İdeoloji-Politika-Örgüt
Çok sık kullanılan, fakat “ne”liklerine dair ortak fikirlerin az olduğu kavramları temel alan bir konuya giriş yapacağız. Çok geniş kapsamlı bir başlıktan bahsediyoruz. Her bir kavramı ayrıntılı inceleyip, diğerleriyle bağını koyabilmek ve aynı zamanda güncel/somut örneklerle işleyebilmek, dergimiz sayfalarını aşan bir ürünü gerektiriyor. Böyle bir çalışmayı zorunlu gördüğümüzü belirterek başlayalım.
Anlam itibariyle birbiriyle bağdaşmayan birçok tanıma sahip olan “ideoloji” kavramı, bu çalışmamızın gövdesini oluşturacak. İdeoloji kavramından hareketle; politika ve örgüte bakmaya çalışacağız. Kendiliğindenciliğin boy göstermesinin; ideoloji-politika ve örgütsellikle bağlantısına değineceğiz.
Konu başlığımız, güncel olması itibariyle de önemli bir mesele. 1971/1972 devrimci kopuşunun üzerinden yaklaşık olarak yarım asırlık bir zaman geçmiştir. Bu süre zarfında, proletarya partisi de dahil olmak üzere çeşitli devrimci yapılar, devletin karşısında duruşları başta olmak üzere ezilenlerin saflarındaki konumlarını kararlılıkla, bedel ödeyerek ve bedel ödeterek korudular. Fakat, “gerçeğin gözüne korkmadan baktığımızda” karşımıza çıkan tablo; bu kadar uzun süreye rağmen kitleler arasında kök salmış, ideolojik-politik önderliğini kendi kendine paye biçmesiyle değil, halkın “öncü” olarak görmesiyle kanıtlamış, örgütsel olarak farklı araçlarla yaygınlaşmış bir yapıya ulaşamadığıdır.[1] Bu gerçekliğin başta liberaller olmak üzere çeşitli reformist çevreler tarafından, merkezi bir örgüt yapısına sahip Marksist ideolojiyi savunan ve sınıf mücadelesini temel alan yapılara saldırı için kullanıldığını biliyoruz/görüyoruz.
Fakat ne devrimci örgütlerin istedikleri/hedefledikleri aşamalara yıllarca ulaşamamaları ne bu başarısızlığın karşısında çeşitli çevrelerin saldırılarına maruz kalmaları ne de örgütlü mücadeleden kaçışların artması; Türkiye devrimci hareketine özgüdür. Başta Çin Komünist Partisi olmak üzere; komünist yapıların hem kendi özgün tarihleri hem de ülkelerindeki diğer örgütlerin tarihleri bu konuda oldukça fazla örnek sunmaktadır. Bizim için temel sorun, her zaman için, gerçeklerin devrimciliğine inanmak ve mevcut durumu aşmak için teorik ve pratik tüm çabayı göstermektir. İşte bu nedenle sadece bu yazının konusu değil, Partizan dergisinin dosya konusunun tamamı önemlidir
A- İDEOLOJİ
1) İdeoloji kavramının ortaya çıkışı
İdeoloji kavramının mucidi Destutt de Tracy’dir. Tracy bu kavramı 1797’de Devrimci Konvansiyonun, aydınlanma düşüncesinin yayılması için gerekli çalışmalar yapmakla görevlendirdiği, ilk başlarda Napolyon’un da desteğini alan Institut Nationale’nın çalışmalarında “fikir bilimi” anlamında kullanmıştır.
“Fikir bilimi” oluşturma ihtiyacının hangi tarihsel süreçte ve koşullarda ortaya çıktığına kısaca bakalım.
İdeoloji kavramı, Avrupa’da toplumsal, siyasal ve entelektüel altüst oluşların yaşandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. “Aydınlanma Dönemi” olarak adlandırılan burjuva dönemlerinin sonucunda geleneksel/feodal toplumların hiyerarşiye dayanan kapalı toplumlarını parçalamasıyla, ideoloji kavramının çıkışı arasında yakın bir bağ vardır.
Feodalizmin parçalanmasıyla oluşan yeni sınıf farklılaşmalarının ve her sınıfın kendi içindeki ayrışmalarının bir sonucu olarak farklı fikirlerin ortaya çıktığı ve birbirleriyle rekabete girdiği bir döneme geçilmişti. Marks’ın deyimiyle “katı olan her şeyin buharlaştığı” zamanlardan geçiliyordu. Birkaç on yıl içinde, önceki bin yılları aşacak oranda toplumsal hareketlenmeler, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yaşanmıştı.
Matbaanın gelişimi, Rönesans’la birlikte okul sisteminin yaygınlaşması da fikirler üzerine tartışma yapabilecek entelektüel tabakaların ortaya çıkmasına ve sistemli fikirlerin yaygınlaşabilmesine olanak tanımıştır.
“İdeoloji kavramının, düşünce sistemlerinin kendi kısmiliklerinin ilk kez farkına varmaya başladığı tarihsel dönemde doğmuş olduğu ve bu farkına varışın da söz konusu düşünce sistemlerinin yabancı ve alternatif söylem biçimleri ile karşılaşmak zorunda kaldıkları zaman ortaya çıktığı ileri sürülebilir.” (Eagleton T, 2015: 147)
Diğer Aydınlanma “ideologları” gibi Tracy de dönemin devrimci burjuvazisinin sözcülerinden biridir. Aydınlanma ideologlarının amacını en kısa ve özlü haliyle “akla uygun bir şekilde toplumsal yaşayışı düzenlemek” olarak belirtebiliriz. Aydınlanma, Kant’ın meşhur deyişiyle “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”
“Ergin olmama” yani kendi yaşamını başka bir gücün göksel bir gücün vasiliğine bırakmak, aklını kullanmamaktır! Aydınlanma ile birlikte, bu dönem geride bırakılacak, karanlık dönem bitecek, boş inançlardan ve önyargılardan arınılacak, akıl ve bilim yoluyla dünya yeniden kurulacak, topluma şekil verilecekti…
İdeoloji kavramı, bu ilk kullanılışında; insan zihninde fikirlerin ortaya çıkış sürecinin belirlenebileceği ve buna bağlı olarak insanlarda iyi/doğru düşüncelerin oluşturulabileceği anlamına geliyordu. Düşüncelerin, bilimsel yönde değiştirilebilmesi başarıldığı oranda, gerici/skolastik karanlık sonlanacak, toplumsal değişimin, gelişimin önü açılacaktı.
Institut Nationale çalışmalarını bu eksende sürdürüyordu. Enstitü, dönemin önde gelen felsefecilerini ve bilim insanlarını barındırıyordu. Napolyon da ilk başlarda bu enstitüyü desteklemekle yetinmemiş, hatta fahri üyesi olmuştu. Fakat kısa bir süre sonra Napolyon’un kiliseyle uzlaşıp dini eğitimin tekrar verilmesini kabul etmesiyle sorunlar başlamıştır. Napolyon, Institut Nationale’çıları gerçeği gözardı etmekle suçlamış ve aşağılayıcı, küçümseyici bir tarzda “ideologlar” kelimesini kullanarak, onları, mücadele ettikleri metafizikçilerle bir tutmuştur. İdeoloji kavramının 200 yıldan fazladır, olumlu ve olumsuz tanımlar arasında salınmasının başlangıcı da bu “olay”dır.
Tracy’nin de dahil olduğu ideologlar, fikirlerin kaynağı olarak dıştan gelen etkileri ve deneyleri reddetmiyorlardı. Fikirlerin kökenine ilişkin olarak dinsel ya da metafiziksel önyargılardan arınmak zorunda olduklarını savunuyorlar, ussal araştırmayı önemsiyorlardı. Bu yanıyla materyalisttiler. Fakat, toplumun değişimini bilinçteki değişimlere bağlamaları, idealizmlerinin esasını oluşturuyordu. İdeologlar, “fikirlerin egemenliğine” inanıyorlardı. Öz olarak, skolastikçilerden bir farkları yoktu. Reddettikleriyle aynı niteliğe sahiptiler! Hepsi toplumsal yaşamın önce fikirlerin değişmesine bağlı olduğunu savunuyor ve kendi cephelerinden bunun savaşımını veriyorlardı. Yani; yanlış fikirlere karşı doğru fikirlerin savaşımı…
2) Marks’ta ideoloji
Destutt de Tracy’nin kullanması ve Napolyon’la olan tartışmalar dışında Marks’ın yazılarında boy gösterene kadar “ideoloji” kavramı pek rağbet görmemiştir.
Marks’ın da bir ideoloji kuramının olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Zira ideoloji kavramını farklı yerlerde, farklı anlamlarda kullanmıştır. İdeoloji çalışmalarında günümüzde halen birincil kaynak olarak alınan “Alman İdeolojisi”, Marks ve Engels tarafından bastırılmamıştır. Müsveddeler şeklinde olan bu çalışma, ancak 1932’de gün ışığına çıkabilmiştir. Bu çalışma dışında Marks’ın ideoloji üzerine olan bir çalışması yoktur. Bununla birlikte, Marks’ın ideoloji tanımları 1844 El Yazmaları (bu çalışma da 20. yy.ın ikinci yarısında basılmıştır) Alman ideolojisi kitapları ile Kapital’in “Meta Fetişizmi” bölümlerinden çıkarılabilmektedir.
Mark, Feuerbach üzerine tezlerden sonra felsefe ve hukuk üzerine ayrı bir çalışma yapmamıştır. Sadece düşünce dünyasında tartışmalar yürütüp, dünyayı yorumlamak yerine; maddi yaşamın gerçekliğini çözümlemek için, tarihsel materyalizm adı altında bir bilim oluşturma işine girişmiştir.[2]
Marks, Alman İdeolojisi’nde Genç Hegelcileri hedef almıştı. Her ne kadar eski Hegelcilere eleştiri olarak çıkmışlarsa da, Marks’a göre Genç Hegelciler yine de Hegel’in toprağından fışkırmışlardı. Yani her iki kesim de dünyada, dinin ve evrenselin egemenliğine inanıyorlardı. Aradaki tek fark, Genç Hegelcilerin bu egemenliği gasp saymaları, eski Hegelcilerin ise bunu savunmalarıydı. (Marx K, Engels F; 1992: 35) Marks ise her iki kesimi “Alman İdeolojisi” tanımlaması altında toplayıp eleştirisini getiriyordu. Marks’ta ideolojinin ilk anlamı da böylece ortaya çıkmaktadır. Zihinsel üretimin maddi faaliyet ve ilişkilerden bağımsız olarak gelişebileceğini ve insanları “eski kuruntulardan, fikirlerden, dogmalardan, hayali yaratıklardan” düşünsel olarak kurtarıp, yerine “daha iyi, daha ileri” düşüncelerin konulabileceğini savunan, fikirlere özerklik tanıyan bu düşünme kümesine ideoloji demiştir. Fikirlerden maddi gerçeğe doğru işletilen bu süreç; gerçeğin üzerini kapatmakta, kuruntuların, fikirlerin ve dogmaların başka biçimlerde olsa da devamını sağlayarak, egemenlerin iktidarını sürdürmektedir.
Alman İdeolojisi’nin ilerleyen satırlarında karşılaştığımız şu ifadeler ideolojinin yeni bir tanımına bizi ulaştırmaktadır:
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen zihinsel güçtür.” (age: 70)
Alman İdeolojisi’nin bu çok bilinen ifadesi, ideolojinin salt fikirler alanındaki tanımlamasından farklı noktalara, maddi yaşama işaret ediyor. Marks’a göre, egemen düşünceler maddi güce sahip olanlarca üretiliyor. “Toplumun başlıca güçlerinden birisi” olarak işbölümü, egemen sınıflarda zihinsel ve fiziksel emeğin bölünmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Egemen sınıfların içinden bir kesim, “sınıfın düşünürleri olarak (sınıfın kendi haklarındaki yanılsamaların oluşumunu kendi başlıca geçim kaynakları haline getiren faal ve kuramsal ideologları olarak) ortaya çıkar.” (age: 71.) Bu ideologlar -fikir üreticileri- egemen sınıfın kendi dar ve özel çıkarını tüm toplumun genel çıkarı olarak gösterme görevini üstlenmişlerdir. Buradan Marks’ta ideolojinin bir tanımına daha ulaşıyoruz. Egemen sınıfların yararına olacak şekilde toplumsal ve ekonomik çatışmaların önüne geçmek, sömürünün devamını sağlamak için eşitsizliği meşrulaştırmak ve bunları “evrensel düşünceler” adı altında yapmak. Yani, egemen sınıfların içerisinde bir kesim tarafından üretilen, gerçeğin tersyüz edildiği, yanılsamalı fikir kümeleridir. Topluma bu düşünceler doğrultusunda yön verilip, egemenliklerini sürdürmek istemektedirler.
Buna göre, bu yanılsamanın kendiliğinden son bulacağı tek bir “an” vardır: özel bir çıkarın genel çıkar olarak, evrenselmiş gibi gösterilmek zorunda kalınmadığı an! Bunu başarabilecek, bu an’ı sağlayabilecek tek güç de komünistlerdir.
Egemen sınıflar, şimdiye kadar sürekli kendi dar egemenliklerini genişletmek için uğraşmış ve egemen olamayan sınıflarla da aralarındaki savaşı “derinliğine ve keskinliğine” büyütmüşlerdir. Yeni gelen her egemen sınıf, öncekinin zeminini geliştirerek egemenliğini tesis etmeye çalışmıştır. Bu durumda, komünistlerin ideolojiyi yok edip, toplumu yanılsamalardan kurtarabilmek için yapmaları gereken şey “eski toplumsal koşulları yıkmaktır.” (age: 72)
Toplumun koşullarını değiştirmek, “tumturaklı laflara karşı” tumturaklı laflar etmekle olmaz. Toplumun koşullarını değiştirmek “Mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek, varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmek” (age: 72) ile olacaktır.
Marks’ın Alman İdeolojisi boyunca, “egemen sınıfların yanılsamalı fikirleri” anlamına gelecek şekilde kullandığı ve karşısına pratik mücadeleyi koyduğu ideolojinin farklı bir kullanımını, bu çalışmasından yaklaşık 13 yıl sonra 1859’da yayımlattığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde rastlıyoruz:
“… bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir- hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmaların bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir.” (Marx K, 1993: 23)
Burada ideoloji, bir üst yapı kurumu olarak ele alınıyor ve “egemen sınıfların yanılsamalı fikirleri”nden farklılaşarak, bütün “insanların” toplumsal alt üst oluşların bilincine vardıkları; hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimler olarak tanımlanıyor. Gerçeklerin “tersyüz” edilip edilmemesinden bağımsız bir tanımlama yapılmış oluyor. Yani, ideoloji, artık salt, egemen sınıfların çıkarını savunan biçimler olmaktan çıkıyor.
Marks’ta “ideolojinin” takip edilebildiği son çalışma 1867’de yayımlanan Kapital’in “Meta Fetişizmi” bölümüdür.
“Meta, bu nedenle, gizemli bir şeydir; çünkü metada, insan emeğinin toplumsal karakteri, insanlara, söz konusu emeğin ürünü olan şey üzerine kazınmış nesnel bir karakter gibi görünür; çünkü üreticilerin kendi emeklerinin genel toplamı olan şeyle ilişkileri, onlara, kendi aralarında değil de, emeklerinin ürünü olan şeyler arasındaki bir toplumsal ilişki imiş gibi sunulur…” (Aktaran: Eagleton T. 2015: 120.)
Burada dikkat çekici olan, toplumsal ilişkilerin “şeyler arasında ilişki imiş gibi” sunulmasının, yaşamın kendisinde ortaya çıkmasıdır. Bütün bunlar, düşünsel yanılsamaların, çarpık bilincin veya egemen sınıfların gerçeğin üstünü örtmesinin bir sonucu olarak değil, “gerçekliğin kendi içinde bir ters çevirme” (age: 123) olarak yaşanmaktadır.
“İdeoloji, artık zihinde tersine çevrilen gerçeklikle ilgili bir meseleden çok, gerçek bir ters çevirmeyi yansıtan zihinle ilgili bir meseledir, aslında, artık esas olarak bir bilinç meselesi olmaktan çıkıp kapitalist sistemin gündelik iktisadi işlemlerine demirlediği görülür.” (age: 121-122)
Marks’ın öz ile biçimin farklılığını belirterek, bilime olan ihtiyacı vurguladığı bilinir. İşte “kapitalist sistemin günlük iktisadi meselelerinde” öz ile biçim arasında yaşanan bu farklılaşmanın kendisi ideolojinin kaynağı olurken, bilim de öz’ü ve bu farklılaşmayı ortaya koyma misyonunu oynar.
Engels’te 1893 tarihli bir mektubunda ideoloji terimi “yanlış bilinç” olarak kullanılmaktadır. Engels, Franz Mehring’e yazdığı mektupta, “faili harekete geçiren somut güdüler kendisine yabancı kalır, aksi takdirde burada ideolojik süreç olmazdı. Bundan dolayı da kendine yanlış veya görünüşte kalan güdüler yakıştırır” der. (Aktaran, Eagleton, T. 2015: 126.)
Görüldüğü gibi 1800’lerin sonlarına gelindiğinde ideolojinin halen olumsuz anlamıyla kullanımı ağır basmaktadır. Engels’in bu son kullanımıyla hemen hemen zamandaş sayılacak bir biçimde ilk defa Bernstein, Marksizm’in de bir ideoloji olduğunu söyler. Sonra Lenin’de “sosyalist ideoloji” şeklinde olumlu anlamda kullanıldığını görüyoruz. Lenin’in bu kullanışının, sonrasında devrimci hareketler için bir zemin sunduğunu söyleyebiliriz. Çeşitli ülkelerdeki devrimci, komünist hareketler için “ideolojik birlik” bir örgüt yapılanması için temel bir kriter olmaya başladı.[3]
3- “Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji”
Lenin’in ideoloji tanımını başlığa çektiğimiz ifade en iyi şekilde anlatmaktadır. Bu ifade şöyle devam ediyor: “İkisi arasında bir orta yol yoktur. (Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojiyi yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz.)” (Lenin, 1992: 45.)
Lenin’in ideoloji anlayışının özünü veren bu ifadeler “Ne Yapmalı?” eserinin “Yığınların Kendiliğindenliği ve Sosyal Demokratların Bilinçliliği” başlıklı kısımda geçmektedir. Lenin’in ideoloji kavramsallaştırması, onun politika yapış tarzı ekseninde anlaşılabilir. Lenin, burjuvaziyle her alanda, hiçbir boşluk bırakmadan savaşım yolunu izlemiştir!
Lenin, salt bir ideoloji tartışması yapmak için değil, ekonomistlerin kendiliğiyle mücadelenin zorunluluğunu anlatırken “sosyalist ideoloji”den bahseder. Lenin’e göre; ekonomistlerin, işçi sınıfının tamamen sendikal savaşıma çekilmesi gereğinin savunulmasının ve işçilerin “sosyal demokrasiden (şimdiki anlamıyla sosyalizmden veya komünizmden) uzak tutulmasının, sosyal demokrat bilinç unsurunun rolünün küçümsenmesinin doğuracağı tek bir sonuç vardır: işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini artırmak.
Bu, Marks’ın “egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir” sözlerinin Lenin tarafından ifadelendirilişinden başka bir şey değildir. Lenin de burjuva ideolojisinin sürekli olarak ve çeşitli biçimler altında çok yaygın olduğunu ve kendiliğinden bir şekilde işçi sınıfına kendini kabul ettirdiğini vurgular. İşçi sınıfı, yaşam koşulları ve çelişkileri itibariyle her ne kadar sosyalizme meyilli olsa da bu sosyalist bilince sahip olmayı kendiliğinden getirmez. Çünkü, “sosyalizm ve sınıf savaşımı yanyana doğar, birbirinden değil, her biri farklı koşullarda ortaya çıkar.” (Kautsky’den aktaran Lenin; 1992: 44.)
O zaman bilimsel bilgiyi, modern iktisat bilimini, modern teknolojiyi yaratabilecek olan “burjuva aydın katmanlardaki” tek tek bireyler-aydınlar tarafından, sosyalizm bilinci proleter sınıf savaşımına sokulabilir. Bu gerçeklik de proleter hareket liderlerinin, sosyal demokrat ideologlarının eğitimi meselesini gündeme getirmektedir. Lenin, sosyalist hareket bir ülkede yeniyse, burjuva ideolojisine karşı mücadelenin çok daha kararlı olması gerektiğini ve hareketin ideologlarını yetiştirmesinin zorunluluk olduğunu belirtir.
Lenin, sosyalist ideolojinin bağını teoriyle güçlü bir şekilde kurar ve oradan pratik alana geçer. Lenin için, teori de ideoloji de işçi sınıfının mücadelesiyle buluştuğu oranda önemlidir. Bunlarla bağlantılı olarak egemen sınıfların ideolojisine karşı, sosyalist ideolojiyi vurgular. Burjuva ideologlarına karşı sosyalist ideologları… Fakat, ideolojinin somutlaşmasını, politika üretimine bağlar. Yani ideolojik mücadeleyi, Marks’ın deyimiyle “tumturaklı laflara karşı tumturaklı laflar” olarak görmez. Ekonomistlerin, kendiliğindenci politikasının, burjuva ideolojisine yol açtığını vurgularken sosyal demokrat politikanın sosyalist ideolojiyi güçlendireceğini vurgulamaktadır. Yani ideolojik mücadele de esasta pratikte verilmiş olmaktadır. Politik pratiklerin niteliği, ideolojinin hangi sınıfa ait olduğunu gösterir.
Lenin, Alman işçi sınıfına dair verdiği örnekte, işçilerin “bir sürü ideoloji” arasında parçalandığını söylüyor. Bir tarafta Katolik ve monarşik sendikalar içinde örgütlenenler, diğer tarafta İngiliz trade-unioncuların etkisiyle kurulan sendikalar içerisinde örgütlenenler ve sosyal demokrat sendikalarda örgütlenenler! Sosyal demokrat sendika içerisinde örgütlenenlerin sayısının fazla olmasını Lenin, sosyal demokrat ideolojinin diğerlerine karşı kararlı bir savaşım vermesiyle açıklıyor. Bu elbette ki sınıfın her türlü sorunuyla ilgilenmekle beraber, Alman sosyal demokratların kendiliğindenliğe karşı savaşımı yükseltmeleri ve mücadeleyi politik niteliğe sahip kılmalarıyla ilgilidir.
Sonuç olarak Lenin’de ideolojik mücadele, siyasi iktidar mücadelesinde somutlaşmaktadır.
4) Lukacs ve Gramsci’de ideoloji
İdeolojinin olumlu bir anlamda kullanımına Lukacs ve Gramsci’de devam edilir. Fakat özellikle Lukacs’ta Lenin’den belirgin farklılaşmalar ortaya çıkar. Lukacs, Marksizm’i tamamen proletarya ideolojisine indirger. Bu tanımlama, günümüze kadar Türkiye’deki devrimci hareketler de dahil olmak üzere etkisini sürdürmektedir. Lenin, sosyalist ideoloji ve Marksist teoriden ayrı ayrı bahsederken Lukacs’ta bu ayrım belirsizleşmiştir. Lukacs’ta, “bilim, hakikat ve kuram artık keskin bir biçimde ideolojinin karşısına konamayacaktır; bunlar tam tersine, sadece belirli bir sınıf ideolojisinin, işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün ‘ifadeleri’dir.” (Eagleton, 2015: 133.)
Bilim, doğru sınıf bilincinin bir “ifadesinden” veya “kodlanmasından” ibaret hale gelmiş oluyor. Lukacs, tarihselci Marksizm’in, özne-sınıf sorunsalı içerisinden teorisini üretmektedir.[4] Lukacs’ın, II. Enternasyonal’in “bilimciliği”ne karşı çıkarken, çubuğu “bilince” çok fazla büktüğü ortadadır.
Lukacs’ın teorisine göre, işçi sınıfına Marksizm’de özne rolü verilmesinin nedeni; kapitalist toplum içinde en az yabancılaşan sınıf olması nedeniyledir. Bu ele alışla, Marksizm kapitalist üretim süreci içindeki yerinden bağımsız olarak işçi sınıfını “seçmiş” olmaktadır.
“Lucaks, bir toplumsal oluşumun gücünün her zaman son tahlilde ‘tinsel’ bir güç olduğunu ileri sürerken ya da ‘devrimin yazgısını… proletaryanın ideolojik olgunluk düzeyine, yani onun sınıf bilincine bağlıdır’ derken, bu maddi konuları sırf bir saf bilinç meselesine… dönüştürme tehlikesindedir.” (age: 143)
Lukacs’ta, burjuvazinin “yanlış bilinci” de, sınıfsal durumunun getirdiği engellerle, var olan ekonomik durumun nesnel sonucuyla ilgilidir. Bu savunu, hümanist düşünceye kapının açıldığı yerdir. İnsanın öz’ü, yani insanlığın tarihsel olarak geliştirmiş olduğu yetilerin tam potansiyelinin önü kapatılmıştır ve insanın yabancılaşmaya başladığı durum da burasıdır. (Age: 146.) İnsanın özünün ortaya çıkmasına izin verilen koşullarda, burjuvazinin de Marksizm’de “özne-sınıf” olmasının önünde bir engel kalmamaktadır.
Gramsci’de de sistemli bir ideoloji teorisi yoktur. Gramsci de tıpkı Lukacs gibi tarihselci Marksizm’in etkisi altındadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Eagleton T., 2015: 161 ve Poulantzas N, 2014: 232)
Gramsci, insanların ideolojiler alanında kendi toplumsal konumlarının ve dolayısıyla görevlerinin bilincine vardıklarını savunur ve praksis felsefesinin ideolojisi ile diğer ideolojiler arasında ayrıma gider. Buna göre keyfi, ussalcı, “istenilen biçimde kurulan” ideolojiler; keyfi oldukları ölçüde bireysel hareketler, polemikler vs. yaratırlar. Gramsci, praksis felsefesinin ideolojisi dışında kalanları bu kategoride toplar. Tarihsel açıdan organik ideolojilerse, verili bir yapı için zorunlu olan ideolojilerdir. Bu ideolojiler ezilenlerin bütün hakikatleri bilmesi, yöneticilerin nahoş olanları bile bilmesi ve onların aldatmasından kurtulmalarını sağlayan ideolojilerdir. (Gramsci, 2010: 239-243)
“Praksis felsefesine göreyse, ideolojiler keyfi olmaktan bütünüyle uzaktır; ahlaki vs. nedenlerden ötürü değil, fakat siyasal mücadeleye ilişkin nedenlerden ötürü, savaşılması ve tahakküm enstrümanları olarak gerçek doğalarının açığa vurulması gereken gerçek tarihsel olgulardır: yönetilenleri yönetenlerden düşünsel açıdan bağımsız kılmak için, dönüştürücü praksiste zorunlu bir uğrak olarak bir hegemonyayı yıkmak ve bir başkasını yaratmak için.” (age: 239.)
Poulantzas’ın Gramsci’ye önemli eleştirilerinden birini; hegemonya teorisiyle, işçi sınıfının siyasi iktidara sahip olmadan da egemen ideolojinin yerine geçebileceği savı oluşturur. Bu durumda bir sınıf, egemen ideolojinin yerini almadan politik olarak egemen olamaz. Oysa Lenin, devrim gerçekleştikten sonra dahi burjuva ideolojisinin devam edeceğini belirtir. Lenin, politik örgütlenmenin bir yanı olarak “özerk ideolojik” örgütlenmeden bahseder. Fakat Gramsci’de de tıpkı Lukacs gibi; dünya görüşünün egemen olması, politik mücadelenin, iktidarı ele geçirmenin dışında ele alınır. (Poulantzas N, 2014: 237)
Bununla birlikte Gramsci’nin, Devletin İdeolojik Aygıtları eserinde ve genel ideoloji tanımlamasında, Althusser’in esinlendiği bir kaynak olduğu söylenebilir.
5) Althusser’de ideoloji
“Althusser’de ideoloji” başlığımız, diğerlerine göre daha uzun olacak. Çünkü Althusser, ideolojinin “ne”liğine dair ayrıntılı çalışmalar yapmıştır. Bu kapsamda, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” ile “Marx İçin” adlı çalışmalarından faydalanacağız.
Althusser, bütün toplumsal formasyonların ekonomik, politik ve ideolojik olmak üzere üç kerteden oluştuğunu belirtir. Ekonomik yapı (altyapı) son kertede üstyapıyı belirlese de; üst yapının (ideoloji, hukuk, devlet) görece bir özerkliği vardır. Althusser, üst yapının altyapıya “bir karşılık olarak etkisi”nin varlığından bahseder.[5] Bu yaklaşım, sınıf mücadelesinde ekonomizmin önüne geçilmesinde ve toplumsal yapıyı tüm çelişkileriyle kavramada önem taşır.
Althusser’e göre ideoloji “verili bir toplumun bağrında tarihsel bir varoluşla ve rolle donanmış, (kendine özgü mantığı ve kesinliği olan) bir temsil sistemidir (imgeler, mitler, duruma göre idealar ya da kavramlar)” (Althusser, 2015: 283.)
Buna göre, ideoloji bütün toplumsal formasyonlarda mevcuttur. Kendine ait bir işleyişi vardır. En önemlisi de, “verili toplumun bağrında tarihsel bir varoluş” belirlemesidir. Çünkü bu belirleme “özel ideolojilerin” (yani her zaman sınıfsal tavırları dile getiren ahlakı, hukuki, siyasal ideolojilerin) her topluma ait olarak, kendine özgü şekillerde ortaya çıktığı anlamına gelmektedir. Aşağıda ayrıntılı bir şekilde gireceğimiz ideoloji-bilim ayrımı konusunda netleşmiş olmak, bu konuyu anlamak açısından önem taşımaktadır. Buna göre örneğin, Marksist bilim (kuram) evrenseldir, ama bu kuramın işçi sınıfıyla birleşip, işçi sınıfının yaşamında etkili olan bir “temsil sistemi” haline gelişi, verili toplumun tarihsel özellikleri dikkate alınmadan anlaşılamaz. Milliyetçilik, din gibi ideolojilere baktığımızda; bunların somutlaşması ve yaşanışının ülkelere göre hatta aynı ülkelerdeki farklı bölgelerin kültürü, geleneklerine göre farklılaşabildiğini görüyoruz. Sınıfsal konumlanışına göre de milliyetçiliğin, dinin yaşanışı değişebilmektedir. Aynı isim altında çok sayıda ideolojinin çıkabilmesi bununla ilgilidir.
Lenin’de ideolojiyi irdelerken; işçi sınıfının çok sayıda ideoloji arasında bölünmüşlüğüne vurgu yaptığını görmüştük.[6] “Kitlesel bir temsil sistemi olan ideoloji” (Althusser, 2015: 288) toplumları bir arada tutmakta, bu biraradalığa anlam biçilmesini sağlamaktadır. İnsanları yetiştirip, dönüştürmek ve onları kendi varlık koşullarının gereklerine cevap verebilecek hale getirmek rolünü ideoloji üstlenir. Althusser “Devletin İdeolojik Aygıtları” çalışmasında ideolojinin bu rolü oynayabilmesini Mutlak Özne (büyük harfli “Ö” ile yazılan özne) ile özne (küçük harfli “ö” ile yazılan özne) arasındaki ilişkiyle açıklar. İdeolojiler, her bireyi “özne” haline getirir. Bu “özne”ler, Özne’nin yani her ideolojinin kurucu kategorisinin tabiyeti altındadırlar. Althusser, “her ideolojinin biçimsel yapısı hep aynı olduğundan” örnek olması açısından Hristiyan Din İdeolojisini açıklar. Buna göre burada Tek, Mutlak, eşi görülmemiş Özne, Tanrı’dır. Tanrı, Musa’ya seslenerek onu özneleştirir. Böylece ideoloji “Özneler ve Özne arasındaki ve öznelerin kendi aralarındaki karşılıklı birbirini tanıma ve son olarak da öznenin kendisi tarafından tanınması”nı sağlar. (Althusser, ty: 59.) Bu, öznelerin ne olduklarını tanıdıkları bildikleri ve buna uygun davrandıkları ölçüde, her şeyin yolunda gideceğine inanmalarını sağlar.
Althusser, bilim ve ideolojiyi çok kesin bir şekilde ayırır. Her toplumsal yapının “organik bir parçası” olan ideoloji, bilimle aynı tutulamaz. “Temsil sistemi olarak ideolojinin (pratik-toplumsal işlevi), teorik işleve (bilgi işlevine) baskındır.” (Althusser: 2015: 283.)
Althusser’de bilim ve ideoloji arasındaki farkları Eagleton’dan aktarabiliriz. Buna göre, tarihselcilerin savunduğu gibi, bilim, ideolojinin “ifadesi” değildir. (Lukacs böyle tanımlamıştı!) Aksine, bilim (kuram) “epistemolojik kopuş” ile ideolojiden ayrılmıştır. Bilim “kendi protokol ve prosedürleriyle kendine özgü bir uğraş türüdür.” İdeoloji, kuramsal bilme yetisi değildir, “yaşanan ilişkiler” alanına karşılık gelir. “Bilim ve ideoloji, tek kelimeyle, varlığın farklı düzlemleridir, birbirleriyle kesinlikle kıyaslanamaz.” Buna göre Ortadoğu politikası üzerine bir tez yazmak, bilimsel bir çalışmadır. Fakat “kahrolsun emperyalizm!” demek ideolojik bir pratiktir. (Eagleton T, 2015: 185-187.)
Althusser’in, “Marksizm ve Sınıf Mücadelesi” makalesinde Kapital’in burjuva ideolojisinin sızdığı, etkilediği bir okuma ile “sınıf mücadelesinin maddi olarak üretimin kendisine kök saldığı” yaklaşımıyla okuma arasındaki farka vurgu yapar. İlk okuma tarzında, Kapital, kapitalizmin ekonomi politiğinin bir teorisi olur. İkincisinde ise, ücretli emek gücünün sömürüsü üzerine kurulu bir üretim tarzının ideolojik, siyasi, hukuki, maddi biçimlerinin teorisi-devrimci bir teori olur! (Althusser, ty: 69.) [7]
Kuramdan (Bilimden) ideolojik okumaya göre farklı sonuçlar çıkarılsa da, bilim; ideolojinin bir ifadesi değildir. Bilimin, üstünde çalışabileceği, inceleyebileceği, geliştirebileceği bir nesnesi vardır. İdeolojinin bilim gibi bir nesnesi yoktur. Bu yüzden de ideolojinin tarihi yoktur, yapısı ve işlevi tüm toplumlarda aynıdır. Bilim, kendini evrensel göstermek isteyen ideolojinin sürekli saldırısı altındadır. Bilimsel fikirlerle ideolojik fikirler arasında gereken ayrımın yapılması ve aradaki farkın belirginleştirilmesini Althusser, felsefesinin görevi olarak görür. Althusser’in bilim ve ideoloji ayrılığına dair bu vurguları, Marksizm’in pozitivist ve tarihselci/hümanist yorumlarına karşı önem taşımaktadır. Marksist bilimin ideolojiye indirgenmesi veya ideolojinin yok sayılması yaklaşımlarının ikisi de mahkum edilmiş olmaktadır.
Althusser’in ideolojiye dair iki tezini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Birinci tez; ideolojinin, “bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil” etmesidir. (age: 43.) Murat Belge dipnotta bunu daha anlaşılır bir şekilde “ideoloji, insan zihninin gerçekliği temellük tarzından ileri gelen bir maddi olaydır” (age: 46.) şeklinde ifadelendirir.
İkinci tez ise; ideolojinin varoluşunun maddi olduğudur. Hatta “fikirlerin”, “fikir” ideolojisinden, ideolojiden vs. doğduğunu savunmak da ideolojiktir. Fikirlerin ya da tasarımların manevi değil maddi varlıkları vardır. (İdeolojiler kendileri somut olan; ayinler, gösteriler, aile yaşamı gibi “toplumsal pratikler içinde yazılıdırlar ve bu pratiklerle belirlenirler.” (age, M. Belge’nin önsözünden: 9.)
“[Bir öznenin] … fikirleri, bu öznenin fikirlerinin kaynaklandığı maddi ideolojik aygıtça tanımlanan maddi ayin kurallarıyla düzenlenmiş maddi pratiklerde yer alan kendi maddi eylemleridir.” (age: 49.)
Bu tezlere paralel şekilde, Althusser’in ideoloji konusunda önemli bir çalışması da “Devletin İdeolojik Aygıtları” başlıklı makalesidir.
Althusser her toplumsal formasyonun üretici güçlerin dışında bir de varolan üretim ilişkilerini yeniden üretmek zorunda olduğunu belirtir. İkincisinin yeniden üretimi; “kurulu düzenin kurallarına boyun eğmeyi”, yöneten ideolojinin düzgün kullanılması yeteneğinin yeniden üretimini gerektirir. Althusser’in tezi; hukuk, devlet ve ideolojinin, yeniden üretimin görüş açısından değerlendirilmek zorunda olduğudur. Bu kapsamda devlet teorisini, “betimleyici teoriden” “tam bir teoriye doğru” geliştirmek, yani “Devlet’in mekanizmalarını kendi işleyişleri içinde anlamak için” (age: 26.) devletin baskı aygıtının yanına Devletin İdeolojik Aygıtlarını da eklemek gerekiyor.
Devletin Baskı Aygıtları; hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb.leridir.
Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) ise; Dini DİA (değişik kiliseler sistemi), Öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet “okulları” sistemi), Aile DİA, Hukuki DİA, Siyasal DİA (değişik partileri içeren sistem), Sendikal DİA, Haberleşme DİA (basın-radyo-televizyon), Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) (age: 28)
Buna göre bütünüyle baskıya veya bütünüyle ideolojiye dayanan aygıt yoktur. Fakat baskı aygıtlarında ideoloji ikincilken, ideolojik aygıtlarda birincildir. En önemlisi de hiçbir sınıfın DİA’ların içinde ve üstünde hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını elinde tutamayacağı vurgusudur. Bu belirleme, DİA’ların da sürekli olarak sınıf mücadelesinin alanı olduğunu gösterir. DİA’lara dair, baskı aygıtında olduğu gibi devlet rahatça yasa çıkarıp, düzenleme yapamaz. Ezilen sınıfların direnişinin boyutu, devletin hareket alanının genişliğini belirler.
Kapitalizm öncesi toplumlarda yalnızca dini işlevleri değil, öğretimsel, kültür ve haberleşme işlevlerini de kendinde toplayan egemen DİA kilisedir. Kapitalist toplumda ise okul-aile çiftidir.
Emek gücünün kendini asgari anlamda üretmesi için verilen ücretin yanında, emek gücünün işe koşulabilecek yeterlilikte olmasını sağlayacak, bilgili hale getirecek süreçlerden de geçmesi gerekiyor. Kapitalizm öncesi toplumlarda bu bilgilenme süreci üretim içinde olurken, kapitalizmde üretim dışında, okullarda öğretilir. Okuldaki bu eğitimde, işbölümünün ihtiyaçlarına paralel bilgi ve tekniklerin verilmesinin yanında, bireylerin “tayin edildiği” yerlerde uymaları gereken “terbiye kuralları, görgü kuralları” öğretilir. Düzenin kurallarına saygı, düzgün biçimde emretme, düzgün konuşma (ideal çözüm) öğretilerek; kurulu düzenin kurallarına boyun eğmenin de yeniden üretimi sağlanır. Yani “emek gücünün vasıflarının yeniden üretimi, ideolojik boyun eğme biçimlerinin altında ve içinde sağlanıyor.” (age: 20.)
Okulun bu işlevi, evrensel olarak sağlanmış olan “okul ideolojisiyle” sağlanır. Çocukların sahibi olarak özgür veliler, tam bir güvenle “özgürlük ve vicdanına” saygılı öğretmenlerin, çocukları; yetişkinlerin “özgürlük, ahlaklılık ve sorumluluğuna ilk adımlarını attırdıkları ideolojiden arınmış (madem ki laiktir) tarafsız bir ortam olarak gösteren ideoloji.” (age: 38.)
Sonuç olarak; DİA’ların nasıl işlediğine dair şunlar belirtilebilir:
1- Tüm DİA’lar, kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi hedefine yönelirler.
2- DİA’ların her biri bu hedefe kendine özgün yollarla ulaşmaya çalışır.
“Siyasal aygıt bireyleri Devletin siyasal ideolojisine uydurur –bu, ya ‘demokratik’, ‘dolaylı’ (parlamenter) ideolojidir, ya da ‘dolaysız’ (plebisitçi veya faşist) ideoloji. Haber aygıtı, tüm ‘yurttaşları’ basın, radyo, televizyon ile günlük milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlakçılık vb. dozlarıyla besler. Kültürel aygıt da aynı şeyi yapar (şovenizmde sporun rolü en ileri derecededir) vb. Dini aygıt Ölüm, Evlilik ve Doğum gibi önemli törenler veya vaazlarla, insanın bir yanağını tokatlayana ötekini sunacak kadar sevemiyorsa, külden başka bir şey olmadığını hatırlatarak, Aile aygıtı…” (age: 36.)
3- DİA’ların bu ortak hedeflerine gidişte hepsinde “tek bir partisyon ezgiye egemendir.” Milliyetçilik, ahlakçılık ve ekonomizm.
4- Okul DİA’sı hepsinin içerisinde açıkça egemen rolü oynar.
Althusser, başta belirttiğimiz gibi esasta ideolojinin ne’liğine dair yazmış, “genel olarak ideoloji”yi incelemiştir. Çünkü “her ideolojinin biçimsel yapısı hep aynı”dır. Althusser’e göre sosyalist devrim ve komünizm de dahil olmak üzere her eylem, ideoloji içerisinde sürdürülür. İdeolojisiz bir toplum savunusu, sınıf mücadelesi verenleri zayıflatmayı amaçlayan ideolojik bir savunudur! Bu nedenle, ideolojiyi toplumların tarihsel yaşamının bir parçası olarak görmek önemlidir.
6- Sonuç olarak ideoloji
Yazımızın bu ilk bölümünde, ideolojinin ne olduğunu ve Marksist literatürdeki belli başlı uğrak noktalarını vermeye çalıştık. Marks’ın “egemen sınıflara ait, bir yanılsama olarak ideoloji” tanımı değişmiş bulunmaktadır. Lenin, pratik politikadaki etkisiyle ele almış ve sosyalist ideolojinin oluşturulması gereğini ortaya koymuştur. Lukacs’ta bilim, “doğru bir sınıf ideolojisinin ifadesine” dönüşürken, Gramsci ideolojiyi siyaset alanıyla ilişkisi düzleminde ve bilinç kavramına doğru çubuğu bükerek ele alır. İdeolojinin tanımlanması konusunda öncellerine göre daha fazla çalışmayı geride bırakan kişi Althusser olmuştur. Genel olarak ideolojinin tanımlanması için çalışan Althusser, egemen ideolojiye dair yazmışsa da, ezilenlerin ideolojisi eksik kalmıştır.
Marks, Lenin, Gramsci, Lukacs ve Althusser ideolojiyi farklı tanımlamış ve farklı misyonlar biçmişlerdir. Biz sonuç itibariyle ideolojinin ne’liği ve işlevleri açısından şu sonuçları çıkarıyoruz:
1- İdeolojiler, bütün toplumsal sistemlerde mevcuttur.
2- İdeolojiler, maddi yaşamdan türerler. Sınıfsaldırlar.
3- Bireyler, kendi topluluklarının ideolojisi içine doğarlar.
4- İdeoloji, toplumsal yaşamın nasıl işlendiğinin kavrandığı bir alan olarak; kişilerin bu yaşam içerisindeki yerlerini, görevlerini belirlemelerine yardımcı olur.
5- İdeolojiler, belli kesimlere/sınıflara ait olsalar da yaşam içerisinde sürekli olarak farklı ideolojilerle karşı karşıya gelirler. Bu, ideolojik mücadelenin gerekliliğini göstermektedir.
6- Kitlelerin kendiliğinden ideolojisi, egemen ideolojinin kapsamına girer.
7- İdeolojiler, yaşanan ilişkiler alanına karşılık gelir.
8- İdeolojiler, ortaya çıktıkları toplumların ahlaki, siyasal, hukuksal vs. özellikleriyle bağlantılı şekil alırlar. Toplumun özgün yapısıyla ne kadar ilişkiliyseler, sahiplenmeleri o oranda olur.
9- İdeolojiler, kendilerini evrensel olarak göstermek isterler.
10- İdeolojiler, bilimden politikaya, kültüre her alandan beslenir. Hepsini kendini meşrulaştırmak, haklılaştırmak için kullanır.
11- İdeoloji, bilim ve politikadan farklıdır.
12- İdeoloji, bilim ve politika arasında bağ kurar.
13- İdeolojiler, bilişsel olmaktan çok simgesel ve duygulanımsaldır.
14- İdeolojiler, katıdır, savunuları nettir.
15- İdeoloji, toplumsal grup veya sınıfın; içinde yaşadığı koşulları ve bu koşulların algılanma biçimini simgeleyen doğru veya yanlış inanç ve fikirler bütünüdür. (Eagleton, T: 2015, 53.)
7) Burjuva ideolojisi ve sosyalist ideologların bazı özellikleri
1- Burjuva ideolojisi, egemen ideoloji olması dolayısıyla ezilen kitleler üzerinde de önemli bir etkide bulunur. İdeolojiyi; ahlaki, hukuki, dinsel, politik vb. şeklinde karakterize edebilecek bölgelere ayıran Poulantzas, bu bölgeler arasında hiyerarşiler olduğunu ve her üretim tarzında farklı bir bölgenin egemen olduğunu söyler. Buna göre feodalizmde din, kapitalist üretim tarzında ise hukuki-politik bölge egemendir.
“Hukuki-politik bölgeye bağımlı olan egemen burjuva ideolojisinin politik rolü, bu ideolojinin, devleti, ‘imtiyazlı bireyler’in karşısında evrenselin anahtarlarını elinde tutuyormuş gibi, tüm toplumun genel çıkarının temsilcisi gibi gösterdiği bir ‘yaşam tarzı’nı dayatmasından kaynaklanır. Egemen ideolojinin yarattığı bu ayrıcalıklı bireyler, ‘halk iradesi’nin cisimleşmesi olarak görülen egemen sınıfların himayesinde, ‘eşit’ ve ‘özgür’ bir biçimde ‘ulusal’ topluluğa katılarak birleşmiş olarak sunulurlar.” (Poulantzas N, 2014: 248.)
Burjuva ideolojisi, tüm bireylere “Sen özgürsün!”, “Hukuk karşısında bir başbakanın da Aydın Doğan’ın da, senin de bir farkın yok!” diye “seslenir”. Ücretli emekçiler de, alışveriş sözleşmesini patronuyla karşılıklı olarak, eşit ve özgür bireyler olarak imzalarlar. Tüm bunların garantisi, denetleyicisi de “vatandaşların” hepsinin çıkarını gözetmekle yükümlü olan devlettir.
Kapitalizmden önceki toplumsal sistemlerde sınıfsal farklılıklar doğal olarak gösteriliyordu. Köleci toplumun ahlaki/felsefi ideolojisinde ve feodal toplumun dini ideolojisinde; efendiye biat edilmesi gerektiği, herkesin eşit olmadığı, dünyanın dengesinin böyle sağlandığı savunulurdu. Burjuva ideolojisinde ise sınıflar reddedilmekte, herkesin eşit doğduğu, hukuk karşısında eşit olduğu söylenmektedir. Yani sınıf farklılıklarının üzeri örtülmekte, herkes “birey” olarak birbiri karşısında konumlanmaktadır.
Burjuva ideolojisinin karşısına çıkarılacak sosyalist devrimci ideolojinin; bu örtüyü çekip alabilmesi, toplumun farklı ve uzlaşmaz çıkarlara sahip sınıflardan oluştuğunu, sınıflar var oldukça “eşitlik” ve “özgürlük” olamayacağını anlatabilmesi gerekir. Burjuva ideolojinin, ideolojiyi “işçi-burjuva yok, birey-birey var” savunusunun karşısına ezilen sınıfların birlikte mücadelesini ve komünalist yaşamı çıkarır. Fakat bunlara inanç sözle değil, “an”ı yakalayan, geniş kitlelere ulaşan politika üretimi ve pratikle sağlanır. Çünkü, burjuva ideolojisinin temel noktalarından biri olan “mutlaklık”, mevcut düzenin değişmez olduğu “miti”; ancak pratik mücadele ve somut olarak değişim yaratarak kırılacaktır.
2- Burjuva ideolojisi, ideolojilerin bittiğini, artık bilim çağında yaşadığımızı, “bireylerin” yaşamlarını ideolojiye göre değil bilime göre ayarlayacaklarını söyler. Yaşamın bütün ayrıntılarının “bilimsel” açıklamasına girişilir ve farklılıklar “anti-bilimsellik” suçlaması ile kontrol altına alınmak istenir. Yönetim tarzları, fabrikalardaki işleyiş, köylünün toprağından ayrılması, sağlıklı yaşam için alınması gereken gıdalar, kilo-boy dengesi, inançlar vs. özcesi yaşamla ilgili akla gelebilecek her şey “bilimsellik” adı altında meşrulaştırılmaya çalışılır. Kapitalist üretim tarzında egemen olan hukuki bölgenin kendisi de bilimsellikle açıklanır. Buna cevabı Althusser’den verebiliriz:
“Yalnızca ideolojik bir dünya kavrayışı, ideolojisiz toplumla hayal edebilir ve ideolojinin (yoksa tarihsel biçimlerinden birinin değil) hiç iz bırakmadan yok olduğu, yerini bilimin aldığı bir dünyaya dair olan ütopik düşünceyi öne sürebilir. Bu ütopya, örneğin; özünde ideoloji olan ahlakın yerini bilimin alabileceği ya da baştan sona bilimsel olabileceği; ya da dinin bilim tarafından kaldırılacağı, bir anlamda dinin yerini bilimin alacağı, sanatın bilgiyle kaynaşabileceği ya da ‘gündelik yaşam’ halini alacağı türünden fikirlerin ilkesidir.” (Althusser L; 2015, 284.)
İdeolojilerin yok sayılması; ezilenlerin ideolojik açıdan zayıf kalmasını sağlamakta ve bilimsellik adı altında ezilenlere her türlü saldırının yapılmasının yolunu açmakta, bunu meşru kılmaktadır.
İdeolojilerin yerine bilimin geçmesi mümkün değildir. İdeoloji bir temsil sistemidir. Bilim gibi bir gerçekliği tarif etmekten ziyade, “bir iradeyi (tutucu, konformist, reformist ya da devrimci), hatta bir umudu ya da nostaljiyi ifade eden bir ilişki”dir. (Age, 286.) Gerçek, bu ilişkinin -ideolojinin- içinden geçerek kavranmakta, “bilincine varılmaktadır.” Dolayısıyla ideolojinin yok sayılması da bir ideolojidir.
3- Burjuva ideolojisi, tüm toplumlar için, -tarihi, kültürü, yerelliği ne olursa olsun- kendisinin geçerli olduğunu söyler. Avrupa merkez ülkeleri dışındaki özellikle Asya ve Afrika’daki ülkelerin “geri kalmışlık” tanımı üzerinden değerlendirilmesi fikri de bu modernist, Aydınlanmacı yaklaşımdan doğar. Ülkelerin işgallerinin meşrulaştırılma araçlarından birinin “modernlik”, “çağdaşlık” taşıma olduğunu hatırlatalım.
4- Devletin sömürü ve baskı aygıtı olarak, bu sistemdeki merkezi rolünün üstü kapatılarak; politik mücadelenin içeriğinin sadece yaşanan sorunlar bağlamında ele alınması gerekliliğini savunmak; burjuva ideolojisinin söylemlerinden biridir. Bu kapsamda post-modern ideoloji de, burjuva ideolojisinin bir türevidir. Yine Lenin’in de mücadele verdiği her türlü ekonomist, kendiliğindenci yaklaşım burjuva ideolojisinin zemini üzerinde hareket etmektedir.
Sosyalist ideoloji için politik mücadelenin merkezinde mevcut devletin yıkılması ve proletarya diktatörlüğünün kurulması vardır. Bu yanıyla burjuva ideolojisine karşı mücadelenin özünü de, politik mücadelede devleti hedef tahtasına oturtmak oluşturmaktadır. Sosyalist ideolojinin “imgesel haritasının” temel noktalarından biri budur.
5- Burjuva ideolojisinin ekonomizm dışında diğer temel noktaları da “milliyetçilik ve ahlakçılık”tır. (Althusser, ty: 36.)
Sosyalist ideoloji için, anti-emperyalistlik, enternasyonalizm, devrimci sınıf mücadelesinin savunusu ve devrimci zor’u kullanma, ideolojik duruşun temel öğeleri olarak sayılabilir.
B- POLİTİKA
1- Politika nedir?
Politika, siyasal iktidarı ele geçirmek için, mevcut sınıfların güçlerini ve karşılıklı ilişkilerini hesaba katarak, an’a ve koşullara müdahale edebilme olarak tanımlanabilir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere politikanın temel konusu; siyasi iktidar ve iktidarın dağılımıdır. Hangi sınıf temsilcisi olursa olsun tüm politik hareketlerin nihai amacı siyasi iktidarın ele geçirilmesidir.
Lenin; “siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona alabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir” der.
Nesnel olarak mevcut olan “halka”nın doğru belirlenmesi ve o halkaya sıkı bir şekilde sarılıp çekilebilmesi, maddi bir güç olabilmekle ilgilidir. Burada kitlelerle sıkı sıkıya kaynaşmış bir örgütün zorunlu olarak varlığı ve bu örgütün, politikanın olmazsa olmazlarından olan zor da dahil olmak üzere çeşitli savaşım ve örgüt biçimlerini kullanabilme yetisi devreye girer.
Komünistler açısından hiçbir bulanıklığa yer vermeden savunulması gereken, politik mücadelenin hedefinin devlet olduğudur.
“Ekonomik tavırların fabrika sahiplerine karşı bir savaş ilanı olması gibi, politik tavırlar da yönetime karşı bir savaş ilanıdır.” (Lenin’den aktaran Poulantzas N: 2014, 45.)
Politik mücadelenin hedefinin devlet olmasının zorunluluğu, devletin kapitalist sistemi ayakta tutması, birleştirip örgütlemesi ve ezilenler üzerinde egemenlerin merkezi bir baskı ve sömürü aracı olmasından kaynaklanır. Bu “her yerde hazır ve nazır organları: daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile –merkezileşmiş devlet iktidarı”nı (Lenin, 1996: 51) yıkmak, “paramparça etmek” (Lenin) hedefine sahip olmak demektir.
İyi bir politik önderlik, bu hedefe ulaşmak amacıyla devrimin ana ve yedek güçlerini en uygun zamanlarda en doğru şekilde konumlandırabilmekle, en uygun savaşım ve örgüt biçimlerini kullanabilmekle kendisini gösterir. Bu, devrimin her aşaması için stratejisini doğru belirlemek ve stratejiye bağlı olarak uygun taktikleri devreye sokabilmek demektir.
Politik mücadele; konjonktüre stratejik hedefleri doğrultusunda müdahale edebilmektir. Bu mücadelenin ekonomik, politik ve ideolojik açılardan bütünsellikli olarak yürütülmesi gerekir.
Politikayı iktidar hedefli değil de kitlelerin ekonomik kazanımları veya kitlelerin bilinçlendirilmesi temelinde kavramak, reformizme, kendiliğindenciliğe düşmek demektir. Politik mücadeleden, salt ekonomik mücadeleyi anlayanlar için; sendikal örgütlenmeler, kooperatifler yeterlidir. Politik mücadelenin hedefi örgütlenme ve savaşım biçimlerini belirler. İktidar hedefli olmayan bu tarz mücadele, burjuva ideolojisini kitleler üzerinde yaygınlaştırır ve etkisini artırır. (Ekonomizm ve kendiliğindenciliğin ortaya çıkışına ve ne anlama geldiğine “Lenin’de politika” başlığı altında değineceğiz.)
Bütünsellikli politikanın ayaklarından biri de ideolojidir. İdeoloji, pratik yaşamda tıpkı bireyler gibi örgütlere de bir tür “imgesel harita” sunar. Bunu Eagleton Althusser’den hareketle şöyle açıklar:
“Toplumsal düzenin işleyişi bir bütün olarak ancak kuram için açık olabilir; bireylerin pratik yaşamları söz konusu olduğunda, onlara kendisi sayesinde yollarını bulabilecekleri, toplumsal bütünlüğün bir tür imgesel ‘haritası’nı kazandırmak için ideolojiye gereksinim duyulacaktır. Bu bireyler elbette ki toplumsal formasyona ilişkin bilimsel bilgiyi elde edebilecek konuma gelebilirler, ama günlük yaşama özgü karışıklık ve koşuşturma içinde bu bilgiyi kullanamazlar.” (Eagleton T; 2015, 201.)
Örnek vermek gerekirse; patronun kapitalizmin bilimsel yasalarını, artı-değerin ortaya çıkışını, özel mülkiyetin kökenini, ücretli emek teorisini, kâr oranının düşme yasasını vs. kuramsal olarak bilmeme olasılığı yüksektir. Fakat bu patronlar, işçiler ile olan “ücret” ilişkisini eşitlik, özgürlük ilkeleri çerçevesinde kurduklarını, işçinin işgücünü satıp satmamakta bağımsız olduğunu, işçiye “piyasa değerinde” ücret verdiklerini söylerler. Daha fazla kâr elde edebilmenin yolunun; daha az ücret ve daha çok çalıştırma üzerinden olduğunu bilirler vs.
Daha farklı bir örnek vermek gerekirse; devrimci saflara katılan her birey ayrıntılı olarak emperyalizmi, devlet teorisini, kapitalizmin işleyiş yasalarını vs. bilmeyebilir. Ama ilk örgütlenmeye başladığından itibaren ideolojik olarak, emperyalizm karşıtlığını, devletin yıkılması gerektiğini, emekçilerin ücret artışını savunması gerektiğini vs. çok hızlı bir şekilde “öğrenir”. Bu ideolojik duruşun nedenlerini/niçinlerini yani kuramını zaman içerisinde öğrenecektir. Ama pratik duruşu, kuramı bilse de bilmese de bunlarla uyuştuğu ölçüde devrimci niteliğini koruyacaktır.
“Onun [ideolojinin –Pzn) toplumsal fonksiyonu, faillere toplumsal yapıya ilişkin doğru bir bilgi sunmak değil, ama basitçe onları bir biçimde bu yapıyı destekleyen pratik faaliyetlerine katmaktır.” (Poulantzas N; 2014: 239.)
İdeoloji, zorunlu olarak bilgi öğeleri içerebilir. Fakat -daha önce ayrıntılı olarak açtığımız gibi- ideoloji bilimle özdeş değildir. Yine politika da ideolojiyle özdeş değildir. Bilim, ideoloji ve politika; birbirleriyle yakın ve karmaşık bir ilişkiye sahip olsalar da nesneleri, işlevleri boyutuyla tamamen farklıdırlar. İdeolojinin, toplumsal yaşamın “karışıklık ve koşuşturması” içinde edinilemeyen kuramla, politika arasında bir köprü işlevi gördüğü de söylenebilir.
İdeoloji-politika ilişkisine, aralarındaki farklılıklara ve bağa daha yakından bakmakta fayda var.
İdeolojik tutumun katılığıyla dar anlamda politikanın[8] esnekliği görülmediğinde “politika yapma” adı altında, katı bir ideolojik merkez olarak sınıf mücadelesinin dışında kalınabilmektedir. Politik tavır geliştirmek yerine, gelişen süreçlere salt ideolojik alandan yanıt olunmaya çalışıldığında politikasızlık ortaya çıkar. Bir politik hareket için “somut koşulların somut tahlilini” yapmamak, zaman içerisinde mücadelenin dışına atılmayı, varlığını sürdürse bile yaşamın akışı içinde etkisiz elemanlar olarak kalmayı getirir.
İdeoloji, politika için ön şarttır. Ama politika asla ideoloji ile özdeş değildir. İdeolojide netlikler ve zorunluluklar vardır. Bunlar kesindir! Politikada ise hiçbir hareket öncesinde “elini kolunu bağlamaz”. Politika, an’ın koşullarına ve güç dengesine bağlıdır. İdeolojide uzlaşma olmaz ama politikada uzlaşma vardır. Bir komünist parti için ideolojide uzlaşmak intihar demektir! İdeolojide uzlaşmak, burjuvazinin dümen suyuna girmektir. Fakat politikada belirli dönemlerde, belli şartlar altında burjuvaziyle bile olsa uzlaşma olabilir.
Bu konuya dair verilebilecek en iyi örnek, çeşitli zamanlarda Lenin’in de dönüp üzerinde durduğu Brest Litovsk Anlaşmasıdır.
Lenin, emperyalistlerle uzlaşma anlamına gelen Brest Litovsk Anlaşmasının imzalanma koşullarını, önü haydutlar tarafından kesilmiş otomobildeki bir kişinin canını vermemek için malını vermek zorunda kalmasına benzetir. İdeolojik olarak ele alındığında, Lenin’in emperyalistlerle uzlaşması “ihanet”tir, “komünistlikten vazgeçmek”tir. Çünkü komünistler için anti-emperyalist tutum, temel bir ideolojik duruştur.
Lenin’e göre devrimci proletaryaya yararlı olmak isteyen bir politikacı; uzlaşmaların niteliğini, bunların oportünizmi ve ihaneti ifade ettiği somut durumları iyi ayırt edebilmelidir.
“Uzlaşma vardır, uzlaşma vardır… Haydutların kötülüklerini en aza indirmek, yakalanıp kurşuna dizilmelerini sağlamak için onlara para ve silah vermek zorunda kalmış birini, haydutların elde ettiği ganimetten pay almak için onlara para ve silah veren birinden ayırt etmeyi öğrenmek gerekir.” (Lenin: 1997, 91.)
Brest-Litovsk barışından üç yıl sonra da Lenin şöyle diyordu: “Bugün herkes, budalaların budalası bile Brest-Litovsk barışının bizi güçlendiren ve uluslararası emperyalizmin güçlerini bölen bir ödün olduğunu anlamış bulunuyor.” (Aktaran Stalin J., 1992: 75.)
Politik alandaki bu uzlaşma ile, komünist partinin zaman kazanması sağlanmış, emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanılmış, düşman güçlerinin morali bozulmuş, saldırı hazırlamak için kuvvet yığılabilmiştir. (age, 74.)
Buradaki uzlaşmada politik olarak hareket edilmiştir. Fakat bu politika (taktik), esasta stratejik hedefe varmanın (politik mücadeleyi kazanmanın) bir basamağı olması nedeniyle süreç olarak ele alındığında ideolojik bir tavırdır da! Fakat kaba ideolojistler süreç ve an arasındaki bağı kuramadıklarından politikanın salt ideolojikleştirilmesi ve politika dışı kalınması gerçekleşmektedir. Bu örnek bize çok açık bir şekilde ideoloji ve politika arasındaki ayrımın farkında olmanın önemini vermektedir. Bu ayrımın reddedilmesi yani politikanın ideolojikleştirilmesi, komünist partinin hareket alanını, kullanacağı araçları, yol ve yöntemleri en baştan daraltması anlamına gelecektir. Bu nedenle Lenin’in dediği gibi; somut durumları iyi ayırt edebilecek yetkinlikte ve uyanıklıkta olmak çok önemlidir.
Ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir konu da; Brest-Litovsk’a dair yorumlarda görüldüğü gibi bu uzlaşmalara varıldığında komünist partiye önemli bir hareket alanı sağlayıp, güçlerini pekiştirmeye, düşmanın saflarını zayıflatmaya vs. hizmet etmiyorsa (Lenin’in örneğinden hareketle para, silah vs. verdiğinde haydutların yakalanıp, kurşuna dizilmesi sağlanamadığında) burada politik alandayken bile katı bir ideolojik tavır takınılması gerekebileceğidir. Bu durumun özellikle, komünist partilerin kuruluş zamanlarında ve görece zayıf oldukları dönemlerde daha çok yaşanabildiğini belirtelim.
2- Kendiliğindencilik ve politik mücadele
Önceki bölümde vurguladığımız gibi Lenin’in ideoloji konusuna dair en belirgin vurguları “Yığınların Kendiliğindenliği ve Sosyal Demokratların Bilinçliliği” bölümünde geçmektedir. Lenin’in “burjuva ideolojisi” teriminin karşısında “sosyalist ideoloji” demesi dikkat çekicidir. “Proleter ideoloji” kavramının 1930’lardan sonra SSCB’de kullanılmaya başladığını belirtelim.
Lenin’de özne-sınıf anlayışıyla bağlantılı olarak salt konumundan dolayı işçi sınıfının saf bir ideolojiye sahip olabileceği savunusu yoktur. Aksine önceki başlıklarımızda değindiğimiz gibi Lenin, işçi sınıfının birçok ideoloji arasında bölündüğünü ve bu bölünmelerin devrimden sonra da devam edebileceğinin farkındadır. Bu yaklaşımla bağlantılı olarak Lenin, işçi sınıfının kendiliğinden bir şekilde sosyalist ideolojiye ulaşamayacağını belirtir. Yani Lenin, işçi sınıfını özel bilincinden dolayı değil; tamamen üretimdeki yeri ve o dönem yükselen bir ivmeyle hareketlenmesine bağlı şekilde politik olarak önemser.
Lenin, “Ne Yapmalı?” eserini Rusya’da “yığınların (özellikle sanayi proletaryasının)” uyandığı bir dönemde, devrimci liderlerin “bilinç ve inisiyatif yokluğuna” son vermek amacıyla kaleme almıştır. Bu eserinde, “bilinç ve kendiliğindenliği” ele alış arasındaki farkın ideolojiden politikaya ve örgütlenmeye etkisini ayrıntılı olarak değerlendirir.
Lenin, “kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır” diyerek, işçi sınıfı hareketinin, kendiliğinden hareketlerinin “tohum halindeki bir bilinçlenme”yi ifadelendirdiğini vurgulamıştır. Bu hareketler (grevler, ayaklanmalar vs.) her şekilde ezen sistemin kalıcılığına olan inancın kaybolmaya başladığının, bu sisteme artık “kölece boyun eğmenin” reddedildiğinin, direnmenin gereğinin fark edildiğinin -“duyumsanmaya” başlandığının göstergesidir. Böyle olmasına rağmen bu hareketler bir “savaşım” niteliği taşımıyordu. Çünkü, sistemli bir düşünüşe, örgütlenmeye, strateji ve taktiğe sahip olmaktan uzak, “umutsuzluk ve öç patlamaları” niteliğindeydiler. İşçiler, kendi çıkarlarının mevcut toplumsal sistemin tümüyle uzlaşmaz olduğunu görmüyorlardı. Yani mücadele ekonomik seviye düzeyinde kalıyordu. İşçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğinin sebebi burjuva ideolojisinin aşılamamasıydı. Bunun tek yolu işçi sınıfı hareketinin devletin yıkılmasını ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasını hedefleyen politik mücadele vermesiydi.
Ekonomistler (Raboçeya Dyelo ve Raboçeya Mysil) ise, tam tersine işçi sınıfı hareketinin gücünün, “işçilerin sonunda, kendi yazgılarını liderlerinin ellerinden koparıp, kendi ellerine almaları”ndan (Lenin, 1992: 41.) kaynaklandığını, yani salt ekonomik sorunlar etrafında mücadele etmekten kaynaklandığını savunuyorlardı. İşçi sınıfının somut, elle tutulur talepler için savaşmasının, grev fonlarının vs. “hareket için öteki örgütlerden yüz kez daha yararlı olduğu”nu iddia ediyorlardı.
Lenin, kendiliğindenliğin bu şekilde putlaştırılmasının, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin güçlenmesi anlamına geleceğini vurguladı. (age: 43.) Bununla birlikte, işçi sınıfının kendiliğinden bir şekilde sosyal demokrat bilince ulaşamayacağı, sosyalist ideolojiyi edinemeyeceği açıktır. Çünkü, “en yaygın (ve sürekli olarak ve çeşitli biçimler altında canlandırılan) burjuva ideolojisi kendisini işçi sınıfı üzerinde kendiliğinden daha büyük ölçüde kabul ettirir.” (age: 47.) İşçi sınıfı, yaşam koşulları ve çelişkileri itibariyle kendiliğinden sosyalizme çekilse bile kendini kabul ettiren burjuva ideolojisi olur.
Bu durumda işçi sınıfına bilincin ve sosyalist ideolojinin “dışarıdan” götürülmesi dışında bir seçenek yoktur. Lenin, “dışarıdan bilinç” savını iki farklı anlamda ama birbirini destekler şekilde kullanmıştır.
İlk anlamı, birinci bölümde de işlediğimiz gibi “burjuva aydın katmanlardaki” tek tek bireyler, aydınlar tarafından sosyalist bilincin işçi sınıfına taşınmasından bahseder. Lenin, sosyal demokrasinin en önemli sorunlarından biri olarak, liderlerin, sosyal demokrat ideologların yeterince eğitilmemiş olmalarını gösterir. Elbette ki işçi sınıfı içerisinden Proudhon, Weitling gibi, yaşadığı çağın bilgisini edinenler olacaktır. Fakat bunların sayısı çok azdır.
İkinci olarak “dışarıdan bilinç”in kullanımı şöyledir:
“Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışarıdan verilir, yani iktisadi savaşımın dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin olanaklı olduğu alan, bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.” (age: 84.)
Lenin, burada politik mücadeleye yani iktidar mücadelesine dikkat çekmektedir. Siyasal sınıf bilinci, işçi sınıfının çıkarlarının bir bütün farkına varmasının ve ezilen yığınların tamamını bu eksen etrafında birleştirebilmesinin zeminini oluşturur. Bunun için sosyal demokratlar, işçi sınıfının dikkatini, toplumun tüm kesimleri üzerinde yoğunlaştırmalıdır. İşçilerin, işçi yazınına hapsedilmemeleri ve genel yazında ustalık gösterebilmeleri önemlidir. Toplumun tüm sınıf ve katmanlarının iktisadi niteliklerini, toplumsal ve siyasal özelliklerini tanımalarını, güçlü ve zayıf yanlarını bilmeleri sağlanmalıdır. İşçi sınıfına siyasal sınıf bilinci iktisadi savaşımın içerisinden verilmez. İktisadi savaşımın içinde kalındığı müddetçe, ne kadar uğraş verilirse verilsin, bu çerçeve çok dar kaldığı için, hiçbir zaman, sosyal demokrat bilince sahip olunamaz, burjuva ideolojisi aşılamaz. Siyasal sınıf bilinci, pratikte yaşanan tüm keyfilik ve baskılara karşı çıkmakla, siyasal teşhirleri yoğunlaştırmakla, polis şiddeti ve kapitalist sömürüyü sergilemek ve buna karşı mücadele etmekle, özcesi “yönetimi” her açıdan hedef almakla gelişecektir. Burjuva ideolojisinin etkisi de ancak bu bilinçle geliştirilen pratik mücadele ile kırılacaktır.
İşçilerin, kapitalist sistem içerisinde “bir sürü” ideoloji arasında bölünmesinin engellenmesi ancak sosyal demokratların kararlı savaşımlarıyla olacaktır. Tüm muhalif kesimlerin mevcut “siyasal düzenin beş para etmediğine” inanmasının sağlanması ne salt ekonomik mücadele vermekten, ne “tumturaklı laflar” etmekten ne de mücadeleyi “ikna” olarak ele almaktan geçer.
Ekonomizmde, işçi sınıfının sadece kendisine dair sorunlarla ilgilenmesi istenmektedir. İşçi sınıfının ekonomik sorunlarının, tüm sistemle bağı kurulmamaktadır. Ekonomik mücadelenin savaşım ve örgüt biçimleri de buna bağlı olarak şekillenmekte; dar hedefli, gevşek örgütlenmeler ve eylemler ortaya çıkmaktadır. Ekonomizmde, kendiliğindenciliği ortaya çıkaran mücadelenin darlaştırılması, işçi sınıfının kendi içine kapanmasıdır. Sosyalist ideolojiden yoksunluk, kendiliğindenciliğe, örgütsel olarak gevşekliğe ve siyasal görevler alanında darlığa götürür.
Son olarak üzerinde durulması gereken bir konu da, özellikle tarihselci anlayışta öne çıkan; ezilen sınıfların çoğunluğunda sosyalist ideolojiyi geliştirmeden, mevcut egemen ideolojinin yerini almadan siyasal iktidarın alınamayacağı savıdır. Bu sav da, ideolojinin politik mücadelenin yerine konulması anlamına gelmektedir. Devrim gerçekleşse bile, burjuva ideolojisinin toplum üzerindeki etkisinin süreceği gerçeği hesaba katıldığında, bahsi geçen sav; siyasal iktidarın alınmasının imkansız görülmesi anlamına gelir. Bu devrim iddiasından vazgeçiştir. İşçi sınıfı da dahil, ideolojik olarak saf bir sınıf yoktur. (Lenin’in işçi sınıfının birçok ideoloji arasında bölünmüş olduğu vurgusunu hatırlayalım.) Komünistlerin mücadelesi salt ekonomik mücadeleye indirgenemeyeceği gibi salt ideolojik veya salt politik (dar anlamda) mücadeleye de indirgenemez. Politik mücadele, bu üç bileşenin ustaca kullanılmasıyla yürütülen iktidar hedefli mücadeledir. “Önce ekonomik mücadele, ardından politik mücadele” şeklinde aşamalardan bahsetmek, ekonomizmdir. Bütün işçi sınıfının ideolojik olarak kazandıktan sonra siyasal mücadeleye geçileceğini söylemek de devrimi imkansızlaştırmaktır ve aynı şekilde kendiliğindenliğe yol açacak olan bir ele alıştır.
Özcesi Lenin’de; ideolojik mücadele, politik mücadelenin özgün bir parçası olarak ele alınmıştır. Lenin için ekonomiden, mezhepler üzerindeki baskıya, kadın sorununa toplumdaki tüm çelişkiler politik mücadelede birleştirilip, iktidar pratik olarak hedeflenmeli, bunun için gerekli “devrimciler örgütü” profesyonel devrimciler tarafından kurulmalıdır.
C- ÖRGÜT
İdeolojik ve politik çizgiye göre biçimlenen ve içerik kazanan, proletaryanın iktidar savaşımındaki en önemli ve tek “silah”ı örgüttür.
“İktidar savaşımında, proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur… proletarya, ancak Marksizm’in ilkeleri üzerinde ideolojik olarak birleşerek ve bunu, milyonlarca emekçiyi bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğiyle pekiştirerek, yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir.” (Lenin; 2009, 247.)
“Nasıl bir örgüt?” sorusunun yanıtı esastan ideolojik ve politik hatta saklıdır. Elbette ki her ülkenin tarihsel, kültürel özellikleri, mücadele geçmişi, demokrasinin boyutu vs. örgütü biçimlendirmeye ve çeşitli örgütler arasındaki bağın niteliğine etkide bulunsa da ideolojik ve politik hat belirleyici olandır.
Politik mücadeleyi, “işverene ve hükümete karşı iktisadi savaşım”a indirgemiş olan bir hareket için, sendikalar, yardımlaşma fonları, kooperatifler en önemli örgüt biçimleri; grevler, toplantılar, mitingler en önemli eylem biçimleri olarak ortaya çıkar. Bu yaklaşımla bağlantılı olarak, sistemin reformlarla düzelebileceğini savunanlar, yani mücadeleyi dar politikaya hapsedenler için açık bir siyasal parti ve buna bağlı çalışmalar yeterli olacaktır. Parlamentoya girmek en önemli amaç; mecliste grup oluşturmak, yasa önerisi vermek, diplomasi yürütmek vs. en önemli “eylem biçimleri” olarak ortaya çıkar.
Bahsi geçen bu tarz hareketlerin; örgütlülüklerinin ve faaliyetlerinin içeriği politik mücadeleyi sıkıştırdıkları dar kapsamla bağlantılı olarak sistem içidir. Burjuva ideolojisinin ve politikasının sınırlarını aşamadıklarından, örgütlenmeleri de bu kapsamda olmaktadır.
Ekonomist ve reformcu olan bu tarz hareketlerin ezilenlerin bütün bölüklerini birleştirip, siyasi bilinç taşıma, devleti hedef alma gibi bir amaçları yoktur. Amaçları olsa bile(!) bu tarz örgütlülüklerle bunu başarabilmeleri mümkün değildir. Tamamen legal bir faaliyet yürütmeleri, düşmanın saldırıları karşısında çaresiz kalmalarına ve kısa sürede dağılmalarına yol açacaktır. Ayrıca bu tarz örgütlenmelerin, üyelik kıstaslarının çok gevşek olması (programını kabul etmenin, yakın görmenin vs. yetmesi), ideolojik ve politik birliğin pekiştirilerek, güçlü bir şekilde hareket etmenin ve kitlelere öncülük yapabilmenin önüne geçmektedir. Üyeliklerin kendini “harekete” yakın hisseden herkese açık olması, örgütün bütün kitleleri birleştirip yönlendirebilmesini ve savaşımı merkezileştirmesini engeller. Partinin kendisi ideolojik ve politik olarak birleşik değilse kitleleri birleştirmesi mümkün değildir. Bu savunular, sınıfın ve partinin birbirine karıştırılması, partinin öncülük görevinin yok sayılmasıdır.
Politik mücadeleyi; devlet aygıtını paramparça etme hedefiyle yürüten bir hareketin “devrimciler örgütüne” sahip olması gerekir. Bu hareket kendini ne ekonomik mücadeleyle ne dar politik hedeflerle sınırlayacak; sadece ezilenlerin bir bölüğüne değil, tüm bölüklerine gidip hepsinin mücadelesini ustaca birleştirebilecek, onlara komünist bilinç taşıyabilecek bir savaşım örgütü olmakla yükümlüdür. Bu hareket; iktidara karşı yürütülen bu savaşımı koordine edebilecek, güçlerini en iyi şekilde kullanabilecek, ekonomik-askeri-politik-ideolojik her alanda savaşım yürütebilecek; gizlilik kurallarına uyan, profesyonel devrimcilerin oluşturduğu bir niteliğe sahip olmalıdır. Böyle bir örgütün zorunluluğunu ve özelliklerini ekonomistlerle olan tartışmalarında Lenin şöyle özetler:
“İddia ediyorum ki: 1- sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları savaşıma kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte gereksinim o ölçüde ivedileşir ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini arkalarında sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur); 3- böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır; 4- otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle savaşım sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne denli sınırlarsak örgütü açığa çıkartmak o ölçüde zorlaşacaktır; 5- harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerin ve öteki toplumsal sınıflardan gelme öğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.” (Lenin: 1992, 125-156.)
Lenin’in sosyal demokrat parti, bizim komünist parti dediğimiz böyle bir örgütün varlığını sürdürüp, sınıf mücadelesini yükseltebilmesinin temel koşullarının başında ideolojik ve politik birliğin sağlanması gelir.[9] İdeolojik ve politik birliğin savunulması -kimilerinin anladığı ve savunduğu gibi- “Komünist Parti içerisinde hiçbir ideolojik ve politik farklılaşma olmaz” anlamına gelmemektedir. Aksine, Lenin’den Stalin’e ve Mao’ya kadar toplumdaki sınıfsal çelişkilerin partiye ideolojik ve politik olarak yansıyacağı uyarısı vardır. [Ayrıntı için bkz: Partizan, sayı: 70-71, “Tarihi Dersler Işığında Komünist Partilerde İki Çizgi Mücadelesi”] Bu gerçekliği reddetmek, komünist partiyi donanımsız kılar.
Ustalar, komünist parti içerisinde iki çizgi mücadelesinin gerekliliğini ideolojik ve politik birliği sağlamak için savunmuşlardır. Farklılıklar için temel sorun, parti disiplinine uymak ve fikir çatışmalarını, grup-hizip oluşturmadan, çoğunluk/azınlık diyalektiğine uygun bir şekilde ele almaktır. Parti içinde ideolojik mücadele ancak bu şekilde verilir. Komünist partilerde her çeşit ideolojik sapmaya karşı verilecek en iyi mücadele, sınıf mücadelesinin yükseltilmesidir.
Örgütler için (her çeşit örgüt için) ideolojinin işlevini, bireylerin toplum içerisindeki koşuşturmada, yollarını bulabilmek için kuramı kullanamadıkları için gereken “imgesel harita”ya benzetebiliriz. İdeolojik birlik sağlandığı ölçüde o örgüt; mücadelesi içerisinde neler yapması gerektiğini, yönünü vs. daha hızlı bulur. Kitlelere gittiğinde ideolojisinin toplumun özgün yapısına uyumu oranında daha inandırıcı bulunup sahiplenilir.
Örgütler kitlelere ürettikleri politikalar ile giderler. Kitlelere götürülen teori ve ideolojinin yaşam bulup sahiplenilmesi; bu politikaların pratikte gerçekleşmesine, güç dengelerine müdahil olabilmesine bağlıdır. Dolayısıyla, ideoloji-politika ve örgütün birbirlerinin yerine konamayan ama hepsi birbiriyle içiçe girmiş anlamları ve işlevleri vardır. Devrimci bir ideoloji ve politika için de Lenin’den özünü aldığımız “devrimciler örgütü”nün inşası şarttır.
Sonuç olarak:
Yazımızda öncelikle ideolojiyi tanımlamaya ve sonrasında politika ve örgütle bağlantısını incelemeye çalıştık. Bu konunun Türkiye Devrimci Hareketi açısından özellikle önemli olduğunu düşünüyoruz. Hem Marksist ideolojinin Türkiye halkının somutluğuna uygulanmasında (çünkü ideolojiler, toplumun özgün yapısıyla ne kadar ilişkiliyseler sahiplenmeleri o oranda olur) hem de politikanın ideolojikleştirilmesine karşı! Toplamda yaşanan bu sorunlara, hem devrimci yapıların (ve komünist partisinin) sürece etkin müdahale olamamasının hem de Gezi İsyanı’ndan sonra doruk noktasına ulaşan “örgüt”ün gereksizliği savunusunu da eklemek gerekiyor. Bu sorunlar, mevcut durumda birbirlerini beslemektedir. Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü içinden geçtiğimiz sürecin, ihtiyacını ortaya koymaktadır. Sorunları ve nedenlerini, çözümlerini ortaya koyacak, devrimci teori ihtiyacı, yaşanan bu sorunlar zincirinin kırılacağı halkadır. Elbette ki hiçbir zaman pratikten kopmadan…
DİPNOTLAR:
[1] Kürt ulusuna, ideolojik/politik/örgütsel önderlik yapabildiği, kendi söylemlerinden çok, pratikle de ortaya koyan PKK bu yazının konusu değildir.
[2] “Marx yeni bir bilimin temellerini atmıştır: tarih bilimi. Bir imgeyle anlatayım, bunu. Tanınmış bilimler bir takım büyük ‘kıtalarda toplanmışlardır. Marx’tan önce böyle iki kıta bilimsel bilgiye açıktı: Matematik kıtası ile Fizik kıtası. İlkini Yunanlar (Thales), ikincisini de Galileo buldu. Marx ise, bilimsel bilgi’ye üçüncü bir kıta buldu: Tarih kıtası.” (Althusser L, 1989: 25)
[3] “İdeolojik birlik Parti’nin kudretinin ve siyasal kapasitesinin bir öğesidir.” (Gramsci, 2010: 188) “İdeolojik eğitim, büyük siyasal mücadeleler için bütün Partiyi birleştirmenin esas halkası olarak kavranmalıdır.” (Zedung M, 1992: 328)
[4] Marks’ın “özne-reel-yabancılaşma” modelinden hareketle ideoloji anlayışını oluşturduğunu belirten Poulantzas, bu ideoloji anlayışının “sorunsalın özne üzerinde yoğunlaştığı tarihselci Marksizm akımında canlı” kaldığını vurgulamıştır. Tarihselci Marksizm’de “ideolojiler, bilincin –sınıf bilinci- yada bir özgürlüğün –praksisin özgürlüğü- özneyle yabancılaşmış ‘ürünleri’ olarak değerlendirilmiştir.” Böylece “örneğin öznenin kendi özünü geri aldığı düşünülen komünist toplumda ideolojiler kaybolacak ve yerini bilincin ‘bilimsel’ saydamlığına, nesnelleşmiş varlığına bırakacaktır.” Bazı ideologlara göre bu perspektif, “sanayi toplumları”nı niteleyen güncel “ideolojilerin sonu” temasını yönetmektedir. (Poulantzas N, 2014: 226)
[5] Engels, Franz Mehring’e yazdığı bir mektupta Marks’la kendisinin üstyapının altyapıya etkisini reddettiklerine dair söylenenlere şu cevabı verir: “İdeologların şu aptalca sanısı bununla bağlantılıdır: biz tarihte bir rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız bir tarihsel gelişimi olduğunu, dolayısıyla onların tarihçe herhangi bir etkisi olduğunu yadsımıyoruz. Bunun kaynağı, neden ile sonucu kımıldamaz karşıt uçlar gibi gören ve diyalektik öğenin, başka, son kertede ekonomik nedenlerle bir kez ortaya çıktıktan sonra tepki verdiğini, çevresi ve hatta kendisini doğuran nedenler üzerinde etkili olabildiğini unutuyorlar.” (Marks K, Engels F, 1995, 39-40)
[6] Elbette ki Lenin’in, “sosyalist ideoloji” olarak tanımladığı, sosyal-demokratların ideolojisinin dışındaki tüm ideolojilerin; burjuva ideolojisinin etkisini artırdığı uyarısını hatırlamalıyız. Sosyalist ideoloji dışındaki diğer ideolojilerin hepsi -farklı da olsalar- bu nedenle “burjuva ideoloji” adı altında toplanabilmektedir.
[7] Bilimin (kuramın), sınıflara göre farklı ideolojik okunuşlarının dışında bir ideolojinin farklı sınıflarca okunmasına örnek vermek yerinde olacaktır. Bunun en iyi örneğine Marks’ın “Fransa’da Sınıf Savaşları” kitabına Engels’in yazdığı Önsöz’den ulaşabiliriz. Ezilen ideolojisi olarak ortaya çıkan Hıristiyanlığın ezen ideolojisine dönüşmesinin yalın bir anlatımıdır söz konusu olan. “Bundan hemen hem tam on altı yüzyıl önce Roma İmparatorluğunda da tehlikeli bir devrimci parti ortalığı kasıp kavuruyordu. Bu parti, dinin ve devletin bütün temellerini oyuyordu; imparatorun iradesinin en yüce yasa olduğunu açıkça reddediyordu; vatansızdı, enternasyonaldi… Bu parti, uzun zaman yeraltında gizli baltalama eyleminde bulunmuştu… Hristiyan adı altında tanınan bu yıkıcı parti orduda da güçlü bir biçimde temsil ediliyordu…” dedikten sonra Engels bu “Hristiyan partiye” karşı imparator Diocleteus’un çıkardığı yasalardan bahsederken “sosyalistlere karşı –pardon, Hıristiyanlara karşı demek istiyorum” şeklinde bir kelime oyunu(!) yapmıştır. Burada o dönem Bismarck’ın çıkarmaya çalıştığı yasalara işaret ettiği kadar Hıristiyanlık dininin ezilenlerin içinde oynadığı devrimci role de işaret etmiş oluyordu. Fakat Diocleteus’un bu saldırılardan sonra çok değil “on yedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşuyordu ve Roma İmparatorluğunun Diocleteus’tan sonra gelen yeni hükümdarı, paganların Büyük adını taktıkları Konstantin, Hıristiyanlığı devlet dini ilan ediyordu.” (Marx K: 1998, 29-30) Ezen ve ezilen ideolojisi olarak farklı sınıflarda farklı tarzlarda maddileşme İslamiyet’te de yaşanmıştır. Karmatiler’den Zenclere, Şeyh Bedreddin İsyanına ve 20. yüzyılda K. Afrika ve Ortadoğu’da sömürgeciliğe karşı yükselen birçok direnişte; İslamiyet’in ezilenlerin elinde devrimci tarzda bayraklaşmasına tanık olunmuştur. Aynı İslamiyet’in Muaviye’den günümüzde Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye devletlerin elinde egemen bir ideoloji olarak yaşamasının izini de sürebiliriz.
[8] “Politik mücadele” ve “dar anlamda politika”nın karıştırılmaması önemlidir. Politik mücadele derken, başta belirttiğimiz gibi uzun bir sürece yayılabilen siyasi iktidar mücadelesini kastediyoruz. Politik mücadele, nihai olarak uzlaşmazdır, hedefine kilitlenir. “Dar anlamda politika” ise, politik mücadelenin ekonomi ve ideoloji ile birlikte üçüncü bileşenidir ve “an”a, konjonktüre odaklıdır.
[9] Diğer koşulları “Komünist partinin inşası için temel noktaları” Gramsci şöyle belirtir: “a) partinin ideolojisi b) örgütlenme biçimi ve birliktelik derecesi c) kitlelerle temas içinde bulunma kapasitesi d) stratejik ve taktik kapasitesi.” (Gramsci, 2010: 188)
KAYNAKLAR
1– Althusser L., t.y., İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Ç: Y. Alp,
1. Özışık, Belge Yayınları
2– Althusser L., 1989: Lenin ve Felsefe, Ç: B. Aksoy, E. Tulpar, M. Belge,
İletişim Yayınları
3– Althusser L., 2015: Marx İçin, Ç: 1, Ergüden, İthaki Yayınları
4- Eagleton T, 2015: İdeoloji, Ç: M. Özcan, Ayrıntı Yayınları
5- Gramsci, 2010: Gramsci Kitabı, Ç: İ. Yıldız, Dipnot
6- Lenin, 1977: Örgütlenme, Ç: G. İlban, Aydınlık Yayınları
7- Lenin, 1992: Ne Yapmalı?, Ç: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları
8- Lenin, 1996: Seçme Eserler, C: 7, Ç: S. Kaya; İ. Yarkın, İnter Yayınları
9- Lenin, 1997: Seçme Eserler, C: 10, Ç: S. Kaya, İ. Yarkın, İnter Yayınları
10- Lenin, 2009: Bir Adım İleri İki Adım Geri; Ç: Y. Fincancı, Sol Yayınları
11- Marx K., Engels F., 1992: Alman İdeolojisi (Feuerbach), Ç: S. Belli,
Sol Yayınları
12- Marx K., 1993: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ç: S. Belli,
Sol Yayınları
13- Marx K., Engels F., 1995: Yazın ve Sanat Üzerine 1, Sol Yayınları
14- Poulantzas N., 2014: Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Ç:
Ş. Ünsaldı, Epos
15- Stalin J., 1992: Leninizm’in İlkeleri, Ç: M. Erdost, Sol Yayınları
16- Zedung Mao, 1992: Seçme Eserler, C: 2, Kaynak Yayınları
17- Marx K., 1998: Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Ç: S. Belli,
Sol Yayınları
NOT: Bu makale, Partizan Dergisi’nin 88. sayısında yer almaktadır.