Erdoğan özgülünde orta sınıfların kültür anlayışı
Orta Sınıfların en etkili olduğu alanın bu sınıflara hükümet etme yetkisi verildiğinde başladı. Birçok alanda bu etkiyi genişletmeye çalıştı. Hiç varlık gösteremediği alanları ya yıktı ya da bizde yapabilir miyiz ile girişimlerde bulundu, bulunuyor.
Kültürel alanı milli ve yerli (edebiyat ya Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl K., Sezai Karakoç vs.) edebiyatçılar ile doldurmaya çalışıyor. Bu sınıfların önderliğini 70 dönemini yaşamış kesimler oluşturuyor, orta kısmını 80-90 yaşamış kesimlerden oluşuyor v e biraz sola yanaşıyor ama kendini frenlemeyi iyi biliyor. 90 ve 2000’leri yaşamış kuşak ise sola yakın kısmı, edebiyat ve kültürde duyguya önem verdiği için pek “kimliğine’ önem vermiyor.
Yazın dünyasında belirli bir geviş getirmeden sonra çabucak yorulan bu kesimler ne kadar yumuşak bir siyaset izlese de( kitap dergi yasakları vb. büyük boyutlarda olmasa da) yabancı olduğu alanlarda aynı tutumu sergileyemiyor.
Erdoğan özgülünde Ülke gündemine “UCUBE” ismiyle yerleşen Barış anıtının yıkımı, AKM’nin yıkımıyla devam etti. Bu sanat dallarına ve eserlerine yabancı olan(kültürel yabancılık), üretemediği için de yıkan, yaptığı şeylerinde içini doldurmayı beceremeyen bu sınıfların niteliği gereğidir.
Yeni bir şey yapmak adına gerek mimari de( camii ve kültür merkezleri) gerekse tiyatro ve sinema da bir çuval inciri berbat etmekten öteye gidemiyor. Gidemeyecekte.
Beykoz Gümüş suyu mahallesinde bulunan şu ucubeyi dini amacın neresine yamayabilirler acaba İçine harcanan binlerce Lirayı “sadelik ve alçak gönüllük” dini olan İslam’ın burjuvalaştıkça onun kültürünü taklide öykünen Türk feodal sınıflarının acınası durumu değil midir?
Manzarası özlemini dışa vuruyor. Tam karşısında Acarkent Villaları, Beykoz Konakları bulunuyor. Büyük Sermayenin sahipleri ile futbolcuları, sanatçıları, mimar ve mühendisleri ile dolu.
Bu kuleye öyle herkes giremiyor. Anahtarı Kuleyi hayrına yaptıran kişide bulunuyor. Özel kişiler asansör ile “ camiye yapacağı” bağış ile çıkabilir tabii ki.
Süslemeler asr-saadet özlemlerini renk renk yansıtıyor.
Bu sınıfların temel anlayışı Dünyada hiçbir nitelikli değişiklik olmadan çalışan emekçi sınıfları da zenginleştirebileceğine inanıyor. Asr- Saadetin Ticaret ve askeri sınıflarının düşünü, günümüzde bu orta sınıflarda görüyorlar.
Seçim sonrası fiilen başlayan ve Pazartesi kutlamaları yapılan başkanlık hükümetinin hemen sonrasında(Salı gününün tüm yazıları) özellikle Yeni Şafak ve Akit Gazetesi köşe yazarları bu dönemin ‘başladığını’ ilan ederek herkesi ‘yönetimin’(Erdoğan’ın) arkasında el pençe durmaya davet etmesi, rüyalar aleminde(idealizmin en saf yanında) yaşadığının ilanıdır.
Köşe yazıları; ‘Hoş geldin bebek yaşama sırası sendeden” başlayıp, anti-emperyalist(milli ve yerli) sloganlar ile coşkusunu saray da bulunmanın heyecanına katarak zirveye çıkarıyorlar.
Rüya bu çıkmasa da olur, biz gözleri açıkken rüya görmeyi çok seven bir topluluğuz zaten. Sonu hüsran da olsa “yine de denedik” be ile avunabilen “yiğit” Anadolu züğürt felsefesi ile “yaşamın” tüm olumsuzluklarına “dünden” hazırız.
Bu teselli sadece onlarda yok dostlar. Bizde de “başarısızlıklar” bu felsefe ile karşılanıyor. Mutlaka da bir kahraman ve mutlaka günah keçisi buluyoruz. Sınıfların toplumsal yasalarından doğan hareketini anlayamayan bilinç oportünizmi genişletecek zemini bulduğunda, ‘bulutlar üzerinden” miraç a çıkmış çok mu? A dostlar.
Orta sınıfların hem camii si hem de sarayı aynı rüyanın nesnel ürünleridir.
Yağmaya ve hukuksuzluğa karşıdırlar ama aceleleri onları sürekli hata yapmaya zorluyor. Kendi aralarındaki hem kuşak çatışması hem de sınıf ve katmanların çatışması birbirlerini yadsıması olarak derinleşiyor ve genişliyor.
Çamlıca camii örneğinde olduğu gibi;
Çamlıca camii arazisi Devlete ait bir arazidir. Aynı zamanda Çamlıca kulesinin bulunduğu arazi de öyledir. Kuleyi bir araya toplamak için yeni kulenin inşaatına başlanmadan önce eski vericilerin “yerlerini ve çevresini” koyu AKP fanatiği bürokrat akrabaları yağmalamaya başladı. Yağma devam ediyor.
Yine Üsküdar da bulunan 70 dönümlük arazi konusunda, önce içindeki kişiler ‘kanunlar çerçevesinde’ çıkarıldılar, bugün sağlık bakanı olan Medipol hastaneleri sahipleri için. Üsküdar Belediyesince yapılan plan tadilatları ile ‘uygun’ hale getirildi. Yakında orada da inşaat başlanacaktır.(Başlamış galiba)
Aynı çevrenin birbirinden kopuk ‘kopuk sürüleri’ bu arazinin “işini” bitirebilecek kişilere on milyon-yirmi milyon arası iş bitirme parası vadediyorlardı. Bilal ismini duyan ‘sırtlanlar’ kuyruklarını kısıp geri çekiliyorlardı.
İstanbul kıyıları Maliye müsteşarı Abdullah Kaya’dan soruluyor, pazarlıkları Binali YILDIRIM üzerinden yürütülüyordu.
Hasta haneye yer mi lazım Naci AĞBAL hallediyor, okul için ‘ne demek efendim’ hallederiz deniyordu.
Çakallara ise kafe pasta hane işletmeleri, kentsel dönüşüm alanlarında arsa payı düşüyordu.
Bürokrat’ın akrabaları müteahhitlikte, ezilen sınıflar mücahitlikte yarışıyorlardı. Birinin kasası doluyor diğerin tabutu. Herkes hak ettiği kadarını alıyor, herkes hak ettiği yeri mutlaka buluyordu. Biri yeni banknotlarla Umre ziyaretine gidiyor, öbürü 100 yıllık ülke acısını haykıran Kürt Gerillasının yepisyeni mermisini yiyordu.
Ceng rüyalarını haykıran mücahitler, paralı askerlik için AKP’ye oy vermesinde ne yapsındı, kaçsındı o mermilerden nasıl olursa olsundu, kurtulsundu.
Dinin birleştirici(ulusal farkları şeffaflaştıran) özelliği, Erdoğan siyasetinin de ‘normalleşme’ diline dönüşürken, TUSİAD yönetim Başkanı Erol Bilecik’in tarzında ‘toplumsal uzlaşma’ şeklinde ‘ekonomik egemenlerin’ direktifine dönüşüyordu.
Bu orta sınıflar Komprador sınıflara ‘para’ olarak özeniyor özenmesine de onun kanlı tarihini ve önem arz eden “tecrübesini” ciddiye almıyor. Ve Orta sınıfların Türkiye iktisadi yapısı gereği kaldırabileceği nicel büyüklüğün niteliği ile olan ilişkisini, olduğundan çok büyük görüyor.
90’lı yıllarda faaliyet yürüttüğümüz bölge de TDKP bizim kitlemizi, nicel olarak onlarca kat aşıyordu. Öyle coşkulu öyle ‘doğru yöntemi’(yarı açık alanı) bulduklarına inanıyorlardı ki, bir gece de 400 gözaltı ile sonuçlanmıştı rüya. Bizde ise askeri faaliyet sonrası bir şehit bir yaralı vardı. Bu orta sınıfların rüyası da buna çok benziyor. Mühendislik bilimi olmadan gecekonduya çıkılan katlarla kule çıkaramazsınız dostlar.
Son yirmi yılın Emperyalistlerce ve Kompradorlarca kuşatılmış kültür alanından etkilenen tüm sınıflar nesnel yasaları ya ret ediyor ya da kendi düşünme biçimi altına sokuyor.
Dini olarak; enternasyonalizmi yaşayabileceğini zanneden dindarlaşan işçi ve emekçiler mi dersiniz?
Turancı düşünen ‘milliyetçi komüncüler’ mi dersiniz.
Yoga yapıp iç huzuruna ererek toplumunda Yoğa yapmasıyla barışını sağlayacağına inananlar mı dersiniz?
Faşizmi Parlamento da derdest edeceğini düşünenler mi dersiniz.
Şeyleri tek yönüyle ele alan metafizik MLM’ler mi dersiniz.
Biraz susun, içinize çekilin, şöyle iyi bir geçmiş muhasebesi yapın dostlar. Kendinizi toparlayın ki, yaşamı da toparlayacak, yasaların farkındalığında bir teorik, politik, ekonomik ve askeri faaliyet sunabilesiniz, şu “gerici, dinci, faşist işçi ve emekçi” yığınları ile bir bağ kurabilesiniz.
Konu yine nereden nereye geldi.
Ha! UCUBE demiştim.
Hani şu Kars’ta yapılan ve yıkılan UCUBE.
Daha dikilmeden önce ellerini gökyüzüne doğru uzatmış kaderine yalvarıyordu.
Bu el buraya gelmezden önce büyük bir temel kazıldı. Gündüzleri değil geceleri el feneri ışığında.
Feneri o dönemin AKP’li belediye başkanı Naif ALİBEYOĞLU tutuyordu.
Kürtler Özgürlük anıtı, Ermeniler Barış anıtı, Azeriler ve mevcut siyasi rüzgârı takip edenler UCUBE demeden önce “komünist” anıtı diyordu.
Başkan elinde fenerle neden mi gece nöbeti tutuyordu?
Kazıdan çıkacak ‘altın ve diğer kültürel varlıkları’ yağmalamak için.
Hâlbuki o dönem de Erdoğan, Kars’ı dört kere yıkıp baştan kuracak parayı Naif’e teslim etmişti.
Ama Naif ne yaptı? Hepsini iç etti.
Yetmedi gömü sevdasına düştü. Yerli ve milliyi feodal sınıflardan çıkaracağını zanneden NATO kafa, fener ışığında parlıyordu.
Bu durumu öğrenen Erdoğan, Naif’i, UCUBE ile postaladı.
Azerbaycan konsolosluğunun, yıkım karşılığında Kars’a 3000 öğrencilik bir Lise sözü vermiş, Devlet te “yerde benden be” kükremesiyle karşılık vermişti. Şeker Fabrikasının batısındaki araziyi bu işe, resmi dille ‘tahsis’ etmişti.
Ucube AKP Belediyesinin ‘belediye kondu’(kaçak olarak, plansız bir yerde) yapmış, gündem olmadan önce Valilik birçok kez zaten yıkım kararı çıkarmıştı ve Erdoğan köylü kurnazlığını kullanarak sadece süreci sahiplenerek, politika yapıyordu.
Azerbaycan ile ilişkilerin düzenlenmesi için kocaman bir yıkım ile temel atmıştı.
Naif bu beton UCUBE’ ye para harcamayacak kadar uyanık bir AKP’li idi.
Ucube’nin önüne yapılacak olan Kafe’nin sahibine deyim yerindeyse ‘geçirmişti’ tüm masrafları.
Ama o kafe de Ucube’nin kaderine nail oldu.
Aynı NATO kafa Meçhul Asker Anıtı’nın oraya da bir kafe yapmış, Kültür varlığı üzerine rantı dikmiş o da Ucubenin kaderinden kaçamamıştı. Kültür Varlıklarının üzerine yeni kültür varlığı(?) dikmek bu sınıfların aç gözlülüğünün basit bir örneği olurken Erdoğan kıvraklığını gösteriyordu.
Kale içi ve Atatürk mahalleleri ‘Kentsel Dönüşüm alanı ilan edilmiş ‘gece fenerleri ışığında’ günlerce TOKİ kazısı yapılmış, çıkan kültür varlıkları ‘müze müdürlüğünde yer olmadığı için’ AKP’li Tarihi Eser Kaçakçıları tarafından korumaya alınmıştır.
Gündüzün değil gecenin bir dili olsa da haykırsa karanlığında yapılan her türlü dalavereyi.
Beşiktaş kazısında, Hızlı tren yolu kazılarında da çıkan kültür varlıkları aynı milli ve yerli AKP’li canımcımların koruması altında, Erdoğan’ın gemileriyle geçici olarak yurt dışına gönderiliyordu.
Geçici tabi ki; Osmanlı Ordularıyla Dünyayı fetih edince hepsi yine bizim olacak ya ondan. Yoksa neden göndersin değil mi?
Vatanı için yanıp tutuşan bunca vatansever.
80 yıl vatanseverliği Kemalistler, bize bırakmadı sağ olsunlar.
Şimdi ise dindar ve ülkücüler bırakmıyor.
Kemalist milliyetçilik çöktü. Başına Erdoğan kuruldu.
Dindar ve ülkücü vatanseverlikte çökecek.
İşçi köylü ve emekçilerimiz anlayacak sonunda ‘dinsizlerin’ komünistlerin çıkınında kandıracak bir dinleri olmadığını, anlayacaklar ‘enternasyonalist kimliğimizin’ komünistliğimizin kandıracak bir milliyetinin olmadığını.
İşçi köylü ve emekçilerin ulusunun Lenin’in de söylediği gibi ‘Proletarya Ulusu’ olduğunu. Bu ulus bilincini kavradığında yüksek bir kültürü de yaratacağını anlayacaktır.
Ve yakacak bir SARAY dikilmişse çöküş başlamış demektir.
Yoğurdu üfleyerek yemeye alışkın toplumumuz, Erdoğan siyaseti bitince de o yoğurdu da üfleyerek yiyecektir.
Ne yazık hasta ülkem. Ne kendine güveniyor ne de başkasına. Daha kaç yıl bu endişeli, geleceksiz, geçici ilaç deneyleri ile kendini harap eden durumunu sürdürecek.
Dostlar binlerce yılda birikti ve sürüyor.
Kırdan şehirlere uzun savaşlarla kurtulacak ülkem ve dünya.
Ucube yıkıldı.
Naif Koyu CEHAPE’li oldu.
Azerbaycan gazı oluk oluk akacak TANAP’tan.
Sermayenin devir hızı ve dolaşımı hızlanıyor. Daha da hızlanacak sanayi4.0 ile.
Tabi ki geçişi atlatabilirse.
Ben ülkemizde atlatamayacağını düşünüyorum. Yakın zamanı demiyorum. Yakın zamanda emperyalizm tek adamı sırtında taşımak zorunda.(Nereden geldiği belli olmayan paralarla dolacak kasalar) Daha da şişmesi sanayii 4.0 için ön koşul.
Orta sınıfların bu bol parayla yapacağı şeyler de sınırlı.
Bolca kompradora öykünmesine harcayacak. Acıyorum bu orta sınıflara, bizi okumadan çıktıkları yollarda ‘harap olacaklar’, en dibe yanımıza gelecekler mülkiyetlerinden kurtulmuş olarak.
Öncesinde Kültür abideleri dikecekler bataklığa, kocaman kocaman, içi bom boş, dışı hacı yağı kokan.
Kendileri bile tiksinecek kokusundan Hugoboss dururken yaptıklarına.
Bu sınıfların anlamadığı Osmanlı da Padişah olmakla şimdi ki sistemde başkan olmak aynı sanıyor. A be aptallar.
Padişah sadece tahta kurulmuş bir miras yedi değildir, ekonomik, politik, askeri, idari erkin tek yetkilisidir(Zilyet olarak). Kapitalizm doğmuş, Emperyalizm’e göbek bağını daha kurmamıştır. Ama bugün başkanlık hiçte benzemiyor Padişahın koşullarına.
Tüm orduya bir emir ver Kandile doğru,
Bak bakalım kaç kişi gidiyor savaşa.
Bir emir ver boğazlar kapansın Emperyalist gemilere.
Ertesi gün Sarayın bahçesinde kimin helvası dağıtılıyor görsünler.
Bir emir ver dolar, tl bollaşsın.
Bir emir ver KHK ile asgari ücretler 1000’e insin ya da 3000’e çıksın.
Emirle olmuyor efendi!
Sermayenin kendi yasaları var.
O yasalara uyacaksın!
Yasalara kafa tutarsan Sarayında kavrulacaksın.
Kültür yaratacağım diye FETO’ya eğitimi teslim etmiştiler. Şimdi de Maarif Vakfı üzerinden aynı teraneyi yiyorlar. Erk verdikçe, kendilerine atılacak bir mızrak yapmış oluyorlar.
Anlamadıkları eski bir yönetim biçimini ne kadar cilalanırsa cilalansın, niteliğini değiştiremezsiniz. Bir kağnının taşıyabileceği yük en yüksek ne kadar taşıyabilirse o kadardır. Traktörle ölçüşemezsin. O bayır bu bayır değil efendi. Yıkılacaksın.
İlericilerin devrimcilerin kültürü ne kadar eski binalarda görünse de içi geleceğin kültürüyle doludur.
Binayı yıkarak, bizim için en güzelini yapıyorlar. Ellerinize sağlık. Kültürün kendini proletaryadan kopardığı mekânlar sayenizde azalıyor, gideceği tek bir yer kaldı.
İşçi ve köylülerin sokakları, evleri.
Biz “yer altında”, “yer üstünde” toplu iğneyle kazacağız Komprador burjuvazinin ve Büyük Toprak Sahiplerinin mezarlarını.
Son aldanmadan sonra “Demokratik Halk Devrimine” öyle sıcak bakacaksınız ki milli ve yerlinin, İşçi köylü ve emekçilerinin savaşımıyla kuruluşuna şahit olacaksın.
Bu bir rüya değil imalatçı efendi, KOBİ’ci. Sor o zaman ‘kurtarabiliyor mu seni mali sermayenin zincirlerinden’ bu kendini beğenmişlik.
Sor ‘dış ziyaretler’ sonrası kim için yapılmış aslan payı anlaşmaları.
Kim kalacak tower’ın altında.
Sor çekinmeden.
Sınıfın şiştikçe, adımların yavaşlaması neye alamet.
Yıkıntıdan kaçacağın günler geldiğinde, milli ve yerli kime kısmet.
Emperyalizm sıkışmışken kendi bağrında, bu 700 yıllık rüya, turuncu renginden kızıla dönüşmeyecek mi?
Yeni mimariler yap, ama unutma. Yapı taş değildir, beton değildir, harç değildir efendi. Hepsinden önce kültürdür onu var eden. Ve bu kültür ezilen sınıfların olmadıkça tarihte yok denecek kadar bir anı kapsar sadece.
Binlerce saraydan ve anıttan ne kaldıysa? Binlerce kral ve prensten ne kaldıysa; Emperyalistlerden, Kapitalistlerden de o kadar bir tortu kalacak gelecek kuşaklara.
Ateş nasıl kutsalsa, su nasıl azizse, ekmek nasıl nimetse, bahar nasıl muştuysa, Halkların bağrında, bu topraklarda devrimde öyle yer edecektir.
Her toprak, her şeyi taşıyamaz.
Ve egemen sınıfları taşımayı bıraktığında ezilenlerin toprağı, el gökyüzünü yine işaret ederken, ‘el fatiha’ eşliğinde gömülen mezar senin ki olacaktır.
O mezarın üzerinde yeni kültürün çiçekleri açacaktır. Emek gücünden başka hiçbir mülkiyeti olmayan proleterlerin diktiği, üstüne titrediği çiçekler.
Kıpkırmızı.
Bu sınıfların kültürü tek renkli değildir. İkinci rengi bizde de görünür haldedir.
Proleter rengin üzerinde kendini gösteren “Aydın” söylemlerinin ve pratiklerinin hepsi bu akımın içimizdeki yansımalarıdır.
Örgüt teori ve pratiklerinin, tespit ve yönelimlerinin ‘üzerinde’, ‘bağımsız’, sınıf mücadelesinde ‘en doğru belirlenimci’, tahlilci, her şeyi herkesten daha iyi gören bu aydınlar, sınıfın en yüksek mücadele aracının politikasını ve ihtiyaçlarına cevap vermek yerine ‘olması gerekeni’, sürekli söylüyorlar. Ancak nesnel ihtiyacın zorunlu ihtiyaçları için ise ‘yazmaktan’ ve ‘konuşmaktan’ başka da bir şey yaptıkları yok. Aydınlar için ‘aydınlatma’ aracı, sadece gerçekleri insanların gözüne sokmaktan ileri gidemiyor. İktisat ta, politika da, kültür ve sanatta, düşün dünyasında ve tarihsel hafıza da ‘örgüt olma bilinci ve zorunluluğu’ dışında kalan bireysel özgürlüğü fikir özgürlüğü kalıbına sokarak hareket ediyorlar. ‘Fikirleri’ inanç durumuna getiriyorlar ve özgürlüğü somut nesnel dünyada yaşanan ilişkilerden koparıyorlar.
Bu özgür fikirleri özgür kılan şey ‘örgüt disiplin ve politikalarını’ küçük görmeleri ve bu sayede zemin bulabilmeleridir.
Örgütlerin teorik ve pratik olarak gerilemesi ‘aydınların bu kadar çoğaldığı’ bir alanda ters bir orantı söz konusu. Aydın miktarı artıyor ancak örgütler zayıflıyor. Buradan da anlaşılacağı üzere ‘aydın’ın bağımsızlık ve özgürlük olarak gördüğü şey maddi dünya da sınıfın gelişmesi için nesnel ihtiyaçlarının karşılanması değil de ‘doğru fikirlerin’ görünür ve onaylanır olması yeterli görünüyor.
Orta sınıfların aşağı da olmama ve yukarının ‘kötülüklerinden’ uzak durarak ‘nesnel olan mutlu yaşamı’nda şekillenen bu kültür aynı sınıfların düşünce dünyasında ki acı ve sancıları da yansıtıyor. Sınıfın acılarını hissediyor, öfkeleniyor. Ertesi güne aynı yaşam koşulları ve aynı serzenişlerle uyanıyor. ’Tespit’ daha kötüyü gösteriyor. Aydın karamsarlığının, denemelerin(pratikte bir değişikliği yadsıdığı için) aynı yöntem ve aynı tarzı taşıdığından doğduğunu göremiyor. Ve kendinde bulunan bu hastalığı genel tabana bulaştırıyor. Örgütsel mücadeleye güvenmediğini ‘fikir özgürlüğü’ altında ifade ederken, bağımsızlığı ise ‘nesnel zorunluluğu’ yadsıması oluyor.
Bireyin topluma yabancılaştığı, Aydının sınıfa yabancılaştığı, bireyselleşmenin toplumsal üretimin dışında bir olgu olarak kendini gösterme biçimi toplumsallaşma aracı olan ‘örgüt’lerin ( burada örgütün teorik ve pratik olarak doğru ya da yanlış olması dışında) zayıflamasında da bir etkisi söz konusudur. Örgüt’e, programına, tüzüğüne bağlı olmak, örgüt köleliği, program köleliği, kişilere kölelik, körü körüne inanmak gibi görünüyor ya da gösteriliyor. Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini birbirinden koparmalarının nedeni ise proletaryanın içine düşmektense her an orayı terk edebilme ‘seçeneğine’ sahip olması kendi sınıfının içinde kavrulabilmesi veya üst sınıfların ‘kardeş’liğine kendini aday üye olarak görmesidir.
Orta sınıflarda ki ‘özgürlük’, bireysel bağımsızlık, kültür ve sanat ta ‘kolektif’ üretimin gerilemesine, yerine ise ‘bireysel üretim’ in ön plana çıkarılmasına sebep oluyor. Dikkat edilirse orta sınıfların genişlemesine paralel olarak kolektif üretim zayıfladığı görülecektir.
Grup Yorum, Grup Kızılırmak, Grup Munzur vd. ile kolektif üretimin oluştuğu ve geliştiği döneme denk gelirken, bu ve benzeri gruplardan bireyselleşerek ayrılan ‘özgür’ ve ‘bağımsız’ sanat faaliyetleri sadece ‘özgür’ ve bağımsız’ olmaları ile değil ‘ürünlerin’ niteliğini, ürünün hazırlanışını, ürünün sunuluşunu ve hatta mekânını da belirledi.
Kolektif üretimin yerine bireysel ‘doğrular’ın konması aydın içinde geçerlidir. Aydın fikirlerin üretiminin koşulları, fikirlerin dolaşımını ve yeniden üretimin koşullarını da, nerede kimin için ne içini de koşullar. Aynı sermayenin üretimi ve yeniden üretimi nasıl ki dolaşımını da koşulluyorsa; o fikirlerin üretim biçimini; sunuluşunu ve mekânını ve araçlarını da koşullar.
Örgüt’e uzaklık fikirler de bir gelişme kaydetmiş olsa dahi amaç ile çelişir. Kültür ve sanatın bireyde(sanki toplum dışında bir birey oluşurmuş gibi ) somutlanması ve topluma geri dönme biçimi altında yalnızca halk için yapılan burjuva sanatının ve kültürünün bir ‘metası’ olmaktan kurtulamamaktadır. Ve yeniden üretimi de kapitalizm’ in yasalarına tabi hale gelmektedir. Arz ve talep varsa, tüketim varsa üretim vardır.
Aydın bireyselleşmesi ve özgürleşmesi ‘bireysel’ gelişme’ veya gerileme de somutlaşıyor, dün için doğru olan bugün için yanlış olabilir ya da tam tersi. Ve kolektif bir hesap sorulabilirlik olsa da(halkın yargısı gibi), hem bireysel bağımsızlık taşıdığı için, hem de özgür olduğu için dar bir sorumluluk taşıyor.
Aydın’ın öcü gibi korktuğu şey; örgüt ne kadar dar olursa olsun, bu hesap soruculuktan ve hesap verilebilirlikten kaçması demektir.
Bu özgürlük ve bağımsızlık fikri kendisini ‘iki çizgi mücadelesine’ karşı yaptığı saldırılarla somutladı. Bu mücadele aracının eskidiği, güne ve ihtiyaçlara cevap veremediği söylendikten sonra ise genelde son tespit olarak ‘iki çizgi mücadelesinin’ zaten olmadığını söyleyen çokçadır.(Aslında çocukçadır) Ancak ‘ayrı’ olarak dahi olsa zaten bu iki çizgi mücadelesidir. Mücadele kendini ayrı olarak somutladığı ve görünür hale geldiği için çizgi silikleşiyor.
İki çizgi mücadelesinin olmadığını(adı konmasa dahi) söylemek, Diyalektik Tarihsel Materyalist görüşü ret etmektir. Çünkü düşünce dışında ki nesnel ve maddi dünyanın hareketine bağlıdır. Hareketin yasaları gereğidir.(Zıtların birliği ve çelişki)
Bu nedenle çelişkinin sonucuna bakarak, çelişkinin olmadığı söylenemez. Sadece çelişkinin birbirini yadsıdığını söyleyebiliriz.
MLM’lerin ayırt etmesi gereken şey de tam burasıdır. Çelişkiyi görünür hale gelip gelmemesine bakmaksızın ‘birlik’ içinde çözümlemesi gerekmektedir. Çelişkinin içselliğini gösteren en değerli şey kendini ‘ayrı olarak’ somutlayabilmesidir zaten.
Bu nedenle çelişkiyi çözümlemek “ayrı”ların ayrılıklarını genelleştirmesi, geliştirmesi, derinleştirmesi ile mümkün değildir.
Çelişki içtedir ve itme ile değil çekme ile çözülecektir. Elmaların ayrı kasalarda olması ‘çürümeyi’ engellemez. Çünkü ‘çürüme’ içsel bir çelişkidir. Bu çelişki içte olduğu için çelişkiden kaçılamaz.
Çelişkiden tarih boyunca kaçanlar(ben ve benzerlerim) eteklerindeki taşları hep yanlış yere dökenler olmuşlardır.
O taşlar bireysel olarak oluşmadı, öyle her yere de dökülmemeli. Nasıl ki ‘örgütlü birey’ tek başına oluşmuş birey değilse ürünleri de toplumsaldır ve başka yere dökülme lüksü yoktur. Alıp götürülen özellikle yeni fikirler içte kaldığında, içerde eskiyen şeylerin özelliklerinin açığa çıkmasını sağlar. .İ.K’ ya, Partiye ve sınıfa karşı sorumluluk bunu gerektirir.
MLM’lerin(hepsi için birbirlerini MLM görülüp görülmemesine bakılmaksızın) bir konferans ya da kongre yapması, ölümüne mücadele vermesi gerekmektedir.
HBDH meselinde tutumun doğru ya da yanlışlığı bir kenara olmak üzere devrimci güçlerin birlikteliğini olumlu bir adım görürken nasıl olurda MLM’ler kendi içinde bu birlikteliği tartışma konusu yapmazlar.
Ayrı olmak için bin bir sebep bulunabilirken, birlik için bir tane dahi neden bulamazlar.
Ucube’nin eski bir kültür varlığını yağmalamak için dikilmesi ile İ.K.’nın üzerine dikilen anıtların arasında ne fark var? Bu orta sınıfların ‘ganimet’ peşinde koşan kültürü ve aklı değil mi?
İ.K.’nın dibini kazı, çıkanları al, üzerine de kendini dik.
Bir başkası da gelsin seninkini yıksın.
Aydınlar bas bas bağırıyor. Kürsüyü kimseye vermiyor. Bırakın da işçiler köylüler ve emekçiler biraz da o kürsü de konuşsun. Coşku mu istiyorsunuz, karamsarlıktan, edilgenlikten, pasiflikten mi dem vuruyorsunuz. O sese kulak verin.
Birbirinize o kadar yüksek perdeden bağırıyorsunuz ki ne işçilerin, köylülerin ne de emekçilerin sesini duyuyorsunuz.
Orta sınıflar; bir rüya da ve uyandığında yıkılmış olacak. İşçi, köylü ve emekçiler gerek metropollerde gerekse şehir kasaba ve köylerde ekonomik, politik, idari ve askeri mücadele yürütecekler ve bu mücadelede kazandığı ya da kazanabileceği yerlerde yoğunlaşacaklar. Askeri mücadelenin yoğunlaşacağı yerler savaşın yasaları gereği bellidir. Orada kazanırken şurada kaybedecektir. Bu nedenle ‘parça parça’ için ne kadar hazır olur isek o kadar somut gerçeğe dönüşecektir. Ve nihai zafere giden uzun yolun taşları yerlerine oturacaktır.
Bugünden bu hazırlığın önünde ki en büyük engel MLM’lerin ‘yoğunlaşmaması’, devrimci güçlerin yoğunlaşmamasıdır. O günlere de bu şekilde yol aldığımız takdirde ne Proletaryanın iktidar olma sorunu ne de ülkemizde ki iki temel sorun çözülemeyecektir.(Ulusal sorun ve ezilen inançlar sorunu=Demokratikleşme sorunu)
Mücadeleden ‘kaçmak’, ayrılmak’ kavramından doğmaz.(Menşevik Bolşevik ayrımında olduğu gibi)Hareketin mevcut nesnel koşullara cevap verip vermemesi nasıl verdiği ile belirlenir.
Bugün kendini ‘Bolşevik’ görmenin, herkesi ‘Menşevik’ ilan etmenin bir anlamı yoktur. Soyut ve boştur. Çünkü kitlesiz bir belirlemedir. Pratikten kopuktur.
Çünkü ilan nesnel koşulların tam tersidir.
Çünkü duygusaldır, öfkelidir, çünkü sınıfın nesnel ihtiyaçlarından uzaktır.
Çünkü kendi kendinin belirleyicisidir.
Çünkü metafizik ve idealisttir.
Hareket; proletaryanın çıkarlarını somut koşullarda gösterdiği zaman diyalektik tarihsel materyalisttir.
Orta sınıfların(küçük burjuvazi de dâhil) duygu düşünceleri ve özellikle kültürü; kalma değil gitme, çağırma değil kovma ‘özgürlüğünü’ kendinde bulmasını bize de bulaştırmış olmasındadır.
Camiinin yerini biçimini ve süslemesini yapanlar biz dede çokçadır. Beğenmeyen başka camii ye gider diyen kafa ile başka camii mi yok, gider orada namaz kılarım diyen kafa durumunda olmamızdadır.
Cem olmak, cami olmak’ın, cemiyet olmak, teşkilat olmak, örgütsel güç olmak gelişimi bu anlayışı ret etmek üzerinde yükselir.
KAVGANIN SICAKLIĞINDA KUCAKLAŞANLAR VE KELİMELERİN AYAZINDA ÜŞÜYENLER
Baskı koşullarının ülke dışına taştığı koşullardayız. Münih davası gösterdi ki; dışarısı hiçte o kadar ‘rahat değilmiş’. ‘alanın özgüllüğünü’ anlamadan yapılan değerlendirmeler gösteriyor ki sübjektif kalıyor ve pasif koşullarda doğru görünüyor. Dün için dışarıda rahatına bakanlar olarak eleştiri konusu haline gelen özneler, bugün için içerinin yetersiz kalan desteğini aynı yöntemle açıklasa kimler ‘dut yemiş bülbüle’ döner acaba.
Turgut Kaya özgülünde dışarı da ciddi bir çalışma yürütülüyor. Yürütenler ‘sağcılık ve hizipçilik yalnızlığına’ terk ediliyor. Doğru olmak pratikte uygulanmadığında ‘kâğıt üzeri’ doğrular olarak salt varlığını koruyabilirler. Teorik olarak taraf olup pasif olmak(bir taraf için), pratik olarak tarafsız olup aktif olmak sürece damgasını vuruyor.,
Evet, kavga bizim kavgamız, tüm sivriliği ile dil bizim dilimizdir.
Ancak yaşama ‘aktif’ yönden bilinçli olarak katkı sunmaya geldi mi akan sular duruyor, büyük laflar uçup gidiyor, olmak ya da olmamak, yapmak ya da yapmamak belirleyiciliğini gösteriyor.
Dışarısı için geçmişte de onlarca ‘eleştiri’ yapılmıştır. Hatta geçmişte ‘Konferans’ın belirli bir yerde yapılması ısrarı bu ‘tepkiselliğin’ ürünüdür. Verilen kayıpların, sağlam bir özeleştirisi dahi yapılmamıştır.
İçerideki kadar dışarıda da koşulların ağırlaşması içerisi ve dışarısı diyalektiğini açığa çıkarıyor.
Devrimci mücadele süreçlerinde alanın kendi özgüllüğü ‘sanki taraflarca’ belirlenmiş gibi değerlendirmeler ‘tercih’ altında sınırlı bir eleştiriye tutulmuş, ‘katkı’ yönü ise çoğunlukla hor görülmüştür.
Son üç yıllık süreçte (Münih Tutsakları, Hıdır Gönek, Turgut Kaya ) dışarıda yapılan saldırılara karşı içeriden verilen destek yok denecek kadar azdır. Katkı bu diyalektik bağlamda içerinin kendine vereceği özeleştiri ile açığa çıkabilir.
Daha önce de söylediğim üzere ‘tarihimiz boyunca’ farklı fikirler bağrımızdan doğmuş ve her seferinde damgalarla süreçleri inşa etmişiz. Kaçkınlar, hizipler, tasfiyeciler, oportünistler, revizyonistler, darbeciler vb. Peki bu arınma P.P. ne gibi gelişmeler doğurmuştur?
Bir gelişmeden çok sürekli hareket karşısında (teorik doğruluğunu korumak dışında) pratikte sürekli gerilemeye sebep olmuştur.
Gelinen süreçte taraflılık kendi dar alanına kapanırken, tarafsızlık tabanda ciddi bir alan tutmaktadır.
Bu alan, ‘birlik’ zorunluluğunu, tabanın ‘tarafsızlığı’ ile kendini göstermektedir. Bu nedenle ‘tarafsızlık’ lanetlenecek bir durum değil, değerlendirmeye alınması gereken nesnel bir durum olarak belirmektedir.
Bu tarafsızlık; acil mücadele beklenen pratiklerde kavganın sıcaklığını canlı tutarken; doğruların salt doğruları ‘kelimeler’ le birbirine soğuk yeller estiriyor. Siyasi jargonun en ağır ithamları tarafları birbirinden uzaklaştırıyor. Bu tarihi yazanlar yarın için bir birlik durumunu neyle açıklayabilirler. Ne değişti sorununa nasıl cevap verecekler?
Taraflarca; tarafsızların haklı olabileceği hangi ‘nesnel’ gerekçelerle çürütülmektedir.
Haklı olmanın salt varlığı neye yarar. Onu pratikte göstermedikçe.
“Yanlış” olmak ‘yalnızlaştırılmak mıdır’?
Nesnel hareket bunun neresindedir?
Hareketin soyutlanması için tarihten hangi usta çağrılırsa çağrılsın hareketin parçası olanlar kendi hareketini ya da hareketsizliğini kendi dışında bir olgu olarak nasıl sunabilecektir?
Bol bol karşılıklı atışmalarla bu değirmen dönse dahi küçülüyor ve yeteneklerinin birçoğunu kaybediyor. Silah resimleri paylaşmak ne işe yarar. Bakın bunlar ‘kaçacaktı’ onun teorisini üretiyorların bugün ne anlamı var. Özelliklerinin bazılarını yitirmesi, belirli zorunlu koşulları da yaratmaz mı? Aynı eleştiri ‘olunamayan’ alan için sizin içinde yapıldığında ‘doğru ’ya mı dönüşür?
Şeylere bu şekilde yaklaşmak (teorinin capcanlı ve doğruluğunu pratikte sürekli ispatladığı koşullarda) Çizgiyi geliştirmiyor. En gerici örgütlerde örgütlenme tavsiyelerinin olduğu bir tarihsel hafızamızın yanında kardeşlerimizle ‘aynı sofrada’ oturabilecek kültürü yaratamadıysak, ‘burada bir ortaklık yaratmışız’ demektir. Aynı sofra da oturacak kültürü yaratamama ortaklığı bu.
İnsan nasıl ki elbirliği’ni ve elin ürünü ise ve düşünce nasıl bu diyalektiğin pasif yönden aktif yöne geçişi ise, nasıl ki düşüncenin aktif yönü ağır bastıkça eli de değiştirmişse; maymunlarda ki kadar bir el birliğini yaratabilecek teori ve pratik geliştirmek zorundayız.
Maymunlar âleminden çıktığımızın kanıtı olarak!( No Mans Land 2013adlı Çin Filminin girişinde şu hikâye anlatılıyor: İki maymun şeftali toplarken kaplanlara yem olmamak için işbirliği yapmaya karar vermiş. Birinci maymun şeftali toplamaya gidince diğer maymun ona gözcülük yapıyormuş. Sonra o maymun, topladıklarının yarısını ikinci maymuna veriyormuş. Ancak ikinci maymun görev yerini bırakamazmış. İki maymunun sadece kendilerini düşünmemeleri gerekiyormuş. Sonuç olarak, o ikisi bir maymun grubunu oluşturmuş. Bu maymunlar insanoğluna dönüşmüş.)
Bizim tek bir ulusumuz var o da Proletarya Ulusu. Tüm çabamız yaşamın kendiliğinden doğal hareketini, bilinçli ve belirli bir değişikliğe uğratmak.
Kendi hareketimizi bu nesnel hareketten kopararak, bu hareketin gelişme yönünü desteklemek mümkün değildir.
Revizyonizmle mücadele salt teorik mücadele ile olmuyor dostlar, Pratikte göstermek gerekiyor, Mücadele; Salt eleştiri değildir, pratikte salt yadsıma değildir, salt itme değildir, hareket çekmedir de.
Yanlış olduğunu yıllardır söylediğimiz şeylerin üstesinden gelecek araçları yöntemleri bu hareket diyalektiği ile kavradığımızda oluşturabiliriz. Kötü çocuktan uzak durmak; toplum içinde toplumun şu veya bu bireyini koruyabiliyor mu?
Tersten baktığımızda ‘tutsaklık’ akıllanmayan beyinlerimizi akıllandırsa bile sistem için çözüm olabiliyor mu?
Burjuva yöntem ya çelişkiyi yadsır ya da sınırlandırır. Proleter yöntem ise çözüme kavuşturur.
Bugün birbirimizi yadsımak veya sınırlandırmak çözüm üretiyor mu?
Hayır!
Yöntem sakat çünkü.
Tarafların kavgalı birlikteliğini sonuna kadar destekleyen, birlikte yapılabileceklerini sorgulayan Proleter devrimci pratikler istiyoruz.
Turgut KAYA Tutsak, açlığa yatırmış bedenini, pasifliğin değil aktifliğin zamanı dostlar. Cezaevlerinden ‘duyarsızlık’ ve ‘ilgisizlik’ feryadları yükseliyor.
Toplumun ‘duyarsızlığından’ dem vururken ‘bu ‘duyarsızlığı’ bizde bir yandan üretmiş olmuyor muyuz?
Koca koca yazın yığınların altında kalsa kalsa bu itme kalır. İçeri de ya da dışarı da.
Soğuk yelleri önce yaratıp sonra soğuk yele sövmek bizimkisi. O zaman elbirliği sıcaklığında, kavganın sıcaklığında kucaklaşabiliriz. “Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına göre.” Diyoruz. Ancak yeteneğinin dışında şeyler bekliyoruz.
Olmuyor böyle dostlar.
Olmadığı gün gibi ortada.
Taner özcan
Taner Özcan sitemizin köşe yazarıdır. Kültürel ve politik konularda yazılar yazmaktadır
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)