapitalizm ehlileşmeli, daha fazla demokrasi olmalı” palavrası, kitleleri oyalamaktan ve pasifize etmekten başka bir şey değildir.
Bıçak kemiğe dayandı!
İşçi sınıfının mücadelesi her ülkede farklı nedenlerle ortaya çıkıyor. Büyük kitlesel direnişler, ayaklanmalar, son iki yıl içinde neredeyse bütün dünyayı dolaştı. Ve direnişler, kapitalizmin insanlığı ve doğayı imhasına koşut olarak, daha sık ve daha kitlesel ve güçlü çıkışlarla geliyor.
Kitlelerin öfkesi, ateş topu gibi büyümeye devam ediyor. Kapitalist üretimin uluslararasılaştığı günümüzde, bu öfke selinden hiç bir burjuva devleti kaçamayacaktır.
Proletaryanın sınıf bilinçli öncüleri, kitlelerin devrimci öfkelerini doğru yöne kanalize etmeyi başardığında, burjuvazi için çanlar çalacaktır. İşte, o zaman, kapitalizmin gerçek imhas başlayacak ve başarılacaktır. 04.06.2020
Artı-Değerin Kaynağı-6

Komünist Manifesto, burjuva çağını şöyle tanımlar:
“Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. Oysa eski üretim biçimlerinin olduğu gibi korunması, daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşuluydu. Üretimin durmadan devrimcileştirilmesi, bütün toplumsal koşulların altüst oluşu ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı2, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırdeder.”3
Burada robotlaşmayı kısaca inceleyelim.
Robot pazarının hakimi Çin olmasına karşın, dünyada (2018 yılı için) toplam robot işgücünün %74’ünü beş ülke sahip. Çin, Japonya, Güney Kore, ABD ve Almanya. Bunun %36’sı Çin’e ait. Ancak, bu oran Çin lehine, her geçen gün yükseliyor.
Dünyada 2018 yılnda üretime sokulan robat sayısı toplam 422,271. Bir önceki yıla göre %6 artış var. Bunların diğeri ise 16,5 milyar ABD doları. Dünyada üretimde olan operasyonel robot stoku 2.439.543 kadar.4
Robotların %30’u otomotiv, %25’i elektronik (bilgisayar ve parçaları, radio, TV, iletişim cihazları, tıbbi ekipman, hassas ve optik aletler dahil vb.), %10’u metal-makine, %5’i plastik ve kimya üretiminde, %3’ü yiyecek sanayinde kullanılmaktadır. Robotların %19’unun nerelerde kullanıldığına dair net bilgi yok.
Çin’de otomobil sektöründe 10 bin çalışana 500 robot düşüyor. Diğer imalat sanayinde ise 10 bin çalışana 50 robot düşüyor. Çin burjuvazisi, bu 50’yi, kısa zaman içinde 150’ye çıkarmayı hedefliyor. Almanya’da 10 bin çalışana 338, Fransa’da 159, İngiltere’de 91 robot düşüyor.
Dünyada, imalat sanayinde her 10 bin çalışana 99 robot düşüyor.
Diğer ülkelerde ise robot sayısı otomobil endüstrisinde yoğunlaşmışken, Çin’de ise yüzden fazla üretim dalında robot kullanılmaktadır. Deri, kürk, ağaç işleme, makine ve ekipman onarımı, boru hattı taşımacılığı ve mobilya üretimi gibi birden fazla dalda robotik otomasyon üretimi yapmaktadır. Artan işgücü sıkıntısı, Çin işletmelerini daha fazla robota yönlendiriyor. Üretim hacminin genişlemesine bağlı olarak 2011-2018 yılları arasında Çin’de 46 milyon işgücü eksikliği doğmuş. Özellikle kalifiye işgücü ihtiyacı her geçen gün artmaktadır.
Çin Robot Endüstrisi Birliği’nin (CRIA) açıklamasına göre, bugüne kadar robotlar, işçilerin sadece %2,2’sinin yerini almış.
CRIA, 2021 yılına kadar 1 milyon 300 bin robotun faaliyete geçeceğini açıklıyor. Bu da Çin’in robot pazarı olma üstünlüğünü daha da ileri götüreceğini gösteriyor. Bütün dünya da toplam 5.300 robot üreticisi uluslararası tekel olduğu tahmin ediliyor. Bunun sadece 500 Çin’de.
Çin’de ülke içinde üretilen robotlarının payı 2019 yılında %31 iken 2020 yılında bu oranın %50’ye çıkarılması hedefleniyor. Bu nedenle de ülke içinde robot üreticisi firma sayısı yükseltilmeye çalışılıyor. Kapitalist sermayenin doğası gereği büyükler küçükleri yutar ve Çin’de de bir çok büyük firma küçük robot üreticisi firmaları yuttu. Aynı yutma (satın alma) AB ve ABD içinde de gerçekleşti. Çin’deki robot üreticisi büyük tekeller, ABD5 ve Almanya’da6 bir çok robot üreticisi firmayı satın aldı.
Çin, bir taraftan robot üreticisi ülke iken aynı zamanda dışarıdan en fazla robot alan ülke konumunda. Robot üreticisi firmalar için Çin, şimdilik en büyük pazar. Tabi ki, bütün büyük emperyalist tekeller, robot pazarını ele geçirmek için birbiriyle yarışmaktadır.
Örneğin, Foxconn, yoğun bir şekilde robotlaşamay gidiyor.7 2016 yılındaki açıklamasına göre, Çin’deki bir fabrikasında 60.000 işçinin yerini robot üretimi almış. Daha öncede rakamlarını verdiğimiz gibi, Foxconn, toplam 800 bini aşan işçi istihdam etmektedir.
Yıllık gelirleri 1 milyar ABD dolarını aşan tekellerin %90’ı gelişmiş robot kullanırken, gelirleri 250 milyon ABD dolara kadar olanların robot kullanım oranları düşük. Ancak, bir çok ülkede büyük tekeller 2025 kadar ileri düzeyde robotları üretime sokacaklarını beyan ediyorlar. Tekeller arası keskin rekabet, üretim alanına her geçen gün daha fazla robot katılmasını zorlayacaktır. Her gelişen yüksek teknolojinin üretim sürecine sokulması kapitalist üretimin mutlak eğilimidir.
Kapitalizmin Geleceği Yok
Robot iş gücünün, fabrikalarda ve iş yerlerinde üretim süreci içinde yer almasının daha da hızlandığı bir sürecin içindeyiz. Bu sermayenin organik bileşiminin değişmeyen sermaye lehine artmasıdır. Üretim süreci içinde makineleşmenin artması kapitalizmin geleceğini uzatmıyor tersine, daha da kısaltıyor. Kapitalizm, artı-değer üretimi demek olduğuna göre ve robotlarda canlı emek olmadan artı-değer üretemeyeceğine göre, kapitalistin üretimi daha fazla makineleştirmesi, değişmeyen sermaye bölümünün büyümesi, değişen sermaye bölümünün ise küçülmesi demektir. Ancak, bu gelişim, kapitalizmin geriye döndürülemez bir sürecidir. Kapitalizm, aşırı üretim krizini ve kar oranında düşme eğilimini daha çok ve daha sık yaşayacak, ve kapitalizmin yapısal krizlerini devrevi süreci kısalarak hızlanacak ve bunun tekelci sermaye üzerindeki yıpratıcı ve imha etkisi daha sert olacaktır.
Üretim araçlarının gelişmesi, kapitalist üretim ilişkileri altında burjuvaziye hizmet etmektedir. İşçi sınıfının daha fazla sömrülmesini, baskı altında kalmasını ve üretim sürecinin dışına itilmesini ve de işçyi makinenin bir kölesi haline getirmesine neden olmaktadır. Oysa, makineleşmenin yüksek düzeyde üretim süreci içinde yer alması, çalışanlara daha fazla zaman bırkaması gerekirken, kapitalist üretim ilişkileri içinde bu olası değildir. Kapitalist, aşırı meta üretimi için makineleşmeye hız verir. Bunu, incelememizin önceki bölümlerinde istatistiki verilerle destekleyerek gördük.
Sorunun özü, dijitalleşmenin artması, çalışan işçilerin lehine mi yoksa aleyhine mi kullanıldığında düğümlenmektedir. Sermayenin emri altındaki bir üretim sürecinde, elbette makineleşme işçinin lehine değil aleyhine olacaktır. Sosyalist bir toplumda ise, üretim araçları toplumsal mülkiyetin altında olacağı için, üretim sürecinin yüksek düzeyde dijitalleşmesi, işçiyi üretimin denetleyicisi ve düzenleyicisi konumuna getirecektir.
Bunun örnekleri şimdiden görülmektedir. İşte Çin’in Dongguan kentindeki, cep telefonları için parça üreticisi Changying Precision Technology Company isimli fabrika, önceleri 650 işçi çalıştırırken, şimdi 60 işçi kalmış. Üretimin %90’nı robotlarla üretim yapıyor ve 60 robot 24 saat çalışıyor. “Fabrika ayrıca, otomatik işleme ekipmanları, otomatik taşıma kamyonları ve depodaki diğer otomatik ekipmanlara sahip.”8 Burada çalışan işçilerin görevleri ise; üretim hattını kontrol etmek, izlemek ve bilgisayar kontrol sistemlerini denetlemek. Fabrikanın genel müdürü, 60 işçinin dahi çok geldiğini, fabrikayı 20 işçi ile yönetebileceklerini söylemiş.
Burada, Marx’ın söylediği olguya geliyoruz. İşçi üretim sürecinde sadece düzenleyici ve denetçi oluyor. Bu fabrikada bunun bir yanı gerçekleşmiş. Gerçekleşmeyen, üretim araçlarının hala kapitalist mülkiyet altında olması. Ancak, ortada bir sorun var. Artı-değerin kaynağı nereden geliyor. Yine de çalışan 60 işçiden geliyor ve artı-değer oranı makinelerle yüksek düzeyde artırılmış durumda. Şimdilik bu kapitalist, metalarını pazarda benzeri diğer metalar gibi aynı fiyata satıyor. Ve karını özünde benzeri diğer kapitalistlerin artı-değer oranından elde ediyor. Yani, ticari kar gibi. Ancak, bu belli bir yere kadar devam eder. İster istemez aynı ürünü üreten kapitalistlerde aynı şekilde makineleşecek ve aynı oranda işçi çalıştıracaklardır. Ve metalardaki toplam toplumsal değer eşitlenmiş olacağı için, artı-değer oranı da çalıştırdıkları işçinin toplam artı-emek zamanı kadar olacaktır.
Bu örnek, aynı zamanda, sermayenin değişmeyen bölümü büyüdükçe, sermayenin emeğe olan talebininde azalmasını da beraberinde getirir.
“Emeğe olan talep –der Marx- , sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce varsayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına gittikçe küçülen şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur.”9
Bu fabrikadaki uygulamalar, kapitalizmin genel eğilimini gösteriyor. Ancak, bir yerde dijitalleşmenin artması, diğer üretim alanlarında da dijitalleşmenin artmasını, kapitalistler arası rekabet nedeniyle, koşullar. Bu da, kar oranındaki düşmeyi son noktasına getireceği gibi, üretilen metanın değişim değeri de ortadan kalkacaktır. Çünkü, makineler artı-değer üretmeyecektir.
Örnek verdiğimiz fabrikadan anlatıma devam edersek; fabrikada, işgücünün %90’ı robotlarla değiştirilmiş ve üretim %250 oranında artmış ve kusurlarda %80 oranında düşüş olmuş. Ve bütün fabrikaların ve üretim alanlarının burası gibi robotlaştırıldığını varsayalım. Sonuç, kapitalist üretim koşulları altında sürdürülemez olacaktır. Aşırı üretim had safada olacaktır. Pazarlar değersiz meta çöplüklerine dönecektir. Kapitalist üretimin amacı olan artı-değer üretimi burada gerçekleşmeyeceği için, kapitalist üretim işlevsiz kalacaktır. Diğer yandan, üretimde %250’lere varan, bir artışı söz konusu olduğunda, buna doğa dayanmayacaktır. Kısacası, bu durum nereden bakılırsa bakılsın sürdürülemez. Sınıf mücadelesini bütünüyle yok saysak bile, kapitalizmin sınırları burada bitiyor.
Burada Marx’tan uzun bir aktarma yapalım:
Marx, Grundrisse’de, kar oranı düşme eğilimi yasasını anlatırken, “Bu, her bakımdan modern ekonomi politiğin en önemli yasasıdır” der ve bunu üc madde halinde açıklar. 3. Maddeyi, servetin ve bilimsel gelişmelerin sermaye üzerindeki etkilerine ayırır:
“... genellikle sermayenin boyutu, aynı zamanda da sabit sermaye olmayan sermaye bölümü anlamına geldiği için; böylece son derece gelişmiş ulaşım, değişim işlemlerinin büyüklüğü, pazarın büyüklüğü ve aynı andaki emeğin çok yanlılığı; iletişim araçları vb., bu korkunç sürece girişmek için gerekli tüketim fonlarının bulunduğu (işçiler yer, oturur vb.) anlamına geldiği için, anlaşılıyor ki, var olan maddi, elde edilmiş, sabit sermaye biçimindeki üretken güç, aynı zamanda bilimsel güç, nüfus vb., kısacası, servetin bütün koşulları, servetin yeniden-üretiminin, yani toplumsal bireyin zengin gelişmesinin en büyük koşulları, sermayenin kendisi tarafından onun tarihsel gelişmesinde üretken güçlerin sağladığı gelişme, sermayenin kendi kendisinin değerlenmesini sağlayacak yerde ortadan kaldıracağı belirli bir noktaya ulaşmıştır. (açYK) Belirli bir noktanın ötesinde üretken güçlerin gelişmesi sermaye için bir engeldir; dolayısıyla sermaye ilişkisi emeğin üretken güçlerinin gelişmesi için bir engeldir.”10
Bugün kapitalizm, tam da: “sermayenin kendi kendisinin değerlenmesini sağlayacak yerde ortadan kaldıracağı belirli bir noktaya ulaşmıştır” bu noktadadır. Değersizleşme olgusu giderek derinleşmektedir. En büyük emperyalist ülkelerin borçlarının GSYİH’nın ABD %105, Çin’de %300’ü aşmış bulunmaktadır ve dünyanın 2019 yılında 225 milyar ABD doları olan borcunun, 2025 yılına kadar 80 milyar dolar artarak yaklaşık 325 trilyon ABD dolarına çıkacağı tahmin edilmektedir.11
Kapitalist, üretim sürecinin bütünüyle makineleşmesinin neleri doğuracağını ve nasıl sonuçlanacağını düşünemez. Onu yönlendiren sermayenin karıdır. Sermaye ise durmadan büyümek için, daha fazla üretimi artarak sürdürme eğilimini terk etmeyecektir. Ve bu ise, kapitalistin aşırı üretim altında boğulmasını ve kaçınılmaz olarak kendi sonunu doğuracaktır.
Kapitalistlerin hepsi, üretimi artırmak ve canlı işgücünü azaltıp robotik işgücünü artırma eğilimi içindedir. Hiçbirinin diğerinden geri kalması söz konusu olamaz ve geri kalanlar, ileri gidenler tarafından yutulur. Bunu her kapitalist çok iyi bilir. Damarlarında akan kan; birbirine karşı üstün gelme, birinin, diğerini pazardan yok edip –ölümüne rekabet- onun yerini alma yönünde aktığı için, en iyi bildikleri, son gelişen teknolojiyi üretim sürecine sokmalarıdır. Bununda sınırı olmadığı için, bu sürecin tarihi; buharlı makineden yapay zekaya kadar gelişmiştir ve gelişmeye devam edecktir.
Bu uygulamanın yaygınlaştığını ve işçilerin çoğunluğunun üretim dışına atıldıklarını varsayalım. Kapitalistin artı-değer oranı düşeceği gibi, ürünlerini pazara götürüp satmaya kalktığında alıcısı olmayacaktır. Çünkü, insanların büyük bir bölümü neredeyse %80 - %90’ı işsiz kalacaktır. Yani, ürünün (meta) pazarda alıcısı olmayacaktır. Metaların değeri, kendisine değer veren “üretimin gerektirdiği emek zamanı –Marx-” ölçüldüğü için, pazarlar değersiz meta yığını ile dolu olacaktır.
Makine üretim sürecine girdikçe, işsizlikte artacaktır. Yedek işgücü sayısı artacaktır. Bütün kapitalistler, işsizliğin önümüzdeki 5 yıl içinde %5 oranında daha da artacağını öngörüyorlar.12
Bu konuyu daha incelememizin; “Makinelerin Üretim Sürecindeki Rolü ve Artı değerin Kaynağı” başlıklı bölümde ele almıştık. Marx, makinelerin üretim sürecine girişi ve üretimdeki yeri, hangi koşullarda değer yarattığını, önce Grundrisse-2’de geniş olarak ele almış ve incelemiştir. Daha sonra ise Kapital’in Birinci Cildi’nde bu konuyu tekrar ele almıştır.
Özellikle, Koronavirüsü salgını nedeniyle, dijitalleşme ve bunun üretimdeki yeri konusu yendien tartışılır olmuş ve bazı kesimler, artık burjuvazinin üretimi, işçi yerine “yapay zeka” adı verilen yüksek dijitalleşme ile gerçekleştirebileceğini ileri sürmeye devam etmişlerdir. Oysa, üretimin makineleşme tarhi kapitalizmin tarihidir. Bireysel manifaktür üretimden fabrika üretimine geçiş, makineleşme ile mümkün olmuş ve onunla başlamıştır. Ve buharla çalışan makinelerin ortaya çıkmasıyla, işçilerin işsiz kalacağı daha o günden ileri sürülmüştür. Ne varki, 18.yüzyıldan günümüze kadar makineleşme hızlanarak artmış, üretim alanlarında sürekli gelişerek yer almış, ancak, üretimin hacminin genişlemesine koşut olarak işgücü gereksinimi de artmıştır. Bu makalenin önceki bölümlerinde bunlar istatistiki verilerle ayrınıtılı bir şekilde açıklanmıştır.
Marx ne diyordu:
“Canlı emeğin nesneleşmiş emek (makineler –YK-) karşılığında değişimi; yani toplumsal emeğin sermaye ve ücretli emek karşıtlığı halinde konumu –değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin son gelişmesidir.”13
Marx’ın “nesneleşmiş emek” dediği makineierin bütünüyle üretimde, canlı emeğin yerini işgal etmesi ve onu üretimin dışına atmasının karşılığında, “değere dayalı üretiminde son gelişmesidir” diyerek, kapitalist üretim tarzının da sonu olduğunu ilan etmiştir.
Neden?
Birincisi;
“Makine de –der Marx-, değişmeyen sermayenin bütün diğer öğeleri gibi yeni değer yaratmaz, sadece oluşmasına hizmet ettiği ürüne kendi değerini katar. Makine bir değere sahip olduğu ve dolaysıyla ürüne değer kattığı sürece, bu ürünün değerinde bir öğe teşkil eder. Ürün ucuzlayacağı yerde makinenin değeri oranında pahalılaşır.
(Makine -YK-);
“... Ürüne, ortalama olarak aşınma ve yıpranma ile kaybettiğinden fazla değer katmaz.”14
makinedeki “değer”, yine canlı emekten gelen değerdir. Eğer, makine salt makine ile yapılmayıp içinde canlı emeğinde katkısı varsa, o makinede değer vardır.
İkincisi;
“Makine ne kadar az emek içeriyorsa, ürüne kattığı değerde o kadar azdır. Aktardığı değer ne kadar az olursa, o kadar fazla üretken olur, ve yaptığı hizmet, doğa güçlerinkine o kadar fazla yakınlaşır. Ama makinenin makine ile üretimi, onun değerini, büyüklük ve etkinliğine oranla azaltır.”15
Makinenin makine ile üretimin toplumsal hale geldiği bir süreçte, yani, makinenin ürüne kattığı değerde bir değersizlik halini alacaktır. Bütün üretimlerin makinelerle ve bu üretimi gerçekleştiren makinelerinde yine makineler (canlı emek olmadan) üretildiği bir koşulda, değerden söz etmek saçmadır. Bu, Marx’ın da belirttiği gibi işlenmemiş toprak ya da işlenmemiş maden gibi olacaktır. Makine, kendisine canlı emek tarafından verilen değer kadar değer katar. Daha fazla değil. Daha açıkcası, makine yeni bir değer üretmez.
Üçüncüsü;
“Fabrika sisteminin gelişmesi, sermayenin gittikçe büyüyen kısmını, bir yandan değerini sürekli olarak kendisini büyütebileceği, öte yandan da, canlı emekle ilişkisini kopardığı anda hem kullanım-değerini ve hem de değişim değerini yitireceği bir şekle sokar.”16
Marx, burada sorunu net olarak ortaya koymuştur. Kapitalist üretim sürecini bütünüyle canlı emeği dışında tutarak gerçekleştirmesi sös konusu olamaz. Böyle yaptığı anada, üretilen ürünlerin değişim değeri de olmayacaktır. Yani, pazara meta olarak sürülebilecek bir değeri kalmayacaktır. Salt makinelerle üretimin yapılması, sermayenin organik bileşimini tek yanlı olarak artırırken, sermayenin değişmeyen bölümünü ise yok etmektir. Artı-değer, sermayenin değişen bölümünden gelir. Değişmeyen bölümünün alabildiğine yükselmesi ve değişen bölümün ise sıfırlanması, kar oranınıda sıfırlayacaktır.
Kapitalist, artan ölçüde makineleşme eğilimi içinde girer. Bu kaçınılmaz olarak böyledir. Bugün bu teknik-bilimsel gelişmeler dijitalleşme, informatik, yapay zeka vb. olarak adlandırılıyor. Makineleşme arttıkça, gerekli emek zamanı da azalıyor ve artı-emek zamanını artırmak için işgünü uzatılmasına gidilerek, artı-değer oranının artırılmasına gidiliyor. Ancak, yine de sermaynin organik bileşimindeki sermayenin büyüklüğü (yoğunluğu) nedeniyle, kar oranının sürekli olarak düşmesini önlenemiyor.
Sermayenin serveti, işçinin art-emek zamanına el koymasıyla oluşur. Makine, işçinin gerekli amek zamanını azaltırken, artı-emek zamanını çoğaltır. Bu da, kapitalisti daha fazla makineleşmeye iten etkenlerin başnda gelir. Özünde kapitalizmde, tek kelimeyle budur: İşçinin artı-değerine el konulmasıdır. Çünkü sermaye, ancak, bu koşullar altında oluşur. Sermaye ve artı-değer özdeştir. Biri olmadan diğeri olamaz. Artı-emeğin el konuluşunun olmadığı yerde sermayede olmaz. Sermaye gerekli emek zamanını azaltıp, artı-emek zamanını artırmak amacıyla makineleşmeye hız verirken, aynı zamanda, Marx’ın dediği gibi bütün toplum için emek zamanını en az düzeye indirerek, insanların bireysel gelişmesi için kendine harcayacakları zamanı da artırmış olur. Yani, çalışma zamanı kısalırken, boş zaman artacaktır.
Ancak, sermaye, elbette insanlar kendilerini geliştirsin diye boş zaman kısmını çoğaltımıyor, o gerekli-emek zamanını kısaltmak ve artı-emek zamanını artırmak için böyle bir eğilim içine giriyor. Gerekli emek-zamanın azalması ve boş zamanın (yaralanabilir zaman) artması halinde, metadaki (pazara görtürürlüp satılıp sermaye çevirlmesi için üretilen ürün) değer (artı-değer) azalacak ya da hiç olmayacaktır. Yani, makineleşme, kapitalist için “iki ucu boklu değnek” ya da “yukarı tükürse bıyık, aşağıya tükürse sakal” örneğinde olduğu gibi, burjuvazi bir çıkmaz içine giriyor. Kapitalist yeniden üretim bir handi kap yaratıyor ve kendi ayağına kurşun sıkıyor. Bu kaçınılmazdır. Bu ikili çelişmenin gelişmesi, bir başka söylemlee, üretken güçlerin gelişmesinin artması, gerekli emek zamanını geçersiz hale getireceği için, işçinin kendi artı-emeğine sahip çıkmasını zorunlu ve kaçınılmaz hale getirecektir. Kapitalist üretim artık son sınırına dayanmış olarak toplum için gereksiz hale gelecektir.
Yukarıda Çin’deki “Changying Precision Technology Company” fabrikasının uygulamasının toplumsal hale gelmesi, yani, bütün üretim alanlarına yayılması, buraya kadar anlattığımız “değer” konusunu, yani değişim değerini ortadan kaldıracağı sorununu toplumun karşısına koymuştur. Bu da, kapitalist üretimin sürdürülemez oluşunun geldiği son nokta olacaktır. Kapitalistlerin övünerek söylediği, “geleceğin fabrikası”, kapitalizmin geleceğini bitirecektir. Endüstiri 4.0, 5G, Nesnelerin interneti (IoT), bulut tabanlı bilişim, yapay zeka (AI), informasyon teknoloji (IT), operasyonal teknoloji (OT) ve endüstriyel otomasyon vb. gibi teknolojilerin üretim sürecine bütünüyle egemen olduğu bir süreçte, kapitalist üretim ilişkileri devam ettirilemez. Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çatışma, üretici güçlerin özgürce gelişmesi doğrultusunda çözülür. Yani, kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırılır.
Marx, kapitalist üretim biçimi altında, makineleşmenin gelişmesinin varacağı yeri, 162 yıl önce (1858) şöye açıklamıştı:
“Büyük sanayinin gelişmesi ile birlikte onun dayandığı temel, ötekinin emek-zamanının maledilmesi, servet oluşturmaktan ya da yaratmaktan nasıl çıkıyorsa, doğrudan emek de üretimin temeli olmaktan çıkar.”17
Marx’ın öngörüsü, bir tahmin değil, kapitalist üretim ilişkileri yasasının doğru analizinin bir sonucudur.
Makinelerin sürekli hızlanma eğilimi (hızlı üretim), salt makinelerle sınırlı kalmıyor. 4G, 5G vb. teknolojisinin gelişmesi, makinelerin daha da hızlanması anlamına geliyor. Makinelerin hızlanmasına ne var ki, işçinin enerjisi yetmiyor. Ancak, kapitalist, işçilerden makinelerin hızına yetişmelerini istiyor. (bkz. Amazon’la ilgili alıntı –“alagoritmanın egemenliğinde yaşam”). Kısacası, üretimin dijitalleşmesi, işçinin de dijitalleşmesi anlamına geliyor. Bu da, işçilerin daha sık hastalanmasını, psikolojisinin bozulmasını, depresyona girmesini ve intiharları artırıyor. Çünkü kapitalist üretim süreci işçinin kişisel gelişimini daha ileri götürmek için değil, sermayenin büyümesini sağlamak için vardır. Sermaye büyüdükçe işçilerin sağlığı bozuluyor. Sosyalist üretim biçiminde de tersi olacaktır. Üretim süreci kapitalistin sermayesini büyütmek için değil (sosyalizmde kapitalist olmayacaktır), işçi için, genel anlamda söylersek çalışanlar için var olacaktır.
Dijitalleşme (üretici güçlerin gelişimi) kapitalizmin altını daha hızlı oyarken, komünist toplumun oluşmasının alt yapısını hızla hazırlamakta ve oluşturmaktadır. Üretim sürecinin bütünüyle dijitalleşmesi (vede robotlarla üretimin esas hale gelmesi), sosyalizmden komünizme geçiş süresini de kısaltacaktır. Sosyalizmde aşırı üretim olmayacağı için, ve işçiler, artık fabrikaların (bütün üretim alanlarının) salt düzenleyici ve kontrol edici olacağından, işsizlik gibi bir sonuç olmayacak, “yararlanabilir zaman” toplumun tümü için esas servet olacaktır. Kapitalistin artı-değeri, komünizmde “yaralanabilir zaman” ile yer değiştirmiş olacaktır. İşte böylesi bir toplumsal sistemde tam da Lenin’in dediği gibi, zenginlik: “Toplumun bütün pınarlarından, herkes için, gürül gürül akacaktır!”
Son Söz:
Buradaki inceleme ve araştırma nesnemiz, esas olarak, gelinen aşamada kapitalizmin işgücüne gereksinim kalmadığı, onun yerini makinelerin aldığı anlayışının, kapitalizmin nesnel gerçekliğini doğrulamadığını ortaya koymaktı. Bu da, güncel verilerle ortaya konduğu inancındayım. Evet, makineler (dişitalleşme) kapitalizmin tarihi boyunca artan ölçüde ve gelişerek üretim sürecinde yer almıştır. Ve günümüzde daha fazla yer almaktadır, ancak, bu makineler, kapitalistin amacı olan daha fazla kar (artı-değer) elde etme amacının tersine, üretim sürecine katılmasına oranla kar oranında düşüşe neden olmakta ve sermayenin yeniden üretimini daraltmaktadır. Bir tarafta kapitalist daha fazla kar elde etmek amacıyla daha yüksek düzeyde makineleşme eğilimini sürdürüken, buna koşut olarak da, üretilen metaların değişim değerinde düşme eğilimi de aynı oranda devam etmektedir. Yani, canlı emeğin üretim sürecindeki yerinin azalmasına koşut olarak artı-değer oranı da düşmektedir. Kapitalist bu çelişmeleri, her geçen gün daha fazla ve sert ve tahripkar bir şekilde yaşamaya devam edecektir.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı bütün krizler, ağırlaşarak devam ederken, bunun toplumsal faturaları ağır bir şekilde işçi sınıfının ve emekçilerin üzerine yıkılma eğilimi artarak devam edecektir.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişme, kaçınılmaz olarak üretici güçlerin lehine çözülecektir. Sermaye birikimi ve onun toplumsal yapısı üretici güçlerin gelişmesi önünde engeldir ve bu gün üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, kapitalist üretim ilişkilerinin baskılaması altında ile daha fazla bira arada yürümesinin maddi koşulları da ortadan kalkmaktadır.
Üretim araçlarının toplumsallaşması ve bu toplumsallaşma eğiliminin kapitalistin iradesine rağmen karşı durulmaz bir biçimde gelişmesi, üretim araçlarının, kapitalistin sahipliğini ve onun üzerindeki denetimini (yapay zeka vb. teknik temellerin gelişmişliğinin geldiği nokta dikkate alınarak) gereksizleştirdiği işçi sınıfı tarafından daha net olarak görülmektedir. Üretici güçlerindeki gelişmişlik, kapitalistin artı-değer elde etme amacının, üretim sürecindeki, artı-değer üreten değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranın, artı-değer üretecek niteliğini kaybetmekle karşı karşıya kalması, artı-değer üreten emeğin üretim süreci içindeki kapitalist yerini de gereksiz hale getirmiştir.
Canlı emeğin üretimin temeli olmaktan çıkışı oranında, aynı oranda, kapitalistin de üretim araçları üzerindeki sahipliğini gereksiz hale getirmiştir. Ancak, kapitalist, kendiliğinden üretim araçları üzerindeki tekelini ortadan kaldırmayacak, bunu yapacak olan üretim sürecindeki yerinin denetleyici ve düzenleyici oluşunun daha fazla sınıfsal bilincine varmış işçi sınıfının devrimci eylemi olacaktır.
Üretim sürecindeki yüksek düzeyde dijitalleşme bunun göstergesidir. İşçi sınıfının üretim sürecindeki yerinin denetleyici ve düzenleyici olmasının teknik temeli çoktan geliştiği gibi; üretimin uluslararasılaşmasının ve uluslararası sanayi proletaryasının yaratılmasıyla, kapitalizmin tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, bireysel temellük üzerine kurulu üretim ilişkilerini bütünüyle gereksizliğini ve sosyalist bir dünya sisteminin yaratılmasının her yönüyle olgunlaştığını ve bunun aciliyetini ortaya koymaktadır.
Bu süreç, üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişmeyi de kapitalizmin hiç bir döneminde olmadığı kadar keskinleştirmiştir. Son 20 yıl içinde gelişen kitle hareketleri, kapitalizm karşıtı gösteriler ve nüfusun %99’un, nüfusun %1’inin yönetimi altında yaşamak istemeyişini her defasında ve büyük kitlesel gösterilerle ortaya koyması, doğanın tahribatıyla kronik hale gelen çevre krizi, ekonomik krizlerin eskiye oranla daha fazla sıklaşması, mülteci ve genel toplumsal sağlık (virüs salgınları vb.) kronikleşmiş krizleri, kapitalist sistemin çanlarının çaldığını ve yeni toplumsal bir sistem olan uluslararası sosyalist toplumun tohumlarının çoktan filizlendiğini ve bu filizlenen toplumun artık kapitalist toplumun yerini almasının zorunluluğunun açık ve net göstergeleridir.
Toplumsal gelişmelerin insan iradesinden bağımsız olması ve tersine, insanların iradesi toplumsal gelişmeler tarafından belirlendiğinden, kapitalist toplumun sosyalist topluma evrilmesinin (işçi sınıfının radikal devrimleriyle), iktidarı elinde bulunduran burjuva sınıfının, kapitalist toplumu ayakta tutma zorbalığı, üretici güçlerin gelişmişliği karşısında daha fazla direnmesinin olasılığını da ortadan kaldırmaktadır.
Sermayenin, kapitalist toplumun dinamiklerini yendien üretme (bu kendisini yeniden üretmek demektir) gücüne sahip olduğu sürece, işçi sınıfına karşı direnme gücüne de sahip olacaktır. Bütün ortaya koyduğumuz veriler, uluslararası sermayenin bu gücünün gidrek hızla erime eğilimi içine girdiğini göstermektedir. Siyasal olarak artan ölçüde gericileşmesi, burjuva demokrasisinin “burjuva hakkı” kavramınından bütünüyle uzaklaşması, sözünü ettiğimiz “direnme eğilimi”nin son savunuları olarak işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. İşçi sınıfı, sınıf bilinciyle daha sık içiçe olduğu ve bu doğrultuda örgütlendiğinde, burjuvazinin bu son direnme kağıttan kalelerini de yıkacaktır.
Üretici güçlerin gelişmişliği ve değişmeyen sermaye bölümünün değişen sermaye bölümüne oranla, değişmeyen sermaye bölümünün yeniden üretecek oranda değerin yaratılmasının artan ölçüde azalma eğilimi içinde olması; sermayenin de genişlemesine, kendisini yeniden üretememe (krizlerin sıklaşması ve çoğalması vb. gibi) sürecine hızla girdiği görülmektedir. Sermaye, başlangıçta kendisini sermaye yapan işgücü ile bağlarını koparma eğilimi, ister istemez, sermayenin yeniden üretiminin önünde engel olacaktır. Üretici güçlerin gelişmişliğine oranla, sermayenin kendisini değersizleştirme eğiliminin artması olgusu; şekillendirdiği toplumu yendien üretme karakteristik gücünü hızla yitirdiği bir sürecin içine girdiğinin göstermektedir.
Semayenin, salt makineler üzerinden değer yarattığının sanan ya da yaratacağını hayal eden burjuva ahamakların, tarihsel olarak kapitalist toplumun, “ücretli-emek, değer, para ve fiyat” vb. üzerinden şekillendiğini ve bunlar olmadan kapitalizmin kapitalizm olamayacağını göremeyecek denli kapitalist toplum gerçekliğinden kopmuşlardır.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişme, kaçınılmaz olarak üretici güçlerin lehine çözülecektir. Sermaye birikimi ve onun toplumsal yapısı üretici güçlerin gelişmesi önünde engeldir ve bu gün üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, kapitalist üretim ilişkilerinin baskılaması altında ile daha fazla bira arada yürümesinin maddi koşulları da ortadan kalkmaktadır.
Kapitalizm için “tarihin sonu” gelmiştir ve bütün bu somut göstergeler ve emek-sermaye arasındaki çelişmenin keskinleşmesi, kapitalizmin bir yüzyılı daha yaşayamayacağının göstergeleridir.
Bitti
2 „…bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı...” kapitalizm yaşlandıkça bu olgu daha da artmaktadır. Günümüzde, burjuvazinin vahşice saldırıları, katliamları, ülkeleri tahrip etmeleri, milyonları açlıktan ölüme mahkum etmeleri, ekonomik krizlerin sık sık gündeme gelmesi, teknolojinin gelişmesi ve üretimin alabildiğine artmasına karşılık yoksullaşma ve zenginleşmenin bir birine ters orantılı şekilde büyümesi, “burjuva çağın” en temel özelliği olmuştur.
3 Marx-Engels, Komünist Manifesto, sf. 49, Aydınlık yayınları, Birinci Baskı
4 Executive Summary World Robotics 2019 Industrial Robots. PDF (www.ifr.org.)
5 ABD’li otomobil robotları üreticisi Pasil’in firmasını Çin’li Wanfeng Technology tekeli (2016) satın aldı.
6 Alman Robot üreticisi Krauss-Maffei, Çin’li robot üreticisi ChemChina tekeli (2015)satın aldı.
7 Alec Ross, Geleceğin Endüstrisi ( The Industries of The Future)
8 www.techrepublic.com/article/chinese-factory... 30.Temmuz 2015, by Conner Forrest
9 Marx, Kapital, Cilt 1, sf. 667
10 Marx, Grundrisse, sf. 213-214
11 www.iif.com/Research/Capital-Flows-and-Debt/Globobal-Debt-Monitor
12 www.bcg.com/de-2019-03-27/advanced-robotics-factory-future
13 Marx, Grundrisse Cilt 2, sf. 174
14 Marx, Kapital C.1, sf. 416-417
15 Marx, age, sf. 419
16 Marx, age, sf.434-435. (açYK)
17 Marx, Grundrisse, sf. 178
“Cehennemin giriş kapısı”nı yıkan(1) KAYPAKKAYA ve onun öğrettikleri..

O’nun yolunda düşen yoldaşlarımın anısına...
Doğanın bahar üretkenliğiyle, işçi sınıfının sınıf ruhunu haykırdığı 1 Mayıs’ıyla; Mayıs ayı, Kaypakkaya ayı desek, diğer aylar gücenir mi bilmiyorum. Bilinen bir şey varsa, o da, Kaypakkaya’dan öğrenmenin ayı ve günü olmadığıdır.
Kaypakkaya’yı Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) 40 yıldır okuyor ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Bu ne bir abartı ne de bir övgü gereksinimidir. Bunun böyle olmasının nedeni: Kaypakkaya’nın felsefesi diyalektik materyalizm, bilimi ise tarihsel materyalizm oluşudur. Genç yaşına rağmen, bu bilgilerle ve içinde olduğu devrimci pratikle an ve an kendini geliştiren Kaypakkaya, MLM teori ile donadıktan sonra, kendinden emin bir şekilde, ne yaptığını bilen ayaklarını sağlam yere basan birisiydi.
Kaypakkaya, 1970’lerin başında TDH içine bir ışık gibi sızmış, Türkiye işçi sınıf içindeki oportünizm ve revizyonizmin üzerine ise adeta bir meteor gibi düşmüştür. Ve bundan sonra, TDH içindeki ideolojik, siyasal ve teorik tartışmaların seyri de içeriği de değişmiştir. Materyalist epistomolojik tartışmanın niteliği ise küçük burjuva entellektüellerin akademik tartışma aracı olmaktan çıkarılıp, proletaryanın sınıf mücadelesini aydınlatır bir duruma getirilmiş; “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” Leninist ilkesi, yeniden, devrimci militanın kitleleri mücadeleye sevk etmenin yol gösterici ışığı omuştur.
Marksizm, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde yerli yerine oturmaya başlamıştır.
Kaypakkaya; Marksist teoriyi, ülke içinde ayakları üstüne diken bir komünist önderdir, demek, öznelci bir yaklaşım değildir. Bunu, 1972’lere kadar TDH içinde tartışılan konular ve bunların içerikleri dikkate alınırsa, bu belirlemenin hiç de aşırıya kaçmadığı kendiliğinden anlaşılır.
Kaypakkaya’dan önce, reforumculuk ile sosyalizm arasında gidilip geliniyordu. Marksist teori, kah sosyal şovenizm güzergahında, kah kemalizm şakşakçılığında kah ise sınıf uzlaşmacılığı bataklığında boğuluyordu. İşçi sınıfının ideolojik, siyasal ve örgütsel önderliği ise halkçılıkla yer değiştirmişti. Kaypakkaya’nın görüşlerinin gün yüzüne çıkmasıyla, TDH; bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının ideolojik siyasal ve örgütsel önderliği, sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülmesi ve özel mülkiyetçi sistemin bütünüyle ortadan kaldırılması tartışmalarıyla yakından tanışmıştır. Daha açıkcası, TDH içinde, Marksist bilgi teorisini kavrayış ve onun pratik anlamı gerçek yerine oturmaya başlamıştır.
TDH içinde yer alanlar, Kaypakkaya’ya kadar, “Kemalist Kadro Okulu”nun burjuva entellektüellerinden ve siyasetçilerinden ciddi bir şekilde etkilenmişlerdi. Özellikle o dönemin T”K”P’sinden devşirme “kadro”lar sayesinde, burjuva Türk devletinin niteliği “ilerici” ve hatta “devrimci” olarak ezberlettirilmişti. Kaypakkaya, bunalara bir set çekti. Bu düşüncelerin Marksist değil, burjuva düşünceler olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu. Marksizm ile sınıf uzlaşmacılığını birbirinden ayırdı.
1970’lerin TDH, daha çok da, Kemalizm, burjuva devletin niteliği, Kürt ulusal sorunu gibi konularda, o güne kadar tanık olmadıkları bir düşünce sistematiği ile karşı karşıya kalarak, yer yer sert karşı koyuşlarla Kaypakkaya’yı dıştalamaya çalışmıştır. Ancak, süreç içinde, bazan utangaçca, bazan ise bilerek ve öğrenerek, kendi hata ve eksikliklerini, Kaypakkaya’nın doğrularıyla tamamlama yolunu seçmişlerdir. Bazıları ise, büyük “marksistler” kisvesine bürünerek, onu görmezden gelip, ama onun düşüncelerini kendi düşünceleri olarak yarım-yamalak da olsa “teorilerine” eklemişlerdir.
1990’lardan sonra, bazıları da var ki; (bunlar, M. Suphi’den sonraki T”K”P gelenekçileri ve devamcılarıdır) sınıf uzalşmacı teroileri terk etmeyerek, işçi sınıfı içine oportünist öğeleri itelemeye devam ediyorlar. Haksızlık etmemek için, bunlar da, “burjuva Kemal”in iç yüzünü, Türk devletinin niteliğini, Kürt ulusal sorununa bakışlarını, eskiye oranla kısmen de olsa olumlu anlamda değiştirdiler. Ancak, hala Kaypakkaya’yı “çok aşırı” bulmaya devam ediyorlar. Çünkü Kaypakkaya’da sınıf uzlaşmacılığı teorisi yoktur.
Bazıları da var ki; Kaypakkaya’nın “maoculuğu”nu çok “iğreti” bulurlar. Bu tür argümanlar ve de teroik girişimler; Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan en önemli ilkelerden birini Kaypakkaya’dan alarak içini boşaltama denemeleri ve küçük burjuva kırılmalarıdır.
Kaypakkya’nın TDH katkıları salt bunlarla sınırlı olmayıp, esas olarak da, işçi sınıfının öncülüğünü net olarak ortaya koyarken, proletaryanın öncü örgütü olmadan iktidarı alamayacağını; işçi sınıfının öncülüğünü halkçılığa indirgeyen ya da proleter öncüsüz halkçı devrimci anlayışları eleştirmiş ve anti-MLM olduğunu belirtmiştir. Kaypakkaya’nın en büyük katkılarından biri; Marksist teoriyi halkçı düzeye indirgeyen 50 yıllık revizyonist-oportünist anlayışı mahkum etmesidir. Bu bağlamda, Kaypakkaya, komünist ve devrimcilerin işçi sınıfına ideolojik-siyasal yabancılaşmasını kırmıştır.
Kaypakkaya’nın teorisi bütünlüklüdür. Onda eklektizm yoktur.
Kaypakkaya; TDH’ne, “devrimci ihtilalciliğin”, işçi sınıfının teorisiyle donanmadığı zaman, halkçı devrimcilikten ileri gidemeyeceğini, anti-emperyalist ve “yurtseverlik”le sınırlı kalacağını da göstermiştir. Özellikle de, işçi sınıfıyla burjuva sınıfı arasındaki antagonist çelişmenin realitesinin, hayatın her alanına yansıdığının görülememesi, işçi sınıfının kendi sınıf realistesinin inkarı olmuştur. Kaypakkaya, 50 yıllık birikmiş ve küllenmiş bu inkarı kıran komünist bir önderdir.
TDH’nin bütün olumlu ve olumsuz yanlarına karşın, son 40 yıl içinde Kaypakkaya’dan çok şey öğrendikleri bir gerçektir. Bunu inkar edenler varsa, öğrenmediklerini açıkalmaları gerekiyor.
Kaypakkaya, proletaryanın kızıl bayrağını hep yukarılarda taşıdı. Onun kızıl rengini lekelemek isteyenlere karşı MarksistLeninistMaoist teori ışığında proleter disiplin ve kararlılıkla karşı koydu.
Kaypakkaya, TDH içinde yetişmiş bir militan olarak, onun halkçı yanlarından etkilenerek devrimcileşmişti. O, Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’yu okudukça, görüşleri, süreç içinde, TDH’nin geleneksel görüşlerinden ayrılmaya, yerli yerine oturmaya başlamıştı. Marksist teorik derinliğin ve bilmsel bilginin kendisindeki gelişmine koşut olarak, Kaypakkaya’yı TDH’nin halkçı teorisinden kopuşu esas olarak 15-16 Haziran İşçi direnişi yaratmıştır.
Devlet zoruyla bastırılan işçi hareketi, Kaypakkaya’yı zorunluluğun bilincine vardırırken; özgürlüğünde, zulüm yuvası devletin, yine işçi sınıfı önderliğinde köylülerin ve tüm ezilen emekçilerin zoruyla yıkılarak kazanılabileceği bilincini yarattı. İşçi hareketinin bu gelişimi; Kaypakkya’da, devletin niteliğine, Kemalizme, ulusal soruna ve işçi sınıfının önderlik sorununa yaklaşımında, nitel bir bilinç sıçraması yarattı ve düşünceleri bütünüyle değişerek Marksist bir rotaya oturdu. Kaypakkaya’nın o süreçte, içinde yer aldığı (TİİKP)2 örgütüne karşı Marksist içerikli ilk ciddi eleştirileri bundan sonra başlamıştır
Nasıl Marx, işçi sınıfının biliminin yaratırken “bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında” bilinciyle hareket ettiyse, Kaypakkaya’da, 50 yıllık sınıf uzlaşmacı oportünist teoriler karşısında, cehennemin giriş kapısını kırarark adımını içeriye atmıştır. İşte bundan sonra, TDH’nin bir çok temel ideolojik-siysal konularda ezberi bozulmuştur.
Nasıl ki, “maddi yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırı”yorsa (Marx), komünist militanlığı belirleyen de; işçi sınıfının sınıf bilinciyle ve onun sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi ve bunu yaşama geçirmeyi zorunlu kılar.
Kaypakkaya’yı yaşadığı tarihsel mitin içinde bırakarak, onu ileri taşımamak, onun yaşayan düşünceleriyle çelişir. Çünkü o, işçi sınıfının alegorik bir miti değil, düşünceleriyle yaşayan bir öznesdir.
Kaypakkaya, okuyan, öğrenen ve öğrendiklerini pratiğe geçirmeye çalışan ve kendini kendi hataları üzerinde de eğiten komünist bir kişilikti. O, düşüncelerini yüksek sesle söyleyen ve hatalarını yüksek sesle kabul eden, doğruları ise anında alan bir işçi sınıfı militanıydı. O, kitlelerin hem öğretmeni hem de öğrencisiydi. O nedenle de hatalarını gördüğü anda düzeltme yolunu teredütsüz seçmiştir.
Kaypakkaya, insanlığın, tarihin öte yanından alıp kendi boyunlarına takarak bugüne taşıdıkları kölelik halkası olan özel mülkiyet sistemini, işçi sınıfının gücü ve bilimiyle yıkılacağına inanmıştı. Düşmanın karşısına da bu inançla çıkarak, onu kendi ininde mağlup etmesini bilmiştir.
Kaypakkaya’dan öğrenmek; onu olduğu gibi savunmak değil, onun eksik ve hatalarını da ortaya koymaktan kaçınmamak olmalıdır. Kaypakkaya, kendinden önceki devrimci kuşağa aynen böyle yaklaşmıştır. Eksik ve hataları görmezden gelmeden, onların üstüne üstüne giderek, kendi doğrularını yaratabildi. Kaypakkaya, böyle bir özelliğe sahip olmasaydı, bugüne ulaşamazdı. Onu yaşatan, onu tartıştıran ve onun düşüncelerini devrimci-komünist militanlarda yol gösterici bir öğe yapan; hiç kuşkusuz, devrimci teorinin bir doğma değil, bir eylem kılavuzu olmasındandır.
Kaypakkaya’nın doğruları kadar eksikliklerini de ortaya koymak, onun öğretilerinin canlılığının bir gereğidir. Kaypakkaya’yı 40 yıl öncesinde dondurmak, Kaypakkaya’ya yapılan bir haksızlıktır.
Kaypakkaya’nın en büyük hatalarından biri, ülkeyi, “yarı-feodal” değerlendirmesidir. Kendi araştırması olan “Çorum ve Kürecik”in ekonomik araştırması ve analizleri, bilimsel bir yöntemle ele alınmasına karşın, Türkiye için aynı yöntemden hareket etmemiştir.
Sosyo-ekonomik yapıdan hareketle, ülkede devrimin yolunu “Halk Savaşı” olarak belirlemesi, öznelciliğin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Türkiye devriminin gelişimini Çin Devrimi gibi gelişeceğini varsayarak şablonculuğa düşmüştür.3
Kaypakkaya, o (12 Mart cuntası) süreçte siyasal durum değerlendirmesini ve özellikle de “işçi ve köylülerin büyük çoğunluğu silahlı mücadeleyi kavramıştır” saptaması, sosyal gerçeklikle uyuşmuyordu. Kaypakkaya’yı, yerelden bağımsız, böylesi öznelci saptamalara götüren, o günün dünya konjonktüründeki işçi, emekçi ve ezilen ulus hareketlerindeki gelişmelerdi.
Genç bir komünistin bu tür hatalar yapması anlaşılır bir şeydir. 24 yaşın son beş-altı yılını, okuyarak, yazarak, eylemlere katılarak; örgütlü mücadele içinde o günün sınıf mücadelesi tarihi onu öne çıkarmıştır. İşçi sınıfı hareketi içindeki oportünizme karşı mücadelesinin bir ürünü olarak, işçi sınıfının öncü örgütünün kurulmasına önderlik yapan bir komünistin, kendi teorisini sosyal gerçekliğin mihenk taşına aktaramadan, aktardıklarını ise sorgulayamadan katledilmesi; eksik ve hatalar ona değil, onun yükseklerde tuttuğu bayrağı taşıyanların hanesine yazılır.
Bu nedenle, Kaypakkaya’nın, kuru ve sosyal gerçeklikten uzak soyut övgülere gereksinimi yoktur. TDH içinde, çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı hareketi içinde onun yeri ölümsüzleşmiştir. Türkiye ve Kürdistan devriminin bayrağında Kaypakkaya’nın yeri her zaman olacaktır. Kaypakkaya’nın gereksinimi; onun sınıf bilinçli duruşunu anlamaya, düşüncelerini yaşayan bir organizma gibi eylem kılavuzu olarak ele alıp, ilerletmeye, bugüne ve yarınlara taşımaya gereksinimi vardır. Kaypakkaya, öğrencisi olduğu öğretmenlerine karşı böyle yaklaşmıştır. Kaypakkaya’nın öğrencilerinden de öğretmenlerine böyle yaklaşmak beklenir. ***02.05.2013
1 Bu makale, 7 yıl önce, 2013 Mayıs ayında yazıldı. Güncelliğini koruduğu için bugün yeniden olduğu gibi yayınlıyorum.
2 TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi)
3 Kaypakkaya’nın bu hatalarını; “Tarihin önünde Yürümek” (EL Yayınları, Nisan 2013) kitabımda ele aldığım için burada kısa notlar halinde geçiyorum.
Artı-Değerin Kaynağı-5.Bölüm

İşçi sınıfının değişimi, esas olarak başka bir incelemenin konusu olmakla birlikte, konuyu burada, makalenin genel içeriğine bağlı kalarak, kısaca ele alınacaktır. Dijitalleşmenin artması, üretim sürecinde yüksek teknolojinin giderek daha fazla yer almasının, işçi sınıfı üzerinde yaratacağı etkilere de değinmek gerekiyor.
Makalenin içinde “makinelerin marifetleri” bölümünde, üretim sürecinde makineleşmenin artmasıyla işçinin üretim süreci dışında nasıl kaldığını anlattık ve bunun kaçınılmaz olduğunu da belirttik. Üretim süreci içinde bilgi teknolojileri (informasyon teknolojisi -IT) ve operasyonal teknolojilerin (OT) gelişmesi ve birlikte üretim süreci içinde yer almasının giderek yagınlaşması, kapitalist üretim sürecinin doğal diyalektik gelişimidir. Bazı kesimler, makineleşmenin işçi sınıfının aleyhine, işçiyi üretim sürecinin dışında bırakacağını ve kapitalist toplumsal sistemin, insanlığın son geldiği yer olarak kalacağını ileri sürecek kadar, -tanrı adına konuşan din tüccarları gibi- idealistleşiyorlar. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının üretim sürecinin dışında kalamayacağını önceki bölümlerde –verilerle desteklenerek- konu etraflıca açıklandı. İşçi sınıfının IT ve OT teknolojilerinin üretim süreci içinde yer almasından dolayı korkacağı bir şey olamaz. Korkması gereken burjuvazidir. Çünkü bir tarafta sermayenin organik bileşimi alabildiğine yükselirken, makineleşmenin artması sonucu istihdamın (değişen sermaye bölümünün) azalması, kapitalistin kar oranının düşme eğilimini hızlandıracaktır.Marx, sanayinin teknik temelinin devimci olduğunu söyler:
“Modern sanayi, mevcut üretim sürecinin hiç bir zaman son ve değişmez bir şekil olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, iş-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar. Böylece aynı zamanda, toplumdaki işbölümünde de köklü değişiklikler yapmakta ve, sermaye ile işçi kitlelerinin durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atmaktadır.”1
Kapitalizmin tarihi ele alındığında bir çok defa teknik temel gelişmiş ve buna bağlı olarak da üretim süreçleri kendini yenileyerek ve değişmlere uğrayarak bugüne gelmiştir. El değirmenlerinden, buharlı ve peşinden elektirkle çalışan makinelere ve üretimin daha seri bir şekle (otomasyon) dönüştüren üretim bandların ortaya çıkması ve son 70 yıllık süreçte bilgisayraların gelişmesi ve özellikle 1990’lardan sonra robotlaşmanın artması, IT (Bilişim teknolojisi) ve OP (Operasyonel Teknoloji) tekniklerinin (dijitalleşme) üretim süreçlerine dahil olması, iş bölümlerinde ve iş-sürecinde de yeni değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Her yeni teknolojinin üretime girmesi, üretimde yeni iş bölümlerini de beraberinde doğurmaktadır. Sermayenin büyüme ve merkezileşmesiyle doğru orantılı olarak kapitalist üretim hacmi de genişlemektedir. Üretim sürecine yeni giren makine, işini elinden aldığı işçiye başka bir iş bölümünde işi ve yeni iş alanlarını da birlikte yaratmaktadır. Makineyi yaratması, makinenin her parçası için yeni bir iş alanı ve iş bölümü yaratması demektir. Ve bu makinenin her bir parçasının ayrı üretim yeri ve süreçleri vardır. Örneğin bir bilgisayarın her parçasının ayrı bir üretim alanında yapılması gibi. Makinelerin her parçası aynı fabrika içinde de olabilir. Böylesi bir üretim süreci kapitaliste bir çok açıdan maliyeti pahalıya geliyor.Birincisi, fazladan istihdam gerektiriyor ve daha fazla işçiyle karşı karşıya kalma sorunu var.
İkincisi ise, her bir parçanın farklı yerlerde üretilmesi kapitaliste daha ucuza geliyor. Bu hem esnek üretim hem de esnek çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Bu, işçi sınıfının birliğinin parçalanmasını getirerek, örgütlü olarak ortak hareket etmesini zorlaştırıyor.Nasıl ki, kapitalist toplumun yapı taşları kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükseliyorsa, her bireysel kapitalist için üretimin temel nedeni artı-değer elde etmek için meta üretimi olması; kapitalistler arasındaki bitmek bilmez aşırı rekabet, üretimi artırmak amacıyla durmadan üretim sürecine yeni teknikleri de katmıştır ve katmak zorundadır.
Burjuvazi, üretimin teknik temelini geliştirirken, aynı şekilde iş bölümünün de daha da yagınlaştırmaya ve geliştirmeye devam etmiştir. Ama, aynı şekilde, işçiyi de yetkinleştirmektedir. Diğer yandan ise, üretim ilişkilerinin temelini, emek-sermaye çelişmesini de sıkı sıkıya korumak için tutuculuğu, en geri bağnazlığı da elinden bırakmamıştır. Bir taraftan üretimi teknik olarak geliştiriken, bir yandan ise, sermayenin büyüklüğüne koşut olarak gericileşmesini, işçiyi ve doğayı artan ölçüde tahribatı da artırmıştır.“Modern sanayinin –der Marx- teknik zorunlulukları ile, bu kapitalist biçimi içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğinin; iş araçlarını elinden alarak, gerekli yaşam araçlarından da yoksun bıraktığını ve, parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz hale getirdiğini görmüş bulunuyoruz.”2
İşçiyi gereksiz hale getiren üretim biçimi, ama öbür yanda ise iş çeşitliliğinin gelişmesi, iş bölümlerinin artması, işçiyi değişik üretim alanlarında çalışmaya itmesi, işçinin artan ölçüde ve üretimin teknik temelinin gelişmesine koşut olarak her işi yapacak yetkin duruma getirmesini de sağlamıştır. Günümüzde ise dijitalleşmenin gelişmesi ve bu alanda işçilerin çalışması, işçinin yetkinliğinin teknik gelişmelerin gerisinde kalmadığını ve kalamayacağını göstermektedir.
Burjuvazi, makineleşmeyi geliştirmesine karşın, işçiyi bütünüyle üretim dışına atacak durumda değildir. Çünkü böyle bir şey yaptığı anda, üretim ilişkilerinin niteliksel olarak yeni bir biçime bürünerek kendisinin de gereksiz hale geleceğinin bilincinde olmalıdır. Bilincinde olmasada sermayenin değersizleşmesiyle kendisi de gereksiz hale gelecektir. Artı-değerin kaynağı canlı emek olduğu için, burjuvazi, işçiyi üretim sürecinin dışına itemez. Teknik gelişmelerin o düzeye gelmesi, emek-sermaye çelişmesinin dayattığı çözümü de güncel hale getirici toplumsal gelişmeler ve sınıf çatışmalarının daha da keskinleşmesi kaçınılmaz olur. Ancak, toplumlar tarihi kendiliğinden değil devrimlerle alt-üst olduğundan, üretimin teknik temelinin gelişmişliği, toplumsal değişimin aciliyetini daha da zorunlu hale getirecektir. Çünkü, üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesine cevap veremez hale gelmiştir. Üretim sürecindeki bir bütün olarak üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi ile üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği arasındaki çelişme kaçınılmaz bir sona yaklaşmaktadır.
Üretici güçlerdeki ve üretimdeki iş bölümündeki gelişmelere bağlı olarak işçilerinde gelişmesi, başkalaşması kadar doğal bir şey olamaz. Tarım ülkesindeki tarım proletaryasının, şehire gelip fabrikaya girdiğinde sanayi işçisi olması ne denli doğalsa, bilgi teknolojisi (information Technology –IT-) alanında çalışan bir işçi ile bir fabrikada temzilik işçisi arasında sınfsal olarak her hangi bir fark olamaz. ikisi de kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu koşulları altında çalışırlar, ikisi de artı-değer üretir, ve ikisi de iş bölümü gereği, kapitalist üretimin bir parçasıdır ve her şeyden önce, üretim araçlarından yoksun oluşları nedeniyle üretim ilişkileri içindeki konumları aynıdır.
Şu anda (yıl 2020) kapitalizmin içinde bulunduğu kriz (özünde bu kapitalizmin çöküş krizidir) ve Koronavirüs salgını nedeniyle bu krizin daha da derinleşmesi, ve her krizde olduğu gibi, mülksüzleşmeyen küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirlmesinin hızlanması ve bu çerçevenin daha da genişlemesi, mülksüzleştirilenlerinde işçi sınıfı saflarına katılmasını getirmektedir. Yani, işçi sınıfı safları daralmıyor, sermayenin büyümesine oranla daha da genişlemye devam ediyor.3
Makineleri biligisayarla yöneten işçi ile kol gücü kullanarak elinde aletleriyle makineleri tamir eden işçi arasında bir fark olamaz. İkiside aynı sınıfın üyeleri ve aynı üretimin (bunlar farklı alanlarda da çalışıyor olabilirler) ayrı ayrı birer parçaları olarak toplumsal bir üretim bütünlüğünü oluştururlar.
Burjuvazi, bilinçli olarak işçi sınıfını bölmektedir. Bu özünde yüzeysel bir bölünmedir. Örneğin “hizmet” iş kolunda çalışanları işçi sınıfının dışında tutarlar. Büroda bilgisayar başında patronuna artı-değer üreten büro işçisiyle, aynı büroyu temizleyen temizlik işçisi, sınıfsal olarak ayrı gösterilir. Birine “beyaz yakalı”, olarak işçi gözükmezken, diğerine de işçi gözüyle bile bakılmaz. Hatta temizlik işçileri genelde “işçi” sınfı içinde bile gösterilmekten itina edlir. Bir çok istatistikler ise temizlik işçilerini “hizmet” iş kolunda gösterirler. Bu bilinçli bir ayrımdır. Bu tür ayrımlar Marx’ın yaşadığı dönemde de vardı. Bu nedenle Marx bu konuya da değinmek durumunda kalmış.Bugün bütün ülkelerde “beyaz yakalı” olarak tanımlanan ve işçi sınıfının “dışında” gösterilen işçilerin büyük bölümü asgari ücret ya da onun altında bir ücretle çalışmaktadır. Çin’de ya da herhangi bir ülkedeki paket dağıtıcısı işçiler buna örnektir.
1800’lü yıllarda İngiliz fabrika yasaları, fabrikada değişik iş kollarında çalışan işçilerinin bir bölümünün “işçi” kapsamı dışında bırakmıştı. Bu bilinçi bir istatistik oyunuydu.4“Doğa sisteminde kafa ile kolun bir birlik oluşturdukları gibi, iş süreci de kafa emeği ile kol emeğini birleştirir. Daha sonra her ikisi, birbirine düşman olacak bir karşıtlığa varacak kadar ayrışırlar. Ürün, bireyin dolaysız ürünü olmaktan çıkar ve, kollektif işçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. İş sürecinin bu ortaklaşa niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki, üretken emek ve bunu sağlayan üretken işçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık elle çalışmanız gerekmez, kollektif işçinin bir parçası olmanız , onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.”5
Marx, burada meseleyi çok açık bir biçimde koymuştur. Toplumsal üretim süreci içinde yer alan işçilerin birliğini, bu ister kafa emeği ile ister kol gücüyle çalışsın, üretim sürecinin birer parçaları olarak işçi sınıfının birer üyeleridir. Günümüzde ister bilgisayar başında makineleri yönlendirsin, ister temizlik yapsın, ister fabrikada eşya taşıyıcı olsun, bir üretim bütünülüğünü yerine getirmeleri nedeniyle, işçi sınıfının üyeleridir. Yani, ücretli işçiler, toplumsal üretim kollektifliğinin birer üyeleri olarak yer alırlar.Küçük burjuva oportünizmi, IT ‘de çalışan işçi’yi düz fabrika işçisi ile aynı sınıflandırmanın içine koymuyorlar. Oysa, her ikisi de üretimin birer parçaları olarak patrona artı-değer üreten üretken işçidir. Yani, ikisi de sermayenin birikimine ve büyümesine hizmet etmektedir. Biri kol gücüyle çalışırken, diğeri ise kafa gücü (emeği) ile çalışmaktadır. Üretim içinde patron ile ilişkileri emek-sermaye çelişkisi kapsamı içindedir. Sömüren ve sömürülen, işgücünü (ister kol ister kafa olsun) bir meta olarak satan konumdadırlar. İşçiyi salt kol güzüyle çalışan olarak tanımlamak, tam da burjuva liberallerine uygun bir tanımlama ve amacı, işçi sınıfının sınıfsal olarak değersizleştirme çabalarının bir ürünüdür.
“Şirketler son yıllarda gittikçe daha çok, “esas iş” saymadıkları kısımları kendi bünyelerinden çıkardılar. Bu süreçten kantin, iş elbiselerinin yıkanması ve onarılması, büro binalarının temizlenmesi, bakımı ve tamir işleri, muhasebe, araştırma, meslek öğrenme ve ilerletme eğitimi, bilgi işlem bölümü gibi görevlerden; üretim, sevkiyat ve nakliyatın bazı kısımlarına kadar birçok bölüm etkilendi. Bunun neticesi ise, çalışanların bazı kesimlerinin gittikçe daha fazla dıştalanıp bölünmesiyle, ya daha düşük ücret ödeyen, daha kötü çalışma koşullarıyla çalıştırılan daha küçük işletmelere çevrilmesi ya da kiralık işçiler haline dönüştürülmesiydi.”6
Örneğin, büyük otomobil tekelerin üretim fabrikaları birer montaj yerine dönmüştür. Hemen hemen bütün paraçalar değişik üretim alanlarında ve hatta değişik ülkelerde üretilip montaj yerinde bütünleştirilir. En ucuz ve en kaliteli otomobil parçaları üretim yerinde değil, başka firmalara yaptırılmaktadır. Ayrıca, bütün otomobil üretim fabrikalarında onlarca taşeron firma ve bu firmalara bağlı işçiler vardır. Fabrikanın asıl işçisi ile aynı işi, hatta daha ağır işleri yapmalarına karşın taşeron işçilerinin saat ücretleri fabrika işçisine göre düşüktür ve bu işçiler bir çok sosyal haklardan da mahrumdurlar.
“Yeni Proletarya Makinalardır, İşçi Sınıfı Artık Belgelerini Alıp Gidebilir” Mi?
“Yeni proletarya makinalardır; işçi sınıfı artık çıkış belgelerini alıp gidebilir.7”
Bu retorik, o zamanın emperyalist burjuvazinin neoliberal politikalarının ideolojik defermasyon açısından işçi sınıfına düşürülen kesmiydi. 1980’lerin başında burjuvazinin neoliberal ekonomik politikalarının pratikte daha sert görünümü, işçi sınıfının sınıf olmadığı argümanı da sınıfa yönelik en sert ideolojik saldırıların başında geliyordu. Aynı yıllarda, Andre Groz’un da “elveda proletaryası” piyasaya sürülmüştü. Ne tesadüf! Burjuvazinin ekonomik saldırısı ideolojik saldırılarıyla birlikte gelmiştir ve gelir.Burjuvazinin temel isteği ve düstürü; işçi sınıfının, burjuvaziye alternatif ve onun karşısında sınıf olmadığı gösterilmeli ve bu konuda ideolojiik bombardıman onun başından eksik edilmemeli ve her zaman yeni bir şeyler söyleniyormuşçasına, içeriği aynı olan reteorikler bıkmadan, usanmadan tekrarlanmalıdır.
İşçi sınıfı kavarmı; burjuvaziye ve onun sistemi kapitalizme karşı, salt bir soyut tanımlama değil, aynı zamanda toplumsal bir içeriği, toplumsal bir duruşu ve toplumsal bir alternatif devrimi de içermektedir. İşçi sınıfının sınıf olarak yozlaştırılması, içeriğinin boşaltılması, sınıfsal dünya görüşünün de bulanıklaştırılması ve toplumsal alternatif oluşununda büyük bir yara alması ve de hiçsizleştirilmesiydi. Böylece, uluslararası emperyalist burjuvazi, sınıflararası mücadelede, işçi sınıfına karşı büyük bir avantaj elde edecekti. Burjuvazi, daha baştan sınıfı bölmek için uğraşa gelmiştir. Sermaye karşısında aynı üretim süreci içinde olan işçileri, hizmet, sanayi, “informasyon” vb. isimler altında özellikle ayırmayı ihmal etmemiştir. İşçi sınıfının üretim sürecinde kol ve kafa emeğinin, Marx’ın belirttiği gibi bir birbirinin amansız düşmanı haline getirmiştir. Şimdi onu “prekarya”, “orta sınıf” adlandırmalarıyla, revize etme görevini küçük burjuva oportünizmi devralmıştır. Burada, küçük burjuva oportünizmi revizyonizme evrilmiştir.
Çünkü, işçi sınıfı demek: Burjuvaziye karşı tavizsiz bir duruş ve kapitalizm karşıtı olmaktır. İşçi sınıf demek; anti-emperyalist, anti-faşist cephede yer almak ve mücadele etmek demektir.İşçi sınıfı demek; toplumda ilerici olan, ileri olan tüm ekonomik ve kültürel yaratımların yaratıcısı demektir.
Ve her şeyden önce, işçi sınıfı demek; sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız bir dünyanın kurtuluşunu temsil etmek, sosyalizm ve komünizm savunucusu ve kurucusu olmaktır. İşçi sınıfı dışında başka hiç bir sınıf bu tarihi toplumsal görevi yerine getirebilecek bir niteliğe sahiğ değildir.
İşte, “elveda proletarya”, bu kadar geniş karşı-devrimci bir toplumsal anlam içeriyor. Bu bağlamda, neoliberal burjuvazinin yeni ideolojik saldırısı olan “elveda proletarya”; burjuvazinin ve kapitalizmin savunucusu, üretim araçları elinden alınmış proletaryanın ise can düşmanıdır.Marx’ın işçi sınıfı tanımı:
“Ödenmemiş artı-emeğin –der Marx- doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. … Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”8
Dijitalleşmenin yoğunlaştığı ve yoğunlaşma eğiliminin kaçınılmaz olarak süreceği günümüzde, işçi sınıfının yerini makineler mi alacak? Sermaye artı-değeri makinalardan mı elde edecek?
Bu sorulara yukarıda yanıt verilmişti. Makinaların artı-değer üretmediğini, artı-değerin kaynağının canlı emek olduğu geniş bir şekilde açıklandı.Miterand’ın temsilcisi bu burjuva liberal “tarihi öngörüsünü” en az 35-40 yıl önce söylemiştir. Ondan bu yana proletaryanın sayısında bir düşüş olmadığı gibi, tersine bir artış söz konusu. Bu ististiki verilerle ortaya kondu. Ancak, bu bayın entellektüel sözcülüğünün yaptığı Fransız sermaye sahipleri, daha fazla işgücü lazım diye reklam kampanyaları açmaya devam ediyorlar. Ve 2018 yılında 33 bin göçmen işçiye vize vermişer. Ve ayrıca her yıl 33 bin kalifiye iş kotasını verileceği belirtiliyor. Bir çok iş kolunda (ev temizlik işçileri de dahil) işçi açığı olduğunu dönemin çalışma bakanı açıklıyor. 9 Her yıl binlerce insanın “kaçak” olarak gelip iltica etmeleri ise bu sayının içinde yer almıyor.
Sermaye dijitalleşmeye ağırlık verirken, öbür yandan ise çalışma saatlerini uzatmak için çaba harcıyor. Neredeyse, işçilerin tüm zamanlarını çalarak, bir tek uyku saatlerini onlara bırakacaklar, onu da fabrika içinde uysunlar diyecek kadar ileri gitmektedirler. Çin’de bu uygulamanın yaygın olduğu biliniyor.10Elbette, “işçilerin belgelerini alıp gitme zamanı geldi” diyen yalnızca burjuvazinin sözcüleri olan liberal burjuva aydınları değil, kendine komünist diyen ve hala işçi sınıfı temsilcisi olduğunu iddia edenlerde aynı söylemle yakınlık kurmaları ise, bir başka handikap. Burjuvazi, nedense, işçilere belgelerini vermiyor, tersine “daha fazla, daha fazla işgücü açığı var” diyerek, göçmen işçi çekmek için çaba harcıyor. Burjuvazi kendi karşıtı olan işçi sınıfından vazgeçemiyor. Vazgeçtiği anda kendisininde yaşayamayacağını bildiği içindir. Burjuvazi, bunu biliyor, ama küçük burjuva oportünizmi, burjuvazinin gördüğünü göremiyor.
Küçük burjuvazi, işçi sınıfını salt kol gücüyle çalışan olarak ele alınca, ideolojik olarak savrulmanın sınırı ve yönü belirsizleşiyor. Marx’ın hiç bir eserinde, “işçi sınıfı, salt kol gücüyle çalışanlar” diye tanımlanmamıştır. Özellikle kafa ve kol emeğinin içiçe geçtiği ve ikisinin de birbirini tamamladığını belirtmiştir. Marx’ın bu tanımlamasının bilinmemesi söz konusu olamaz. Ancak, sorun bilmek değil, ideolojik duruş ve dünya görüşünde netlik olmayınca daldan dala konmanın kaçınılmazlığı da kendiliğinden geliyor.
“Elveda Proletarya”cı Andre Gorz, Türkiye Devrimci Hareketinin tam yenilgi (12 Eylül 1980) döneminde, proletaryadan nasıl kurtulacağını bilemeyen küçük burjuva revizyonizmi ve reformizmi için teroik bir kurtuluş oldu. Tabi, ülkemizde, en başta Birikim’ci (M. Belge, Ö. Laçiner, A. İnsel vd.) tayfasını da saymamak olmaz. Onlar çok eskiden beri proletaryadan kurtulmuşlar, “yetmez ama evet”e kadar ideolojik-politik uzlaşı merdivenlerini tırmanarak, işçi snıfının dünya görüşünün tüm etkilerini, bütünüyle üzerlerinden atmışlardı. Sosyal demokrat çizgi, onlar için, kapitalizm çağında en ileri kurtuluş teroisiydi.
Andre Gorz, en keskin “proletaryacıları”da etkilemişti. Etkilememesi düşünülemezdi. Bazıları Gorz’u da aşmış durumdalar. Gorz, işçi sınıfının üretim dışına atılarak etkisizleştirildiğini savunurkan, kendine komünist diyen bazı kesimler ise, işçi sınıfının “mülk sahibi” olduğunu öne sürerek, proletaryaya sınıf atlatmışlar.
“İşçi sınıfı diyalektik tarihsel gelişme bakımından sadece işini kaybedecek veya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir durumda değildir. Tarihsel gelişmenin tabi tezahürü de olsa, işçi sınıf artık bir eve, evinde kapitalist kullanım araçlarına ve hatta arabaya da sahip olacak düzeyde bir “özel mülkiyete” sahiptir.11 Öyle ya da böyle sendika ve sigortaya, tazminat hakkına sahiptir. Mücadelelerinin sonucu olarak belli haklara , yasallaşmış çalışma ve iş saat haklarına sahiptir. Bu işçi sınıfının kaybetmekten korkacağı birşeylere sahiptir12 denebilir ki, bu kaybetme korkusu işçi sınıfının ideolojik duruş ve fikir dünyasına da etki yapmaktadır.”13
Buna, işçi sınıfı diyalektiğini burjuvazinin dünya görüşünden okumak denir. Bir ve aynı ilişki içinde yer alan iki zıt kutubun, birinin diyalektik gelişimini (burjuvazinin) olduğu gibi kabul ederken, diğerinin (işçi sınıfının) burjuvaziye yaklaştığını söylemek, daha baştan materyalist diyalektiğin reddidir. Mao’nun söylediği gibi, çelişkinin iki kutbunu oluşturan zıtlar, bazı koşullar altında birbirine dönüşebilir. Ancak, zıt kutupta oldukları ilişkinin niteliği de değişir. Ya da Marx’ın, kapitalizm tahlili yanlıştır. Marx, “sermayenin büyümesine koşut olarak yoksullaşmanın da büyüdüğünü” söyler. Bu araştırma içinde ortaya koyduğumuz gibi, güncel tüm istatistiki veriler de Marx’ı doğruluyor. Buradaki anlayış ise; sermaye büyüdükçe işçiler de ekonomik olarak burjuvaziye yaklaşıyor. İşçi sınıfı, içinde bulunduğu somut duruma mı inansın, yoksa, kendisine “zenginsizin gözünüz aydın!” diyenlere mi inansın? Hiç kuşku yok ki, işçiler, kendi yaşamlarına göre düşünmeye devam edecklerdir.“Kullanım araçları” ile ne anlatılmak isteniyor net değil, ancak, evde kullanılan “dayanıklı tüketim malları” olarak adlandırılan, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinası, bilgisayar vb.) kastediyorlarsa, bunlar üretim araçları değil, tüketim araçlarıdır. Ve işçiler, evde kapitalist pazar için meta üretmiyorlar. Tersine, kullanım ve değişim değeri olduğu için işçi tarafından üretilmiş ve pazar için bir meta haline sokularak, patron tarafından pazarda satışa sürülen ve işçinin kendi ürettiği ve ama yabancılaştığı ürününü meta pazarından parayla satın alması döngüsüdür. Kapitalizmin geldiği aşama açısından her evde zorunlu hale getirilmiştir. Bunları, işçiler tüketmeyecek de kim tüketecek? Burjuvazi, elbette üretiklerini işçilere satacak. Çünkü toplumun neredeyse %99’u üretim araçlarından yoksunlaştırılarak işçi haline sokulmuştur. Ve az yukarıda Marx’ın (bkz. 88 nolu dipnot) “kafa-kol” emeğini aynı üretimin bir parçası görürken, Buradaki anlayış, işçiyi sadece “kol gücü”yle çalışan olarak tanımlıyor. Yani, kapitalizmin ilk yüzyılındaki işçiyi “işçi” kabul ediyor. Bu görüş, üretici güçler ile üretim tarzı arasındaki temel ilişki biçimini (sınıfsal olanı) yok saymaktan kaynaklıdır.
Marksist ustaların tersine, küçük burjuva oportünist ve revizyonist çevrelerden bu tür değerlendirmeler sıkça yapılıyor ve hatta işçilerin bir kısmına “orta sınıf”14 gözüyle bakıyorlar. Ne de olsa evlerinde “kapitalist kullanım araçları” var. Anlaşılan, bu tüketim araçlarını “üretim araçları” olarak değerlendirmiş olmalılar ki, böylesi bir değerlendirme yapabiliyorlar. Böyle bir değerlendirme; işçi sınıfını devrimci görmemektir. Böyle açıklama yapanlar, işçi sınıfının “devrimci barutunu bitirdiğini” ilan etmişlerdi. Ülkemizde bunlardan biride “Sol Parti” (önceki adı ÖDP) reformist kesimlerdir. Uluslararası alanda liberal burjuvazi ile ideolojik dostluk kuran bir çok kesim ve “okul” vardır.
Buraya Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının ekonomik durumuyla ilgili bazı verileri aktaralım. Belki işçi sınıfını tanımak isteyenlere yararı olur. Kaynağım, DİSK Araşatırma Merkezi (DİSK-AR) 3 Aralık 2019 tarihinde hazırladığı; “DİSK Asgari Ücret Raporu, 2020 “den birkaç veriyi buraya alalım.DİSK net asgari ücretin 3200 TL olmasını öneriyor. Devlet, 2020 yılı için, brüt asgari ücreti 2324 TL, net: 2020 TL yaptı.
Tablo-7 :Asgari Ücret Civarında Ücret Alan İşçi Sayısı (2017) (Bin)
Ücret Düzeyi İşçi Sayısı Toplam İşçi Sayısına Oranı
Asgari Ücret Altında 1.800.000 11,1%
Asgari Ücret Düzeyi ve Altında 6.871.550 42,2%
Asgari Ücretin %1 Fazlasının Altında 7.654.600 47,0%
Asgari Ücretin %5 Fazlasının Altında 8.360.640 51,4%
Asgari Ücretin %10 Fazlasının Altında 9.214.200 56,6%
Asgari Ücretin %15 Fazlasının Altında 9.899.440 60,8%
Asgari Ücretin %20 Fazlasının Altında 10.413.790 64,0%
Kaynak: DİSK-AR, DİSK Asgari Ücret Raporu, 2020 (PDF), sf. 17.
DİSK-AR’ın bu raporu 2017 yılı için. Ekonomik krizle beraber, 2018 yılından itibaren işçilerin alım gücü daha da düştü. 2020’de (KoronaVirüsü salgınıyla) ekonomik krizin derinleşmesiyle işçi sınıfının alım gücü daha da gerilemiş olması da hesaba katılmalıdır.
Bu rapor, Türkiye’deki işçilerin durumunu net olarak ortaya koyuyor. Rapor, Çin ve Türkiye’deki asgari ücreti ABD doları cinsinden karşılaştırıyor. Türkiye’de 2016 yılında asgari ücret 484 ABD doları iken 2019’da 448’e geriliyor. Çin’de ise, 2016’da 299 ABD doları iken, 2019 yılında 352’e çıkıyor.15 İşçilerin “zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri olduğunu” iddia edenlerin bihaber oldukları sınıfın ekonomik durumu bu!
Asgari ücretin %20 fazlasının altında alan işçilerin ne kadar ücret aldıkları kolayca hesaplanabilir. Şu anda brüt asgari ücret 2324 TL. Bunun %20 fazlası, yaklaşık 2789 TL yapar. Bu brüttür. Türkiye’de “en yüksek ücret alan” işçilerin durumu bu. Tabi, bu ücretle nasıl geçinildiğini ve bununla bir işçinin nelere sahip olabileceğini o işçilere sormak gerekiyor. Ancak, aşağıda, Türk-İş sendikasının “açlık ve yoksulluk” sınırında açıkladığı, “bir çalışanın aylık maliyet tutarı” ile karşılaştırınca onun altında kaldığı görülecektir. Salt lafızda “işçi sınıfından yana” gözükenlerin, bu verilere bakarak işçilerin nasıl yaşadıklarını kolayca görebilirler.Türk-İş’in her ay hazırladığı “açlık ve yoksulluk sınırı” raporu ise, zincirlerin üzerine yeni zincirlerin eklendiğini ortaya koyuyor. Buradan da kısaca bir kaç istatistik verelim (Mart 2020):
“Bir Çalışanın Aylık Yaşam Maliyeti Tutarı 2.847 TLDört Kişilik Ailenin Açlık Sınırı 2.345 TL, Yoksulluk Sınırı 7.639 TL
Mutfak Enflasyonunda Artış Oranı Aylık Yüzde 3,89, On İki Aylık Yüzde 16,44”16MKP’nin “işçi sınıfı tanımı” başlı başına ayrı bir makale konusu olmakla birlikte, yukarıdaki alıntıda her şey ortadadır. Miterand’ın danışmanı, Andre Groz’un “elveda proletaryası”, Birikmi’cilerin teorik açılımları, Almanya’da Die Linke (Sol Parti) vb. gibi burjuva liberallerinden reformistlere kadar hepsinin birleştiği ortak bir nokta var. İşçi sınıfının hali hal değil! Baksana “hatta arabaları”17 var. Evleri18 var. “evinde kapitalist kullanım araçları var.” Haliyle, işçi sınıfı burjuva sınıfı olup çıkmış, ama bundan sınıfın haberi yok, sadece küçük burjuva oportünizmin ve kapitalizm sevici liberallerin haberi var. Anlaşılan, işçilere, “hatta arabaları ve evleri var” diye hayret edenler, işçiler için bunları lüks buldukları açık. Dünyanın nüfusu 7.7 milyar. Dünyada, trafikte olan binek (2019 yılı itibariyle) araba sayısı ise 1 milyar 200 milyon.19 Bu sayıya ticari arabalarda dahil. Dünya nüfusunun yarısından fazlası bunlardan zaten yoksun yaşıyor. Günlüğü 1-2 ABD doları altında yaşayan nüfusun 3 milyarı aştığı, burjuva basınının maşetlerinde bile yer bulabiliyor. İLO’nun 2019 yılı hesaplarına göre ise, 234 .4 milyon işçi günlük 1.90 ABD doları kazanırken, 402.3 milyon işçi ise günlük olarak 3.20 ABD doları kazanıyormuş.20 Aynı Ropor’un verilerine göre, 2004’den beri bütün dünyada reel ücretlerde gerileme yaşanıyor.
İşçiler, kapitalist toplumun üyeleri olduğu için kendi üretikleri ve kendilerine yabancılaşmış olan tüketim için pazardan satın aldıkları ve kendi ürettikleri “kapitalist kullanım araçlarını”, yaşamak için almak zorundalar. Çünkü feodal ya da bir başka toplumsal sistemde yaşamıyorlar.
Ve elbette “hatta arabaları var” diye yazanlar, her ne kadar kendilerinin “Türkiye ve Kürdistan” işçi sınıfının “temsilcisi” ilan etmiş olsada, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olanlar” olarak Türk ve Kürt işçilerinden söz etmiş olamazlar. Çünkü bu tanımlamanın Türkye ve Kürdistan işçi sınıfına uymadığı çok açık. Eğer işçilere sorarlarsa, her geçen gün daha kalın zincirlerle mıhlandıklarını anlatacaklardır. AKP iktidarına muhalif burjuva liberallerin bile, Türkiye’li işçilerle ilgili böylesine bir tanımlamaya yanaşacaklarını sanmıyorum. Özellikle son 18 yıllı süreç için. Ama TÜSİAD saflarında ve de Erdoğan’nın “milli medyası”nda işçilerin çok şeylere sahip oldukları ve “hatta çok iyi yaşadıkları” sıkça yazılıyor. Ama “Ayşe Teyze” ekonomisinin yaratıcısı T. Güngör Uras bile böyle “refah içinde yaşayan bir işçi”yi yazamıyordu.“Asırlar öncesi sınıf durumu ve koşullarına uygun olarak yapılmış klasik sınıf tanımının günümüz koşullarındaki işçi sınıfının durumu ve koşullarıyla birebir örtüştüğü iddia edilemez.”21
“Asırlar öncesi”nden kasıt, Marx-Engels-Lenin’in sınıf tanımlarıdır. Bunların eskidiğini söylüyorlar.Sağlık sigortası, sendikal haklar, tazminat vb. gibi haklar dünde vardı ve bugünde var. Burjuvazi, bugün, işgününü uzatmak için uğraşıyorlar ve bir çok emperyalist ülkede bunu resmileştirdiler. Bu çalışmanın içinde hangi ülkeler olduğu ve nasıl olduğu anlatıldı, belgeleriyle. Ayrıca, günümüzde tazminat hakları ile sendikal haklarda alabildiğine kısıtlanmış durumda. Ve patron bir işçiyi çıkarmak istiyorsa, işçiyi “suçlu” çıkarıp, tazminatsız işten atabiliyor ve bunun yaygın bir durum olduğu açık. MKP kendi taraftarı olan işçilere sorsaydı bunu rahatlıkla öğrenebilirdi.
Referansları Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao olmayanların, işçi sınıfını devrimci olmaktan çıkarmaları da kaçınılmaz oluyor.“İşçi sınıfı içinde işçi aristokrasisi ciddi oranda büyüyerek sınıf niteliğini tartışmaya açık hale getirmiş, yeni tanımlamayı gerektirecek boyutlara ulaşmıştır.”22
Buradaki anlayış, işçilerin büyük bölümünün işçi aristokrasisi saflarında olduğunu ifade ediyor ve bu anlayıştan hareketle işçilerin neredeyse sınıf atladığını yazacaklar. Böylesi küçük esnaf değerlendirmelerini, daha çok bürokratlaşmış –Almanya’da DGB23 gibi- sendika yönetimleri yapabilir. Oysa, bu, nesnel bir değerlendirme olmaktan oldukça uzak. Çünkü kendilerinin ortaya koyduğu bir araştırma yok. Ve benim DİSK-AR’dan aktardığım tabloda da bu net olarak görülüyor. Ayrıca, işçi aristokrasisi salt bugüne özgü bir olgu değil, dün de (bkz. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, 11 Ocak 1892 tarihli Önsözü ve Lenin’in Ekim 1916 yılında yazdığı “Emperyalizm ve Sosyalizmde Bölünme”24 makalesi) vardı. Lenin’in “işçi aristokrasisi” üzerine yaptığı analizler, hala işçi sınıfı devrimcilerinin temel argümanlarıdır. O, “oportünizm işçi sınıfı içinde burjuvazinin ideolojik ajanıdır” belirlemesini boşuna yapmamıştı.Lenin’in, 2016 yılının Ağustos-Ekim ayları arasında kaleme aldığı; “Markszimin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm”’in “Monizm ve Dualizm” bölümünde, işçi aristokrasisi için şöyle bir saptamada bulunur:
“Ulusal mesele bakımından, ezen ve ezilen ulusların işçilerinin gerçek durumu aynı mıdır? Dedikten sonra devam eder.“Hayır, aynı değildir.
(1) Ekonomik olarak, aradaki fark, ezen uluslarda işçi sınıfının bir kesimi, bu ulusaların burjuvazilerinin ezilen ulusların işçilerinin fazla sömürüsünden elde ettikleri aşırı karlardan kırıntılar almaktadır. Bundan başka, ekonomik istatistikler burada, ezilen uluslara nazaran işçilerin daha büyük bir yüzdesinin ‘küçük patronlar’ olduğunu, daha büyük bir yüzdenin işçi arsitrokrasisine katıldığını göstermektedir. Bu bir gerçektir. Ezen ulusların işçileri, ezilen ulusların işçilerini (ve halk kitlelerini) yağmalamada kendi burjuvazileriyle belli bir dereceye kadar ortaktırlar.(2) Siyasi olarak, aradaki fark, ezilen ulusların işçileriyle karşılaştırıldığında, siyasi hayatın bir çok alanında imtiyazlı bir çok yer işgal etmektedirler.
(3) İdeolojik olarak, veya manen, aradaki fark, onlara, okulda ve hayatta, ezilen ulusların işçilerinden nefret etmeleri ve hor görmeleri öğretilmiştir. Örneğin bu büyük Ruslar arasında yetişmiş veya yaşamış her Büyük Rus’da görülmektedir.”25Günümüzde de işçi aristokrarasisi var. Ancak, bunlar, işçi sınıfının çok az bir kesmini oluşturur.
Burjuva liberallerin, işçi sınıfını bölmek için bilinçli olarak “orta sınıf” diye bahsetiği şeyleri, kendini “sınıf temsilcileri” olarak görenlerde tekrarlıyor. Tabi, ortada bir işçi sınıfı yoksa siz neyin temsilcisisiniz? diye soruda hemen peşinden gelir. İşçi sınıfın artık zincirlerinden (bunun anlamı, işgücünden başka birşeyi olmayan) başka kaybedeceği şeyler varsa, o sınıf devrimci olmaktan çıkmıştır. Devrimci olmayan bir sınıfın temsilcisi olmanın da -devrimci bir parti için-, bir anlamı ve gereği kalmaz.MKP’nin sınıf tanımı, üretim araçları mülkiyeti ve emeğin üretimdeki yerinden kopuk ve de emek-sermaye ilişkisinde emeğin yerini yok sayarak, tüketime göre (bazılarının orta sınıf olarak adlandırdığı) bir sınıf belirlemesine gitmiştir. Bu revizyonist bir tanımlamadır.
“Siyaset alanında –der Lenin- revizyonizm Marksizmin temelini, yani sınıf mücadelesi öğretisinin değiştirmek için gerçekten çaba gösterdi.”26
Lenin’de sınıf tanımı:
“Büyük İnisiyatif” adlı ünlü makalesinde, sınıflar sorununu, Lenin şöyle açıklıyor:
Lenin’in bu marksist sınıf tanımı (28 Haziran 1919), bir asırı doldurmasına karşın, eskimemiş, tersine güncelliğini korumaktadır. Çünkü Lenin, revizyonist sınıf uzlaşmacı bir anlayışını değil, sınıflara bölünmüş kapitalist bir toplumdaki sınıfsal yapıyı, Marksist dünya görüşü perspektifinden açıklamaktadır.
Bu sınıf tanımlamasından sonra devam edelim:Ev, araba, ve ev eşyaları üretim araçları değil, işçiyi işçi yapan üretim araçlarından yoksun oluşudur. Araba vb. eşyalar günümüzde lüks değil, bir nevi yaşamın bir parçası haline getirilmiş ve burjuvazi, ürettiği arabayı, ev eşyalarını elbette işçiye satacaktır. Ayrıca bir işçinin bir evinin olması, onun üretim aracına sahip olduğu anlamına gelmediği gibi, yaşamı boyunca, yemekten içmekten ve eğlencesinden kısıp eve yatırmasıdır. Ve ev de üretim aracı değildir. Bir barınma yeri ve herkesin sahip olması gerekir. Ancak, her işçinin evi olmadığı da biliniyor. Evi olanlarda ölene kadar ev kredilerini ödediği de biliniyor. Bugün Türkiye’de her işçinin cebinde en az birden fazla banka kredi kartı vardır.28 Burjuvazi, işçiye verdiğini son kuruşuna kadar geri almak için çaba harcıyor ve onu borçlandırıyor. Borçlu olmayan işçi yok gibidir. Evine buzdolabı almak içinde borçlanır, çocuğuna bilgisayar, cep telefonu almak içinde borçlanır. Hatta çoğu genç işçilerin elinde son model ve en pahalısından cep telefonları vardır ve bunları borçla almışlardır.
Nasıl mı?29
“Her ne kadar (sıklıkla ekonomik olarak bunalımlı şehirlerin yıkıntılarındaki) Amazon depoları genellikle çevredeki diğer yerlere göre daha iyi ücret verseler de, sizi mahveden zaman disiplini. İş aşırı derecede tekdüze. (Guendelsberger bununla baş edebilmek için şirket politikasını ihlal ederek şapkasının içine kulaklık dikiyor.) Mola zamanı geldiğinde deponun çıkışına gelmesi o kadar uzun sürüyor ki, vardığında hemen geri dönmesi ve çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Stresin yanında fiziksel ağrılar var. ... Amazon işçilere ücretsiz ağrı kesiciler dağıtıyor ve Guendelsberger kaç tane içtiğinin sayısını hemencecik unutuyor. Yazdığına göre bir keresinde aşağıdaki bir raftan bir eşya almak için eğildiğinde bedeni ‘isyan ediyor’. ‘Ayağa kalk, bugün yüzüncü kez ayaklarıma emir veriyorum, fakat sanki bütün istismardan bıktılar ve beynimle bağlantıyı kopardılar. Ayağa kalk seni aptal, yavaşça tekrar bir oturma pozisyonuna ulaşmak için yuvarlanana kadar beynim bağırıyor.’ Başka bir işçi ‘Ayaklarım, kıyma gibi. Daha önce sırt çantasıyla günde 20 mil çorap değiştirmeden yürüyordum ve hiç bir zaman şimdi oldukları kadar berbat görünmüyorlardı’ diye şikayet ediyor.“30
Türkiye’de, Şok süper market işçilerinin nasıl ve kaç saat çalıştıklarını yazmaya gerek bile yok. Bunlar bazı günlük gazete ve internet sitelerinde yer alıyor. Yine, Gazete Duvar’da, Pınar Öğünç’ün,31 kendi köşesinde, işçilerin nasıl çalıştıklarını, direkt işçilerin ağzından aktardıklarını (maden işçisinden sağlık emekçilerine, sahne tasarımcısından sokaklarda çöp toplayanlarına kadar) okumak, işçi sınıfının “iş yeri” denen kapitalistin cehenneminde, nasıl bir sosyal yaşama mahkum edildiği kendiliğinden anlaşılır. Üretim sürecindeki makinaların yıpranması ile üretimdeki işçinin yıpranmasının oranı aynı değildir. İşçinin fiziksel ve psikolojik yıpranması işçi için bir zulme dönüşür.MKP, araştırma yapmadan analiz yapmış. Araştırmalarını okuyucuya sunsaydı hiç fena olmazdı. En azından böylesi bir sonuca, hangi verilerle ulaştıklarını öğrenme bahtiyarlığına sahip olurduk. Ayrıca, MKP’nin böyle bir sonuca varması, 3. Kongre’lerinde proletarya diktatörlüğüne karşı “halk iktidarı” kararı almalarının doğal bir sonucudur. Düşüncelerin de diyalektiği vardır, üretenlerin sınıfsal düşünce yapılarınının eğilimine uygun bir şekilde birbirini tamamlarlar. Bu, tam da küçük burjuva işçi aristokrasisinin düşünce yapısıdır.
Bu tür “sınıf” tahlillerini okuyunca, insanın aklına, Daniel Bell’in “ideolojilerin sonu”ndaki, A. Negri ve M. Hardt’ın “imparatorluk”32 kitabındaki “işçi sınıfının devrimciliği kalmadı” görüşleri ya da bunların “çokluk” olarak adlandırdıklarına bazılarının “prekarya” diye adlandırmaları geliyor. Oportünizmin ve revizyonizmin uluslararası bir olgu olduğu, Lenin’in deyimiyle çok net.“İdeolojilerin sonunu” getiren D. Bell gibi burjuva lieberallerine, Engels’in bir sözü var:
“Öte yandansa, toplumsal bozuklukları, sermaye ve kara hiç ilişmeksizin her derde deva reçeteleriyle ve bin bir çeşit yamayla ortadan kaldırmak isteyen bir sürü toplumsal şarlatan. Bunların hepsi de, işçi sınıfının dışında duran ve daha çok ‘mektep medrese’ görmüş sınıfların desteğini arayan adamlardı.”33Elbette uluslararası alanda doğru değerlendirmeler yapan marksist-leninist partilerde var. Bunlardan biri de MLPD.
MLPD (Almanya Marksist Leninist Partisi)’nin parti programında, işçi sınıfıyla ilgili şu saptamada bulunuyor:“Uluslararası işçi sınıfı, kapitalist toplumda belirleyici ve toplumu değiştirebilen güçtür. Günümüzde işçi sınıfının başında, en ileri üretim tarzının temsilcisi ve mutlak egemenliğine sahip uluslar arası mali-sermayeye doğrudan zıt olan uluslararası sanayi proletaryası bulunmaktadır. Kapitalizmin ekonomik yapısının ilerleyen radikal değişimi, işçilerin gittikçe artan bir bölümünü, makinaların uzmanlaşmış kölesi konumundan kurtarıp, karmaşık üretim süreçlerinin çok yönlü eğitim görmüş denetleyicisi ve yürütücüsüne dönüştürmektedir. Üretim süreci, çoktandır işçi sınıfının yaratıcı gücü ve inisiyatifi sömürülmeden işleyemiyor.”34
Liberal burjuva ve küçük burjuva oportünizmine karşı marksist-leninist ve maoist dünya görüşünü savunmak, onu ileri götürmek ve geliştirmek; uluslararası proletaryanın burjuvaziden siyasal iktidarı alması için olmazsa olmaz bir mücadele yöntemidir.Devam edecek...
1 Marx, Kapital, C.I, sf. 514-515
2 Marx, age, sf. 515
3 ILO’nun 29 Nisan 2020 tarihli verilerine göre; koronavirüs salgınıyla beraber, dünyadaki işyeri toplamının %68’ini oluşturan 436 milyon orta ve küçük işletmelerin kapanma riski olduğunu ve bu işletmelerde 2,7 milyar insan çalıştığını ve bununda toplam çalışanların %81’ini oluşturuyor. Bu işletmelerin 232 milyonu toptan ve perakende, 111 milyonu imalat, 51 milyonu konaklama ve gıda, 42 milyonu ise gayri menkul ve diğer ticari faaliyetlerde bulunuyor. Bkz. www.ilo.org.global/about. 2020.04.29
5 Marx, C.I, sf. 538 (açYK)
6 Stefan Engel, “Küreselleşme” Tanrıların Günbatımı Uluslararası Üretimin Yeniden Örgütlenmesi, sf.115, Umut Yayımcılık.
7 Jeremy Rifkin, „Das ende der Arbeit und ihre Zukunft“ (orjinal ismi „İşin Sonu“), aktaran: Stefan Engel, age, sf.120.
8 K. Marx, Kapital C.III, sf. 695, Sol Yayınları, İkinci Baskı
9 www.thelocal.fr/20191105/these-are-the-most-needed-workers-in-france/ayrıca bkz. aynı tarihli www.zeit.de/wirtschaft/einwnderung-frankreich
10 Çin’de 2011-2018 arası, işgücü 46 milyon eksilmiş. Bu iş gücü eksikliğini gidermeye yoğun robotlaşmayla gidermeye çalışıyor. Bkz. “Çin’de robot satışları otomobil endüstrisinde yavaşlayacak”, Uluslararası Robot Federasyonu, www.ifr.org. Member blog-Nisan 2019
11 Anlaşılan, en büyük uluslararası 500 tekelin içinde yer alan bir tekel temsilcisi Ali Koç; “çocuklarımızın geleceğinden endişeliyim” derken haklıymış. Çünkü, buradaki bilgiye göre işçi sınıfı “özel mülkiyete sahip”miş(!) www.milliyet.com.tr/ali-koc-cocuklarımızın... 25.02.2015
12 Rana Plaza (Bangladeş-Dakka) yıkılması sonucu ölen 1138 işçinin ortalama aylığı 38 ABD doları kadardı. İşçilerin “zincirlerinden başka kaybedecekleri başka şeyleri varolduğunu yazanların matematik bildiklerini, ama işçi sınıfına yabancılaştıkları sonucuna varıyorum. (Ve Rana Plaza’da 250 Türk şirketi de fason üretim yaptırıyordu. www.wsj.com/22.05.2013/ by Ayşegül Akyarlı Güven). (Bkz. Yusuf Köse, Tarihi Yapan Sıradışı Kadınlar, 26.11.2018. www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tarihi-yapan-siradisi-kadinlar
13 MKP 4. Kongre Kararlarının Teorik Açılımı, “Sınıfın Tanımı Üzerine” başlıklı bölüm, sf. 56. (açYK)
14 Çin’de “aristokrat işçi” tanımına bir örnek: Çin’in uluslararsı telekomünikasyon tekeli Huawei şirketinde muhasebeci olarak çalışan Li, yılda büyük şehirlerde çalışan bir işçinin yaklaşık 4 katı (40 000 USD) kazanıyor. Bütün yaşamı “iş”le geçiyor. İş kendisine başka bir hayat bırakmıyormuş. “Bu parayı almak için dört kişi kadar çalışmanız gerek”diyor. İşte aristokrat işçinin hali. Ve büyük ihtimalle sonu deprosyon vb. (FT adına röportaj yapan, Wang Xueqiao ve Tom Hancock, 17 Ocak 2019. www.ft.com/content
16 www.türkis.org.tr./MART-2020-ACLIK-YOKSULLUK-SINIRI
17 “Yeni nüfus bilgileriyle kişi başına tüketici kredisi borcu 4817 TL olarak gerçekleşti. Bu borcun yarısı konut ve taşıt kredisi için kullanılırken, 202 milyar TL’si diğer ihtiyaçlar için kullanıldı.” (Toplam ihtiyaç kredisi borcu 395 milyar TL. Veriler 2018 yılına ait. YK) Birgün gazetesi, 02.02.2019
18 DİSK-AR’ın “Türkiye İşçi sınıfı Gerçeği” 2017 araştırmasına göre, Türkiye genelinde ev sahibi olan işçilerin oranı %44, ev sahibi olmayan işçilerin oranı ise %56. Türkiye genelinde ise ev sahibi oranı %60,4. Bölgelere göre ise Batı’da ev sahibi işçi oranı %38, Doğu (Kürdistan)da ise bu oran %66 gibi yüksek bir rakam.
19 www.adac.de/27.02.2020 Buraya eklemek gerekiyor, Gelişmiş AB ülkelerinde arabası olan sadece yüksek sayılabilecek işçiler değil, işsizlik ya da sosyal yardım alanlarında arabası olabiliyor. Ve Almanya’da asgari ücretle çalışanların arabası olduğuda bilinen bir gerçek. Ve büyük bir çoğunluğu kullanılmış ve bir kaç el değiştirmiş arabadır.
20 World Employment and Social Outlook-Trends 2020, sf.35. www.İlo.org
21 MKP, agb, sf. 54
22 MKP, agb, sf. 55.
23 DGB: Alman Sendikalar Birliği
24 Lenin, Emperyalizm, sf. 209, Sosyalist Yayınlar, Şubat 1995.
25 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, sf. 63, (açL) Koral Yayınları, Ocak 1977.
26 V.İ.Lenin, Markksizm ve Revizyonizm, sf15, Günce Yayınları, 1. Baskı 1975
27 Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, sf. 530-531, Sol Yayınları, Birinci Baskı
28 Almanya’da, hiç bir yerde çalışmayan ve sadece sosyal yardımla geçinen işsizlere, bir çok bankanın 5 bin Avro’ya kadar kredi verdiği biliniyor. Yine, aynı şekilde, dayanıklı tüketim mallarını (buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın vb.) büyük süper marketler aylık taksitlerle (işsiz ve sosyal yardım alanlarada) verdiği biliniyor. “Kapitalist kullanım araçları”na sadece çalışan ve “yüksek ücret” alan işçiler değil, işsizlerde sahip. Net 1100-1200 Avro civarında ücret alan bir işçi, orta düzeyde sıfır bir otomobil alabiliyor. Banka bu krediyi karşılıyor. Yine, net 1500-2000 Avro alan bir işçi taksitle ev alabiliyor ve banka bu maaşa ev kredisi verebiliyor.
29 “BBC’ye göre, bir e-ticaret şirketi için profesyonel bir programcı olan Li Zhepeng, 996’daki işi için ayda 3.500 Yuan aldı. Bu, net olarak, saatte sadece 1.60 Avro demektir.” www.techkou.net/kultur/996-protest/09 Nisan 2019. Erişim: Nisan 2020
30 Gabriel Winant, “Alogoritma eğemenliğinde yaşam”, www.sendika63.org./2020/04/. Erişim: 2020-05-02
31 Bkz. Pınar Öğünç, www.gazeteduvar.com.tr
32 Yusuf Köse, “Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi”, sf. 279, El yayınları 2005.
33 Engels, Komünist Manifesto, sf. 33, Önsöz, Aydınlık Yayınları, Birinci Baskı Mart 1979
34 MLPD Parti Programı, sf. 16, türkçe basım.