Serdar Can’dan “Armenak Bakırcıyan” kitabına dair değerlendirme
Partizan geleneğinin yürek işçisi Serdar Can, yaşamı boyunca devrimci geleneğin değerli isimlerinden biri olarak yaşamını bu davaya adamıştır. Bu doğrultuda vakıf olduğu tarihi olayların anlatımında da objektif olunması için elinden gelen çabayı göstermiş ve sorumluluk gereği düzeltilerde bulunmak için makaleler kaleme almıştı. Hasan Hayri Aslan’ın yazdığı “Ölümden de Öte” kitabına dair yazdığı değerlendirme de bu minvalde kaleme alınmış ve “sezarın hakkı sezara” düsturu ile hareket etmeye çalışmıştı. Son olarak yaşamını yitirmeden önce de Hüseyin Can’ın kaleme aldığı “Armenak Bakırcıyan” adlı kitaba dair bir değerlendirmeyi kaleme almış, fakat teknik aksaklıklardan dolayı okuyucularla paylaşılamamıştı. Değerlendirmenin aslına sadık kalarak sadece teknik düzeltmeler yapılarak siz değerli okuyucularımızla olduğu gibi paylaşıyoruz.
“Armenak Bakırcıyan” kitabına dair kaleme alınan değerlendirme şu şekilde
“Yazar ve tarihçi sorumluluğu büyüktür. Yazar veya tarihçi olarak sorumluluk, arşiv-belge ve olgu toplayıcılığı ya da toplanmış belgeleri ve yorumları derlemek değildir. Birine arşivcilik, diğerine derlemecilik diyebiliriz. Yazarlık ise olguları ya da dışındaki dünyayı tanımaktan hareketle yorumlamak ve sonuçlara ulaşmaktır. Diyebiliriz ki bunu herkes kendi çapında yapabilir. O zaman da herkesin yazar ya da tarihçi vs. olabileceği “düz mantık” bir sonuca ulaşırız. Tabii ki böyle değil…
Yazar, olguları ya da “şey”i yorumlarken onu sorgular. Aralarındaki bağıntıyı ortaya koyar ve olguları tarihi perspektifleri içinde ele alır. Onların sosyal-siyasal vs. nedenlerle çevrili olan toplumsal çeperini irdeler, onlarla etkileşimini ortaya çıkarır. Bu sosyal-siyasal çeperin ulusların konjonktürdeki yerini tespit eder vs. Olguları-olayları yorumlarken bir sosyal bilimci olmak zorundadır, bir doğa bilimci, insan bilimci olmak zorundadır. Yani bir entelektüel olmak zorundadır.
Bir olgunun yorumlanışı doğru ya da yanlış ele alınsa bu subjektif bir yorumlama olur. Çünkü bir veya birkaç kişi kendi birikimleri doğrultusunda bu yorumları yapmışlardır. Onun ya da onların yargı ve önsezileridir bunlar. İşte bu anlamda her yorum subjektiftir. Yazarın ya da tarihçinin dünyayı yorumlayışındaki doğru ve yanlışları belirleyen, ortaya çıkaran kendileri değil, onların dışındaki dünyadır. İşte yorumlayışın nesnel-objektif olup olmadığına, olaya dışarıdan bakanların, onların eğilimlerinin vardığı sonuçlarla ulaşabiliriz.
Sürecin yorumlanışının hayatla buluştuğu yerin uyumu yakaladığında nesnellik ortaya çıkar. Bu da bir süreç sorunudur. Örnek vermek gerekirse vidalarla monte edilen aşamalı bir mekanizmanın alt parçalarının vidalarını sonuna kadar sıkmayın, sonra üst parça yerine oturmazsa bu sıktığınız vidaları yeniden gevşetmeniz gerekecektir. Eğer üst parçayı monte ederken bizi uyaranın dediklerini yapmak zorunda kalırsak onun olaya bizden daha nesnel yaklaştığına karar veririz. Gerçekle yani hayatla buluşan yorum onun yorumudur. Bir süreç yaşanmıştır ve sürecin sonunda “yorumcunun” dışındaki dünya yorumcunun nesnel olduğu sonucuna ulaşmıştır. Ancak tarihsel ve toplumsal olay ve olgulardan yola çıkılarak yapılan değerlendirmeler sonucu oluşturulan manifesto, program vb.lerinin hayatla-gerçekle buluşma süreci, insan veya kuşakların ömrünü aşabilir. Yukarıda verdiğimiz örnekteki gibi kısa bir sürede sonuç ortaya çıkmayabilir. Peki, böyle bir durumda “nesnel” bir durum belirlemesi yapmak mümkün değil midir? Mümkündür. Diyalektik ve tarihsel materyalizm bunun formüllerini bize verir. Bu formülasyonun zaman ve mekanla buluşturulması, şeyin nesnelliği konusunda bizi doğru kararlar vermeye yöneltir.
Bunun matematiksel yüzdeliğini hesaplamak, işin felsefi boyutuna gireceği ve konumuzun dışına taşacağı için geçiyoruz. Ancak hiçbir zaman realiteyle yani gerçeklikle buluşup miadını tamamlamayan hiçbir sorun tartışmasız ve çatışmasız ele alınmayacaktır. İspatlan(may)ana kadar her şey teori düzeyinde kalacaktır. Tarihçi yazar ya da tarihsel olaylara değinen yazar dürüst olmak zorundadır. Soruna yaklaşırken dışındaki dünyayı kendi kafasındaki modele uysun diye tarif etmemelidir. Tahrifat sadece meşhur “tarihçi” Halaçoğlu’nun yaptığı gibi belgeler üzerinde kalem oynatmak değildir, genel yönelim ya da genel eğilimi görmezden gelerek başka bir şeymiş gibi göstermek de tahrifattır. Ya da olguları yorumlarken diyalektik yöntemi unutup kafasındaki modellere uydurmak için asla çıkarılmaması gereken sonuçları bilinçli olarak çıkarmak da bir çeşit tahrifattır. Mesela gerici İslam ideologlarının bir menkıbesine değinelim. Hz. Ömer’in adaletine örnek olsun diye açlıktan çocuklarına yiyecek bir şey bulamayan bir kadının “taşı kaynatarak” yemek yaptığını ancak bunu gören Hz. Ömer’in hemen bir iki çuval erzak getirerek kadının ihtiyacını karşıladığını ve bunun eşsiz bir adalet örneği olduğunu neredeyse yüzyıllardır anlatırlar. Olayı aktarıp hemen yorumlayarak bir de bunu gizemli ve “kutsal” kisve içine sokmakla tarihsel gerçeklik çarpıtılır ve olumsuzlanması gereken şey aksine olumlanarak yansıtılır. Böylece okuyucu–dinleyicinin kafasında soru işaretleri oluşmadan uydurmalar, menkıbeler birbirini takip eder. Kimse bu kadın niye aç, bu nasıl bir düzen, insanlar niye bu hale gelmiş vb. sorularını sormadan Hz. Ömer’in “eşsiz adaleti” ile yüzleşir.
Konumuza gelecek olursak, işte Armenak Bakırcıyan adlı kitap da bunun gibi onlarca örnekle doludur. Yazar Maoizm’e olan düşmanlığını siyasal-teorik olarak tek bir kelimeyle bile ortaya koymamıştır. Ama insanı bıktırırcasına neredeyse yüzlerce kez “Mao’ya revizyonist” derken, “Mao’ya 1957’den itibaren revizyonist diyen Armenak”, “Anti-Maoist birini arıyorlarsa bu Armenak”, “Armenak’ın Mao’yu bir tarihten sonra revizyonist ilan etmesi” , “Mao’yu reddeden Armenak”, “Armenak’ın Mao için 1957’den itibaren revizyonisttir” vb. vb.
İnsanı çileden çıkarırcasına tekrar tekrar tekrar… Partizan, Armenak için bunu demiş, tekrar, Halkın Günlüğü, Armenak için şunu demiş, tekrar, Bolşevik Partizan şöyle demiş, tekrar, Ahmet şunu yazmış, tekrar, Mehmet şöyle demeç vermiş, tekrar…
Kitap neredeyse bir tekrarlar bütünü… Üç-beş paragraf ya da sayfa arayla “olgular-belgeler”, “nesnellik-objektiflik” oraya bir “anti-Maoist Armenak” sıkıştırılır yeniden “belgelerle” konuşma… (“Bir de düşünün ki sorumluluğum gereği ben bu kitabı iki defa okumak zorunda kaldım”.) “Üç yüz otuz sayfalık bir kitap yazınca insana madalya mı takıyorlar” diye sormadan geçemiyor insan. İçinden alıntı ve tekrarlar çıkarıldığında otuz-kırk sayfaya sığabilecek bir kitabı insan niye bu kadar uzatır, niçin tekrarlarla boğar ya da buna niye gerek duyulur! Acaba yazar bir şeyi ne kadar çok tekrar edersem okuyucuyu da o kadar inandırırım diye mi düşünüyor?
Ama bu, medreselerde dini eğitim verenlerin yöntemidir. Onlar sabahtan başlar Maoizm’e, bitene kadar tekrar ederler… Böyle bir yöntem bizim yöntemimiz olmamalıdır. Elde tespih yüz defa bismillah ya da estağfurullahla kendinizi kandırmaktan öteye geçemezsiniz. Maoizm’e ve Armenak Bakır’ın mensup olduğu Proletarya Partisi’ne düşmanlık için başka bir çalışma yapılmalıydı. Bunun yöntemi Armenak’ı koltuk değneği gibi kullanarak kafalarda “Anti-Maoist” olgu yaratma şeklinde olmamalıydı. Türkiye Devrimci Hareketinin önderleri içinde hakkıyla yerini almış olan Armenak ya da Orhan Bakır’a kendine devrimci-demokratım diyen herkes sahip çıkabilir. İdeolojik tutum ve davranışıyla ve örnek yaşamıyla bunu sonuna kadar hak etmiş devrimci bir önderdir o. Örgütsel pozisyonlarını bunun üstüne çıkararak gölgelemek beyhude bir çabadan öteye geçmez. TKP/ML’nin bir kadrosu, bir önderi olarak başka bir şeydir, kurumsal anlamda MK üyesi olmak başka bir şeydir. Bir iki kariyerist (R-S gibi) oynadıkları ayak oyunları ile Armenak ve nice komünistin hakkı yemiş ve olması gereken yerde olamamışlardır. Eğer iki çizgi mücadelesi kaçınılmazsa bu da kaçınılmazdır ve partiler, devletler insan hayatından çıkana kadar devam edecektir. Bunu sanki bir parti topyekûn birleşmiş ve bir kişiyi ekarte etmek için elinden geleni yapıyormuş gibi gösterirseniz bunu ancak parti düşmanlığı olarak açıklayabiliriz.
Dönem itibariyle onu cezaevinden kaçırmak için bir dizi fedakarlığı göze alan yoldaşlarını birkaç ay sonra gene ona yönelik bir komplonun içerisinde göstermek her şeyden önce gerçeklikle uyuşmamaktadır. Zorlama senaryoları peş peşe sıralamanın bu yönüyle mantığı zorlamanın açıklaması “yazmak için yazmak” ya da sürekli tekrarlayarak hafızalarda algı yaratmaktan başka bir şey olamaz. Olur olmaz her konuda ama her konuda yorum yapılıp ve ezberlenmiş klişeler gibi her konu bitimine İbrahim Kaypakkaya ya da onun vücut bulduğu partiye bir gönderme yapılıyorsa bunun adı başka bir şey olur.
Gerekli gördüğümüz, bizce bahis konusu bile yapılmaması gereken noktalara esas itibariyle değinip geçeceğiz. İsim üzerinden yapılan polemiği aymazlık olarak bile açıklayamıyoruz. Ayrıştıkça birçok bildiri ve yazıdan alıntılar yaparak Armenak yoldaşın ismi üzerindeki kapışmayı gene proletarya partisine bağlamak ideolojik anlamda karşı koyamayan burjuva politikalarının “belden aşağı vurmak” taktiklerinden öte bir şey değildir.
Ülkemiz toprakları içinde doğuştan devrimci sayılabilecek niteliklere sahip olan Ermeniler, gene neredeyse doğuştan lakap kullanırlar. Ohannesler Orhan, Varujenler Varol, Hrantlar Fırat olarak yaşarlar. Bunun tarihsel kökleri zaten mevcuttur. Bir de günümüze kadar devam eden soylarının inkar ve ret aşaması etrafında şekillenen “ötekileştirme”, “mahalle baskısı” vb. düşünüldüğünde bu insanların gerçek isimlerini kullanmaktan niçin imtina ettiklerini izaha gerek duyamayacak bir şekilde anlayabiliriz. nihayetinde onlar işlerini daha kolaylayabilmek en azından kalabalığın içinde sıradan görüntüye sahip olmak için gidip adlarını değiştirmiştir.
Bu yönüyle bakıldığında Orhan Bakır ismi bir anlamda onun kitlelere mal olmuş ismidir. Ve bu ismi kullanmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Birçok kimse ve proletarya partisindeki yoldaşları da sonradan öğrendikleri gibi Orhan, gerçekte Orhan değil Armenak’mış. Problem yok dediler… Kitlelere mal olmuş ismiyle beraber Armenak olarak anılmaya başlandı. Hatta hassasiyetler göz önünde bulundurularak Armenak ismi öne çıkarıldı. Özellikle Ermeni milliyetine mensup yoldaşların normalde zaten birden fazla isim kullanmalarına bir de örgütsel pratikler içinde kullandıkları isimler eklenince ortalığı tam bir isim enflasyonu kaplıyor. Mesela henüz dün şehit olan TKP/ML’nin enternasyonalist üyesi Fermun Çırak için ortaya atılan isimler neredeyse bir elin parmaklarını geçti. Devrimciyan Demircioğlu olarak ya da Nubar Yalım özellikle Yalımyan olarak yazılıyor, bunları garipsememek lazım. Ermeni milliyetine mensup devrimciler, demokratlar yitirdiğimiz Ermeni yoldaşların, soyadlarının yanına hangi milliyetten olduklarının anlaşılması için “yan” ekinin kullanılmasını ısrarla öneriyorlarsa gene bu hassasiyetleri göz önünde bulundurmak lazım.
Biraz önce de değindiğimiz gibi bu milliyet, doğuştan devrimci doğan bir milliyettir. Yüzyılın en büyük ve en acımasız soykırımına maruz kalmış ve bütün hayatları boyunca bu hikayelerle büyümüşlerdir. Birçoğu travma eşiğine geldiği için kaçıp gitmek zorunda bırakılmıştır. Şimdi bu milliyete mensup insanlar kendi milliyetleri içinden çıkan devrimcilerin komünistlerin soyadlarının milli özelliklerini yansıtmak için yaptıkları önerileri “hayır bu milliyetçilik olur” diye geri mi çevirmeliyiz? Tabii ki hassasiyetleri göz önünde bulundurma zorunluluğu olmalıdır. Biz yoldaşlarını “Orhan Bakır” dediği için istihzar bir tavırla neredeyse suçluyor ve her bildiriden ayrı ayrı alıntılar yaparak getirip bunu TKP/ML ile ilintilendiriyorsunuz. Mesela Bakırcıyan nereden çıktı? Kitabınızın adı Armenak Bakırcıyan… Yoldaşları da mezarına yaptıkları anıta Bakırcıyan yazdılar. Burada isim enflasyonu üzerine polemik yürütmenin ya da bundan pay çıkarmanın size çok bir yararı olmaz. Orhan veya Armenak Bakır yani bizim Ali Ağa ister Ohannes deyin, ister Orhan, ister Armenak; Bakır olsun ya da Bakırcıyan bizim Ali Ağa’dan söz ediyorsunuzdur. Ölüm yıldönümlerinde onu anma günlerinde yazılan bildirilerden gene sıra sıra alıntılar yapılıyor ve onun milliyetinin vurgulanması bir “suç”muş gibi yansıtılıyor. Yazar bunu eleştiriyor ve lafı döndürüp dolaştırarak Orhan diyenleri tiye alarak arkasından isim konusuna bir açıklık getiriyor. Kitabın birinci sayfasında birinci satırdan itibaren başlayarak “Ermeni ulusuna mensup…” , “Mensubu bulunduğu Ermeni ulusunun…” diye milliyet vurgulamaları yapabiliyor, bu normaldir ve olabilir ama onunla anı programı benimsemiş silah arkadaşları bunu yaparsa bu olmaz! Niye? Yazarın girişte yaptığı bir sayfalık açıklamanın Partizan veya Halkın Günlüğü’nün herhangi bir anma bildirisinden farkı nedir? Hüseyin Can bunu yapabilir ama silah arkadaşları yapamaz! Ne zamandan beridir bir komünistin milliyetine değinmek suç oldu? Yazar gaipten suç yorumluyor.
Komünistler Ermeni milliyetine mensup bir devrimci için özellikle hassasiyet gösterirler. Nasıl Stalin’in Gürcü olduğunu biliyorsak, Armenak’ın da Ermeni olduğu öğrenmemiz herhangi bir suç unsuru yaratmamalıdır. Siz kendinizi nereye oturtuyorsunuz Hüseyin Can? Ne gibi bilmediğimiz bir hak ve ayrıcalığa sahipsiniz? Yoldaşlarının birer satırlık milliyet vurgulamalarına sayfalar dolusu dil döküyor ve eleştiriyorsunuz. Bir Ermeni devrimcinin Ermeni olduğunu vurgulamak neden yanlış oluyor, bu onun komünist niteliğine halel mi getiriyor sanıyorsunuz? Eğer gerçekten böyle düşünüyorsanız siz niye onun mensubu olduğu milliyete vurgu yapıyorsunuz? Nasıl bir mantık yapınız var, gerçekten yazmak için mi yazdınız bunları? Üç sayfa eksik çıksaydı kitabınız!
Yazar, alıntıcılığın 12 Eylül öncesinden kalan kronik hastalığını hala üzerinden atamamış. Önce Lenin’den alıntı yapıyor, sonra Lenin’i doğrulayan Stalin’den iki alıntı daha yaparak noktayı koyuyor. Sanki Lenin’in dedikleri açıklamaya muhtaçmış gibi aynı şeyleri tekrarlamak için Stalin’e başvuruluyor. Armenak Bakır’ı anma bildiri ve yazılarından hareketle Stalin’den bir alıntı yapılıyor. Özetle yitirilen bir partilinin ardından onun hatalarını da vurgulamanın gerekliliğinden söz ediyor Stalin.
Yitirilen bir kadro veya önderin ardından analitik bir çalışma yapılırken tabii ki o kadronun mücadele hayatı boyunca yaptığı hatalar veya içine düştüğü zaaflar incelenir ve bunlardan yapıcı dersler çıkartılır. Bu gereklidir. Nitekim Süleyman Cihan için yazılan kitabı okuduğumuzda önderimizin bütün yönleriyle içine düştüğü hata ve zaaflar da olmak üzere başlı başına ele alındığını görürüz. Ancak konu didaktik bir çalışmadan öte bir anma veya yad etme momentindeyse böyle bir şeye başvurmak düpedüz absürtlük olur.
Anma yıldönümünde anılan şahsiyetin yarattığı değerler ön plana çıkarılır. Yazarın şu anki entelektüel konumuna karşılık gelmeyebilir ama bu kitleler nezdinde bir ajitasyon yöntemidir. Hem de bunun etkili bir yöntemidir. Cezaevi kapılarının ilk dirençlerinden olan annemin sempatisi İ. Kaypakkaya’nın ideolojik politik görüşleri değil, onun işkencehanelerde “ser verip sır vermeyen bir yiğit” olması özelliğiydi. Bunu da ajitasyon propaganda ve gene aynı alana giren türkülerle marşlarla benimsemiştir. Stalin’in de bu konuda farklı düşündüğünü sanmıyoruz. 2. Dünya Savaşı’ndan Sovyet cephelerinde direnişlerinde savaşan partizanların yüceltilerek kitlelere aktarılması onların aktif rollerinin öne çıkarılarak kitlelerin ajite edilmesi Stalin’in başında olduğu SBKP politikalarından biriydi. Yani bir devrimci önderin anma gününde yapılan ajitasyon ile onun ideolojik politik ve örgütsel duruşunun değerlendirilmesi birbirine karşılaştırılmamalıdır. Biri ajitasyon propaganda, diğeri ideolojik siyasi bir eğitim alanına girer.
Şöyle ki Türkiye Devrimci Hareketinin önderleri olarak saydığımız Mahir Çayan’ı anma gününde her ne kadar “seçtiğimiz yol Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur” demişse de … diyerek anamayız. Ya da Deniz Gezmiş için her ne kadar “Gençlik bütün Kemalist güçlerle yek vücut olmak zorundadır” ya da TBMM’nin ilanından önceki Rum ve Ermeni direnişlerine “ABD emperyalizminin tezgahı” olarak bakmışsa da … diyerek anamayız. O devrimcileri anma günleri birer ajitasyon ve propaganda faaliyetleridir. Bu günlerde bu karakterlerin katkıları öne çıkarılır. Onların yaptıkları katkılara duyulan sempatiyle kitleler devrime kanalize edilmeye çalışılır. Tersi yapılırsa yani bir özel anma gününde anılan devrimcilerin hata zaaf ve yanlışlarından dem umarsanız onları suçlamış olursunuz. Suçlamak komünistlerin tarihte asla başvurmayacağı bir yoldur.
Diğer sanat dallarıyla yapılan ajitasyon-propagandanın örneğin Yılmaz Güney’in sinema ile Aşık Emekçi ve Şivan Perver’in müzikle binleri, on binleri devrim cephesine kattığı nasıl inkar edilebilir ki. Bu çalışma tarzını yok saymak kadro politikası ile kitle politikasını birbirine karıştırmak veyahut yazarın iddia ettiği gibi kitle politikasının bir yararı olmadığını savunmak cehalet sergilemekten başka bir şey değildir. Yoldaşları anma günlerinde Armenak Bakır’ı örgütçülüğündeki disiplin ve ustalığından dolayı yüceltir, savaş alanlarındaki korkusuzluğu ve yiğitliğini ön plana çıkarırlar ve onun milliyetine de vurgu yaparlar. Bunlarda yanlış bir şey yoktur. Partizan ve Halkın Günlüğü’nün bildirilerini birebir kopya verip ya da alıntılar yaparak eleştirmek ve iler tutar yanı olmayan önermeler sıralayarak proletarya partisine saldırmaktır yanlış olan.
“Yazmış olmak için yazmak” anlayışına onlarca örnek sıralayabiliriz. Bunların hepsine teker teker değinirsek yazarla aynı tekrar hatasına düşmüş oluruz ki sadece önemli gördüğümüz bir iki noktaya daha değinip geçeceğiz. Hasan Hayri Aslan’ın kitabından hareketle bilince çıkarılması gereken üç örnek verme birkaç sayfalık bir yazımız yayınlanmıştı. Konu, önderliğin kendi tekelinde olmadığı yani bir atılıma hayatıyla destek vereceğini söyleyen Kemal Pir, çıkması muhtemel olmasına rağmen devrimci tutsakların yaşamı hakları konusunda ölüm orucunun kritik eşiğine kadar devam eden Recep Maraşlı ve yoldaşları ölüm orucuna girerken hastalığından ötürü kenarda bırakılan Hasan Hayri’nin bunu reddederek ortaya atılışındaki feda ruhu idi. Son paragrafında da “feda ruhu!” demiştik. “Proletarya partisinin kurucusuyla başlayan devrimci fedakarlık, aynı yolda yürüyen Armenak Bakır, Süleyman Cihan, Kazım Çelik, Manuel Demir ve daha niceleriyle devam etmiştir.”
Yazar hiç üşenmeden sıkılmadan Armenak’la ilgili yazdığımız bir satır yazı için tam bir sayfa yazı yazmış. Gene keskin Stalin savunucusu rolleri kuşanmış. Hâlbuki Sovyet direnişinin, Alman faşizmine karşı verilen barikat savaşlarının destansılaştırılarak, kahramanların idolleştirilerek anlatılması konusunda İlya Ehrenburg’a görev verilir. SBKP politikası olduğundan haberi yok. Bunların Stalin’in faşizme karşı topyekûn anavatan savunmasında başvurduğu en temel taktik manevralarından biri olduğundan haberi yok. Yazara göre kitle politikası diye bir şey yok, bunun bir faydası yok, hatta bu yolla devrim saflarına katılmış kimse de yok. Herkes kendisi gibi kadrodur ve bütün hitap yöntemi böyle olmalıdır. Ve biz feda ruhuna vurgu yaptığımız bu yazıda bir parantez açarak onun farklı düşünceleri olduğunu belirtecekmişiz.
Bunun feda ruhunu anlatmak ile ne ilgisi var? (Armenak’ın farklı düşünceleri var mıydı? Yazımızda bunu geleceğiz.) Fakat “feda ruhu” anlatılırken verdiğiniz bir örneği açarak onun farklı düşünceleri olduğundan bahsederseniz insanları kendinize güldürürsünüz. Saçmalamak kişinin kendi tasarrufunda olan bir şeydir. Bunu niye Partizan ve Halkın Günlüğü bildirileri ya da yazımdan dolayı bana dikte ediyorsunuz?
Yazmak için yazmak, birkaç sayfa daha eklemek için olur olmaz her şey için yazmak… Murat Kahraman’ın roman kurgusu içinde yaptığı betimlemelerin tümünü gerçekmiş gibi alıp eleştirmek, Sarkis Haspariyan tarafından Nubar Yalım kaynak gösterilerek hezeyan düzeyinde söylenenleri sırf proletarya partisinin zan altında bırakıyor diye yayımlamak, olur olmaz insanların uyduruk kulaktan duyma karalamalarını çok ciddi metinlermiş gibi cevaplamak...
Tümüne birkaç sayfa daha yazmış olmak için başvurulan bir yöntem olarak buluyoruz. Aynı gereksiz yazma anlayışını, olur olmaz her şeyi eleştirme huyunu Hasan Aksu’nun yazdığı “Şafak Alazında Harpagosa Kafa Tuttuk” anı kitabına verdiği onlarca sayfalık cevabıyla devam ettiriyor. Burada yazar biraz daha kendini aşarak Hasan Aksu’yu gerçeği yansıtmamakla, yalancılıkla suçluyor. Kendince Hasan Aksu’nun “yalanlarını” “nesnel ve objektif olgulardan” doğru “tanıklıklardan” hareketle sözüm ona ispat etmiş oluyor. Hasan Aksu’nun yazdıklarını ne kadar araştırdınız ya da süreci yaşamış kaç kişiyle sohbet ettiniz de bu kesin sonuca vardınız diye sormadan geçemiyoruz.
Hasan Aksu’dan yapılan alıntı şöyle: “Topal önce Elazığ’a oradan Orhan Bakır yoldaşın feodal ilişkilerine ulaştırıldı. Bu uzun süreci Orhan yoldaş bireysel olarak organize etti. Topal’ı ailesine ulaştırdı. Ailesine teslim ettirdi. Artık Topal tamamen bizim inisiyatifimizden çıkmıştı. Orhan Bakır yoldaş kendi ailesinden Topal’ın ailesiyle ilişki kurduğunu ve oradan ayrıldığını öğrendi.”
Alıntı Hasan Aksu’nun kendince Armenak’ın insancıl yönüne vurgu yapan yanıyla devam ediyor. Armenak’ın göğsünün şurasında bir kalp taşıdığını, onun da bütün insanlar gibi duygulara sahip olduğunu adeta kabullenemiyor yazar. Onu kendince idolleştiriyor, makinanın ruhsuz ve duygusuz bir aparatıymış gibi gösteriyor. Armenak için yapılan bütün duygusal tanımlamaları, onu ideolojik çizgisinden, politik kişiliğinden soyutlama olarak değerlendiriyor.
İzninizle bir tanıklıktan da biz bahsedelim.
Dersim’de kurulan halk mahkemesi sonucu partiyle ilişkisi kesilen “Topal” kısa bir süre sonra Diyarbakır’da görüldü.
Diyarbakır’da sorumlu bulunan partili, Partizan çevresine şu sözlü talimatı verdi.
- Kesinlikle deşifre edilmeyecek!
- Hiçbir şekilde yatay bir ilişkiye girilmeyecek!
- Hissettirilmeden gözetilecek korunacak!
Topal bir, belki iki ay Diyarbakır’da kaldı ve sonra sırlara karıştı. Yıllar sonra Bulgaristan’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildiğini burjuva basınından öğrendik.
Bu tanıklık, yazarın çok bahsettiği “nesnel tanıklıklar’dan” biri olarak kabul edilir mi yoksa Hasan Aksu’ya yaptığı gibi bizi de yalancılıkla suçlar mı bilemiyoruz ama bizim çok şahidimiz var. Bu olgular şunu gösteriyor ki; partisiyle ilişkisi kesilmiş ve devrimci bir örgüt tarafından ölümle cezalandırılmak istenen bu eski militan orta yerde savunmasız bırakılmamıştır.
Duygularıyla vefa ve vicdan hassasiyetiyle sol yanında bir kalp taşıyan Armenak tarafından “bireysel” olarak sahiplenilmiş ve korunmuştur. Armenak’ın bu yönünü vurgulamak onu “ideolojik çizgisinden, politik kişiliğinden soyut”lamak değildir. Çünkü Armenak, sınırları “ideolojik çizgi” ile çizilmiş içi “politik kişilik”le doldurulmuş bir robot, bir metal yığını değildi; aksine etiyle kemiğiyle her şeyiyle kendisini halkı ve partisine adamış, duyguları olan, senin benim gibi bir insandı.
Belgelerle ispatlama, olguları ve tanıklarıyla ortaya koyma nesnel gerçekliği sergileme vs. vs. o kadar çok lafız var ki okuyucuda her sayfa çevirişinde karşısına bir “belge” çıkacakmış hissi uyandırılmaktadır. Biz de “belgeler” “ha çıktı ha çıkacak” diye heyecanla okuyoruz. Yazarın Maoizm ve Proletarya Partisi konusunda hiçbir ideolojik altyapıya değinmeden sadece yaftalama ve teşhis koyma tekerrürlerinden gına geldiğinde kitabı kapatıyor ,bütün yüzüne yayılmış gülümsemesiyle Orhan yoldaşımızın resmine bakarak kasveti üzerimizden atmaya çalışıyoruz. (Bu arada kitabın en güzel yerinin kapak resmi olduğunu belirtelim.)
249. sayfaya gelip de “Belgeler” üst başlığını görünce nihayet belgelere geldik diye rahatlıyorsunuz. Bu bölümde Orhan hakkında kim ne yazmışsa toparlanıp sırayla yansıtılmış. Anılar ve yorumlar bölümü… Yaşanmışlıklardan tutun kurgulara kadar makaleler röportajlar, “Belgeler” başlığı altında verilmiş.
Belge nedir? Lafı evirip çevirmeye gerek yok, şunun bunun hezeyanını esnetip gevşetmeye gerek yok, belge bizzat Orhan’ın elinden çıkmış yazı veya yazılardır. Belge nedir? Belge Orhan’ın parti içi problematiğe ait düşüncelerinin belirtildiği tutanaklardır. Yukardan aşağıya inersek Merkez Komitesi, Bölge Komitesi, Alt Bölge Komitesi veya Mahalli Komite Toplantı tutanaklarıdır. Kitabın başından sonuna kadar göz önünden kaçmıştır diye ikinci kez okuyarak böyle bir belgeye rastlayamadık. Yazarın kendisi birkaç kez üstüne basa basa “arşiv kayıtlarının” olmadığını, bunlara ulaşamadığını söyler ve birkaç kez de bunların yayımlanması gerektiğini dile getirir.
Aslında kendisi de elinde bir belge olmadığını çok iyi biliyor. Olmayan bir belge için bile fırtına koparan yazar, kazara bir belgeye ulaşmış olsaydı neler söylerdi tahmin edemezsiniz. Bunu geçelim. Belge yok. Fakat olguya tanıklıklar da iddiaları doğrulayan bir düzlemdeyse yüzde yüz sayılmazsa da nesnel format içinde değerlendirilebilir. Böyle bir şey de yok. Yani yazar Armenak’la ilgili olarak çalışmasını yaparken başvurduğu kaynaklardan da iddialarını destekleyen bir referansa sahip değildir. Tanıklığına başvurduğu onca yoldaşın istisnasız yüzde doksanı onun iddialarını doğrulayan tek bir kelime dahi söylemiyor. Çünkü bu yazıyı kaleme almadan önce sorumluluk gereği biz de Armenak Bakır’la onun üstünde ya da altında örgütsel çalışmalarda bulunmuş ama altı ay ama bir yıl, bir buçuk yıl bir şekilde temasta bulunmuş bir düzine arkadaşla konuştuk. Hiçbirinden ama hiçbirinden “Orhan Bakır Maoizm’i reddediyor” ya da “şu tarihten sonra reddediyordu” diye bir enformasyon almadık. Konuşmadığımız, konuşamadığımız bir kişi hariç –ki bu büyük ihtimalle bu büyük Armenak’la ilgili Bolşevik Partizan bildirisini yazan kişidir- hiç kimse Armenak’ın Proletarya Partisi’nin temel belgeleriyle çelişen bir tutum içinde olduğunu söylemedi. Ve gene ezici bir çoğunluğu onun “MK’yı sağ oportünist” olarak değerlendirdiğini vurguladı. Zaten onu yakından tanıyan arkadaşların tanıklıklarını bir yana bırakalım, kendi pratiği bunun en büyük ispatıdır. Koşulların merkezi görev olarak gerilla savaşını yükseltip tırmandırma, bu yönde hamleler yapmayı dayattığını her fırsatta vurgulayan ve örgütsel konumunun elverdiği ölçülerde yapan bir yoldaştır. Onun MK’nın aldığı “içe dönük çalışma esastır” kararını savunduğunu söylemek kuru bir iftiradan başka bir şey değildir.
Uyurken bile silahını yanından ayırmayan biri için bu tespitlerde bulunmak onun manevi şahsına hakarettir. Yazar sonradan yandaşı olduğu siyasal eğilimlerle Armenak arasında bir köprü kurmak için adeta cambazlık yapıyor. Nedense hep bir tarafa mensup (Bolşevik Partizan) bir iki kişinin ağzından duyduğu saptamalarla Armenak’ı değerlendiriyor ve dolayısıyla aksini söyleyen onlarca yoldaşını yalancılıkla, çarpıtmayla, gerçekleri gizleyip üstünü örtme gibi çirkin terimlerle suçluyor. Bazı yazarlar vardır ki geleceğe yönelik düşünceler, idealler kısacası ideolojik fonksiyonlar bakımından sizinle aynı yerde bulunmasalar, hatta taban tabana zıt olsalar da yaptıkları “durum tespiti” bakımından onlara “gerçekçi” damgası vurabilir ve hatta zamanın “en gerçekçi yazar” ya da ideoloğu diye değerlendirebilirsiniz. Biliyoruz ki Marks aynı yaklaşımıyla Machiavelli’yi böyle değerlendirmişti. Bazı yazarlar bunu elinde olmadan yaparlar. Bilmeden yaptıkları durum tespitiyle “gerçekçi” sıfatıyla tanımlanırlar. Gene Mark bir monarşist olan Balzac’ı değerlendirirken aslında eserleriyle feodal-monarşist yönetim biçiminin, bunu toplumsal yaşama karşılık düşen yoz ve geri yaşam tarzını gözler önüne sererek onun bir “gerçekçi” olduğu tespitini yapar.
Hüseyin Can öznel eğilimleri ne olursa olsun farkında olamadan devam tespiti yapıyor. “Dönem, devrimci saflara akan militanları örgütleme dönemidir. Zira politik şartlar ve gelişmeler silahlı mücadelenin rolünü öne çıkartmıştır. Tam da bu ortamda Halk Savaşı ve gerilla savaşı söylemi çok sayıda cesur insanın gelişini ve elbette giderek örgüt içindeki etkisini artırmıştır.” (s. 33)
Evet, dönem için aynen bu tespiti yapıyor. “Zira politik şartlar ve gelişmeler silahlı mücadelenin rolünü öne çıkarmıştır” diyor. Dönem için “içe dönük tartışma”nın esas alınmasını, merkezi görev olarak savunulması gerektiğini söyleyen birinin yukarıda verdiğimiz şeyleri söylemesi ne kadar da çelişkili değil mi?
… “Şartlar ve gelişmeler silahlı mücadelenin rolünü öne çıkar”ıyorsa bu ülkede devrimci durumun mevcut olduğu, özetle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediğini bilince çıkardıkları, kitlelerin kendiliğinden eylemliklere başvurma ve patlamalar eşiğinde olduğu sonucunu çıkarır. Bir KP bu şartlarda “devrim manevraları” için hazırlanmak zorundadır. Bunlar tarihsel fırsatlardır. Bir kıvılcımın bütün bozkırı tutuşturabileceği tarihsel döngüleridir. KP’lerde önderliklerin rolü böylesi sosyal ve toplumsal süreçlerde ortaya çıkar. Böylesi süreçler 30-40 yılda bir ya da iki kez meydana gelir. Anın bütün kadro ve militanları içinde ideolojik olarak öngörüye sahip olanlar işte gerçek anlamda önder ya da önderliklerdir. Bunu görür ve hamle yaparlar. Halk Savaşı stratejisinin vazgeçilmez devrim yolu olduğu bizim gibi ülkelerde öngörüye sahip önderlikler “yol alır”, aksine “geri çekilme”yi esas görev olarak belirleyenler ise dizlerini döver. Vedat Aydın’ın (Temmuz 1991) öldürülmesinden sonra ve nispeten tam olmasa da “Gezi olayları” sırasında bu eşiğe yaklaşılmıştır. Kürdistan özgülünde de yeterli ideolojik öngörüye sahip olamayan cılız ve zayıf önderlikler bu eşiklerden sıçrayamamışlardır.
Konumuza dönelim “devrimci durum” tespiti yapan ancak “MK’nın aldığı içe dönük tartışma esastır” tespitinin doğru olduğunu söyleyen yazar ya önceden bu fikre sahip değil, sonradan edindi ya da aynı Balzac örneğinde olduğu gibi elinde olmadan bunu yapıyor.
KP’lerde iç tartışmalar ya da kadro politikası çerçevesinde kadro eğitimi doğduğu günden itibaren başlar ve KP’ler miadını doldurup yeryüzünden silinene kadar devam eder. Bu başka bir şey, herhangi bir örgütlenme politikasının “esas” alınması, “merkezi görev” olarak hayata geçirilmesi başka bir şeydir. Büyük bir hamlenin eşiğinde partiyi buna göre hazırlayarak örgütlemek yerine “içe dönük tartışmayı ‘esas’ almaya yöneltmek” “sağ oportünizm”le bile tanımlanamaz. Bu düpedüz “devrim satıcılığı”dır. Objektif olarak “karşı-devrime” hizmettir. Ancak KP’ler içinde Maoist tarz yani iki çizgi mücadelesi subjektif hassasiyetler üzerinde yürütülür. Yani farklı bir çizgiyi dolayısıyla burjuva çizgisini temsil edenlerin “burjuvazinin bilinçli ajanları” olduğu öne sürülerek yapılmaz. Değerlendirme yazımızın girişinde ortaya koyduğumuz izlekten hareketle olay ve olgulara başka yönlerden bakarak, başka sonuçlara ulaşma ya da olgu ve olaylar karşısındaki bağlantıyı nesnel bir şekilde kuramamanın yarattığı sonuçlar ortaya çıkar. Yani bir parti içinde bulunan yoldaşlar farklı çizgileri temsil etseler de bu onların devrim yolundaki samimiyetlerine gölge düşürmez. Çünkü gerçekten doğru gördükleri için öyle değerlendirdikleri için o çizgiyi temsil ederler. İşte bunun için iki çizgi mücadelesi şart ve gereklidir. İşte bunun için iki çizgi mücadelesi kaçınılmazdır. İki çizgi mücadelesi faşizmin ya da burjuvazinin bilinçli ajanlarıyla KP içinde bir arada olmak değildir.
Biri “saptır” diğeri “samandır” asla birbirine karıştırılmamalıdır. Mao Zedung’un ölümünden sonra Arnavutluk Emek Partisi revizyonizminin başlattığı saldırı salvosu ana gövdesi küçük burjuvazi olan bütün irili ufaklı bir yığın devrimci örgütte zelzele etkisi yaratmıştır. Bir kıvılcımı meşale sanan ya da yediği her darbeden sonra “silahlarını duvara asan” küçük burjuva karakteristiği Arnavutluk Emek Partisi’nin saldırılarına göğüs gerememiş ve HK, DHB, HB, TİKB, HY, DHY, KAWA vb. birçok örgüt Troçkist kırması AEP revizyonizminin safında yer almıştır. “Güç Tapıcılığı” , “sırtımızı yaslayacağımız sosyalist bir ülke olsun” “sendromu”, “Maoist” görünen küçük burjuva karakterli örgütlerde de etkisini göstermiş ve topyekûn “anti-Maoist” kesilmişlerdir. Hatta bunlardan biri olan HK’nın, AEP’nin “biz faşizmle idare edilen hiçbir ülkeyle ekonomik anlamda bir ilişkiye girmeyiz” dedikten sonra ticari bir anlaşma yapması Türkiye için yaptığı “FAŞİZM” tahlilinden vazgeçmesine neden olmuştur. Kendi ülkeleri için yaptıkları yönetim biçimi tahlilinden AEP teorileriyle çelişiyor diye komik biçimde vazgeçmiş, yönetim biçimi üzerine uyduruk tahliller yapmışlardı. “Komünist” olduğunu iddia eden bir yapı kendi ülkesi için yaptığı tahlilden AEP’i eleştirmemek için vazgeçiyordu. Kendi kitle tabanı neredeyse Arnavutluk nüfusundan fazla olan bu örgüt, akıma göğüs geremiyor, uydu bir örgüte dönüşüyordu.
Mao, ML bilimine en büyük katkılarından biri olan “iki çizgi mücadelesi” formülasyonuyla “sınıf uzlaşmacısı” olarak değerlendiriliyordu. Günümüzde “iki çizgi mücadelesi” teorisinin artık tartışılmadığını görüyoruz. Zira aradan geçen bu 35-40 yıllık yaşam pratiği, adını saydığımız bütün örgütsel yapılara “iki çizgi mücadelesinin kaçınılmaz olduğunu” öğretti.
Hatta 50 yıllık mücadele arkadaşını makamında tabancasını çekip vurarak öldüren Enver Hoca’ya bile ölmeden önce hayat öğretti diye düşünüyoruz.
1970’li yılların sonunda Mao Zedung yoldaşın ölümünden sonra başlatılan uluslararası karşı saldırıdan Proletarya Partisi de etkilenmişti. Bir-iki yıl sonra ortaya çıkan Bolşevik Partizan bu akımın ürünüydü. Proletarya Partisi içindeki bu çizginin netleşmesi dönem olarak aynı zamana denk düşüyordu. 57-60 Deklarasyonu kitaplaştırılmış, nereden çıktığı belli olmayan “Mao Zedung’tan seçme saçmalar” adlı kitaplar elden ele dolaşmaya başlamıştı. Mao Zedung’un 5. Cildi üzerine her ilde tartışmalar sürdürülüyordu. Aynı süreci yakından yaşamış biri olarak süreçten etkilenmeyen bir tek Partizan’ın olabileceğini düşünüyoruz. Maoizm’e karşı dünya çapında başlatılan bu ideolojik-politik saldırıların Türkiye ayağında Proletarya Partisi’nden başka hiçbir örgüt kalmamıştı. Burada Proletarya Partisi’nin önderliğinden ayrı olarak düşünmediğimiz Fahri Üyelerin yol göstericiliği yadsınamaz bir gerçektir. Böylesi bir ortamdan PP’nin hiç etkilenmeden çıktığını söylemek doğru bir yaklaşım olmaz. Tartışmaların odak noktası iki çizgi mücadelesi idi. Üç Dünya Teorisi’nin Mao’ya ait olduğunu açıklayamayan çevreler iki çizgi mücadelesi yaklaşımını “sınıf uzlaşmacılığı” olarak değerlendiriyor ve PP’ye bu şekilde yükleniyorlardı. PP neredeyse tek başına bütün revizyonistlere karşı bunu hakkıyla savunmuştur. 1970’li yılların son çeyreğinde TDH içindeki siyasal yapılanmaları, örgütsel ve ideolojik konumlanmalarının tarihsel perspektifleri içinde değerlendirmek lazımdır. O günün koşullarında mücadele yürüten bir partiyi bugünkü bilinç düzeyimiz veyahut bugünkü örgütsel donelerle kıyaslarsak varacağımız hiçbir sonuç nesnelliğe yakışmaz. Her fırsatta kah alıntılar yaparak, kah kendi yorumlarıyla PP’nin “kadro düzeyinin gerçekliği”, “siyasal-politik eksikliği” vs. üstünde ahkam kesen yazar aynı hastalığa düşmekten kurtulamıyor. 1978-79 yıllarının birikimini 40 yıl sonra ulaşılan bilinç düzeyiyle kıyaslamak veya 40 yıl önceki örgütsel durumu 40 yıl sonrakilerle kıyaslamak gerçekçi bir bakış açısı olamaz. 1978-79 yıllarındaki TKP/ML’yi aynı yıllarda örgütsel faaliyette bulunan yapılarla kıyasladığımızda “nesnel” yorum çerçevesi içerisine oturtabiliriz. Mesela Parti içi yazılarımızdaki politik düzeyi zamandaş politik yazıların düzeyiyle mukayese etmeliyiz. İki çizgi ve sosyo-ekonomik yapı üzerine parti içinde çıkan yazılar dönem itibariyle diğer siyasal hareketlerin politik düzeyinden hiç de geri kalmayan bir yerdedir. Hatta iddia edebiliriz ki ortalamanın çok çok üzerindeydi. Gene örgütsel kurumların MLM öğretiye göre konumlanışını kıyasladığımızda demokratik hiyerarşinin esas alındığı neredeyse tek örgüt diyebiliriz. TKP/ML’nin dışında kalan hemen tüm siyasal yapılanmalar “kişi sultasında” demokratik hiyerarşisi olmayan “alt-üst” ilişkileri içerisinde ya da feodal aşiret örgütlenmesi gibi bir örgütlenme içindeyken PP’nin durumu bundan çok farklıydı. “Sol içi şiddet ve çatışmalar” noktasında eline neredeyse (çünkü bir iki istisnai olay vardır) kan bulaşmamış tek örgüt TKP/ML idi. Siyasal iktidara alternatif olma perspektifiyle çıkmış devletin bir bekçisine bile kurşun atmadan elini onca devrimcinin kanına bulaştırmış bir-iki değil onlarca örgüt vardı. Onların hangisiyle kıyasladık da “kadro düzeyimiz” düşüktü diyoruz. Ne örgütsel yapılar içinde kurdukları “despotik” merkezileşmeye ne içinde ve dışında katlettikleri devrimciler için hala özeleştiri yapmamış örgütler var. 1979’daki TKP/ML’yi kimle ne ile kıyaslıyoruz? Örgütün hem içindeki devinimi hem diğer “sol” çevrelere karşı tutumu ve hem de devlet karşısındaki yerini tesis eden kadroları değil midir? Bunu uzaylılar mı gelip yaptı? Tabii ki kendi kadroları yaptı. Nasıl oluyor da bu kadar zayıf bir örgüt “ideolojik-politik düzeyi geri”, “kadroları zayıf ve bilinçsiz” olan bir örgüt tek başına AEP (Arnavutluk Emek Partisi) revizyonizmine karşı koyabildi. Hiçbir örgüt hiçbir zaman örgütsel ve ideolojik anlamda “yeterli donanıma” ulaşamaz veya “yeterlilik belgesi” diye bir belge olamaz. Bu diyalektiğe, şeyin tabiatına aykırıdır. Ama “Sezar’ın hakkı Sezar’a” diye de bir deyim vardır. Şimdi konuşabildiğimiz üç-beş süslü püslü lafın alt yapısında bile o örgüt ve o örgütün kadrolarının verdiği eğitim vardır. İnkarcılık ya da istihza ile küçümseme, bunu yapanların küçük burjuva karakterlerinden ayrı düşünülemez. TKP/ML’nin kadroları zamanının KAWA, HB (Halkın Birliği) ya da AEP çatışmamak için ülkeye yönelik tahlillerini revize eden HK’nın (Halkın Kurtuluşu) kadrolarıyla karşılaştırıldığında doğru yaklaşım ortaya çıkar. Ya da en ufak ayrışmada silah elde birbirlerini kovalayan DY (Dev yol)-DS (Dev Sol) kadrolarıyla karşılaştırdığımızda nesnel gerçekleri görürüz. Bu iş işkembe-i kübradan atarak olmaz. 40 yıl sonra şimdi üstüne “kasaba kurnazlığı” da koyduğunuz süslü püslü jargonla yargılanamaz. Tarihsel perspektif diyalektik materyalizmdir. Başka metodlarla açıklayamayız.
Serdar Can”