Cuma Kasım 15, 2024

İflah olmaz oportünistlere bir öğüt: “Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün”

Bu söz Mevlana Celâlettin Rumi tarafından yüzlerce yıl önce söylenmiştir. Sözün ya da deyimin doğruluğu aradan geçen zamana karşın güncelliğinden ve anlamından bir şey kaybetmemesinde yatıyor.

Mevlana burada bir insanın sözü ile özü arasındaki uyumdan söz ediyor. Başka bir deyişle söz ile pratik arasındaki tutarlılıktan. İnsanın her sözü aynı zamanda sosyal pratiğe uygulaması gereken bir sorumluluğu omuzlarına yüklüyor. Döneminin en önemli düşünürü ve bilginlerinden biri olan Mevlana, hakikat arayışının merkezine insanı koymuştur. İnsanı türlü halleri üzerine kafa yormuş onun sırlarını çözmeye yaşamını adamıştır.

Bu sözde, insanın ruhsal yani iç dünyası, kişiliği, karakteri ile duruşu ve pratiği arasındaki uçuruma yönelik bir eleştiri veyahut yaklaşım olarak yorumlanabilir. Marksistler, devrimciler açısından söz ile eylemin uyumu, bilme ile yapma, başka bir deyişle bilme ile kavrama arasındaki ilişki, sürekli güncellenen bir tartışma konusu olagelmiştir.

Güncellenmiştir zira Marksist bilgi teorisi ile tanışan her birey bu yolda ilerledikçe, kendi kişiliğinde söz konusu çelişkiyi yaşar. Belki de bireyin gelişiminin temel dinamiklerinden birisi de budur. Teori ile pratik arasındaki uyumu yakalama çabası aynı zamanda sürekli bir değişim aynı zamanda gelişim anlamına gelir. Bu da bireyin içinden çıktığı toplumun yarattığı kişilik yapısından ahlak değerlerinden, kültürel kodlardan ve en önemlisi düşünme sistematiğinden adım adım kopması, arınması ve yerine “başka” bir sistematiği inşa etmesi demektir.

Sürekli bir kopuş ve ortaya çıkan “boşluğun” Marksist bilgi teorisiyle doldurulması, sosyal pratiğin kızgın ateşinde yeniden kalıba dökülmesi…

Bu sürecin sonsuz olduğu aşikar.

***

Söz ile eylemin asgari uyumu kişinin savunduğu dünya görüşünü kavrayışını da ortaya koyar.

Bu iki kavram arasındaki makas açıldıkça başta kişinin duruşundan akabinde de siyasal anlamda duruşunda çeşitli sorunlar ortaya çıkacaktır. Sözde, teoride doğruları savunan ama pratikte başkaca mecralarda seyreden, tutarsız bir şekillenişten söz etmek abes olmayacaktır bu durumda.

Bu tutarsızlık, uyumsuzluk, savunduğu düşünülen görüşün veya düşüncenin özüne inilmediğini onun kavranmadığını aksine bunun sadece işlevselleştirildiğini gösterir. Yani savunulan doğru, “işe” yaradığı oranda önemlidir. Bu işlevi azaldığında veya başka şeylerle karşı karşıya kalındığında kolayca bir kenara bırakılabilir. Tutarsızlıkta zaten tamda burada ortaya çıkar.

Peki böylesi durumlarda ne olur? Veya bu gibi kişilikler nasıl bir etki yaratır?

İlkin böylesi kişiliklerin halk yığınlar arasında devrimciler adına negatif bir imaj yarattığını söylemek gerekir. Zira emekçi yığınlar ne söylendiğine ancak pratikte ne yapıldığına bakarak değer verir. Onlar için belirleyici olan son tahlilde pratiktir.

Sözü farklı pratiği farklı kişiliklerin devrimcilerin halk nezdindeki itibarını zedelediği su götürmez bir gerçektir. Diğer yandan böylesi kişilikler aynı zamanda geniş yığınlara, teorinin mutlaka pratiğe uygulanamayacağı gibi zararlı, özünde burjuva ideolojisinden beslenen ve ona hizmet eden bir kültürü taşır.

Böylece sözde herkes doğruları savunurken sıra pratiğe, savunulan görüş doğrultusunda bir duruş elbette bunun karşılığında da bedel ödemeye geldiğinde, çeşitli gerekçelere sığınmak meşru hale gelecektir.

Siyasal karşılığı oportünizm olan bu duruşun en büyük zararı Marksizm’in tahrif edilmesi buna bağlı olarak devrimcilerin yaşamlarıyla yarattığı değerleri dejenere etmesidir.

İflah olmaz oportünistler

Peki günlük yaşamda, siyasal mücadelede böylesi kişilikler nerede ve nasıl ortaya çıkar? Küçük burjuvazinin sınıfsal olarak kaypak, orta yolcu duruşunun da bir yansıması olan bu kişilikler, kuşkusuz ayrımların netleştiği anlarda rengini iyice belli eder. Sözgelimi, siyasal alanda orta yolun kalmadığı koşullar böylesi kişilikler için en kötü zamanlardır. Böylesi anlar onlar için adeta kapana kısılmışlık duygusu yaratır. Zira foyaları fena halde ortaya çıkacaktır. Artık istemeseler de bir tarafta yer almaları gerekecektir.

Örneğin Kürt ulusal sorununda teorik düzlemde oldukça “ileri” görüşleri savunan, sosyal şovenizmden teorik düzlemde “arınmış” görünen bir kişi, sıra özyönetim direnişlerine, bu direnişlerle dayanışmaya, bu mücadelenin demokratik muhtevasının sahiplenilmesine geldiğinde çubuğun ucunu da yavaş yavaş bükmeye başlayacaktır. Teoride savunulan doğrular, sınıf mücadelesinin pratiği içinde çeşitli “ama”lar, gerekçeler, başkaca “öncelikler” vs. ile bir kenara, uygun koşulların beklendiği başkaca bir zaman dilimine havale edilecektir.

Keza, kadın özgürlük mücadelesine dair saatlerce konuşup aynı zamanda kadınlara akıl veren bu zatların kadınların eleştiri okları kendisine yöneldiğinde karanlık tarafa geçme hızları ışık hızını geride bırakacaktır. Sadece bu mu? Ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, Kürt sorunu, kadın özgürlük mücadelesi, çalışma ve ilişkilenme biçimi vb. pek çok başlıktaki eleştirileriyle buradan Kaf Dağı’na yol yapanlar hatta mücadeleyi bu siyasal nedenlerle bırakanlar; sıra buna uygun bir konumlanış ve duruşa geldiğinde yine o bildik gerekçelere, “ama”lara, daha önemli amaçlara sığınırlar.

Zira savundukları görüşleri, dile getirmekten öte buna uygun bir pratik konumlanış içine girmek öyle kolay değildir. Bu durumda, kimi bedellerin ödenmesi gerekeceği, kimi imtiyazlardan olunacağı, belki de “karizmanın çizileceği” gerçeği sabittir. Küçük burjuvazinin bedel ödemekten korkan, statükoyu korumaktan yana duruşu tam da burada devreye girer. Görüşleri “hala” bakidir, sonuna kadar da “savunur” ama “bizim bilmediğimiz başka şeyler vardır” da (ki o ‘başka şeyler’, her şey o kadar belirginken bile belirsizdir) bugünkü duruşun nedeni odur.

Ama unutulmamalıdır ki, söz ile özün uyumlu bir hale getirilememesi, karakterde bir aşınma yaratır. İflah olmaz oportünistlerin sınıf mücadelesinin en keskin anlarında burjuva çöplüğüne yuvarlanmalarının nedeni de bu olmalı!

Böylesi bir karakter, kendince güçlü gördüğünden yanadır daima, doğru bildiğinden değil! Dünya görüşü, içinde bulunduğu çembere aykırıdır ama o bunu kendine fazla dert etmez. Zira ona, görüşlerini, pratiğe uygulamadığı sürece dile getirme özgürlüğü bahşedilmiştir. Mevcut olanaklarının sürdürmesine izin verilmiş, itibarı, geçmişte yaşadıklarına rağmen korunmuştur. Hala da el üstünde tutulmaktadır! (Kimsenin de, onun; Kürt, kadın, çalışma tarzı vb. konulardaki vahim çelişkilerini dile getirmeye niyeti yoktur. Çünkü hala “kullanışlıdır”!)

“Gençleri zor tutuyoruz”

Ne var ki böylesi kişilikler son tahlilde yine taraflarını dürüstçe, açıklıkla ortaya koyma iradesinden acizdirler. Çünkü onlar farklı fikirleri ve tartışmalarıyla bilinir. Doğrudan taraf olmak bu gibi karakterler açıklanması güç bir tutumdur. Çünkü aynı zamanda belli bir bedeli de gerektirecektir. Nihayetinde korunması gereken bir itibar, sürdürülmesi gereken kimi ekonomik ilişkiler ve statüko vardır.

Peki, bu hep böyle midir?

Kuşkusuz hayır! Genel kamuoyunda, kitle nezdinde tarafsız, iyi niyetli, hareketimizin geleneklerine ve ilkelerine sıkı sıkıya bağlı insan profili olarak vitrine yerleştirilse de, ona, pratik duruşunu ve oportünist, iki yüzlü tutumunu gösterenlere, ayna tutanlara dişini geçirmekten asla imtina etmez.

Zira, kaybedeceği çok şey vardır. Buna tahammülü yoktur! Sözgelimi, devrimciler arası sorunların çözümünde şiddete kesinlikle karşıdır, içinde bulunduğu kesimin bu yöndeki icraatlarını uzaylı görmüş bir zat misali karşılar; Şaşkındır, asla tasvip etmez!

Ama hemen yanı başında, bulunduğu ortamda, içinde hareket ettiği kesiminin bu organizasyonundan da haberdardır. Sesini çıkarmaz, bunu eleştirenlere  şiddet uygulayanları “eleştirdiğini söylese” de tavır almaz. İşler keskinleştiğinde, içinde bulunduğu kesim pratikleriyle teşhir oldukça yani gemi su aldıkça artık yüzündeki maskeyi bir kenara fırlatır. Çünkü artık sorun her şeyini kaybetme noktasına gelmiştir. Bu yüzden tüm silahlarını kuşanır, dün naif bir tutumla “olmaması gerekir” dediği ne varsa üzerinden bir silindir gibi geçer.

Eski HDP’li şimdinin AKP’lisi Mehmet Metiner’i hatırlayınız… Söz konusu Kürtler olduğunda nasıl da kraldan çok kralcı olduğunu… Veyahut dünün Has Partilisi bugünün başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’u…

Hele de içinde bulunduğu kesimin bilinmeyenlerine, ciddi iddialarına, ilk elden gördükleri ve yaşadıklarıyla şahit olmuş bu bakımdan “diğer taraftan” fazla bilgiye ve doğrudan gözleme sahipse, düşmanlık da o oranda artacak demektir. Sorumluluğu altında bulunanlar ya da daha kibar bir şekilde ifade edelim yanında duranlar, devrimcilere küfür ve hakaret ederken, saldırırken o sanki ayda geziyormuş gibi yapmaya devam edecek belki bir süre daha.

Sonra, saldırıya uğrayan kimi devrimci gençleri, muhataplarını gördüğünde, muhataplar onu eleştirdiğinde “ben mi yaptım canım!” diyecek! Bu iflah olmaz oportünistler, “tarafsız” maskesi ile gezdiği bugünden çok değil sadece birkaç gün sonra da artık düşman bellediği “karşı kesim”den ikna etmeye çalıştıklarına birileriyle görüşmeye “temsilci” olarak gidecektir. Bu da yetmez, bir de “Gençleri zor tutuyoruz” diye tehdit savurmaktan geri kalmayacak!

Daha doğrusu devrimci iddiası olmasına rağmen manipüle edilen ve devrimcilere el kaldıran o “gençlerin” manipüle edilmesinde nasıl rol aldığını itiraf edecek!

Tabii bu sözler bize aynı zamanda Gezi İsyanı sonrası direnen milyonlara karşı manipüle ettiği kitleyi “evde zor tuttuğu”  söyleyen zat’ın sözlerini anımsatıyor. Ama biz ne bu sözlerin kimin ağzından çıktığına ve ne de kime karşı kullanıldığına hiç girmiyoruz bile. Malum bu ara herkes çok “hassas”, bu tür benzetmelere de çok kızıyorlar!

“Saygıdeğer amaçlara ancak saygıdeğer araçlarla ulaşılabilir”

Küçük burjuvazi kendisini ezen ve sömüren ulusal burjuvazinin yerine geçmeyi hep hayal eder, bu arzuyla tutuşur. Bir yanıyla, bu, maruz kaldıklarını, başkalarına yaşatma isteğidir aynı zamanda. Bu anlamda oportünist ve ikiyüzlücedir. Söz ile pratiği arasında tutarsızlık vardır. Onun için Marksist bilgi teorisi yaşamda bir kılavuz olsun diye değil, ne kadar çok şey bilindiği gösterilmek için vardır. Kariyer ve ün, temel motivasyonlarıdır. Kurdukları yaşamların bozulmaması adına karakterlerini iğdiş etmekten imtina etmezler. Hele de yol çatallaşmaya ve bir ayrıma geldiğinde bu kaygıları iyice depreşir. Bunun sonucunda, ikiyüzlülük ve ahlaksızlıkta tüm hünerlerini göstermekten imtina etmezler.

Ne diyelim herkes bildiği gibi, kendi doğrularıyla savaşıyor. Proletarya, kendi niteliğine uygun bir mücadele ve savaş yöntemi ve araçlarıyla yoluna devam ediyor. Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin Mahmut, araçların amaçlara uygun olması gerektiğini söyler. “Saygıdeğer amaçlara ancak saygıdeğer araçlarla ulaşılabilir” der.

Sanki bu söz yüzyıllar öncesinden bugün için söylenmiş gibi değil mi?

 

Bir Partizan

46360

Siyonizm,anti-semitizm ve bir "Mugalata"üzerine

“Kişi ancak kalbiyle görür.Göz hiçbir şeyin özünü göremez.

 

Yıl 1975 ya da 1976 olmalı; Paris’te bir grup Türkiyeli devrimci öğrenciyiz. Aklımız ve yüreğimiz, bir yanıyla yükselen devrimci hareketin devlet destekli faşist çeteler eliyle kırılmaya çalışıldığı memlekette; bir yanıyla da hem yaşadığımız ülkedeki devrimci mücadelelerin içinde yer almaya, hem de Türkiye’deki devrimci/sosyalist hareketle dayanışma sağlamaya çabalıyoruz. Türkiyeli işçileri Fransız emek hareketi içerisinde örgütlemeye çalışıyoruz, örneğin.

TKP/ML TİKKO: “Kobanê Direnişi, Direnişimizdir”

TKP/ML TİKKO savaşçısı Agit Cem, İbrahim Kaypakkaya'nın ardılları olarak üstlerine düşeni,Kobanê'de yerine getirdiklerini ifade etti. Cem, "Önümüzde duran enternasyonal bir görev olarak hem Türkiyeli devrimcilere hem de diğer uluslardan demokratik çevrelere, Kobanê direnişinde yerlerini alma çağrısında bulunuyoruz. Artık 'Kürt halkının mücadelesini destekliyoruz' demek yetmez. Gün halkların ortak mücadelesi için pratik adım atma günüdür" dedi.

Çözüm Sürecini Yüzdük Kuyruğa Geldik- D. Ali Küçük

Kurbanın derisi yüzüldü, kuyruğuna geldik. Hani “dananın kuyruğu kopacak” diyorlar ya onun gibi bir şey.

İmralı heyeti(Barış-Çözüm-Süreç-müzakere heyeti vb ne derseniz deyin) Bu hafta Kandile gidemedi, ertelediler.

Gerekçelerini de şöyle sıraladılar:

“"Akdoğan ile görüşemedik, ondan"

Darbeye hazır mıyız?

La benim fikrim avrat bir teşti ekmek pişirmeye razı olsa da ailemizin tüm yaşantısı çağdaş kölelikte / patronlarda / kurtulsa diye çalışırken bu Marmaranın sömürgeciliğe entegre olmuş iş kollarında patronların yaşam mücadelesine karşı  işçilerin patronlarla kurduğu duygusal bağ beni baya etkiledi ya.

Neyse aman zaten gündemimizde lenizmle, maozmi tarih sahnesinde ortaya çıkaran işçilerin koşullarındaki farklılıklar da değil.

Gündemimiz darbeye hazır mıyız ?
Aslında:
Gündeme göre de uçuk bir konu.

İnsanlığa ve geleceğe açık mektup! H.GÜRER

Acılar dilsizdir. Derin acılar ise insanların iradesini çelikleştirir! Çelikleşmeyen iradelerin cesaretini aşındırır! Umudunu kırar! Acılar öğreticidir! Apansız yitirdiklerimizin acısı nefesimizi keser, ama öldürmez. Yönsüz bir öfke kalbimizi zorlar, zor kazanıp, kolay kaybederiz! Duruyoruz şimdi sessizce, kaybettiklerimizin mezarlarının yanıbaşında, biliyoruz öfkemizi, ölülerimizin acılarıyla… Kim kimi ne kadar anlayabilir diye düşünüyorum uzuncadır. Kim, kimin derinliğini görebilir, hangi gözle? Kaç kapıdan geçer de bir insanda bulur yerini söz?

H. Kılıç’ın Tehdidi ve Seçimin İşaret Fişeği!

“Seçim dönemleri yaklaştıkça, Ankara’da ‘Ali Cengiz oyunları’ da başlar” Bu sözler hükümetin medya temsilcilerinden Abdülkadir Selvi’ye ait. Pek de yanlış bir tespit değil. Türk egemen sınıfları arasındaki “Ali Cengiz oyunları”, pusular, operasyonlar, boğazlaşmalar aslında hiç eksik olmaz. Ama seçim atmosferine girildiğinde bu durum dozu artarak gerçekleşir. Türkiye’de seçimler,  Aziz Nesin’in “Zübük” hikâyesine taş çıkaracak “zenginlik”lere sahne olur. Şimdilik 2015 Haziran’ında yapılması planlanan genel seçimlerin de bu iklimden farklı yaşanmaması için tek bir neden yok.

Diktatörün Sarayındaki Paçoz Çariçe-Galip Munzam

Birkaç sene evvel –sanıyorum 2011 yılında– memlekette paçozluk ve onunla alakalı olarak paçozlaşma kavramları tartışılmaya başlandı.

Daha Neyi Bekliyoruz?

Yazıya ülkedeki tüm demokrasi güçlerini, toplumsal dinamikleri, siyasal yapı ve  kurumları, dostlarımızı, canlarımızı, Zorunlu Din Dersine karşı başlatılan ve önemli bir hak alma mücadelesi olan “Oturma  Eylemleriyle” dayanışmaya davetle başlayayım..

Demokrasi mücadelesinde bazen bir çığlık, bazen sessiz bir duruş, ya da bir oturma eylemi,  Plaza De Mayo Anneleri ile Cumartesi Annelerinin Oturma Eylemlerinde olduğu gibi çığ misali büyüyerek tüm ülkeye, hatta başka ülke ve kıtalara da ulaşabiliyor.

Faşizme Taş Atmak İyidir

Tas Atmak Degil, Tas Atmamak Provakasyondur   Yasalcilikla, mesruiyet/haklilik zemini arasindaki farki kavramak istiyorsaniz, cocugunuzun, sizin koydugunuz kurallarla, kendi ozgur ruhu arasinda yasadigi catismanin sonuclarina bakin...Orda iki dunya catisir; bir kendi disindaki dunya, ve onun kurallari, ve de cocugun kendi ozgur ruhu ve varmak istedigi dunya...Kural koyucular, dunyayi kendi istedikleri sekilde dizayn etmek, yonetmek, baslarinin agrimamasini isterler;, koleler ise, yine dunyayi kendi tasavur ettikleri seklide kazanmak arzusu guderler...Bu iki farkli dunya ve irade arasindaki cat

“DEMİR LEYDİ” DENİLEN BİR “MILK SNATCHER/ SÜT HIRSIZI”… [*]

“Torbada ne varsa,çorbada da o vardır.”[1]

İngiltere’nin ilk ve tek kadın Başbakanı Barones Margaret Thatcher 8 Nisan 2013’de geçirdiği felç sonrası 87 yaşında öldü. 11 Nisan 2013 tarihli ‘The Independent’in haberine göre ölümünün ardından ilk 3 saatte internete girenlerin yüzde 92’si, hayatlarını perişan ettiği kömür madencilerinin çocuklarıydı…

SOSYAL BİLİMLER: BİR ŞEY YAPMALI![*]

“Etik açıdan toplum bilimleri insanlığa hizmet etmeli;ancak sınıflar, etnik gruplar, uluslar vb.arasındaki çelişkilerle dolu bir dünyada,herkesin çıkarlarına hizmet etmek olanaksız gözükmektedir.Ezilenlerle ezenlerin dolayımsız çıkarları arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsak, sorumluluğumuz ilk elde ve öncelikle birincileredir: çünkü özel yetkinliğimiz bu alandadır.”[1]

Şu satırlara göz atar mısınız?

Sayfalar